Kumral Bukleli Kadın

kumral bukleli kadın, bir ismin var elbet ama ismini ağzıma alacak kadar güçlü değilim.
öncelikle, sahiden dünyanın en şanslı kadınısın. ama bir zamanlar o vasıf bana aitti, yani kalıcı olamayabiliyor. bunu kalıcı kılmak senin elinde. onu üzme diyebilmeyi isterdim ama bize mutluluk için hep yanlış formülleri öğrettiler. onu üz. sana daha çok bağlanacaktır, kuşkun olmasın. altı yıllık bi tecrübeyle sabit. gitmekten söz et bazen. seni kaybetmekten ne kadar korkarsa o kadar sıkı sarılır. çabalar. kıymetin artar. mutlu da et tabii. çocuksu tebessümlerini ayyuka çıkar onun. sevmeyi, sahiplenmeyi en iyi o bilir. bilirim. başını döndürür aşkı. fedakarlık da eder. soğumadığı sürece her sarılışında kaburgalarınız iç içe geçer. hiçbir özel gününüzü unutmaz. seni mutlu etmek ve şaşırtmak için her şeyi göze alır. ağladığında seninle ağlar. gerekirse ailesini dahi karşısına alır senin için. tüm bunların tadını çıkar. çünkü bir gün hiçbir sebep yokken kaybetme olasılığın var. düşüncesi bile korkunç, biliyorum. inan gerçeği tahammülü imkansız bi hayal kırıklığı. hatta büsbütün hayat kırıklığı.
biraz ukaladır, egosu şişiktir falan ama bunları törpülemek senin elinde. ben zamanında başarmıştım, imkansız değil yani. midesi rahatsız, unutma. bir kez ameliyat oldu, doktor “bir dahakine riski büyük olur” demişti. bu yüzden doktorun verdiği diyete uymasını sağla stresi en asgari boyutta yaşat ona. işi yoğun ve yorucu, üstüne varma fazla. ona bazen anne, bazen dost, çoğunlukla eş olmasını bil. karnına yapılan masaj onu çok mutlu eder, aklında bulunsun. ne kadar sinirlenirse sinirlensin üzerine git. asla onu kendi haline bırakma. sorunlarıyla tek başına başa çıkmaya alışırsa bu onu senden uzaklaştırır. onu yumuşat. susmasına asla müsaade etme. en kısa süreli sessizliği üç ay, bilesin. havalar soğuk ama onun teni hep sıcaktır. buluştuğunuzda çok üşürsen burnunu boynuna yasla, tabiatın eşsiz bi sobası onun boynu. onunla üsküdara gitme. ya da çiçekçi çingenelerin dolaştığı herhangi bir yere. cebindeki tüm parayı onlara harcayarak zayi edebilir. delidir. bu arada bizim bi kumbaramız vardı, sarıyerdeki beğendiğimiz bi evi alabilmek için birikim yaptığımız. annesi de destek oluyordu. o duruyorsa, o evi alın. yaşanabilecek en güzel ev orası. sahilinde bi park var, çocuklarınız olduğunda oynamaları için. bu arada o işten geldiğinde anahtarı deliğe sokmadan sevdiği kadının onun gömleğini giymiş vaziyette ona kapıyı açması en büyük hayali, bunu ona tattır.
seni zerre tanımıyorum ama senden nefret ediyorum. buna rağmen benim yaşadığım sancıyı bi başkası yaşamasın istiyorum. yoksa yanındaki adamı düşündüğümden değil, inanki. çünkü geçmeyecek yaralar açıyor o susup giderken. ben güçlü bi kadın değilim, bilmiyorum, belki sen de değilsindir. zor işte. yaşama bunları. onu seviyorsan, kaybetme. ondan vazgeçemeyeceğini ve ne yaparsa yapsın onu affedeceğini asla ona hissettirme. yoksa günün birinde sen de benim gibi dişlerini sıkarak, boğazında şehir dolusu acıyla, başka bi kadına aynı mektubu yazmak zorunda kalırsın.
bu arada bana hissettirdiklerini affetmeyeceğim, bu hatırında kalsın. ve senden son bi şey istiyorum, bu kez kendim için; sakın sana “biriciğim” diye hitap etmesine müsaade etme. benden inşa ettiğim geleceğimi, hayallerimi, sevdiğim adamı ve doğacak kızımı çaldın. bari bırak, o hitap şahsıma münhasır kalsın.

sevdiğin adamın bir zamanlar en sevdiği.

–Mavi Tuğba Karademir

http://tugbakarademir.tumblr.com

Bir Gün Seni Yazmaktan Yazgeçtiğimde Anlayacaksın

bir gün seni yazmaktan vazgeçtiğimde anlayacaksın, gerçek vazgeçilmişlik ne demek
gerçekten terk edilmek nasıl bir his, nasıl yitirilir onca emek
işin kötü yanıysa seni yazmaktan vazgeçebileceğimi sanmıyorum
başkasını yazabilirim belki ileride
çünkü elbet hayatıma başkası da girecek.
ama başkasını yazdığım günün gecesine seni ağlayarak yazacağımı ikimiz de biliyoruz neticede.

doğuştan kör bir kadının çizdiği manzara resmine benzeyecek yazdıklarım belki
belki yüz bin fit yükseklikten düşmüş gibi olacak yüzüm
belki bir çocuğun uyumasını önleyen karanlığı kadar kötü olacağım
bilmiyorum belki,
bir zaman sonra, seni ne zaman yazsam
ilk kez sarhoş olan bir kadın gibi kusacağım
sonra derin bir uyku çekeceğim ama sabahına beynimin zonklamasıyla uyanacağım
bilmiyorum seni yazmak kötü olacak,
kötü hissettirecek,
beni hep kötü edecek
ama
elimde sana dair kalan tek şey, seni yazabilmek.
belki bundan da vazgeçebilsem, sahiden her şey geçecek
ama geçilmiyor
geçmiyor
göğsümdeki yaranın üstünü örttükçe yanıyor
soba yanığı gibi
güneş yanığı
bilmiyorum
yanıyorum, yanılıyorum sürekli.

