Amerikan Bilardosuyla Penguen

I

Elleri el gibi kocaman
Beyazda bir nokta gibi kocaman
Kocaman boşluğun küçülttüğü her şey gibi
Biriyle kendini artırıyor durmadan
Biriyle koyunlar gibi güdüyor ötekini
Ayaklarını gizliyor bir köpekle
Evine dönerken sonsuza geçen
Göğü kullanıyorken maviye
Günümüzden sesler alıyor, sesleri
Sürekli, dingin, acısız
Acımaktan kurtulmuş yerlerine
Sonra duvardan duvara çizilerek
Ölü bir korkunçluğu taşıyor
Sen, hey, duvarlar gibi öldürülmek!
En yeni tam-tamları dünyamızın
Ya da kendiyle bırakılması insanın
Sizi
Sizleri selamlıyor işte.

Doğrusu elinizden ne gelir ki
Siz dolgun yaşamaya bakın günleri.

II

Çıkacaksanız çıkın, daha karar vermediniz mi?
Baktıkça bakıyorsunuz kendinize
Yetişir! Bu da hiç konuşmayan adam yapıyor sizi
Körükler, dev kapılar, balık solungaçları gibi
Emiyor sizi yalnızlık
Kurtarıp rahata geçirin ellerinizi
İşte bir kadın kadına geçiyor yürürken
Sizi alıyor, sizi ölçüyor, sizi yapıyor kendinize
Açığa koyuyor sizi
Bilip de söyleyemediklerinizi
Eve dönmeyi, yemek yemeyi, uykuya dalmaları
Bana sorarsanız ters çevirin uykuları
Alın şu adını “ben” koyduğunuz geceyi
Bakınca göreceksiniz, daha bakınca bir ötekini
Geceler, işte gündüzler
Beyaza siyah penguen sürüleri gibi.

Ama elinizden ne gelir ki
Siz dolgun yaşamaya bakın günleri.

III

Bu gözler onunla az mı yaşadınız gözleri
Bu dudaklar onunla az mı seviştiniz
Bana kalırsa gözleri saklamalı
Eliniz yok mu, bastonla iş görmeli
Ya da boşluğa takılmış bir eldiven
Asılın, kurtarın hemen
Az şey mi kurtarıp rahat etmek
Ellerle gözleri
Bir penguen
Nişanla pengueni
Siz kırmızı yerler, kırmızı saçlar severdiniz
O penguen
Bir anahtar, bir pencere, bir horoz tüyü
O penguen
Çay masaları, öğle yemekleri, gezintiler
O penguen
Ölmek mi diyoruz, susturun ölümleri
O penguen
Penguen penguen
Hiçlikle kesilen tahin helvaları gibi
Güneşi eriten çocuk başları gibi
Bir tramvay gibi, günümüzde köşe başları yapan
Serüvenler, hafta tatilleri
Penguen
Vur düşür pengueni.

Ama elinizden ne gelir ki
Siz dolgun yaşamaya bakın günleri.

IV

Her evde bir çekirdek gibi insan ağaçları
İnsan elleri
O penguen
Penguen penguen
Soğuk su tadında kadın yüzleri
Bir sabah denizinde belirsizliğe giden
Dörtnala atlar gibi bitmezlik içinde
Örülmeden kazağınız
Dokunmadan çorabınız işte
Hayata yerleşen peşin iplikler gibi
Sevinme iplikleri
Kıskançlık iplikleri
Beni biliyorsunuz ya, öyle sakin
İplikleri
Penguen penguen
Vur düşür pengueni
Ama nasıl, daha karar vermediniz ki.

Doğrusu elinizden ne gelir ki
Siz dolgun yaşamaya bakın günleri.

V

Siz değil, o kadar ayrı gidiyor ki sizden
O ne mi, yaşadıklarınız belki
Bir umut oluyorlar sizden önce
Bir aşk oluyorlar, belki de bir ürperti
Siz sabahları şehirlere bakarsınız
Siz sabahları dünyaya bakarsınız şehirlerden
Bir deniz, bir itfaiye eri
Bir pencere sokağa girdi girecek
Damları çiziyordur istemenin elleri
Bir çocuk kiremitlerle karışıyordur
Cam kırıklarıyla bir kedi
Bir vapur girintiler yapıyordur anılarda
Yaşamanın hızları gibi
Eski bir gündüzü açıyordur bacaklarınız
Ve elleriniz
Sevişenleri avlıyordur bir bitmeyende
Ölüler gülüyorlardır ölüler
Kırın şu sürahileri!
Soğukta durdurulmuş boyunlar gibi
Ve işte
Sizi gösteriyordur sizi
Bu yoksulluk odası
Bu kupkuru tahta
Tahtaya geçiyordur düşünme sürüleri
Bir yağmur bir yağmur.

