Öleceğini bilsem seninle daha fazla vakit geçirirdim.

– Öleceğini bilsem seninle daha fazla vakit geçirirdim.

– Çok güzel değil mi?
Endişelenme. Ona iyi bakacağım.
Sen de benim için Maya’ya bak. Olur mu?


Six Feet Under

Kendinin Ağacı

Artık çırpınan bu kuşun kalbiyle uyanıyorum,
Canımı demirle acıtıyor kaldığım yerden devam edemediğim rüyalar
Sonra anlıyorum ki hiçbir şeye kaldığı yerden devam edemiyormuş insan
Kaldığın yerde bitiyormuş her şey
Kaldığın yere kadarmış bazı güzel zamanlar.

Seyyidhan Kömürcü
Kendinin Ağacı

Her şeyin efendisi aşkın karşısında ben neyim ki?

Her şeyin efendisi aşkın karşısında ben neyim ki?
Kumdan topladığı mırıldanan bir deniz kabuğu,
Eliyle rüzgârdan koruduğu küçük bir yürek-alevi.

Dante Gabriel Rossetti

Yaşamın kemeri altında, aşk ve ölümün,
Korku ve gizemin koruduğu tapınağında
Güzelliği tahta oturmuş gördüm.

Dante Gabriel Rossetti

Hatırlamak, bir buluşma biçimidir

Hatırlamak, bir buluşma biçimidir.

Unutmak ise bir özgürlük biçimidir.

Halil Cibran

Christina Georgina Rossetti; Kuruyarak can veren bir zambak gibi

Mutlu rüyalarda durursun tam karşımda,
Utanırım yeniden bitkin, keyifsiz uyanınca;
En güneşli günlerden bile parlak gülüşün
Mutlu rüyalarda gündüze çevirir gecemi.
İşte böylece yalnızca rüyalarda birlikte oluruz,
İşte böylece alıp veririz
Alıp verenleri varlıklı kılan inancı;
Eğer uyumak daha tatlıysa uyanmaktan
Ölmek kesin daha da tatlıdır yaşamaktan,
Güneşin altında yeni hiçbir şey olmasa da.


Neler vermezdim içimi ısıtan gerçek bir kalp uğruna,
Ne yapsam buz kesen, taştan bu kalp yerine;
Sert, soğuk ve küçük, kalplerin en kötüsü.
Keşke gelseler, neler vermezdim kelimeler uğruna
Ama hissizleşti sefalet içindeki ruhum:
Ey neşeli dostlarım, gidin yolunuza, yok diyecek bir sözüm.
Neler vermezdim gülücükler değil yakan gözyaşları uğruna,
Yıkasın yeter ki alnımdaki kara yazıyı, çözsün yılların buzunu
Temizlesin içimde kök salan lekeyi ve paklasın yeniden beni.


Hatırlayabilsem keşke, o ilk günü,
İlk saati, hani benle göz göze geldiğin o ilk anı,
Nasıldı hava, kapalı mıydı, yoksa güneşli mi,
Umurumda değildi yaz mıydı mevsimlerden yoksa kış mı;
Kalmamış hafızamda, bu yüzden silinip gitti,
Kördüm göremeyecek kadar önümü ya da yarını mı,
Geçmiştim kendimden, fark edemedim ağacının çiçeklenişini
Meğer kaç bahar çiçeksiz hasret kalacakmış tomurcuklarına.
Bir hatırlayabilsem, ah o benzersiz günü!
Oysa durup seyrettim gelip geçişini
İz bırakmadan geride, eski karların eriyen suyu gibi;
Pek de önemli görünmüyordu, meğer değerliymiş ne kadar;
Keşke hatırlayabilsem o dokunuşu,
Elinin elime değişini-Ah, nereden bilebilirdim ki!


İlk seven bendim: Ama sonradan senin aşkın
Aşıp benimkini, öyle yüce bir türkü tutturdu ki
Boğdu dostane ezgilerini benim güvercinimin.
Kim daha borçlu diğerine? Uzundu benim aşkım,
Ve senin aşkın bir an daha parlak gibiydi sanki;
Sevdim ve bildim seni, sen de tarttın beni
Ve sevdin beni bütün yanlarımla, iyi ve kötü –
Hayır, haksızlık olur ikimize de ölçüp biçmek.
Çünkü aşk nedir bilmez “senin” ya da “benim” sözünü
Ayrı olunca “sen” ve “ben” gerçek aşkın geliverir sonu,
Çünkü biri her ikisidir, ikisi de bir bütün olmuştur aşkta:
Yer yoktur sonsuz aşkta “senin olmayan benim” sözüne;
Bu hususta aynı güçteyiz ve aynı çaptayız ikimiz de,
Bu aşkın bir bütün yaptığı, sen de, ben de.


Ve istersen, hatırla,
İstersen unut.

Hissetmeyeceğim


Ben ölünce, sevdiceğim,
Hüzünlü şarkılar söyleme ardımdan;
Güller dikme baş ucuma,
Ya da koyu gölgeli bir selvi ağacı:
Yeşil çimenler olsun üstümde
Yağmurla ve çiyle ıslanan;
Ve istersen, hatırla,
İstersen unut.

Görmeyeceğim gölgeleri,
Hissetmeyeceğim yağmuru;
Şarkısını duymayacağım
Bülbülün, sanki acıyla söylediği:
Ne çöken ne kalkan alacakaranlıkta
Düşler görürken,
Bakarsın hatırlarım,
Bakarsın unuturum


Şakıyan bir kuş gibidir kalbim
Yuvasını taze bir şıvgına kuran;
Bir elma ağacı gibidir kalbim
Dalları meyveyle yere eğilen;
Kalbim rengarenk bir tekne gibidir
Dingin denizlerde yol alan;
Kalbim bütün bunlardan daha mutludur,
Çünkü geri döndü bana sevgilim.