hayatımın artılarını ve eksilerini hiç hesaplamadım bu güne dek ama
öyle eminim ki yaşamımın çoğunun yanlış kararlardan oluştuğuna

biliyor musun,
ben bazen
harflerin bile samimiyeti olduğuna inanıyorum
tıpkı insanlar gibi
bazıları elbette samimiyetsiz
bazıları ötekileştirilmiş, herkesçe kabullenilmemiş
dışlanmış
bazıları büyüyünce değişiyor
bazıları bazılarına benziyor mesela
ben bir harf olsam,
mutlaka
ğ olurdum
zaten hayatı boyunca hayata başlangıç yapamayan bir kadından başka hangi harf olması umulur!
ki ben
olamadım kimselerin ilki de.
sen ne güzel ilktin
a harfi gibiydin
sen
ne güzel gittin
iliklerimi bile söker gibi,
sol göğsüme kızgın demirler basar gibi,
kirpiklerimle dudaklarımı diker gibi,
ama sen sahiden
ne güzel gittin
-Tanrım göğsüm cehennem!-

biliyor musun,
ben bir meyve olsam bu mutlaka nar olurdu
zaten dışarıdan bir bütün

içi paramparça, içi kırmızı, içi kan bir kadından başka hangi meyve olması umulur!
sen bir meyve olsan bilmiyorum ne olurdun,
ama mutlaka bir yararın olurdu
insanlara
ki ben, dahil olmazdım
insanlığa.

biliyor musun,
bir çiçek olsam mutlaka papatya olurdum
elbette biliyorsun, papatyaları ne çok seviyorum
buna rağmen papatya almadın bana
bir kez olsun
üzgünüm
bu sahiden üzücü.
neyse, ne diyordum
bir çiçek olsam bu mutlaka papatya olurdu
çünkü hayatı birileri uğruna,
bilhassa aşk uğruna
dağıtılan, parçalanan bir kadından başka hangi çiçek olması umulur!
sana çok kırgınım sevgilim
ama bir papatya dalı,
zaten çok kolay kırılır.

sen bir çiçek olsan, fesleğen olurdun galiba.
çünkü avuçlarıma sinsin diye kokun,
ellerim ne zaman üşüse sığındığı tek yerdi boynun.
bir de kalabalıksın, fazlasıyla
bilmiyorum sen fesleğensin biraz
ben de papatya
sen saksılara yaraşırsın
ben kaldırımlara
senin heybetinin yanı sıra
ben fazla cılızım, fazla ufak
ayakaltında ezilmişliğimi bir kenara bırak,
beni de öte yana,
sen sahiden
ne güzel ilktin
kırmızı kaşkollu bir kadın masumiyetim vardı
onu ceplerine sıkıştırıp
belki biraz dinamit gibi
darmadağın edip
ama ne güzel
gittin…

-Mavi Tuğba Karademir

Eski bir komşuyu gördüm sanki, taşınmış gitmiş kalbimden

Geçen gün kimi gördüm biliyor musunuz? Ama evlisin şarkısını yazdığım kişiyi. Onu düşündüğümde ay yerini değiştirirdi, yıldızlar yerinden kopup hızla yeryüzüne düşerken asılı kalırdı yakın gökyüzünde. Çiçekler konuşur beni teselli ederdi, gözyaşlarımı silerdi yalnızlık. İçimin yangınına su yetmezdi, söz geçmezdi arzularıma, ne tuhaf şu aşk. Anılarıma gittim, döndüm. İçimde kendime karşı acımayla karışık bir şefkat hissettim. ‘yazık sana’ dedim bana ve tebrik ettim kendimi; ondan vazgeçtiğim için, güçlü hissettim, iyi yaptığımı anladım. Ondan sonra hiç aşık olmadım. Hislerim beğeniyi geçmedi. Boşanmış, özgürmüş, yapayalnızmış, üzüldüm onun adına. Hislerim değişmiş. Ona olan aşkımın yerinde yeller bile esmiyor. Ay yerinde, yıldızlar da öyle. Çiçekler suskun, içimin yangını küllükten çıkmış, arzularım yok. Eski bir komşuyu gördüm sanki, taşınmış gitmiş kalbimden. Zaman gerçek bir ilaç, iz bırakmıyor nerdeyse. Hem de bedava… İlk defa böyle aşık olmuştum, geçecek derlerdi de inanmazdım, geçmiş. Ben de geçmişim. Şimdi iyiyim, kendimle yalnızlığımın eşliğinde. İşte böyle…

Yıldız Tilbe

Şairin Hayatı Şiire Dahil

“Tomris Uyar, 1964’te R. Tomris imzasıyla çeviriler yapan genç bir kadın. Şair Ülkü Tamer’le evli. Sık sık eski önemini yitiren Baylan’da buluşuyorlar dostlarıyla. Akşam üstleri iş çıkışı Cemal Süreya da katılıyor onlara. sanat, edebiyat, tiyatro sohbetleri…
Tamer ile evliyken âşık oldu Cemal Süreya’ya Tomris. İkisi de evliydiler, ikisi de birbirleri için boşandılar eşlerinden ve bugün bile, ‘Türk edebiyatının en verimli aşkı’ tanımını hak eden üç yılı birlikte geçirdiler. Verimliydi aşkları, çünkü Cemal Süreya aşk dolu, cinsellik yüklü en güzel şiirlerini onun için yazdı. Yaşadıkları şeyin ne kadar derin olduğunu anlamak için, Süreya’nın şu dizeleri yeterli olur sanırım:

“Ayışığında oturduk
Bileğinden öptüm seni
Sonra ayakta öptüm
Dudağından öptüm seni
Kapı aralığında öptüm
Soluğunda öptüm seni
Bahçede çocuklar vardı
Çocuğundan öptüm seni
Evime götürdüm yatağımda
Kasığından öptüm seni
Başka evlerde karşılaştık
İliğinden öptüm seni
En sonunda caddelere çıkardım
Kaynağından öptüm seni…”

Cemal Süreya ve Tomris birlikte yaşamaya karar verdiklerinde, Kazancı Yokuşu’nda bir ev tutar ve oraya taşınırlar..
Her şeyin eşit olarak paylaşıldığı bir beraberlik. Ev işlerinden fikir tartışmalarına, meyhanelerden çalışmalarına, her yerde her alanda eşitlik. O günlerdeki Cemal Süreya’dan Tomris Uyar’da kalan hissiyat şöyle:

“Feodal değil. Evine bağlı, evinde olmayı, çalışmayı çok seven bir adam. son derece şefkatli. Sözgelimi nezle olayım, aman efendim çaylar yapılır, yatağa getirilir, başımda oturulur, saçım okşanır, ilaçlar… O güne kadar hiç kimsede görmediğim bir şey.”
Ciddi bir ilişkide kendini çok koruyan, monogam bir erkek. Aldatması söz konusu değil.
Kıskanç ama kıskançlığın anlamsızlığını çok iyi kavramış, yine de kendini engelleyemeyen, bu yüzden de pişmanlık duyan, acı çeken bir sevgili…
Şiiri çok iyi bilen, iyi yazmaktan korkan, mükemmellikten kaçan bir şair.