Ama elinizden ne gelir ki
Siz dolgun yaşamaya bakın günleri.

Edip Cansever

İnsan Kısadır Oğlum

Babaannem derdi ki: İnsan kısadır oğlum
ve bilmezden gelir kısalığını, bilseydi
yarışmazdı yollarla, göğe evler yükseltmezdi
Nazlı babaannem sözü de uzatmazdı ısrarı da
az söyler, usul böyle, bir söylerdi bir de
adamın kötüsünü piyade, sözün fazlasını şiir
yaparlar derdi, piyade olduğumu da gördü şiir yazdığımı da
küçücük bir büyük anneydi, onu yitirince
anladım kısacıkmış her şey, insan kısaymış ağaçtan, ikindiden
elmadan, güneşten, kardan, yağmurdan,
gölgemiz bile bizden uzunmuş, ya çocukluk
o da rüyasından kısaymış meğer, sanki altı kardeş
nöbetleşe rüya görsek hepimizden bir çocukluk belki
çıkarmış, bu dünya bir pencere türküsünü söylerdi de
anlamazdık, bu dünyaya alıştık, şimdi zor geliyor
dünyadan gitmek, bazen rüyama geliyor, kısacık
kalıyor, bir gülümseme kadar. çok uzatma diyor
şiiri kimse anlamaz ve ömrün de uzamaz bundan,
insan yanlışlarıyla büyür, aşkı uzun boylu sanırdım
anladım ama ne zaman, harflerinden de kısaymış aşk,
bazen yazıncaya kadar geçiyor, bazen zaman alıyor
aşkı içimizdeki ormandan kurtarmak aşk kısa, şiir uzun,
sözgelimi bir ağaç kaybolsa da orman yine orman,
ya bir harfi kaybolsa, zaten kaç harf ki insan.

Haydar Ergülen

Hoşgeldin

Su sandım içtim sesini
İnce gölgeni gördüm
Bir yamacın başında
Sarışın günlere yürüdüm

Sözcükler buldun bana
Gizem kapılarını açan sözcükler
Yüzümde gülücükler göğerdi
Şarkılara büründüm

Kara kışların ardından geldin
Avucumda çiçek oldun
Kuşluğumda kuş sesi
Yeşilinle örtündüm
Aşkın eski çağlarından
Önüme açılan söylence
Hoş geldin

Hüseyin Yurttaş

“Elveda” denmemiş bir aşk

“Hakkını helal et” bir itiraftır aynı zamanda. Söyleyenin kabahatinin veya suçunun sorumluluğunu üstlenecek cesarete sahip olduğuna işaret eder. O kişi, herhalde ömrü boyunca omuzlarında ağır bir yükle yaşamamak için “Hakkını helal et” demiştir. Öyle ya; bağışlanmamış suçlar yorar; yaşam enerjisinin katilidir. Cenaze törenlerinde ölenle bundan ötürü helalleşilir. Gidenin ama daha çok kalanın ruhu huzur bulsun, hayat devam edebilsin diye… Aksi takdirde, insan zamanla varoluşunun bir parçası olarak kabulleneceği vicdan azaplarıyla boğuşmaya başlar.

Tıpkı “Elveda” denmemiş aşklar gibi… Onları hiç unutamayız, alacakaranlık kuşağında öylece kalakalmışızdır. Artık her yer işaretlerle doludur ve hiçbir işaret kesin cevap içermez. Terk edilmekten de, terk etmekten de ağırdır bu yarım kalmışlık hali, bu alacakaranlık…

Geçenlerde beden sanatçısı ve performans artisti Marina Abramovic‘le ilgili bir habere rastladım. Marina Abramovic’in, önce rakibi, sonra partneri, nihayetinde de “hayatının aşkı” olan Ulay’dan ayrılışının hikayesiydi haber. Yeni değil ama benim bütün bir gün gözlerim dolu dolu gezmeme sebep oldu.

