Ne İdi?..

Aşk benim için ne idi ? Çok kere, gözyaşından bir ırmak. Üzerinde hafif bir sandal yüzüyordu; içinde sandalcı benim ruhum ve onu iten rüzgâr ahlarımdı.

Aşk benim için ne idi ? Istırapların ormanı. Sık merkezinde kurtların bağrışı ve yarasaların çığrışı duyuluyordu.

Aşk benim için ne idi ? Kelebekleri kovalıyan, bir hendeğe yuvarlanıncaya kadar soluk soluğa koşan akılsız, budala bir küçük çocuk.

Aşk benim için ne idi ? Ölen ümitlerin, derin elemden dokunmuş kefeni; yahut, beni idam yerine götürdükleri kızıl araba.

Şimdi benim için aşk nedir? Gül ağacında minimini bir kuş yuvası. İçinde neş’e ile ötüyorum; ve fırtına onu bozarsa biraz öteye gidip başkasını yapıyorum.

Şandor Petöfi
Tercüme : Necmi Seren
Aşk ve Hürriyet Şiirleri / Ahmet Halit Kitabevi / 1943

ask_benim_icin_ne_idi Ne İdi?..

Unutursun

“Unutmak kolay mı?” deme,
Unutursun Mihriban’ım.
Oğlun, kızın olsun hele,
Unutursun Mihriban’ım.

Zaman erir kelep kelep..
Meyve dalında kalmaz hep.
Unutturur bir çok sebep,
Unutursun Mihriban’ım.

Yıllar sineye yaslanır;
Hatıraların paslanır.
Bu deli gönlün uslanır…
Unutursun Mihriban’ım.

Süt emerdin gündüz-gece,
Unuttun ya, büyüyünce…
Ha işte tıpkı öylece
Unutursun Mihriban’ım.

Gün geçer, azalır sevgi;
Değişir her şeyin rengi.
Bugün değil, yarın belki,
Unutursun Mihriban’ım.

Düzen böyle bu gemide;
Eskiler yiter yenide.
Beni değil, sen seni de,
Unutursun Mihriban’ım.

Abdurrahim Karakoç

unutursun Unutursun

Beşinci Cemre

Düştü can evime dördüncü cemre
Dünyayı üçüncü gözümle gördüm.
Dört yüz seksen beş gün çekti bir sene
On altıncı aya takvimsiz girdim.

Aynalara baktım korku gösterdi
Saatler her sabah kırkı gösterdi
Namlular nişanlar Türk’ü gösterdi
Hayatım boyunca hedefte durdum.

Gül sundum yediler, koklamadılar
Armağan can verdim saklamadılar
Gittim…gelir diye beklemediler
Kaybolan gölgemi yollara sordum.

Getirdim yanıma ay’ı bir karış
Ölçtüm ki dağların boyu bir karış
Şehiri bir adım, köyü bir karış
Damlada denizdir en küçük derdim.

Savurdum,eledim, seçtim zamanı
Yaprak yaprak, tel tel açtım zamanı
Haftada üç asır geçtim zamanı
Nereye gittimse zamansız vardım.

Yırtıldı ruhlara çizdiğim resim
Yazık, kulaklara sığmadı sesim
Yaşadığım şimdi beşinci mevsim
Çağın çilesini sırtıma sardım.

Abdurrahim Karakoç

besinci_cemre Beşinci Cemre

İsyanlı Sükut

Gitmişti makama arz-ı hal için,
“Bey” dedi, yutkundu, eğdi başını.
Bir azar yedi ki oldu o biçim…
“Şey” dedi, yutkundu,eğdi başını.

Kapıdan dört büklüm çıktı dışarı,
Gözler çakmak çakmak, benzi sapsarı…
Bir baktı konağa alttan yukarı.
“Vay” dedi, yutkundu, eğdi başını.

Çekti ayakları kahveye vardı,
Açtı tabakasın, sigara sardı.
Daldı..neden sonra garsonu gördü,
“Çay” dedi, yutkundu, eğdi başını.