Ben hayattayken sevmemişti beni.
Ölüp gidince ben; bilmek ne kadar tatlı
ben soğumuşken onun hala sıcak olduğunu.


Varsın çatsın kaşlarını, düzeltilebilir
Sevgililer arasındaki küçük anlaşmazlıklar:
Aceleyle sarf edilmiş sözler
Bıçak gibi kesip bölecek değil ya aşkı.


Biri memnun halinden, diğeri huzursuz;
Biri gün ışığının mutluluğunda şakıyordu
Diğeri akşam karanlığının çökmesini bekliyordu.


Gözyaşlarıyla suladı, kök salsın diye,
Bir filiz versin diye bekledi,
Ama hiçbir şey çıkmadı.


Dişlerini gıcırdattı kaldı diye hevesi kursağında
Ve ağladı kalbi parçalanırcasına.


Kalacak ne bir han var bu diyarda
Ne de gidilecek bir yol kolayca


Efsunlanmış gibi bekler ak duvarlı odasında seni,
Ve sabırlıdır, sensin tek neden.


Yol hep yokuş mudur tepeye doğru?
Evet, sonuna kadar.
Bir günlük yol koca bir gün sürer mi?
Sabahtan akşama kadar.
İyi de konaklayacak bir yer var mı akşamleyin?
Ağır, karanlık saatler gelince, bir çatı.
Aman kazara karanlıkta gözümden kaçmasın?
İmkanı yok kaçırmazsın o hanı.
Başka yolcular da çıkar mı geceleyin karşıma?
Daha önce yola çıkanlar.
Kapıyı çalmak gerekir mi ya da seslenmek acaba?
Bekletmezler seni kapıda naçar.
Yol yorgunu, bitkin varınca huzur bulur muyum orada?
Meşakkatten yana merak etme, bulacaksın yeterince.
Yeterli yatak olacak mı bana ve başkalarına?
Evet, bir yatak bulacak kim geldiyse.


“Yanıyordu kalbi birazcık sevgi için.”

Aşağıda gülerim, şakalaşıp eğlenirim herkesle:
Ama üst kattaki ıssız odamda
Sessizce dönerim duvara yüzümü;
Kalbim yanıyor birazcık sevgi için.
Hoş, eridi kışın buzu
Eşleşiyor birbiriyle kuşlar,
Ve yeşeriyor yapraklar, ne de olsa geldi bahar.

Neme gerek benim, gelse de bahar,
Yuvam yok, oysa yuvalarla dolu koru:
Yazık bana, yazık yalnız yaşayan kalbime,
Birazcık sevgi için yanmış kalbime.
Ah, güneşin altında doğuyor
Altın renkli derecikler akıyor ve çağıldıyor
Zambaklar açıyor, ne de olsa geldi bahar.

Herkesin sevgilisi var, ben hariç, bir seveni herkesin.
Aşkla ve neşeyle çarpıyor sıcacık, dopdolu kalpleri:
Oyunun mutlu kısımlarını oynayanlar, bilemezler bu yüzden
Kalbim yanıyor birazcık sevgi için.
Arı kovanları dolup taşıyor
Ve tavşanlar yeni tüylerine bürünüyor,
Dünyayı kıpır kıpır yapan baharda.

İpeklere bürünüp mücevherler takınıyorum
Süsleniyorum eşli kumrular gibi
Övüyorlar tüylerimi kabartışımı ama gören yok
Kalbim yanıyor birazcık sevgi için.
Filizliyor yeşil lavantalar
Gülhatmi ve mür
Ne de olsa geldi bahar, yürüdü köklere sular.

Görür yüce azizler hakikati belki,
Belki de anlar birkaç melek geçerlerken,
Ve acıyla haykırırlar birbirlerine
“Kalbi yanıyor birazcık sevgi için.”
Doğurur başkaları
Ve neşeyle oynaşıp şarkılar söylerler,
Bahar uyandırdığında dünyayı, sarıp beslediğinde onu.

Gel gör, ne diyor bir aziz: “Dikkatle kullan tırpanını;”
Gel gör, ne diyor bir melek: “Bekle, göreceksin sonunda
Hakikatin üstün geldiğini, asıl hayatın ölümden sonra başladığını,
Ey sen, birazcık sevgi için kalbi kırılan.
İşte o zaman dolduracak sevgi çevreni,
Ve sevgi tamam edecek eksiğini,
Yeni bir bahar, yeni bir cennet doğurunca ve arındırınca dünyayı.


Sözler verme bana,
Böylece söz vermem ben de:
İkimiz de özgür kalırız öyle ya,
Asla aldatmadan, asla bağlı kalmadan diğerine,
Varsın atılmadan kalsın zarlar avucumuzda
İstediğinde gelirsin, gidersin istediğinde
Nerden bilebilirim senin geçmişini,
Ya sen benim geçmişimi nerden bilesin?

Sıcak olan sen, kimbilir belki de daha sıcaktın
Bir zamanlar bir başkasına
Soğuk olan ben belki bir ara güneş ışığını
Görmüşümdür, hissetmişimdir iliklerimde:
Kim gösterecek tüm bunların
Çok ama çok önce olduğunu?
Görüntü silinir gider camdan
Ve yarım kalır bırakılan fal.

Eğer söz versen kahrolursun belki de
Yeniden kaybettiğin özgürlüğünden:
Ben söz versem, eminim
Kıvranırım kırmak için o prangayı.