Onu aldattığını öğrenince Marina 1988′de Ulay’dan ayrılmaya karar vermiş. Konuşmuş ve anlaşmışlar… Ve bir gün Çin Seddi’nin iki farklı ucundan yürümeye başlayarak orta noktada buluşmuş, son kez birbirlerine sarıldıktan sonra bir daha görüşmemişler. Ta ki Ulay aniden Marina’nın 2010′da MoMa’da gerçekleştirdiği performansa gelene kadar…Göreceksiniz; performansta Marina bir masada bekliyor. Mekandaki herkes sırayla -ve tabii dilerse- gelip karşısına oturuyor. 1 dakika boyunca Marina ile konuğu tek kelime etmeden karşılıklı birbirlerinin zihinlerini okumaya çalışıyorlar. Derken… evet, Ulay geliyor. Sessiz bir şekilde af dilemek için 60 saniyesi var. Marina bu kez başını kaldırınca 22 yıl önce onu aldattığı için terk ettiği büyük aşkıyla göz göze geliyor. Peki ne yapıyor?
Anlatmayayım… Bunun yerine performansın videosunu seyredin. Ben hayatımda hiç bu kadar dokunaklı, etkileyici bir şey görmedim çünkü.
Ama öncesinde beş altı yıl önce yazdığım “İyi bitirmek” yazısını okuyun… En sevdiklerimden biridir çünkü…

İyi bitirmek için

Arkadaşım Sandra, sanat tarihçisi ve editör. Gözlerini egzotik bir tarzda boyayan çok güzel bir kadın. 28 yıl önce İstanbul’a gelmiş ve kendi deyişiyle “içinde bir gül bahçesi keşfettiği” İstanbul’a âşık olmuş. Ve burada yaşamaya başlamış. ‘Sopranos’ dizisinin müthiş jenerik şarkısını da yapan müzisyen oğlu (Alabama 3 grubundan) ve psikanalist kızı dışında, İngiltere’yle bir bağı yok.
Her neyse, Sandra bugünlerde bir Türk yazarın romanıyla boğuşuyor, yani romanı İngilizceye tercüme ediyor. Zor iş!
“Hakkını helal et, ne demek” diye sordu geçenlerde. Üç aşağı beş yukarı biliyordu anlamını ama bunu İngilizce ifade etmekte yetersiz kalıyordu.
Bu cümlenin bizim kültürümüzü kavramak için değerli bir anahtar olduğunu, o gün fark ettim.
Önce zorlandım anlatmakta ama sonra aklıma verebileceğim en basit örnek geldi. Dedim ki: “Taksimetre 9,5 lira yazmış mesela, müşterininse 10 lirası var. bozuk para kutusunda 50 kuruş yoksa, taksici müşteriye ‘Hakkını helal et’ der.”
“Yani?”
“Yani şöyle… Birine ‘Hakkını helal et’ diyorsan, her şeyden önce bir hesabın kapatılması gerekiyordur. O kişiyle arandaki ilişkide ters gitmiş, eksik kalmış bir şey vardır. Ödenemeyen bir 50 kuruş da olabilir bu, hiç dile getirilmemiş bir pişmanlık da…”
Lakin şu da vardı bence, bu lafın telaffuz edilebilmesi için sükunet şarttı. Kavganın, didişmenin orta yerinde, böyle bir şeyi mümkün değil, kimse hatırlamazdı.
“Hakkını helal et” bir itiraftır aynı zamanda. Söyleyenin kabahatinin veya suçunun sorumluluğunu üstlenecek cesarete sahip olduğuna işaret eder. O kişi, herhalde ömrü boyunca omuzlarında ağır bir yükle yaşamamak için “Hakkını helal et” demiştir. Öyle ya; bağışlanmamış suçlar yorar; yaşam enerjisinin katilidir. Cenaze törenlerinde ölenle bundan ötürü helalleşilir. Gidenin ama daha çok kalanın ruhu huzur bulsun, hayat devam edebilsin diye… Aksi takdirde, insan zamanla varoluşunun bir parçası olarak kabulleneceği vicdan azaplarıyla boğuşmaya başlar.
Elveda denmemiş aşklar gibi… Onları hiç unutamayız, alacakaranlık kuşağında öylece kalakalmışızdır. Artık her yer işaretlerle doludur ve hiçbir işaret kesin cevap içermez. Terk edilmekten de, terk etmekten de ağırdır bu yarım kalmışlık hali, bu alacakaranlık…
Sandra’yla bu tamamen Doğulu lafın, müthiş bir özgürlük anlamına geldiğine karar verdik sonra. Bağışlanmayı kiliselerin günah çıkarma odalarına, terapistlerin muayenehanelerine veya düpedüz öte dünyaya havale eden Batı geleneğinin aksine burada son söz insandaydı. Başka bir deyişle, ilişkinin tamirini bizzat ilişkiyi harap edenler üstleniyordu. Dışarıdan bir müdahaleye gerek kalmadan…
‘Hakkını helal et’ cümlesi aslında, “iyi bitirmenin” en iyi yoluydu. Bir de temiz başlangıçların…