İçmedi masada unuttu çayı;
Kalktı ki garsona vere parayı,
Uzattı çakmağı ve sigarayı
“Say” dedi, yutkundu, eğdi başını.

Döndü gözlerinde bulgur bulgur yaş,
Sandım canevime döktüler ateş.
Sordum: ”memleketin neresi gardaş?”
“Köy” dedi, yutkundu, eğdi başını.

Yürüdü, kör-topal çıktı şehirden,
Ağzına küfürler doldu zehirden;
Salladı dilini..vazgeçti birden,
“Oy” dedi, yutkundu, eğdi başını.

Abdurrahim Karakoç

isyanli_sukut İsyanlı Sükut

Oğluma

Biliyorsun ki, oğlum, ortada ne sen varsın,
Ne seni yeryüzüne getirecek bir anne:
Bir gün cihâna gelmen mukadderse, anlarsın,
Bu gelişten gözümü, göynümü yıldıran ne?

Her gün saban başında topladığın kederler
Seni yorgun çıkarır sabahın altısına
Çalışkan ellerine bakanlar kirli derler,
Leke derler alnında güneş karaltısına.

İnce belin bükülmez zamanın dizlerinde,
Öpülen eteklere ayağını silersin.
Yoksulluğun yüzerek sonsuz denizlerinde
Gördüğün her kıt’aya açıktan diş bilersin.

Ayağından çarıklar dökülür parça parça,
Gözyaşların çürütür gömleğinin kolunu.
Bir lokmanın ardında dolaşır haftalarca,
Sürgün gibi gezersin kendi Anadolu’nu!

Fazîlet arkadaşın, hakîkat yoldaşınla
Seyredersin yabancı bir ufkun bahârını,
Bulutları delsen de yükselen dik başınla
Sonunda bir dişiye maledersin varını.

Akşamları bir camın önünde,seni değil,
Elindeki çıkını gözetliyen karındır.
Hakkın önünde değil, zulmün önünde eğil!
Taçlar bile cihanda eğilen başlarındır…

Derdim, omuzlarına yük olmasın bu varlık,
Derdim, oğlum ne Haktan, ne kuldan bir şey umsun
Nasip olmaz kimseye bu kadar bahtiyarlık
Ki sen benim doğmamış, doğmayacak oğlumsun!

Faruk Nafiz Çamlıbel

ogluma Oğluma

Açık Deniz

Balkan şehirlerinde geçerken çocukluğum;
Her lâhza bir alev gibi hasretti duyduğum.
Kalbimde vardı “Byron”u bedbaht eden melâl
Gezdim o yaşta dağları, hulyâm içinde lâl,
Aldım Rakofça kırlarının hür havâsını,
Duydum akıncı cedlerimin ihtirâsını,
Her yaz, şimâle doğru asırlarca bir koşu,
Bağrımda bir akis gibi kalmış uğultulu…
Maplûpken ordu, yaslı dururken bütün vatan,
Rü’yâma girdi her gece bir fâtihâne zan.
Hicretlerin bakıyyesi hicranlı duygular,
Mahzun hudutların ötesinden akan sular,
Gönlümde hep o zanla berâber çağıldadı,
Bildim nedir ufuktaki sonsuzluğun tadı!
Bir gün dedim ki istemem artık ne yer ne yâr!
Çıktım sürekli gurbete, gezdim diyar diyar;
Gittim o anda diyâra ki serhaddidir yerin,
Hâlâ dilimdedir tuzu engin denizlerin!