Cemal Süreya takım elbiseli, kravatlı bir bürokrat. Son derece düzenli bir hayatı var. Evden işe işten eve. İçki yok denecek kadar az. Tomris düzenin bu kadarından sıkılır:

Akşamları biraz geç gel yahu, bir erkek dolaşmak istemez mi, dedim. Ben çok yaşlı olan anneannemle meşgulüm. O da, istifa etmek üzere maliye’den. Bağını koparmasın istiyorum. Hiç arkadaşı yok çünkü. ‘Peki’ dedi. İlk gün dönüş saati geldi, altıyı çeyrek geçti, ortada yok. Normalde akşam altıda evde olur. Ertesi gün altıyı yirmi geçiyor, sonra altı buçuk… Bir gün odayı havalandırayım dedim, yaz. Toz aldım, bezi silkelemek için pencereden eğildim ki, kapının önünde oturmuş saatin dolmasını bekliyor.

Aralarında şaka konusu olan bu olayın bir de adı var: “şahsiyet rötarı.”

(…)

Papirüs’ü çıkarırken daha yoğun, o ölçüde de keyifli bir çalışma temposuna girerler.

“Kriz halinde çalışıyor. akşamüstünden sabaha kadar, hiç ara vermeksizin. Dergi çıkışı, evde veya dışarda, ayaküstü bir yemek yedikten sonra, birbirimize çay taşıyarak, ‘dur bak bir şey göstereceğim, şu iyi mi’ diyerek…”

“Onunla sonsuza kadar tartışabilirsin. Hiç alınma yok. Sözünü esirgeme, yalan söyleme yok. Beğendiyse beğenir, beğenmediyse beğenmez.”

Bazı akşamlar “mujik sofrası” kurulur evlerinde. Konuklar Papirüs yazarları, Papirüs’e katkıda bulunanlar. sofranın kuralları var: “Düzgün örtü, peçete, buz, güzel bir sürahi… Peçeteler ütüsüzse kalkar kendisi ütüler.”

Haftada bir ya çiçek pasajı’na ya da yemekleri güzel ve ucuz olan Bohem’e gidilir.

Tomris’in ısrarıyla artık takım elbiseden kurtulmuş, rahat giysili bir adam olmuş Süreya.
1966 sonu 67 başı; dergide de, özel hayatlarında da yol ayrımına gelirler. Tomris, Turgut Uyar’la evlenir, Ankara’ya gider. Papirüs’ü desteklemeyi oradan sürdürür. Cemal Süreya’nın yolu Ankara’ya düştüğünde onları ziyaret eder ama beraberlikleri sırasında birlikte oldukları mekanlara, Beyoğlu’ndaki kahvelere, lokantalara adım atmaz. Onun bu ruh halini Tomris Uyar şöyle anlatıyor:

“Beni bıraktı ama rahat edemedi. Ona göre bana sahip olunamazdı. Senden ayrıldığım anda, senin hakkında, hikayen hakkında sevdiğimi belirtecek hiçbir şey söylemeyeceğim, benim ağzımdan kimse duymayacak, dedi ve doğrusu hiç yazmadı.

Tomris Uyar’ın Turgut Uyar ile evlenmesine yol açacak kadar yakınlaşmasının nedeni de şiir kuşkusuz:
“1966 yılında ben zaten Cemal Süreya’dan ayrılmak üzereydim. O da eşinden ayrılmıştı. İstanbul’a gelmişti çocuklarıyla. Burada tanıştık. Asıl tanışmamız herhalde o, çünkü o zaman daha bir yakın oturup konuşma fırsatını bulduk ve mektuplaşmaya başladık. Bu mektuplar önce sadece şiir üzerine mektuplardı.
Hâlâ duruyor bende. Genellikle onun şiir üzerine düşünceleri, benim onun şiirleri üzerine düşüncelerim… Ve anladığım kadarıyla çok sıkışık bir dönem geçiriyordu. Yani evlilik hayatında bir süredir yaşadığı tedirginlik ve uyumsuzluk şiirini de etkilemişti, yedi yıldır şiir yazmıyordu. Esin periliği olarak ifade etmek istemiyorum ama herhalde çok konuştuğum, çok dürttüğüm, yazmasını çok rica ettiğim için diyeyim, yavaş yavaş şiir yazma isteği yeniden doğdu.”
2005’te yayımlanan Erhan Altan’ın ‘Turgut Uyar Üzerine Tomris Uyar’la Söyleşi/Ben Koşarım Aşağılara, Koşarım’ adlı uzun isimli kitabı ilişkilerini pek güzel anlatır. Nasıl tanıştıklarını da… “Kendisini tanıdığımda ben evliydim, o da evliydi. Ankara’da tanıştık, Sanatseverler Derneği’nde -hiç unutmuyorum-… O bana herhalde bir arkadaşıyla, yani Ülkü Tamer’le evli ve edebiyata düşkün genç bir kız olarak ilgi gösterdi ama çok sıradan bir ilgi gösterdi. Ben de onun, sandığımdan çok daha -nasıl söylesem- daha derin demeyeyim de, daha keşfedilmeye değer bir insan olduğunu düşündüm.”

Yaşamında en uzun soluklu sevdası Turgut Uyar olur.
Turgut Uyar için, “Bir ara ben onun dünyaya açılan penceresi olmaktan da öte bir şeydim, bir parçası gibiydim. Ve kendimi bir parçası gibi hissettiğim için de sıkılıyordum tabii…” demiştir.

Uyar’ın onun için yazdıkları ilginçtir. En meşhuru da, o zamanlar daktiloyla çoğaltılan, dönemin şiir matinelerinde elden ele dolaşan bir şiirdir.