Gülenay Börekçi
Kaynak: http://egoistokur.com/elveda-denmemis-bir-askta-sahane-final/

“Marina Abramovic ve Ulay (Uwe Laysiepen) 1976′da Amsterdam’da tanışıp 1988′e kadar birlikte çalışan ve yaşayan bir çift olarak birçok eser çıkarmışlar ortaya. 

İki performans sanatçısının, iki aşığın çalışmalarından birisinin adı Breathing In/Breathing Out (1977) Bu çalışmada Marina Abramovic ve Ulay oksijenleri bitene kadar birbirlerinin nefeslerini içlerine çekmişler. Performans, her iki sanatçının da bayılması ile 17 dakika içinde sonlanmış. Çalışmada, bireyin başka bir bireyin hayatını absorbe etme, değiştirme ve yok etme düşüncesi aktarılıyor. Ve bu çok hoş bi bakış açısı.
1988′de ayrılmaya karar veren çift, birlikteliklerini ruhani bir şekilde bitirmiş. Çin Seddi’nin iki ucundan birbirlerine doğru 2500 km’yi 90 günde yürümüşler ve ortada birleştiklerinde ayrılmışlar. Son kez sarılıp. O son sarılış için onca yol katetmek… O sarılış… Çok şiirsel bi havası var bence. Çünkü düşünüldüğünde Çin Seddi, tarihsel anlamına göre iki kavmin düşmanlığını ifade eden, kalın duvarlar demek. Birbirinden kesin bir şekilde ayrılmak; bunu yaparken de diğerinden gelebilecek her türlü iletiyi, tehlike içersin içermesin engellemek anlamına geliyor adeta bu set. Ve iki ayrı dünyanın sınırlarını, bir daha yıkılamayacak şekilde pekiştiriyor. Öyle ki uzaya bile çıksanız karşınızdakine duyduğunuz bu öfke, bu düşmanlığınız, hayatın bir utanç yarası olarak dünyanın yüzeyinde görülebiliyor; bu kul işi bozgunculuk seçilebiliyor.
Marina, 2010′da MoMa’da The Artist Is Present adlı bi çalışma yapmaya karar vermiş sonrasında. “Sanatçı burada” anlamına gelen bu performansta bir masa ve birbirine karşılıklı bakan sandalye etrafında bir oyun kurgulamış. Buna göre Abramoviç, oturduğu sandalyesinde karşısına kendi istekleri ile geçen sanatseverlerle karşılaşacak ve aralarında bir konuşma gerçekleşmeksizin oturacaklarmış. Burada amaçlanan, göz göze gelerek bakışarak anlaşabilmeyi, konuşabilmeyi başarmakmış. Marina tam bir ay boyunca o sandalyede oturmuş, bu süre zarfında karşısına yüzlerce kişi geçmiş. Bakışmışlar. Sadece bakışmışlar. Tek bir sözcük dökülmeden dudaklarından… Marina, her yeni kişiye enerjisi yettiği ölçüde bakabilmiş. Yorgunluk hissettiğindeyse başını önüne eğmiş, karşısına yeni bir kişi oturana kadar da kaldırmamış. Burada işin etkileyiciliğini belirleyen, kişilerin kimsenin kendilerini zorlamaksızın Marina’nın karşısına oturmaları, onunla iletişime geçmeye çalışmalarıydı belki de. Marina da hiçbirini reddetmedi. Gözlerini açtı ve karşısındakinin gözlerinin içine baktı. Kalbini açmak evini açmak gibi bir şeydi bu belli ki. Kim olduklarını bilmese de onları tanımasa da anlamaya çalıştı. Sevmek istemiş de olabilir. Yerine göre sanatçının sanatseverle yerine göre kadının erkekle, yerine göre de insanın insanla ilişkisini, diyaloğunu sembolize ediyordu bu karşılaşma ve bakışmalar. Gidebildiği yere kadar gidiyordu.
Ta ki o ana, Ulay’ın o sandalyeye oturduğu vakte kadar Marina yüzlerce insanı misafir etti ve uğurladı. Yüzündeki ifade hiç bozulmadan gözlerindeki ışığın tonu hep aynı kaldı. Ulay’ı görene kadar.
Ulay, nasıl olduysa, buna nasıl karar verdiyse, ayrılıklarından tam 21 yıl sonra, Marina’nın retrospektif sergisinde ortaya çıkıyor. Burada kimin kayıp olduğunu aslında bilmiyoruz. Kim kime göre kayıptı. Ama ben sandalyesinden kımıldamadan bir aydır oturan ve karşısına birilerinin gelmesini bekleyen Marina’yı niyeyse hikâyenin merkezine konumluyorum. Bekliyor çünkü o, belki on yıllardır süren bir bekleyişin retrospektifini sunmak içindi bütün bu hazırlığı. Bekliyordu birini. Ulay’ı mı? Ulay’ı mı bekliyordu sahi Marina? Bekleyen o ise kurgu onun menkıbesine odaklı olmalı evet. Ve ulay, sergi merkezine geliyor. Marina’yla birlikte yaptıkları işleri yeniden görüyor orada. Birlikte gezdikleri minibüsü dikkatle inceliyor, videoları izliyor. Marina’nın bu olanlardan haberi yok. O oturduğu sandalyede bekliyor hâlâ birilerini.
Ve 21 yıl sonra Ulay, başını önüne eğmiş orada öylece oturan Marina’nın karşısındaki boş sandalyeye, çevresindeki meraklı bakışlar eşliğinde oturuyor. Marina başını hafifçe kaldırıyor her zamanki gibi ve Ulay’ı, evet 21 yıl önce ayrıldıkları o adamı görüyor. İşte o an dudaklarda bir gerilme, gözlerden iki damla yaş, boğazında acı bir yutkunma… Oyun bozuyor. Seddin duvarları yerle bir oluyor.”
?