Garbın ucunda, son kıyıdan en gürültülü
Bir med zamânı, gökyüzü kurşunla örtülü,
Gördüm deniz dedikleri bin başlı ejderi;
Gördüm güzel vücûdunu zümrütliyen deri
Keskin bir ürperişle kımıldandı anbean;
Baktım ve anladım ki o ejderdi canlanan.
Sonsuz ufuktan âh o ne coşkun gelişti o!
Birden nasıl toparlanarak kükremişti o!
Yelken,vapur, ne varsa kaçışmış limanlara,
Yalnız onundu koskoca meydan ve manzara!
Yalnız o kalmış ortada,âsî ve bağrı hûn,
Bin mağra ağzı açmış, ulurken uzun uzun,
Sezdim bir âşinâ gibi, heybetli hüznünü!
Rûhunla karşı karşıya kaldım o med günü,
Şekvânı dinledim, ezelî muztarip deniz!
Duydum ki rûhumuzla bu gurbette sendeniz,
Dindirmez anladım bunu hiçbir güzel kıyı;
Bir bitmiyen susuzluğa benzer bu ağrıyı.

Yahya Kemal Beyatlı

acik_deniz Açık Deniz

Bediüzzaman’ın Üç Hayat Devri: Eski Said, Yeni Said ve Üçüncü Said

said_nursi Bediüzzaman'ın Üç Hayat Devri: Eski Said, Yeni Said ve Üçüncü Said

Osman Yüksel Serdengeçti, 50’li yıllarda Bediüzzaman Said Nursi’nin hayatını şu muhteşem cümlelerle özetlemişti: “Said Nur, üç devir yaşamış bir ihtiyar. Güngörmüş bir ihtiyar… Üç devir: Meşrutiyet, İttihad ve Terakki, Cumhuriyet. Bu üç devir büyük devrilişler, yıkılışlar, çökülüşlerle doludur. Yıkılmayan kalmamış! Yalnız bir adam var. O, ayakta.”1

Bediüzzaman’ın akıl almaz maceralı hayatı Türkiye demokrasisinin yaralandığı iki dönem arasına sığmıştır. Bediüzzaman, yüzyıllık inkılâpların yıllara yüklendiği yoğun zamanları yaşamıştır. Said Nursi, 1877–78 Osmanlı-Rus Savaşı’nın (93 Harbi) başladığı, Meclisten bir karar çıkarılamaması bahanesiyle II. Abdülhamid’in Meclis’i kapattığı ve Anayasa’yı (Kanun-u Esasi) yürürlükten kaldırdığı yıllarda dünyaya gözlerini açmıştır. Onun ebedi âleme göç ettiği 1960 yılı ise demokrasi ve hürriyet mücadelesinin daha büyük bir darbeye maruz kaldığı bir zamandır.

Bediüzzaman’ın 82 yıllık harikulade hayatı üç devreden meydana gelmiştir: Eski Said, Yeni Said ve Üçüncü Said. Onun üç farklı hayat devresi, yalnızca siyasi ve konjonktürel değişimlerle açıklanamaz. Bediüzzaman, esasen kaderin sevki ve enfüsi değişimlerinin bir neticesi olarak hayatını yenilemiş ve tazelemiştir. Takdir-i ilahi de, içtimai ve siyasi değişimler ile Bediüzzaman’ın hayat devreleri arasında kuvvetli irtibatları netice vermiştir.

Bediüzzaman’ın 1878’den 1916 yılına kadar süren gençlik hayatının ünvanı “Eski Said”dir. Eski Said, Mutlakıyet ve Meşrutiyetle yönetilen Osmanlı döneminde yaşamıştır. Demokrasi tarihi açısından değerlendirildiğinde Eski Said’in yaşadığı döneme “sığ istibdad” denilebilir.

Bediüzzaman’ın 1916–1923 yılları arasındaki hayatı, Eski Said’den Yeni Said’e “geçiş dönemi”dir. Bu dönem siyasi ve içtimai konularla yakından ilgilenen ve içtimai hastalıklara reçeteler mahiyetinde eserler yazan Eski Said’in, tamamıyla Kur’an’ın hakikatlerine yoğunlaşıp Risale-i Nur’un vücuda gelmesi için çalışan Yeni Said’e dönüştüğü bir dönemdir.