“Senin için alışılmış şeyler söyleyemem sana yaraşmaz
kış gecesi amcamızdır, bahar yakından kardeşimiz
alır başımı Erzincan’a giderim seni düşünmek için
dörtlükleri bozarım çünkü dağlar ne güne duruyor
kıyılar ve eskimeyen her şey seni anlatmak için
bir bozuk saattir yüreğim hep sende durur
ne var ki ıslanır gider coşkunluğum durmadan
durmadan
dağ biraz daha benden, deniz her zaman senden
hiçbir dileğimiz yok şimdilik tarihten coğrafyadan
kimselere benzemesin isterim seni övdüğüm
seni övdüğüm zaman
güzel bir çingene yalnız başına dolaşmalı kırlarda
seni övdüğüm zaman…”

Uyar’ın ölümünden sonra kurduğu cümlelerde, aralarındaki ilişkinin sırlarını da ele verir aslında Tomris Uyar: “Turgut, beni her an elinden kaçıracakmış gibi gereksiz bir kaygıyla yıpranacak; ben de hiçbir rekabetin söz konusu olmadığı bir alanda, boyuna birinci seçilmekten yorulacaktım.”

Ankara ve İstanbul’daki edebiyat çevrelerinin iyi bildiği bir başka gerçek de, büyük şair Edip Cansever’in ona duyduğu gizli hayranlıktır. Ve Turgut Uyar, onu elinden kaçıracakmış gibi sevmekte haklıdır aslında…

Öyle ya, kaç gizli hayranı daha vardır kim bilir? Edip Cansever, her 15 Mart günü (onun doğum gününde) açıkladığı yeni bir şiirle seslenir Tomris Uyar’a… Şair ona, “Bir adın vardı senin, Tomris Uyar’dı.” diye seslenmiştir, o meşhur ‘Yaş Değiştirme Törenine Yetişen Öyle Bir Şiir’de. “Adını yenile bu yıl ama bak Tomris Uyar olsun gene” der ısrarla…

Söz Edip Cansever’de:

“Tomris Uyar’a…
Seni görünce dünyayı dolaşıyor insan sanki
Hani Etiler’den Hisar’a insek bile
Bir küçük yaşındasın, boyanmış taranmışsın
Çok yaşında her zamanki çocuksun gene
Ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç…
Mart ayında patlıcan, ağustosta karnabahar
Mutfağın mutfak olalı böyle
Bir adın vardı senin, Tomris Uyar’dı
Adını yenile bu yıl, ama bak Tomris Uyar olsun gene
Ben bu kış öyle üşüdüm ki sorma
Oysa güneş pek batmadı senin evinde
Söyle
Ben seni uzun bir yolda yürürken gördüm müydü hiç?”

Ölümünden kısa bir süre önce, Edip Cansever’in kendisini daha çok etkilediğini söyleyecektir ama eleştirmen tavrından vazgeçmeyerek: “Daha çok anlatan, daha süslü ve imgesi bol. Tekrarı seven bir şair…”
O zamanlar Boğaz’da denizle öpüşen meyhanelerde, Tomris Uyar’la Edip Cansever’i baş başa rakı içerken gören çok oldu. Onları öyle görüp ellerini sıkma şansına erişmiş, edebiyata ve şiire meraklı bir gazeteci, Tomris Uyar’ın bir an evvel sevdiklerinin yanına gitmek için bu kadar çok içtiğini düşündü. Cansever’in bir peçeteye yazdığı dize ise dilden dile dolaştı: “Tomris rakıyı çok severdi, bense onu…”

Tomris Uyar, 62 yaşında ayrıldı aramızdan; ama arkasında öyle bir şiir demeti bıraktı ki, kıskanılası… Hayatına giren iki şair, yani sevdiği adam Cemal Süreya ile hayat arkadaşı, gözbebeği, eşi Turgut Uyar ve ‘onu hep uzaktan ve platonik bir tutkuyla seven’ Edip Cansever anıldığında, onun da adı geçer oldu.
Tıpkı öykücü olmasına rağmen, II. Yeni Şiir Akımı denildiğinde mutlaka adının geçmesi gibi… Kolay bir şey değil üç büyük usta şairin aşkıyla yaşamak, onları yakasında madalya gibi taşımak.
“Tomris Uyar’ın yüreği öyle büyüktü ki, herkesle biraz paylaşmak istedi.”

Feyza Perinçek, Nursel Duruel

Ey Kavmim

Ey kavmim…
Sen ki peygamberlerini bile dinlemedin beni hiç dinlemezsin

Dönüp de bakmazsın ölülerine.
Lut kavminden de değilsin sen, hazdan olmayacak mahvın.
Acıyla karıldı harcın ama acıya da yabancısın.
Ağıtları sen yakarsın ama kendi kulakların duymaz kendi ağıdını…
Bir koyun sürüsünden çalar gibi çalarlar insanlarını ve sen bir koyun sürüsü gibi bakarsın
çalınanlarına.
Tanrıya yakarır ama firavunlara taparsın.
Musa Kızıldeniz’i açsa önünde, sen o denizden geçmezsin.
Ey kavmim…
Sen ki peygamberlerini bile dinlemedin beni hiç dinlemezsin.
Korkarsın kendinden olmayan herkesten. Ve sen kendinden bile korkarsın.
Hazreti İbrahim olsan, sana gönderilen kurbanı sen pazarda satarsın.
Hazreti İsa’yı gözünün önünde çarmıha gerseler, sen başka şeylere ağlarsın.
Gündüzleri Maria Magdalena’yi orospu diye taşlar, geceleri koynuna girmeye çabalarsın.
Zebur’u, Tevrat’ı, İncil’i, Kur’ân’ı bilirsin.
Hazreti Davud için üzülür ama Golyat’ı tutarsın.
Ey kavmim…
Sen ki peygamberlerinin dediklerini bile dinlemedin beni hiç dinlemezsin.
Dönüp de bakmazsın ölülerine. Lut kavminden de değilsin hazdan olmayacak mahvın. Ama sen
kendi acına da yabancısın.
Kadınların siyah giyer, kederle solar tenleri ama onları görmezsin.
Her kuytulukta bir çocuğun vurulur, aldırmazsın.
Merhamet dilenir, şefkat dilenir, para dilenirsin.
Ve nefret edersin dilencilerden.
Utancı bilir ama utanmazsın.
Tanrıya inanır ama firavunlara taparsın.
Bütün seslerin arasında yalnızca kırbaç sesini dinlersin sen.
Ey kavmim…
Sen ki peygamberlerini bile dinlemedin beni hiç dinlemezsin.
Sana yapılmadıkça işkenceye karşı çıkmazsın.
Senin bedenine dokunmadıkça hiçbir acıyı duymazsın.
Örümcek olsan Hazreti Muhammed’in saklandığı mağaraya bir ağ örmezsin.
Her koyun gibi kendi bacağından asılır, her koyun gibi tek başına melersin.
Hazreti Hüseyin’in kellesini vurmaz ama vuranı alkışlarsın.
Muaviye’ye kızar ama ayaklanmazsın.
Hazreti Ömer’i bıçaklayan ele sen bıçak olursun.
Ey kavmim…
Sen ki peygamberlerini bile dinlemedin beni hiç dinlemezsin.
Ölülerine dönüp de bakmazsın. Lut kavminden de değilsin hazdan olmayacak mahvın.
Ama arkana baktığın için taş kesileceksin.
Ve sen kendine bile ağlamayacaksın.
Komşun aç yatarken sen tok olmaktan haya etmezsin.
Musa önünde Kızıldeniz’i açsa o denizden geçemezsin.
Tanrıya inanır ama firavunlara taparsın.
Ey kavmim…
Sen ki peygamberlerini bile dinlemedin beni hiç dinlemezsin.