Hayat var mı?- söndü sönecek lamba;
Umut var mı?- kaldı gözlerimiz yollarda:
Uzun zaman önce verilen vaat, ne fayda
O eski vaat, tutulmadı.
Yaşıyor mu?-ölüyor mu yoksa?- derin uykularda
Ne kadar çok da göz yaşı döktü ağladı.

Yaşıyor mu?-ölüyor mu yoksa?-soluyor sanki
Kuruyarak can veren bir zambak gibi,
Susuzluktan son nefesini veren bir kuş gibi,
Dayağı olmadığından yıkılan güzel bir asma dalı gibi,
Sahibinin ‘bugün baltayla keselim gitsin’ dediği
Bir ağaç gibi.


Bir sene önce papatya dikmiştim oraya
Bir tanesi dahi olsun açsa ya!


Sıcak olan sen, kim bilir belki de daha sıcaktın
Bir zamanlar bir başkasına:
Soğuk olan ben belki de bir ara güneş ışığını
Görmüşümdür, hissetmişimdir iliklerimde:
Kim gösterecek bize tüm bunların
Çok ama çok önce olduğunu?
Görüntü silinir gider camdan
Ve yarım kalır bakılan fal.
Eğer söz versen, kahrolursun belki de
Yeniden kaybettiğin özgürlüğünden:
Ben söz versem, eminim
Kıvranırım kırmak için o prangayı.
Bir zamanlardaki gibi arkadaş olalım,
Ne fazla, ne de eksik ama:
Niceleri rahat eder aza kanaat getirerek
Aşırılıktan mahvolmaktansa.

Christina Georgina Rossetti
Çeviri: Fahri Öz

Kırılgandır Verilen Sözler

Sıcak olan sen, kim bilir belki de daha sıcaktın
Bir zamanlar bir başkasına:
Soğuk olan ben belki de bir ara güneş ışığını
Görmüşümdür, hissetmişimdir iliklerimde:
Kim gösterecek bize tüm bunların
Çok ama çok önce olduğunu?
Görüntü silinir gider camdan
Ve yarım kalır bakılan fal.
Eğer söz versen, kahrolursun belki de
Yeniden kaybettiğin özgürlüğünden:
Ben söz versem, eminim
Kıvranırım kırmak için o prangayı.
Bir zamanlardaki gibi arkadaş olalım,
Ne fazla, ne de eksik ama:
Niceleri rahat eder aza kanaat getirerek
Aşırılıktan mahvolmaktansa.

Christina Georgina Rosetti

Telgraf çekeyim dedim… Kime? Ne tuhaf şey ne garip hâldeyim, Yahya Kemal’in ölümünden duyduğum acıyı, halkıma bildirmek için telgraf çekecek adresim yok. İşte böyle.

Nâzım Hikmet: Yahya Kemal gençliğimdi biraz da…

Türk edebiyatının iki büyük şairi hayattayken tanışmış, genç Nâzım, Yahya Kemal’in öğrencisi olmuştu. Nâzım Hikmet’in eşi Münevver Hanım’a, Yahya Kemal’in ölümü üzerine 1 Kasım 1958’den hemen sonra yazdığı mektup, son duruşmada Yahya Kemal üzerine düşündüklerini ortaya koyuyor. Türk şiirinin iki büyük ismi arasında, edebiyattan kişisel ilişkilere uzanan hadiseler… 

NÂZIM HİKMET’İN TAMAMI İLK KEZ YAYIMLANAN MEKTUBU

Yahya Kemal-Nâzım Hikmet ilişkisinin çok iyi anlatılmamış olduğunu düşünüyorum. Bu ilişki hep Nâzım Hikmet’in annesi Celile Hanım’ın gölgesinde kalmıştır: Nâzım Hikmet Deniz Lisesi’nde öğrenciyken Celile Hanım ve Yahya Kemal arasında duygusal bir yakınlık doğar. Bu yakınlık dolayısıyla “Yahya Kemal ve Nâzım Hikmet” diye başlayan cümleler hemen sonu hüsranla biten bir aşk hikâyesine dönüşür. 

Yahya Kemal, Celile Hanım’la 1916’da Yakup Kadri (Karaosmanoğlu) tarafından götürüldüğü Çamlıca Bektaşi Dergâhı’nda tanışır. O sırada Celile Hanım, Nâzım Hikmet’in babasıyla evlidir. 1918’de ayrıldıklarında, Nâzım Hikmet aile dostları Bahriye Nazırı Cemal Paşa’nın aracılığıyla girdiği Heybeliada Bahriye Mektebi’nde öğrencidir. Yahya Kemal de aynı okulda tarih dersleri vermektedir. Hayranlık duyduğu kadının oğluna özel ilgi gösterir. O zamanlarla ilgili bir anısını yıllar sonra Ekber Babayev’in düzenleyerek yayımladığı bir konuşmada şöyle anlatmış Nâzım Hikmet: 

“Büyük bir Türk şairi, Türk şiirine o devir için yeni bir şiir dili ve anlayışı getiren Yahya Kemal anama sevdalıydı sanırsam. Evde şiirlerini okurdu anam. Bahriye Mektebi’nde tarih öğretmenimdi şair. Kız kardeşimin kedisi üstüneydi yazdığım şey. Yahya Kemal’e gösterdim, kediyi de görmek istedi ve şiirimde anlattığım kediyi gördüğü kediye o kadar benzetmedi ki, bana ‘Sen bu pis uyuz kediyi böyle övmesini biliyorsun, şair olacaksın’ dedi. (Yön dergisi, 1.5.1967) 

Yeşil deniz gibi gözleri vardı
Beyaz tüyleriyle bir küme kardı
Ağzını süsleyen sedef dişlerdi
Baygın nazarı ta ruha işlerdi
Severken aldatıp birden kaçardı
Okşarken apansız pençe açardı
Onda bir kadının gururu vardı
Sürmeli gözlerinden riya akardı

Nâzım Hikmet’in dedesinin kütüphanesinden çıkan bir kitabın başındaki boş sayfalara Celile Hanım’ın çizdiği karakalem bir desende kedinin ismini de görüyoruz: Pisik. 