musalla taşında açan gül

Yağmur bu kadar inceyken

Ağır açan bir gül kadar hafifken merhamet
Ölüm çok ağır Allah’ım
Ölüm çok ağır affet.

Hafiften bir yağmurla Allah’ım
Musalla taşında bir gül kıl beni
Usulca bir güvercin
Kaldırsın ince kırmızı giysilerimi

İznin olursa açılsın kuş dili
Söyleyiversin ince naif şarkılar
Zamanın süzgecinden geçen bedenimi
Dağıtıp savursun ruhumla birlik rüzgâr.

Hiçbir sırrını ele verme
Öl ya da ölü taklidi yap ey suretim
Dişleri kenetlenmiş çenesi bağlı
Bir ölü taklidi yap – yapabilirsen
Çünkü bir tek
Ölüler doğru fotoğraf verir.

Hüseyin Atlansoy

Bâki’ye Gazel

bir yerde vahim bir yanlış yapılmıştır
ne yadsımaya dilim varır
ne düzeltmeye gücüm yeter
meyyus bir papağan gibi tenhada bırakılmış
harıl harıl
içimdeki bozgunla söyleşirim

bir yaş gelir ki kadınlar
çekilir ortalıktan
esmerler birden çekimser
sarışınlar uzak
kumrallar vefasızdır
artık ne uyku ne durak
bir âfet biçerim imgelem kumaşından
müstesna bir sevgili
onunla söyleşirim
fazlasıyla edâlı
iyice rahşân
bakışları ebrûlî

serviler boşalır boşluklardan
bir mehtap karanlığına
gazelhanlar susmuş
çalgıcılar perişan
bir ben ki sabahlara kadar böyle
münzevi bir kanûnla söyleşirim

ne şair kalmış ülkede ne şiir
divanlar unutulmuş
mesneviler parça parça
ey şairlerin sultanı ey bâkî
inanılmaz kafiyeler düşürüp yıldızlardan
(mef’ûlü mefâilü)
ruhunla söyleşirim

Attila İlhan

kurtalan treni’ne gazel

kurtalan treni’nde unutulan bir kız çocuğu
yıllardan kimbilir dokuz yüz kırk üç müdür
sürdürür ömrü boyunca başladığı yolculuğu

kurtalan treni’ni sanki rüyasında görmüştür
kederli bir yağmur içinde bütün camları buğulu
yolcuları bakışarak bir vehameti bölüşür

gece rampalarında yalnız bir devin soluğu
uyku bastırmıştır cıgaralar söndürülmüştür
sessiz bir öfkeyle büyür dışarda simsiyah doğu

içkiye dalmış bir subay yok bir kadınla öpüşür
karısı süheylâ mı hâlâ okşayıp durduğu
çünkü beykoz’da bırakmış siirt’te hayat müşküldür

vagon penceresinden ayın gözlerinde doğduğu
o kız çocuğu sabaha karşı gizlice üşümüştür
dudakları masmavi dağ istasyonlarının soğuğu