1923’ten 1949’da Afyon Mahkemesi’nden tahliyeye kadar süren -Risale-i Nur’un telif edildiği- dönemin unvanı ise “Yeni Said”dir. Yeni Said, Tek Parti ve Milli Şef dönemlerinden ibaret olan “derin İstibdad” dönemini yaşamıştır.

Bediüzzaman’ın 1949 yılından 1960 yılına kadar geçen hayatına ise “Üçüncü Said” denir. Üçüncü Said ise, çok partili demokratik bir siyasetin inkişaf ettiği “Hürriyet” devrinin bir ferdidir.

Bediüzzaman kendini sürekli yenileyen bir müceddiddir. Bu sebeple Eski Said, Yeni Said ve Üçüncü Said tabirleri kesinlikle “hatadan dönme” olarak yorumlanamaz. Bediüzzaman’ın üç hayat devresini de bir tekâmül seyri olarak görmek gerekir. Mesela, ilk hayat devresi olan Eski Said, sonraki hayatı için bir hazırlık zamanı (mukaddemat-ı ihzariye) mahiyetindedir. Medreselerde on beş sene eğitim alınarak elde edilen birikimi Eski Said’in on üç yaşlarında üç ay gibi kısa bir sürede elde etmesi, onun hayatının ilerleyen zamanlarında imani ilimleri üç ayda ders verebilecek bir Kur’an tefsirini telif etmesinin bir basamağı ve müjdecisidir. Yine küçüklüğünde büyük âlimlerle münazarası ve o âlimlerin her türlü sorularına etkileyici cevaplar vermesi, Risale-i Nurların her kesimden insanın anlayacağı bir seviyede iman hakikatlerini izah edeceğinin bir işaretidir. Benzer şekilde, gençliğinde -şiddetli muhtaç olduğu zamanlarda bile- zekât almaması ve –yazmaya çok ihtiyacı olduğu halde- yarım ümmi vaziyeti, sonraki hayatını ve hizmetini müspet yönde etkilemiştir.

Eski Said’in (1878-1916) Hususiyetleri

1-Harikulade ilmi ve hafızası

Eski Said’in harikulade bir ilmi ve hafızası vardır. Bu ilmi üç aylık medrese eğitimine dayanır. 1891 yılının son aylarında, Doğu Beyazıt’ta, Şeyh Muhammed Celalî hazretleri nezaretinde gerçekleşen bu eğitiminde “üç ayda ve bir kış içinde on beş senede medresece okunan yüz kitaptan ziyade oku[muştur].”2 Molla Fethullah Efendi’nin huzurunda “Makamat-ı Haririye”den bir yaprağı tek bir okumayla ezberlemiştir. “Cemü’l Cemavi” kitabını ise her gün bir iki saat meşguliyetle bir hafta içinde hafızasına almıştır. Bunun üzerine Fethullah Efendi hayranlık dolu şu sözleri söylemiştir: “Zekâ ile hıfzın ifrat derecede bir kimsede tecemmuu nadirdir.”3

Eski Said’in hafızası gibi ilmi de harikuledir. Eski Said hiç kimseye soru sormamıştır. Bunun sebebini ise şöyle izah etmiştir: “Ben ulemanın ilmini inkâr etmem; binaenaleyh, kendilerinden sual sormak fazladır. Benim ilmimden şüphe edenler varsa, sorsunlar; onlara cevap vereyim.”4 Kendisine ise sayısız sorular sorulan Said Nursi, tümüne hikmetli, muknî, ezberbozan cevaplar vermiştir. Onun tüm sorulara cesaretle muhatap oluşu Fatih Şekercihan’da doruk noktaya çıkmıştır. 1908 yılında odasının kapısına “Burada her müşkül halledilir, her suale cevap verilir; fakat sual sorulmaz”5 diye bir levha asmıştır. Bu sıra dışı ilan, toplumun her katmanından insanı Şekercihan’a çekmiştir. Haftalar süren geliş gidişlerde sorusuna cevap bulamayan kimse kalmamıştır.