Nâzım’ın Yeni Mecmua’da yayımlanan Yahya Kemal’in düzelttiği şiiri. 

Ekber Babayev’in yazısında anlatıldığına göre, Yahya Kemal, öğrencisinin “Hâlâ Servilerde Ağlıyorlar mı?” adlı ilk şiirini bazı düzeltmeler yaptıktan sonra Yeni Mecmua’nın 3 Ekim 1918 tarihli sayısında yayımlatmıştır. Yahya Kemal’in isim babası olduğu ve katkıda bulunduğu Yeni Mecmua, Ziya Gökalp tarafından çıkarılıyordu. Daha sonra ufak tefek değişikliklerle Ümit ve İnci gibi dergilerde de çıkan bu şiir şöyledir: 

Bir inilti duydum serviliklerde
Dedim: Burada da ağlıyan var mı?
Yoksa tek başına bu kuytu yerde,
Eski bir sevgiyi anan rüzgâr mı?
Hayata inerken siyah örtüler,
Umardım ki artık ölenler güler,
Yoksa hayatında sevmiş ölüler,
Hala servilerde ağlıyorlar mı?

Tam o yıllarda Celile Hanım-Yahya Kemal aşkının dedikodusu almış yürümüştür. Nâzım, evlerine kendisine ders vermek için gelen hocasının paltosunun cebine, bir gün annesiyle evlenmesine karşı olduğunu kesin bir şekilde belirten bir mektup koyar: “Hocam olarak girdiğiniz bu eve babam olarak giremezsiniz!” Mektubun ne kadar etkisi olduğu bilinmez ama, dedikoduyu fazla uzatmadan, Celile Hanım evliliğe hazırlanırken Yahya Kemal’in vazgeçtiğini söyleyelim. Otuz iki yıl sonra, Nâzım Hikmet, Vâlâ Nureddin’e gönderdiği 5 Nisan 1950 tarihli mektubunda Yahya Kemal’e yazdıkları için duyduğu üzüntüyü anlatır. O sırada Yahya Kemal, hapishaneden çıkabilmek için mücadele veren Nâzım Hikmet’in af dilekçesini imzalamaktan çekinmiştir: 

Fakat Yahya Kemal’in istinkâfına [çekinmesine] üzüldüm. Ters anlama, zavallı adamcağıza vaktiyle hiç de kendime yakıştıramadığım bir mektup yazmış olduğumu hatırlayıp üzüntülü bir hayıflanma duydum”. 

Nâzım Hikmet’in dedesinin kütüphanesinden 1895 basımı bir kitabın ilk sayfasındaki Celile Hanım çizimi. Üst tarafta “Samoş’un kedisi Pisik” yazıyor. 

Nâzım Hikmet, Yahya Kemal’in annesiyle evlenmesini istemez, ama onun mısralarına ilgisi hiç azalmaz. 1919’da Peyk-i Şevket Torpido Kruvazörü’nde yazıp Yahya Kemal’e ithaf ettiği “Şair” adlı şiirde onu anlatır: 

Her gün daha dalgın görürdüm onu
Bu ıssız beldenin sokaklarında
En acı gülüşün sezdim yolunu
İri gözlerinin nemli akında
Bir gün bakmıştım da gittiği yere
Kimdir diye sordum ben geçenlere
Dediler bir şair küskündür şehre
Mersiye dolaşır dudaklarında

Memet Fuat’ın Gölgede Kalan Yıllar adlı kitabında hem bu şiirin yazılışının hikâyesini, hem de Nâzım Hikmet’in 40’lı yıllarda Yahya Kemal’le ilgili düşüncelerini bulabiliriz. Memet Fuat, Nâzım Hikmet’in mahpus yattığı Bursa Hapishanesi’ne yaptıkları bir ziyareti anlatıyor: 

“Bir gittiğimizde müdürün odasında oturuyorduk. (Nâzım Hikmet) Birden bana dönüp, ‘Ankara’da bir dergi Yahya Kemal’le ilgili bir soruşturma açmış, gençler bol keseden atıp tutuyorlar. Sen de söyledin mi yoksa bir şeyler?’ diye sormuştu. ‘Hayır,’ demiştim. ‘Kaynak’ dergisiydi soruşturmayı açan. Genç kuşak sanatçıları Yahya Kemal’i yeren sözler ediyorlardı. Tanınmış bir yazar olmadığım için bana sorulmamıştı. Sorulsa, o toplu karşı çıkış içinde herhâlde ben de olumsuz konuşurdum. Nâzım, ‘Aman, oğlum,’ demişti, ‘Bunlar çok büyük sanatçılar, bütün o sözleri söyleyenler unutulup gider, Yahya Kemal gene dimdik ayakta kalır. Sonradan pişman olacağın şeyler söyleme bu çapta ustalar için…’ Arkasından, daha önceden de bildiğim bir olayı, gemide güverte nöbeti tutarken, Yahya Kemal’in bir dizesinin kuruluş özelliklerini çözmeye çalışarak, bir aşağı bir yukarı, nasıl sabahı bulduğunu anlatmış, elini göğsüne bastırıp, ‘Hocamdır’ demişti. Bana soru gönderilmemiş olmasına o anda çok sevinmiştim.” (Gölgede Kalan Yıllar, YKY, İstanbul 2013, s. 413) 

Yahya Kemal Beyatlı’nın 1947’de Tasvir için imzaladığı fotoğrafı. 