Ahmet Altan
(6 Haziran 1996 / Yeni Yüzyıl)

Cami Işıklarına Bakan Çocuk

Çocukluktan gençliğe geçmeye çalıştığım dönemlerde yazarlık hayalleriyle dolu olduğumu gören babam, ‘Yanağını cama yapıştırıp, evin çaprazındaki caminin şerefesinde iftar zamanını haber veren ışıkların yanmasını, ışıklar yanar yanmaz bunu bağırarak haber verdiğinde büyüklerin aferinini almak için heyecanla bekleyen bir çocuğu anlatabilir misin’ demişti.

Yaklaşık kırk yıldan beri o çocuk aklımdadır.

Hálá o sahneyi ve o çocuğu en iyi biçimde nasıl anlatacağımı bulamadım.

Ama bu görüntü benim yazarlık temrinlerimden biri oldu.

Babamın kendi çocukluğunun anılarının arasından çıkartıp bana yazı ödevi olarak verdiği sahneye kendi çocukluğumun anıları da eklendi.

Evimizin hemen karşısındaki küçük cami.

Ramazan geceleri mahallenin çocuklarıyla birlikte gittiğimiz teravih namazları, camideki büyüklerin bize başka zamanlarda pek de göstermedikleri bir şefkati göstermeleri, hálá çocuk aklımla ezberlediğim biçimde söylediğim ‘allah umme salli ala’nın muhteşem melodisiyle dalgalar gibi kabaran o tuhaf coşku, namaz çıkışında hissettiğimiz o ağırbaşlı memnuniyet…

Sahur vakti sıcak yataktan gözlerim yarı kapalı kalkıp sobası yakılmış salonda hazırlanmış sofraya oturuşum, galiba sadece ramazanlarda yapılan o yumurtaya bulanmış ekmek kızartmaları, demli çay, beni sevgiyle ve gururla bağrına bastığını düşündüğüm büyük bir kalabalığın parçası olmanın güveni ve sonsuz bir huzur.

Allah’ı çok sevmiştim.

Ondan benim anlamadığım kelimelerle söz ediyorlardı ama o benim için, beni sevmesini istediğim temiz yüzlü yaşlı bir dedeydi, oruç tuttuğum zamanlarda bana gülümsediğini düşünürdüm.

Doğrusu ya ondan pek korkmazdım.

Ama beni sevmesini isterdim.

İlk kez okulda din hocası cehennemi uzun uzadıya bütün korkunçluğuyla anlattığında dehşete düşmüştüm, benim teravih namazlarında, iftarlarda, sahurlarda hissettiklerimle hocanın anlattıkları hiç birbirine benzemiyordu.

O, beni çok korkutan, bana çok uzak, çok mesafeli, çok gazaplı, benim çocuk aklımın kavrayamayacağı çok ürkütücü bir güçten bahsediyordu.

Biz dede-torun değildik.

Beni sevmiyordu.

Kötü bir şey yaparsam beni ateşlerin içine atacak, beni yakacak, bana acılar çektirecekti.

Ben ona hiç böyle şeyler yapmazdım ki, ben onun için hiç böyle cezalar düşünmezdim ki, ben onu seviyordum, o niye beni ateşlerin içine atmak istiyordu.

Çok korktuğumu, çok üzüldüğümü hatırlıyorum.

Bir daha uzun yıllar camiye gitmedim.

Din hocası benim çocukluk dünyamın en huzurlu hayalini, o soğuk yatakhanelerde uyumadan önce dua edip kendisine gülümsediğim, herkes bana yaramazlık yaptım diye kızdığında kendisine sığındığım ‘yakınımı’ benden koparmıştı.

Sonra büyüdüm.

İnanmanın huzurundan aklın huzursuzluğuna geçtim.

O çocukluk dönemimden sonra bir daha hiç dindar olmadım, oruç tutmadım, dua etmedim, namaz kılmadım.

Lise yıllarında karşımdakinin inançlarına hiç aldırmaz, herkesin korktuğu bir güçten korkmamanın tuhaf lezzetiyle diğer çocuklarla kıyasıya tartışırdım, onlar Tanrı’nın varlığını kanıtlamaya çalışırlardı ben yokluğunu.

Küçük bir çocukken inanmayı ne kadar sevdiysem, ilk gençliğimde de inanmamayı o kadar sevdim.

Başkaldırmanın müthiş cazibesine kapılmıştım.

Hayatın zıpkınlı acılarından beni koruyacak bir güç yoktu artık, her acı doğrudan tenime yapışıyor, o acıları taşımakta ilahi bir güç bana yardımcı olmuyordu.

Yirmili yaşlarımda Ankara’da bir işçi kooperatifinde karımla birlikte epeyce sıkıntılar çekerek yaşarken komşularımız olan bir ‘inançlı insanlar’ grubuyla karşılaşmıştık.

Gerçekten çok hoş insanlardı, yumuşaktılar, hoşgörülüydüler, benim gençlik saygısızlıklarımı kibar bir sabırla karşılıyorlardı.