Eski Said’in ilmindeki kemalin bir ciheti de ileri görüşlülüğüdür. Osmanlı ve Avrupa’nın geleceğiyle ilgili Şeyh Bahit Efendi’ye verdiği cevap,6 Şeyh Sanan tepesinde Rusya’nın ve İslam âleminin geleceğine dair tespitleri,7 maddi ve manevi iki büyük zelzelenin yaklaştığını haber vermesi,8 “İstikbalde bir ışık var, bir nur görüyorum” diyerek Risale-i Nur’u hissetmesi9 vb. Eski Said’in geniş ufkunun -ilk akla gelen- en çarpıcı misalleridir.

2-Aklî ve felsefî ilimlerle meşguliyeti

Eski Said dini ilimlerle birlikte akli ve felsefi ilimlerde de meşgul olmuştur. Bu dengeli yaklaşımını ise şu veciz sözleriyle özetlemiştir: “Vicdanın ziyası, ulûm-u dîniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder… İftirak ettikleri vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder.”10

Eski Said’in fennî ve felsefî meselelerine ilgisinin artmasında Vali Tahir Paşa’nın etkisi vardır. Eski Said’in 1897 yılında başlayan Van hayatı, gündüzleri Tahir Paşa’nın muhtevası zengin kütüphanesinde, akşamları ise onun ilim meclisinde geçmiştir. Çeşitli ilim çevrelerinden kişilerin davet edildiği bu meclis, dinî, felsefî, fennî her türlü meselenin münazara edildiği bir mekândır. Özellikle Tahir Paşa’nın filozofların kitaplarından en zor soruları seçip Bediüzzaman’a yönelttiği anlar ilim meclisine ap ayrı bir canlılık kazandırmıştır. Böyle ilmi bir atmosferde bulunan Bediüzzaman felsefî, tarihî, fennî ve edebî birçok kitabı mütalaa etme ve ezberleme ihtiyacı hissetmiştir. Dini konuların yanısıra felsefi konularda da Bediüzzaman’ın sıradışı bilgisine şahit olanlar takdir hislerini dile getirmişlerdir. Bir ilim meclisinde Mehmet Akif’in “Victor Hugo’lar, Shakespeare’ler, Descartes’lar, edebiyatta ve felsefede Bediüzzaman’ın bir talebesi olabilirler”11 demesi bu açıdan manidardır.

Risale-i Nur Külliyatı’nın farklı yerlerinde, Eski Said’in felsefe ile meşguliyetini dikkat çekici bir şekilde vurgulayan birçok cümle vardır: “Meslek-i felsefe ile münasebette bulunan Eski Said”12, “Şu esbâba dalmış Eski Said gibi, mektepli feylesof…”13, “Eski Said, ziyade ulûm-u akliye ve felsefiyede hareket ettiği için”14, “Eski Said, ilm-i hikmet ve ilm-i hakikatin çok derin meseleleriyle meşgul olması ve büyük ulemalarla derin meseleler üzerinde münazarası…”15

Eski Said fen ve felsefenin pek çok meseleleriyle meşgul iken, Yeni Said “müzahraf felsefe”den kaynaklanan “emraz-ı kalbiye”yle muzdariptir. Eski Said’den Yeni Said’e geçiş döneminde telif ettiği bir eserinde bu halet-i ruhiyesini şu cümlelerle ifade etmiştir: “Şu notada, Avrupa fünunu ve medeniyeti, Eski Said’in fikrinde bir derece yerleştiği için, Yeni Said harekât-ı fikriyede seyrettiği zaman, Avrupa’nın fünun ve medeniyeti o seyahat-i kalbiyede emrâz-ı kalbiyeye inkılâp ederek ziyade müşkilâta medar olduğundan, bilmecburiye, Yeni Said zihnini silkeleyip, muzahraf felsefeyi ve sefih medeniyeti atmak isterken, kendi ruhunda Avrupa’nın lehinde şehadet eden hissiyât-ı nefsaniyeyi susturmak için, Avrupa’nın şahs-ı mânevîsi ile bir cihette gayet kısa, bir cihette uzun, gelecek muhavereye mecbur olmuştur.”16