Nâzım Hikmet 1932’de basılan Benerci Kendini Niçin Öldürdü adlı kitabında, Roy Dranat’ı Benerci’yle konuştururken Yahya Kemal’in “Abdülhak Hâmid’e Gazel”indeki 

Yattık bülend servilerin gölgesinde şâd 

Dehrin bu hây ü hûyuna meclûb-i handeyiz 

beytine gönderme yapar: 

Ve Yahya Kemal beyi asrîleştir biraz, 

yaz: 

Şöyle rahat bir kûşeye sığındık da biz 

Dehrin bu hayı huyuna meclubu handeyiz 

Roy Dranat’ın olumsuz bir karakter olduğunu gözönüne alırsak, bu göndermenin bir eleştiri olduğu düşünülebilir. Nâzım Hikmet bütün saygısına rağmen, yeri geldikçe, şiir konusunda Yahya Kemal’i eleştirmiştir. Bursa Mahpushanesi’nden Adalet Cimcoz, Kemal Tahir ve Memet Fuat’a yazdığı mektuplarda bu eleştirilerin örnekleri görülebilir. Örneğin Adalet Cimcoz’a Temmuz 1948’de yazdığı mektup oldukça teknik eleştiriler içermektedir. Yahya Kemal’in kafiyenin bütün tarz ve inceliklerini bildiğini belirttikten sonra şöyle devam ediyor Nâzım Hikmet: 

“Fakat yine de, mesela son okuduğum ‘Endülüste Raks’ isimli şiirinde yedinci ve sekizinci, yani arka arkaya gelen iki beytin kafiyelerini şöyle tertipler: 

“…… yürür gibi
öldürür gibi
sürmeli
öpmeli”

Yürür gibi ve öldürür gibi, çifte yani redifli kafiyelerin hemen arkasına yani gibilerin bi’leri ardından sürmeli ve öpmeli, yani li’ler… Üstad redifli, medifli, yani klasik, mukayyet kafiyelerle bu şiirini yazdığına göre arka arkaya gelen iki beytin kafiyelerini, mukayyet kafiye olmayan bi’ler ve li’lerle yapmamalıydı. Birinci beytin gibilerinden sonra, ikinci beytin kafiyeleri sesli harfle bitecekse, daha kalın olmalı yahut sessiz harfle bitmeliydi. Dedim ya bütün bunları üstad benden çok iyi bilir, elbette bilir. Fakat şimdiden söyleyelim ki, herhalde tenezzül etmediğinden değil, belki daha ziyade bilgisini tatbik edememesinden” (Şükran Kurdakul, Nâzım’ın Bilinmeyen Mektupları, Broy Yayınları, İstanbul 1987, s. 39). 

Nâzım, aynı mektupta Yahya Kemal’in şiirini genel olarak eleştirirken, hakkını da verir: 

Yahya Kemal’in ne güzel mısraları, beyitleri, kıt’aları vardır da, bunlar bir kül halinde tek bir şiir olmadan önce dilden dile dolaşırken nasıl güzeldirler de şiir haline gelince, vahdet halinde, yani bir mimari içinde okununca değerlerini kaybediverirler” (Age, s. 32). 

Nâzım Hikmet, her mısraı çok güzel olan şiirlerin imkânlarının dar olduğu fikrini, şiir hakkında Kemal Tahir’e yazdığı mektuplarda da incelemiştir. 

Yahya Kemal de Nâzım Hikmet’in şiiriyle ilgilenir, Vâ-nû’ları her ziyaretinde yeni şiirlerini dinlemek isterdi. Müzehher Vâ-nû, onun ziyaretlerine her gelişinde, “Nâzım’dan mektup var mı? Bizim oğlan ne yazmış, okuyun bakalım?” dediğini söyler ve şöyle devam eder: 

Balaban’ın çizgileriyle Münevver Andaç (1917- 1998) 

Sessizce dinlerdi şiirleri. Yepyeni bir tarz olarak çok beğendiğini söylerdi, belki gönül almak için bilemem. Tabii yazardık mektuplarımızda Nâzım’a, Yahya Kemal’den söz ederdik. Nâzım da onun gıyabi muhabbetine şu rubaisiyle yanıt vermişti: 

MUKAYESE

Osmanlıların en usta şairi Yahya Kemal gelir aklıma:
bir camekânda şişman ve mustarip görürüm onu.
Ve her nedense birdenbire hatırlarım:
Yunan dağlarında ölen topal Bayron’u.”

(Müzehher Vâ-nû, Bir Dönemin Tanıklığı, Cem Yayınevi, s.40) 

Nâzım Hikmet, Yahya Kemal’in “Açık Deniz” adlı şiirine gönderme yapmış gibi görünüyor. Şöyle başlıyor şiir: 

Balkan şehirlerinde geçerken çocukluğum;
Her lâhza bir alev gibi hasretti duyduğum.
Kalbimde vardı “Byron”u bedbaht eden melâl
Gezdim o yaşta dağları, hulyâm içinde lâl…

Nâzım Hikmet, Bursa Mahpushanesi’nden Memet Fuat’a gönderdiği 09.01.1950 tarihli mektupta da Yahya Kemal’den bahsediyor. Memet Fuat daha önceki mektubunda, İngiliz filolojisini bitirirken üzerine tez yazdığı romantik İngiliz şairi William Wordsworth (1770- 1850) ile Yahya Kemal’i karşılaştırmış olacak ki Nâzım Hikmet şu satırları yazmış: 