Aralarından bir tanesi eski bir kabadayıydı, iriyarı, güçlü kuvvetli bir adamdı, epey kavgaya karışmış, günahın her türlüsüne batıp çıkmıştı, sonra ‘inancı’ bulmuştu.

Beni sessizce dinler, ben sözümü bitirince ‘Ahmet, kardeşim’ diye başlardı lafa, beni ‘doğru yola’ getirmek için uğraşırdı.

Dini korkuyla değil sevgiyle anlatırdı.

Zor günlerdi, babam hapisteydi, kız kardeşim hastaydı, karım hamileydi, beş kuruş para yoktu, bir yayınevinin zemin katında düzeltmen olarak çalışıyor, kazandığım paranın çoğunu kiraya veriyordum.

O sırada hayatımdaki en iyi şey o dindar insanlardı.

Dindarları sevdim.

İnançlarını paylaşmadım ama onlara ve inançlarına imrendim.

Bana çocukluğumu, teravih namazlarını, sahurları, iftar sofralarını, huzuru hatırlatıyorlardı.

Öfkeli değillerdi, çıkarcı değillerdi, haramdan ölesiye korkuyorlardı, muhtaçlara yardım ediyorlardı, inançlarıyla böbürlenmiyorlar, dini bir gösterişe döndürmüyorlardı.

Onlara saygı göstermeyi öğrendim.

Kendi inançsızlığımla onları kırmamaya özen gösterdim.

Zor günlerde bir ‘inançsıza’ bağışladıkları dostluğu hiç unutmadım.

Din hakkında düşünmeye başladım, ‘din bir afyondur’ ezberinden ‘din nedir’ sorusuna geçtim, insanların ve toplumların hayatında dinin yerini merak ettim.

Gerçek bir dindarla, bir müminle, dini gösterişli bir rozet gibi yakasına takanlar arasındaki farkı gördüm.

İçinde bir vahşetle, bencillikle hatta kötülükle doğan ve ölüm gibi karanlık bir yok oluşla varlıkları sona eren insanların gelişiminde, yaşama gücü buluşunda, ahlakı yaratışında, vahşetini sınırlayışında dinin çok önemli kültürel bir değer olduğunu fark ettim.

Dindar olmadım, inançlı olmadım.

Hálá da değilim.

Hiçbir zaman da olmayacağım herhalde.

Ama din fikrini, gerçek dindarları seviyorum.

Tanrı’yla ilişkim ise anlatılması çok zor çelişkilerle dolu.

Varlığına inanmıyorum ama o varmış gibi hissetmekten hoşlanıyorum, annemin mezarına gittiğimde dua etmiyorum ama annemi ‘ona’ emanet ediyorum.

Artık ne ölümden ne de ölümden sonrasından korkuyorum ama öldükten sonra sevecen bir ışıkla karşılaşıp yaramazlık yapmış küçük bir çocuk gibi ona sığınıp gülümseyeceğimi aklımdan geçiriyorum.

Din hocası cehennemi anlatana kadar süren kuvvetli bir inanca dayalı ‘ilişkim’ şimdi bir başka biçimde sürüyor, onun adına yeryüzünde cehennemi yaratanları, onun adıyla gösteriş yapanları, onun adına benim gibi ‘inançsızlara’ öfkelenenleri, onun adını sadece insanları korkutmak için kullananları ‘onunla’ arama sokmuyorum.

Tanrı’dan bir beklentim yok.

Ona duyduğum sevginin, eğer o varsa, bir beklentiden ya da bir korkudan kaynaklanmadığını o biliyor.

Günahkar olduğumu da, babasının sevgisine sığınan biraz şımarık bir evlat gibi bu günahları işlemeye devam edeceğimi de.

Din adına dehşet salanlar ne derlerse desinler, başkaları için kötülük düşünmeyenleri onun affedeceğine inancım tam, benim tanrım her şeyden önce ‘başkaları için kötülük düşündün mü’ diye soracak bir tanrı.

Başkaları için kötülük düşünmezsem, onun varlığına inanmasam bile beni affedeceğini sanıyorum.

Affetmezse de gücenmeyeceğim.

Çocukluğumda tuttuğum oruçların, oturduğum iftar sofralarının huzurunu hiç unutmadım.

Bugün, bir tek kez öyle bir huzurla iftar yapabilmek isterdim.

O huzuru hissedenler, dilerim, o huzuru gereksiz öfkelerle bozmazlar.

Ben bir daha o huzuru bulamayacağım.

Ama, ‘yanağını dışarının soğuğunu hissederek cama dayayıp, evin çaprazındaki caminin ışıklarının yanmasını bekleyen’ çocuğu anlatmayı hep deneyeceğim.

Sanırım bunu hiçbir zaman tam da beceremeyeceğim.

Ahmet Altan
(22 Ekim 2005/ Hürriyet)

Benim Güzel Allahım

Ey siz inananlar.

Tanrınızın yarattıklarına düşmanlık mı besleyeceksiniz?

Öldürecek misiniz onları?

Yoksul mu bırakacaksınız?

Acılarına sırtınızı mı döneceksiniz?

Sadece kendi kavminiz için mi şefaat dileneceksiniz?

Kendinizi ayıracak mısınız Rabbinizin yarattığı diğer kullardan?

Dininizle, ırkınızla böbürlenecek misiniz?

Ey siz, huzursuz ruhlar… Ey siz, binlerce yıldır kendi ihtirasının dikenleriyle kanayanlar… Ey siz, fıtrattan eksikli yaratılmış olanlar…

Dinleyin.

Fırtına kuşları gibi içinde uçtuğunuz sert rüzgarlarla yorgunsunuz, günahlarınızla, hiç bitmeyen hırslarınızla yorgunsunuz, kavgalarla, düşmanlıklarla, kızgınlıklarla yorgunsunuz, avucunuzda sıktığınız bir ustura gibi sizi yaralayan bencilliklerinizle yorgunsunuz.

Rüzgarın dinmesini özlediniz.

Sessizliği ve sükûneti özlediniz.

Düşmanlarınızla ve kendinizle barışmayı özlediniz.

Daha doğduğunuz gün bir hapishane gibi kapıları üstünüze kapanan hayatın dağdağasından kurtulmayı özlediniz.

Bir lahzalık bir huzur için yakarıyorsunuz.