3-Eserlerindeki îcazlı üslubu

Dinî, felsefî ve aklî ilimlerde benzersiz bir bilgiye sahip olan Eski Said, bu birikimini “îcazlı” ve “kısa tabirat” ile eserlerine yansıtmıştır.17 Eserlerini telif ederken kendisinin ve zeki talebelerinin anlayışlarını dikkate almıştır. Bu sebeple “kısa cümleler”, “muhtasar ifadeler” ve “uzun hakikatlere kısa kelimelerle işaretler” Eski Said’in üslubunu şekillendirmiştir.18 Ayrıca Eski Said’in üslubunda “yalnız aklı ikna edecek, susturacak”19 ve zaman zaman “şiddetli lisan”ın20 hâkimiyeti sözkonusudur.

4-Şecaati ve izzet-i ilmiyeyi muhafaza etmesi

Eski Said’in yüksek derece bir şecaati vardır. Bu sebeple hiçbir şeyden zerre kadar korkusu yoktur. “Hukuk-u diniye ve dünyeviyesi için canını feda eder, meşru olmayan şeylere karışmaz”21 diye tarif edilen şecaatin hakikatini Eski Said en mükemmel bir şekilde hayatına yansıtmıştır. Eski Said Allah’tan korkmak dışında hiçbir şeyden korkmamıştır; ölümü göze almıştır. Hiçbir tehdit ve tehlikenin hedefini değiştirmesine izin vermemiştir. Birçok defa ölümden dönmesinin hikmetini, gerektiğinde hayatını minnetsiz feda etmesi için emaneten elinde bırakıldığı şeklinde yorumlamıştır. Eski Said’i ölümle korkutamadıklarını anlayan bir kısım insanlar, ahiretle tehdit etmek istemişlerdir. Bu gibi tehditlere karşı Eski Said’in cevabı ise şecaatin şahikasıdır: “Şimdiki nâr-ı teessüfle muhterik bir ruh olsun, onların bedduasıyla Cehennemde yansın; o teessüf ateşini içinden çıkarmakla vicdan, maksattan bir firdevs tazammun ettiği gibi, hayal dahi emelden bir Cenneti teşkil edecektir. Umumun malûmu olsun ki: İki elimde iki hayatımı tutmuşum, iki hasım için iki meydan-ı mübarezede iki harple meşgulüm. Tek hayatlı olan adam meydanıma çıkmasın.”22

Eski Said’in öyle bir şecaati vardır ki, herkesin korktuğu dört büyük komutanın23karşısında bile boyun eğmemiş, sözünü esirgememiş ve ölümü göze alarak hareket etmiştir. Eski Said’in şecaatinin özünde “izzet-i ilmiyeyi muhafaza”24 hakikati vardır. Eski Said’in ihlâsındaki bu kuvvet -cebbar komutanların bile- adeta kendisinden çekinmelerini ve korkmalarını netice vermiştir.25

Eski Said, Antere gibi “Zilletle ele geçen âb-ı hayat, tıpkı Cehennem gibidir. İzzetle Cehennem ise, medar-ı iftihar bir menzilim olur”26 diyerek hayatını şecaatin doruk noktalarında geçirmiştir. İzzetli bir ölümü, zillet içindeki bir hayata severek tercih etmiştir.27

Eski Said’in şecaati, talebelerine de sirayet etmiştir. Öyle ki, talebelerinin Eski Said’e güçlü bağlılıkları “fedailik” derecesine ulaşmıştır.28

Özetle, Eski Said’in en ehemmiyeti hususiyetleri arasında “şecaat”, “şeref”, “izzet”29gibi yüksek hasletler bulunmaktadır.