Sonra unutma ki, ihtiyarlamanın bir de başka tarafı var: İhtiyarlamak kendinden başka hiç kimseyi sevmemek demek. Kendinden başkasını sevmeyen insan ise şair filan değil, ancak nefes alan ölü olur. Senin İngiliz şairiyle bizim Yahya Kemal arasında belki şiir tekniği bakımından yahut senin şairin ihtiyarlığından sonra yazdığı şiirlerin muhtevası bakımından benzerlik vardır. Bilmiyorum. Dedim ya, o İngilizin şiirlerini hiç okumadım. Zaten İngilizce bilmem, tercümelerini de görmedim. Fakat bir meselede bizim Yahya Kemal’den ayrılıyor gibime geldi. Bizim Yahya Kemal teknik bakımdan, Türk diline yaptığı hizmet bakımından filan hakikaten usta şairdir. Fakat her zaman ihtiyardı. Hiçbir zaman genç olamadı. Hâlbuki İngiliz, gençlik günleri de görmüş, diyorsun.” (Nâzım Hikmet, Cezaevinden Memet Fuat’a Mektuplar, Adam Yayınları, İstanbul 1991, s. 106-107) 

İhtiyarlık üzerine yazdıkları, üç yıl önce yazdığı “Hatunumun Gözleri Elâdır Da…” başlıklı şiirinin son mısraına bir göndermedir: 

Kalın, beyaz boynu kırışan kızım,
imkânsızdır ihtiyarlamamız bizim,
etin gevşemesine bir başka tâbir gerek,
zira ki ihtiyarlamak:
kendinden başka hiç kimseyi sevmemek demek.

Bir sonraki, 27.01.1950 tarihli mektupta tartışma devam ediyor. Nâzım Hikmet, Yahya Kemal’in Türk şiir diline getirdiği ve kendisinin de çok faydalandığı temiz dili kabul ederken, bu haddinden fazla temiz dilin konuşma diline faydası olmadığını vurguluyor: 

“Yavrum, evladım, oğlum. Senin İngiliz şair, ne dersen de, bizim Yahya Kemal beye benzemiyor. Hatta dil meselesinde. Mesela, senin anlattığına göre, senin İngiliz, İngiliz şiirine tertemiz konuşma dilini getirmiş. Yahya Kemal Bey ise, Türk şiirine temiz bir dil getirdi ama, bu konuşma dili değildi. Temiz fakat apayrı bir ‘şiir’ diliydi. Yahya Kemal’in dilde ve Türk şiirinin umumiyetle teknik bahislerindeki hizmetini inkâr etmiyorum, bu hizmet büyüktür, ben şahsen ve benden sonrakiler bundan bol bol faydalandık. Fakat dedim ya, bu dil temiz, lüzumundan fazla temiz ve bundan dolayı da suni, cilalı, ölü bir ‘şiir’ diliydi ve ‘şiir dili’ ne kadar mükemmel olabilirse o kadar mükemmeldi. Yahya Kemal beyi öz bakımından ele alırsak, onu karakterize edecek bir cümle söylemek yeter: ‘Türk küçük burjuva münevverliğinin ümitsizliğe düştüğü yıllarda – geçen seferberlik yıllarının sonu ve mütareke yılları – yahut aynı münevverliğin irticaa doludizgin gittiği şimdiki yıllarda ve son dünya harbi yıllarında, yani iki büyük sıçramayla şöhretini yapmıştır. Bu iki sıçramanın arasında bir devir var, daha doğrusu iki merhaleli bir fasıla var: Milli Kurtuluş hareketinin devam ettiği yıllar, Anadolu’nun emperyalizme karşı ayaklandığı yıllar ve sonra Cumhuriyet yahut Atatürk inkılâpları devresinin yılları. Yahya Kemal Bey bu iki merhaleli fasılada unutulmuştur.” (AGE, s.109-110) 

Nâzım 13 yıl hapis yattıktan sonra cezası indirildiği için 15 Temmuz 1950’de özgürlüğüne kavuşur. Bütün hastalıklarına rağmen 49 yaşında askere alınmak istendiğinden, üç aylık oğlu Memed’i ve eşi Münevveri bırakarak 17 Haziran 1951’de yurtdışına çıkar. 

Yahya Kemal Beyatlı 1 Kasım 1958’de öldü. Nâzım Hikmet aşağıdaki mektubu herhalde ertesi gün yazdı. Son duruşmada bir şairin, hocasını ve başka bir şairi hatırlaması, Nâzım Hikmet’in kendi duygularını da en güzel ifade ettiği mektuplardan biri: 

“Canım karıcığım. Dün gece radyoda dinledim: Yahya Kemal ölmüş. Büyük şair. Hocalarımdandı da, hem de çok şey öğrendiğim hocalardan. 73 yaşındaymış. Bir hayli zaman uyuyamadım. Yahya Kemal gençliğimdi biraz da. Büyük şair, usta. Telgraf çekeyim dedim… Kime? Ne tuhaf şey ne garip hâldeyim, Yahya Kemal’in ölümünden duyduğum acıyı, halkıma bildirmek için telgraf çekecek adresim yok. İşte böyle. Hava bu sabah açtı. Günlük güneşlik. Senaryoya başlıyacağım. Kafam bomboş, yüreğim keder dolu ağzına kadar, böyle bir ruh hâliyle senaryo yazmağa başlamak nasıl olacak bilmiyorum, ama başkaca çarem de yok, çalışmak lâzım, yaşamak için değil, unutmak için, dalıp dalıp gitmemek için, düşünmemek için kötü kötü. İşte böyle gülüm. Kusura bakma, senden uzaklık, sensizlik başta, muhacirlik, hattâ benimkisi gibi kardeş evinde de olsa, sevdiğim, inandığım bir dünyada da olsa, yazdımdı ya, ölümden beter. İşte böyle, ömrüm seni sevmekle nihayet bulacaktır. Rahmet Yolları Kesti’nin Fıransızcasını aldım.