İçinizdeki öfkeli çığlıklar sussun, dışınızdaki insafsız dövüş naraları kesilsin istiyorsunuz.

Kasırgalardan çıkıp sakin bir vahaya konmak istiyorsunuz.

Rüzgar uğultusundan başka sesler de duymak, gözlerinize dolan o karmaşık karaltılardan başka şeyler de görmek, sükûnetin tadını çıkarmak, soluklanıp gücünüzü yeniden toplamak istiyorsunuz.

Ve, tanrı isteklerinize cevap verdi.

Ve, bayramlar bağışladı size, kendinizden ve kavgalarınızdan kurtulun diye.

Ve dedi ki, “bugün durun, bugün barışın, bugün düşmanlıklarınızı, hırslarınızı unutun, bugün kendi eksiğinizi başkalarının eksikliklerini severek tamamlayın.”

Ve, ben, Rabbimin eksikli kulları o günlerde mükemmeliyete erişip düşmanlarını sevdikleri, ruhlarını hırpalayan kasırgalardan kurtuldukları için bayramlara iman ettim.

Ve dedim ki, “hiddetine değil imanım ama şefkatine iman ediyorum.”

O, benim güzel Allahım.

O, eksik yarattığı kullarını eksiklikleriyle sevecek kudrete sahip olan.

O, kasırgaları ve vahaları yaratan.

O, imanını kaybetmiş bir adamın çocukluğunda kıldığı teravih namazlarında söylenen “salavat-ı şerif”e sesini veren.

Bayramlar, benim inançsızlığımın durduğu, dinlendiği, huzurlu vahalar.

Bayramlar, benim kaybettiğim tanrımı bulduğum büyük ve huzurlu mabetler.

Ey siz, binlerce yıldır kendi ihtiraslarıyla kanayanlar, sizlersiniz bana bayramlarda tanrımı bulduran.

Düşmanınıza gösterdiğiniz merhamet, yoksula gösterdiğiniz şefkat, muhtaca gösterdiğiniz rikkat bana tanrının varlığını gösteren.

Ruhunuzu saran huzur, sizdeki huzurla o müthiş kasırganın ani duruşu, hepimizi kucaklayan hoşgörülü sevecenlik, o temizlik kokusu beni inanmadığıma inandıran.

Bayramlar, benim tanrımın sizin mükemmeliyetinizde ortaya çıktığı muhteşem duraklar.

Ve dedi ki benim Allahım, “kendiniz için değil düşmanınız için dua edin.”

Ve dedi ki, “kendiniz için değil düşmanınız için şefaat isteyin.”

Ve dedi ki, “sizi birbirinize emanet ettim, emanetinize hıyanet etmeyin.”

Ve dedi ki, “düşmanlarınızı da benim yarattığımı unutmayın.”

Ve dedi ki, “bu menzilde öyle yüce bir merhamet gösterin ki bana inanmayanlar sizin merhametinizin ışığında görsünler beni.”

Bayramlar, dünyadaki imtihanları en zorlu geçenlerin, yoksulların, kimsesizlerin, evsizlerin, çocuğuna portakal alamayan işsizlerin, dağda ölümü bekleyenlerin, nöbet yerinde hasret çekenlerin, hastaların, gurbete çıkanların, hapistekilerin, kaderin kendilerine daha iyi davrandığı insanlar tarafından tevazuyla, ağırbaşlılıkla, şefkatle kucaklandığı duraklar.

Kendimizden yıkandığımız, kendi öfkelerimizden arındığımız, menfaatlerimize sırtımızı döndüğümüz kutsal yunaklar.

Bir ihtiyarın elini öpen genç, bir çocuğun başını okşayan adam, bir yoksulu sevindiren zengin, bu huzurlu vahanın çiçeklerini dikenler.

O davranışların her birinde ben kendi tanrımın tebessümünü görürüm.

Kullarının merhametinden sevinir benim tanrım.

Hayatın kasırgasını bunun için durdurur.

En huzursuzumuz bile böyle günlerde huzur bulur.

Bir başkasına merhametle, şefkatle, tevazuuyla uzanan her elde tanrının eli vardır ve o el değdiği her yere huzur ve güç verir.

O huzuru herkesle birlikte duyarım.

Ruhum sakinleşir.

Her gülümseyen yüzle birlikte hafiflediğimi, zincirlerimin çözüldüğünü, ihtirasların ve öfkelerin hapishanesinden azat edildiğimi hissederim.

Ve, iman ederim kendi tanrıma.

Ve, her gülümseyen yüze, her sevecen sese minnet duyarım.

Onlardır benim tanrımın dünyadaki yansıması.

Onlardır beni inandıran.

Ben her bayram iman ederim.

Ey siz, huzursuz ruhlar…

Ey siz, binlerce yıldır kendi ihtirasının dikenleriyle kanayanlar…

Ey siz, fıtrattan eksikli yaratılmış olanlar…

Dinleyin.

Sizsiniz beni Allah’a yaklaştıran.

Kendi eksikliğinizi başkalarının eksikliğini severek tamamladığınızı görmek inandırır beni tanrının varlığına.

Ve derim ki, “hiddetinden korkmuyorum ey Rabbim, şefkatin titretiyor dizlerimi.”

Ve derim ki, “bana varlığını kullarının merhametinde göster.”

Ve derim ki, “sen olmasaydın da onlar böyle kötü olabilirlerdi ama sensiz iyi olamazlardı, onların iyiliklerini göster bana.”

Ve derim ki, “senin adına kötülük edenler varken nasıl inanacağım sana.”

Ve derim ki, “senin cennetini istemiyorum ey tanrım, bütün istediğim seni tebessüm ettirecek bir iyilik yapma gücü, onu ver bana.”

Ve, bayramlarda benim tanrım bana kullarının iyi yanlarını gösterir.

Birbirine sarılan her düşmanla ben imana doğru bir adım atarım.

Huzur bulan her ruhla biraz daha inanırım.

Sizi, bir mükemmeliyete doğru yürüyün, ruhunuzun eksikliğini kendiniz tamamlayın ve böylece O’nun kendi başına mükemmeliyete ulaşabilecek canlılar yaratabildiğini gösterin diye eksik yaratan tanrı, bu ıstıraplı yürüyüşte durup dinlenebileceğiniz menziller yaptı size.

O menzillerde durun.

Durun ve eksik yanlarınızın tamamlanmasını bekleyin.