ıslak bir gazetede tobruk nihayet düşmüştür
haydarpaşa’dan beri her yolcunun okuduğu
niğde’de elma sarılmıştır üstüne çay dökülmüştür

nedir tren düdüklerinin çığlık çığlığa sorduğu
bir şehri terk ederken susmak bu kadar güç müdür
kadere dönüştüren nedir sıradan bir yolculuğu

yıllardan attilâ ilhan dokuz yüz kırk üç müdür
hani kurtalan treni’nde o kızın unutulduğu
yoksa bütün unutulanlar zaten ölmüş müdür

Attila İlhan

Doğunun Geçitleri

çok uzun anlatmak gerekti
ve biz, sadece ima ile geçtik

‘yol verin sevdaya’
gördük ve yol verdik
acıdan kalkıp acıya
varan bir yol gibi
kendini göstere göstere
bir cihannuma ile geçtik

ve kalbimiz bize sahip çıkmadı
dağdır, kızılca kopup
ve döne döne düştü
döner dağdan sonbahar
hüzne geçit yok, ziganalar
ve kop’tan bu dönüşleri
bir sema ile geçtik

ateştir eski geceler
‘tut ve yan, tut ve yan
kül ol, gülümüzden’
şairler akşamdır, ateşgedeler
ve biz kendi külümüzden
bir huma ile geçtik

bir hayal olmadadır göl şimdi
göründü elele göl ve giz
gördük, bir kuğuya yolcu olduğu
yerde kayboldu nergis
ve biz, öyle ki, bu yolculuğu
bir rüya ile geçtik

çok uzun anlatmak gerekti
ve biz, sadece ima ile geçtik

Hilmi Yavuz

Sofra Adabı

Keşkek şu kazanda kaynar, benim bildiğim;
Şu güveçte helmelenir fasulye.
Kuzu şu kadar ateşte çevrilir;
Tuzlama şu tabağa konur ille..
Yumurta şu sahana kırılır.
Çorba mı? Çorba şu kaşıkla içilir tabii,
Hoşaf bu kaşıkla.
İster uskumru olsun, ister kolyoz,
İster orkinoz, ister hanos;
Balık şu bıçakla kesilir.
Şarap siyahsa şu kadehe konur elbet,
Beyazsa bu kadehe.

Yavan ekmeği nasıl yersen ye…

Metin Eloğlu

Çişenti

Yağmur ne çiseliyor, etme eyleme, tepemizde tipi tentesi
Yoksa sulusepken miydi, buz tuttu ortalık ve işte haphaziran
-Cana yetti miydi kuşlar şakırcasına her şeyi kırar insan-
Çer-çöpte bir yaz sesi var, bibakıma kış-kıyamet seslenişleri
İkindiydi diyelim, hiç işitilmedik ezanlarıyla bir yatsı
Ah bundandı can masallar, kırpıldı o güzellemeler
Bir ot dikesi geliyor kişinin, gül sulama yasaklarına inat
Bir dikeni yolası geliyor, belki ceviz iriliğinde dolu inecek
Yağmur çiseliyor, kar mı ne yağacak şu dümdüz hazirana
At kişniyor yularsız, hani nalı yelesi, hani gözbebeklerindeki yaz
Ama yağmur boyna çiseliyor, işte yalan dediğim bu
Zından menekşelerde benettim-senetme’lik
Kömürleşmiş sevilerde küle sığınık bir sapsarı köz
Zakkumlarda o cayışıklığın sereserpe acı kokusu
Bir al kısrak kişniyor taysız ve niye

Cimcime ağlak oğlan özadını yadsıdı mıydı
Eh, yağmurcağız çiselemez de n’eyler
Birileri çıkıp türküleştirirler ille de bunu
Başkaları da sökün edip, a yavuklum mavi diye tutturur.
Ve de –hoşgörün- hep o çisil çisil yağmur

Ve temmuz geldi gelecek diye bir söylenti var
Ve temmuz apansız geliverecek bumbuz

Hele bir gözatın yalnızlığınıza
Gece yağıyor güpegündüz.

Metin Eloğlu