Hasretle. 

1951’de yurtdışına çıkan Nâzım Hikmet, İstanbul’daki karısıyla 1955’e kadar mektuplaşamadı. O yıl Türkiye’yi ziyaret eden Belçika Dışişleri Bakanı Paul-Henri Spaak, Dünya Barış Konseyi’nin Belçikalı üyesi Elizabeth Blum’un isteği üzerine, Adnan Menderes’le konuştu ve mektuplaşma iznini kopardı. O tarihten sonra Nâzım ve Münevver birbirlerine sık sık yazdılar. Bu mektuplar günyüzüne çıkmadı. Hâlbuki araştırmacı Aydın Aydemir 1999’da üçüncü basımı yapılan Nâzım Nâzım adlı kitabında Münevver’e yazıldığını belirtmeden, bu mektuplardan 30 sayfa alıntı seçerek “Nâzım Hikmet Anlatıyor” başlıklı bir bölüm oluşturmuş. Aydın Aydemir’in kitabı ve özellikle bu bölüm, Nâzım Hikmet hakkında çok değerli bilgiler vermektedir. 

Haluk Oral / Tarih Dergi

Sizde ölebilir miyim doktor?

İlhan Berk anlatıyor:

Wittgeinstein’ın yakın bir arkadaşı var, doktoru aynı zamanda. Biliyorsunuzdur, artık hastalığı artmış ve belki bir aylık ömrü kaldığını Wittgeinstein’a söylüyor.

Wittgeinstein o zamana kadar hiçbir şeyi doğru dürüst düşünmemiş ölümle ilgili. Birden bire şöyle bir soru soruyor doktoruna, “Sizde ölebilir miyim?” diyor.

Müthiş bir şey! Arkadaşı, Karıma sorayım diyor. … Dün Oruç (Aruoba) gelmişti, Oruç’a sordum bunu. Karısı kabul ediyor ve orada ölüyor sonunda.

(Ali Cengizkan’ın XXI dergisinde İlhan Berk ile yaptığı söyleşiden.)

Bize Kalan Nedir Söyle

Abdulvahap Bozbey

Rüzgarın kollarında,
Kederli yapraklar gibi,
İşte geldik gidiyoruz,
Sanki bir rüya gibi.

Nedir böyle akıp giden,
Sessizce yorgun bir ırmak gibi,
Boşa geçen hayatım mı?
Umut dolu yıllarım mı?

Ne çok sevdik unutma.
Yorgunum beni anla.
Tut elimi rüzgarlara,
Bırakma.

Kimdir o böyle,
Savrulup giden, rüzgarlarla,
Daldan düşmüş bir yaprak mı?
Sevda mı, ayrılıklar mı?
Bize kalan nedir, söyle,
Anılar mı, acılar mı?
Yoksa kırık umutlar mı?

Yazdığım bütün şiirleri benden çalmışlar gibi özlüyorum

Sarıkamış 1974, 5 EKİM. şiirler yazmıştım. Ama şimdi, şiir uzak. Uçuşup duran, üst üste gelip birikmeyen şeyler var, içim dolu bunlarla. Biliyorum ki şiir bunlar. Ve şiirin kendindeki huzursuzluk bu. -Çoğu kez şiirin şairden bağımsız olduğunu düşündüm. Bu nedenle olacak şairliğime hiç sahip çıktığım olmadı. Yazdığım şiirlerle ilgili sorularla karşılaştım mı çok rahatsızım. Gide gide her türlü şeyi sorusuna kızıyorum. Neredeyse “dokunmayın şiire” diyeceğim. Çünkü şiir yaptığımız bir şey değildir. Şiir kendisi var. Bir rastlantıyla değil, tersine bir özel iradeyle çıkıyor yeryüzüne. Barajdaki su, kendine bırakılmış kanallardan akar. İnsan bütününün arkasında bekleyen şiirin aktığı kanallar değil mi şair? Şairler olmasaydı, şiir üzerimizden aşar, hayatı besleyemez, seliyle öldürürdü. -Şair şiirin aleti olmalı. Çekici. Birbirine sahiplik ve uyum düzeni içinde çalışmalı ki şiirin zararlı tortuları yeryüzüne gelmesin. Çünkü onun bünyesinde de insandaki gibi ihtiraslar var biliyorum. Şair şiirin bu ihtiraslarını arkadaş edinirse, tahtını bırakıp bir sokak kadınının arkasından giden bir kral gibi, halkının başına utanca eğdirir. Kötü şair çiviye değil aynaya vuruyor. O zaman kırık parçalar içerisinde çehremizi dilimlenmiş görüyoruz. -Diyorum ki şiirle mücadele esastır. Ama bunu belli etmemeli. (Örneğin zorlanmış şiir, alet edilmiş şiir). Şiirin iyi tabiatı ve iyi zamanında ona çekiç ol ve onu kendi haline bırak.

Kendi şiirlerimi bir okuyucu gibi okurum. Özellikle yayınlandıktan sonra. Başka şairlerin getirdikleri şiirleri okuduğum gibi. Ben de şiirimin bir okucusuyum. Tabiî öteki okuyucularla önemli bir farkım var: onlar okuduklarıyla vehmederler. Şiirden aldıkları, büyüttükleri kendi içlerindeki bir kabiliyettir. Gördükleri eğitimle ve meslekleri ile de ilgili olarak çoğalmış veya eksilmiş hatta bitmiş kabiliyet. (Okul kitaplarındaki birkaç gazel kaside koşma ve İstiklal Marşı’ndan başka şiir okumamıştı. 1950’lerden sonra rahatlıkla politikaya atıldı. Bakan. belki hatta Başbakan bile oldu pek yaşamadı.) Ben sana anahtarı Yalnız Bende bulunan bir odaya girer gibi okurum kendi şiirimi. Onun hatıraları bendedir.