Sahip olduklarınız, sizin eksikleriniz.

Öfkeleriniz, düşmanlıklarınız, hırslarınız, kıskançlıklarınız, hasetleriniz, böbürlenmeleriniz.

Onlardan kurtuldukça tamamlanacaksınız.

Ve, bayramlar tamamlanma vakitleri.

Ey siz inananlar…

Tanrınızın yarattıklarına düşmanlık mı besleyeceksiniz?

Öldürecek misiniz onları?

Yoksul mu bırakacaksınız?

Acılarına sırtınızı mı döneceksiniz?

Sadece kendi kavminiz için mi şefaat dileneceksiniz?

Kendinizi ayıracak mısınız Rabbinizin yarattığı diğer kullardan?

Dininizle, ırkınızla böbürlenecek misiniz?

Onun yarattığı kulları sevmeden tanrınızı nasıl seveceksiniz?

O benim güzel Allahım.

Görür içinizdeki kötülükleri.

Düşmanlıklarınızı görür.

Bir kulunun bir kuluna ettiği kötülük üzmez mi onu?

Ey siz inananlar…

Siz korkmaz mısınız onu üzmekten?

Onun üzülmesinden üzülmez misiniz?

Bayramlar, sadece birbirinizi değil, tanrınızı da sevindirme vakitleri.

Onu sevindirdiğinizde, onun da tebessüm ettiğini imanla görürüm.

Ve der ki, “hepinizi eksikli yarattım, birbirinizin eksiğini hor görmeyin.”

Ve der ki, “hepiniz benimsiniz, benim olana kötülük etmeyin.”

Ve der ki, “her bir kulum eksiğini, bir başka kulumun eksiğini hoş görerek tamamlar.”

Ve der ki, “düşmanlarınız da benim kullarım, onlar için dua edin.”

Ve der ki, “merhametim hiddetimden fazladır, sizin de merhametiniz hiddetinizden fazla olsun.”

Ve, bayramlar eksikli kulların merhametle huzur bulduğu zamanlardır.

O huzurda görürüm ben onu.

Benim güzel Allahım.

Öyle kullar yaratır ki, inançsızları merhametleriyle inandırırlar.

Ben her bayram inanırım.

Onun yarattığı kulların şefkati beni yaklaştırır ona.

Ve derim ki, “hiddetinden korkmuyorum ey tanrım, şefkatin titretiyor dizlerimi.”

Ve derim ki, “sana her bayram inanıyorsam ey tanrım, bu, her bayram senin kullarının şefkatine inandığımdandır.

Başkaları için kötülük düşünmezsem, onun varlığına inanmasam bile beni affedeceğini sanıyorum.

Affetmezse de gücenmeyeceğim.

Çocukluğumda tuttuğum oruçların, oturduğum iftar sofralarının huzurunu hiç unutmadım.

Bugün, bir tek kez öyle bir huzurla iftar yapabilmek isterdim.

O huzuru hissedenler, dilerim, o huzuru gereksiz öfkelerle bozmazlar.

Ben bir daha o huzuru bulamayacağım.

Ama, ‘yanağını dışarının soğuğunu hissederek cama dayayıp, evin çaprazındaki caminin ışıklarının yanmasını bekleyen’ çocuğu anlatmayı hep deneyeceğim.

Sanırım bunu hiçbir zaman tam da beceremeyeceğim.

Ahmet Altan
(22 Ekim 2006 / Hürriyet)

Hayali Cihan Değer

   İmam, hatim duasında “bir fatiha okuyacak kimsesi kalmamış merhumları”da anınca hüzünlendim. Birkaç yıl önce memlekete giden kızım heyecanla; “ilk defa soyadımızı taşıyan bir kapı zili gördüm” demiş ve fotoğrafını çekmişti.

   Buna şunu da ekleyebilirim; yaşadığınız şehirde Bayram namazı sonrası kabrini ziyaret edeceğiniz bir yakınınız yoksa, gurbettesiniz demektir. Biraz hüzünlü oldu değil mi? Namaz sonrası eve gelince bayramlık elbisemi çıkarıp pijamamı giydim desem… Çok şükür hâlâ anmakla tebessüm ettiğim akraba ve dostlarım var. Uzakta olsalar da yakın hissediyorum. Onlardan birisiniz ve bayramlaşmaya geldim, Bayramınız kutlu olsun.

İbrahim abim Ayşe ablam

Yenibosna’da bir mezar: Sivaslı Cafer’in üç yıl arayla doğan ve yaşlarını doldurmadan vefat eden çocukları Veli ile Göksel’in kabri. Yaşasalar aynı yaşlarda olacaktık.

Tevafuk. Benim de yaklaşık o tarihlerde abim İbrahim ve ablam Ayşe dünyaya gelmiş ve yaşlarını doldurmadan da dar-ı bekaya irtihal etmişlerdi . Dördünün de mekanları Cennet olsun.

Tarih Kötüdür

İşte gençliğimin şiirleri
İlk gençliğimin
Güzel şeyler
Deli saçmaları
Beceriksizlikler
Şehvetle titreyen parmaklarla yazmışım onları.

Bir çocuk için
En güzeli
Belki bütün yazdıklarımın en güzeli
Gövdemi ılık
Kirli
Pırıl pırıl bir havuzda düşlerdim
Göğsümde nilüferler
Su çiçekleri

Garip bir çocuk dediler bana
İçine kapalı
Güçlü
Onun koluna girerdim
Zayıflığı çekerdi beni
Acımasız pırıltısı
Geceleyin kendini sevmesi
Organları

Çocukluğumun şiirleri
Hepsinde umarsız bir çığlık
Zavallı
Traji – komik
Şanlı tarihim:
Ne zorbalar geçmiş beynimden
Ne haksız kıyımlar olmuş gövdemde
Kimler can vermiş hapishanelerde
Hangi sınıf egemen?

İlk şiirlerim
Alaycı bir göz
Kirpiklerinde tohum
Düzensiz patlamalar
Yaralı omuzlarım
Biri kavga türküsü
Acemi
Çığlık çığlığa
Yarım

Bütün bunlar şimdi geçmişte kaldı
Çocukken yazdıklarım beni yüreklendiriyor
Bir budala gibi
Yoksul bütün halklar gibi
Şaşkın bir el yazısıyla
Ayaklanmalar tasarlıyorum.

Barış Pirhasan