Zıtların ortak düşman karşısında yaklaşmaları gibi, inanışları farklı da olsa, şairler arasında gizli bir dayanışma vardır. Ortaktırlar. Ne var ki bunun mahiyetini anlatmazlar. Televizyon aletinin resmi nasıl getirdiğini anlatamaması gibi. Açıklamaktan perdelenmişizdir. Oysa resmi ileten dalgalanın ve aletin hatıralar edindiklerini arifler bilir.

Sanmayın ki hep yüceltiyorum şiiri. Zorlaştırmıyorum da. Sadece ne olduğunu ve bizim ne olduğumuzu bildirmeye çalışıyorum. Kötü şirin, isyankar şiirin, teslimiyetçi şiirin hallerini bilirsiniz. Bunların oluşunu, toplumun yapısıyla ve şairin yaratıcı katındaki yeriyle açıklamak mümkündür desem,deminden beri söylediklerimle çeliştiğim düşünülebilir. Ama çelişki yok, öyledir Düşünün ki bütün oluşlar ilahi takdir icabıdır ve bepsinin de bizim gördüğümüz kadarı ile sosyolojik bir açıklaması vardır. Yeni doğan çocuklar büyüyüp konuştukca, harfleri ve kelimeleri ana babaları ve çevrelerindeki insanlar gibi telaffuz etmedikçe büyümezler. Her yörede başka bir şekilde söylenir kelime. Oysa kelime bunların hiçbirisi değildir. O esasını bilmediğimiz şiir gibi vardır ve bizim duvarlarımızın, perdelerimizin arkasındadır.-

Sinek vızıltılarını rahatlıkla duyan ve bunu beslenmesinin ve hayata devamının başlangıcı yapan kurbağa, bir iki metre ilerisinde gürleyen sahra topunu duymaz, Hayatta bunu bilmekten başka bilgi edinememiş biri bile Allahı hemen tasdik mevkiindedir. Aksi oluşlara ve daha neleri bildikleri halde aksine yönelenlere hayret ederim, Büyük hayret ederim ve bu sima karşısında büyük korku duyarım. -Ve varlığımın derinliklerinde taşadığım “Olmak” hevesimi düşünüp korkuyorum. Bu hevesimin iradesi bulunsaydı ve kendi buyruğu ile var olabilseydi, rezil ve perişandım. – Korkumuzun nedenini araştırmak istemedim. Biliyorum ki oraya erişemeyiz. Ve biliyorum ki ne kadar korksak yine de az korkarız. Biliyorum ki bizi korku duyacağımız düşünce ve varlıklardan saklıyor yaratan, Korkumuz onların sezinlediğimiz etkilerinden ileri geliyor. Onları, o sesleri duysaydık, gerçeklerini düşünebilseydik, onlarla yüz yüze bırakılsaydık hemen ölürdük. Yaşasak bile akıl sahibi kalmazdık. Ve o zaman tebliğe muhatap olamazdık. Bunları düşünüce korkuyorum. Hayretim büyüyor ve sır ve sırrın sahibini biraz daha idrak ediyorum. Ve görüyorum ki yeni idraklerim yeni perdelerdir. Vardıkça hedefin uzaklığı büyüyor. Şimdi geç kaldığımın telaşıyla ruhen çırpanıyorum. Her secdenin ele geçmez bir fırsat olduğunu anlıyor ve “secdede olmadan secdede olmak” larımı ah-vahile anıyorum. Utanç içerisindeyim.
Şiirle başlayıp, şiirin uzanabildiği yerlere kadar ilerledik.
(Ah şiiri bir de yazılan şeylerden ibaret saymasak.)
Günlük hayatta bile “şiir gibi” deriz. Asırlardır insan içine vuran şiirlerin ötesindedir “şiir gibi” derken işaret edilen bile. Şiir, o ana şiir damarı, tıpkı insan gibi, yaratana doğru gayret etmektedir. Bütün kainat ve içerisinde ecdadımız ve geleceğimizle biz evinden kaçmış gibi, yeniden yuvaya, O’na, eşyanın ve mananın tek mirasçısına varmaya çabalıyoruz. Yıldızlar bu nedenle, içine yüzlerce dünya sığacak kadar büyük, saatler bunun için çalışıyor, ay bu yolculuk içinde ikiye yanıldı.

Şiir tarafından ihmal edildiğim bütün zamanlarda, kendi halime, yalnızlığıma zalimce bir hayranlık duyuyorum. İçim kabarıyor, bıraksalar da ıssızlarda başım önümde, kendime gömülerek dolaşsam. -Yüzüm uçsuz bir çöle dönük dursam, korksam. Hemen arkamda kentler, yeşillikler, insanlar ve ilişkiler olsa bile. Yazdığım bütün şiirleri benden çalmışlar gibi özlüyorum. Onların sahibi olmadığımın bundan daha inandırıcı delili olabilir mi? Hiç olmazsa yalnız bana ait bir tek şiirim bulunsaydı. Var olmak hevesim işte böyle başkaldırıyor. Fakat masum olmasına, bağışlanabilmesine çalışıyorum Onu eğitiyorum. Onu okuyarak yatıştırıyor ve kalın parmaklıkları aralıyarak ağına düştüğü insanperestlikten özgürlüğe kurtarıyorum.

Cahit Zarifoğlu
Yaşamak