5-İffeti ve iktisadı

Eski Said, iffetini korumak noktasında çok hassastır. Eski Said “kuvve-i şeheviye-i behimiye”nin30 yemek, içmek, uyumak ve konuşmak gibi tüm teferruatında iffetli yaşamıştır. Eski Said “Nefsinin arzusunu kendisine ma’bud edinip onun her emrine uyan kimseyi gördün mü?”31 ayetinin tehdidinden azami derecede çekinmiş ve tutkularına esir düşmemiştir. Eski Said gerçek hürriyeti, insanın hem kendine hem de başkasına zararı dokunmayacak şekilde yaşaması olarak tarif etmiştir.Haram helal ayrımı yapmadan her türlü eğlencelere ve rezilliklere bağımlılık manasındaki sığ hürriyeti ise, şeytana kul olmak ve nefse esir düşmek olarak yorumlamıştır.32

Eski Said’in iffet hassasiyeti denince, ilk akla iki muhteşem hadise gelir. Birincisi, 1895-1897 yıllarında, Bitlis Valisi Ömer Paşa’nın konağında kaldığı sırada yaşanan bir hadisedir. Vali Ömer Paşa – zekâ ve faziletini takdir ettiği- genç Said’i evinde misafir etmiştir. Hanımı vefat eden valinin konağında -üçü büyük, üçü küçük- altı kız çocuğu vardır. Genç Said iki sene konakta kaldığı halde “ilmin izzetini korumak” hassasiyetiyle, üç büyük kızları birbirinden ayırt edip tanımaya çalışmamıştır.33 İkinci hadise ise, 1908 yılında İstanbul’da gerçekleşmiştir. Kâğıthane şenliklerinin olduğu özel bir günde Molla Seyyid Taha ve mebus Hacı İlyas ile birlikte kayığa binerler. Köprüden Kâğıthane’ye kadar Haliç’in iki tarafından binlerce açık saçık Rum ve Ermeni kızları eğlenmektedir. Eski Said bir saat boyunca harama hiç bakmamıştır. İffetli davranışının hikmetini ise “lüzumsuz, geçici, günahlı zevklerin akıbeti elemler, teessüfler olmasından, istemiyorum”34 sözüyle izah etmiştir.

Eski Said’in iffetli kişiliğinin bir boyutu da istiğnasıdır. Çocukluğundan ömrünün sonuna kadar, Yeni Said ve Üçüncü Said devirlerinde de, istiğnasından ödün vermemiştir. Onun istiğnası “minnetin altına girmektense ölümü tercih etme derecesinde”35 bir yüksek ahlaktır. Çok zahmet ve sıkıntı çektiği dönemlerde bile bu hayat prensibini değiştirmemiştir. Eski Said’in istiğnası, zahidlik arzusundan ve gösteriş sevdasından kaynaklanmayıp altı hakikate dayanmaktadır. Bu altı hakikat, Yeni Said devrinde telif edilen “İkinci Mektup”ta detaylı olarak izah edilmiştir. Merhum Ali Ulvi Kurucu’nun tabiriyle “yüksek iktisatçılık kudretini sırf yemek, içmek, giymek gibi basit şeylerle değil, bilakis fikir, zihin, istidat, kabiliyet, vakit, zaman, nefis ve nefes gibi manevi ve mücerred kıymetlerin israf ve heder edilmemesi ile ölçen bir dahidir”36

6-Siyasetle meşguliyeti

Eski Said’in hususiyetlerinden biri de içtimai ve siyasi hayatta çok faal olmasıdır. Bu faal hâli, Nur Risalelerinde “afaka bakmak damarı”37, “siyasette çok ileri gitme[si]”38ve “İslam’ın hayat-ı içtimaiyesiyle münasebettar[lığı]”39 gibi vasıflarla dile getirilmiştir.

Eski Said’in siyasetle meşguliyetinin ehemmiyetli bir kısım esasları vardır. Risale-i Nur’un satır aralarından bu esasları araştırdığımızda karşımıza genel manada şu maddeler çıkmaktadır: 1-Siyaseti İslamiyet’e alet yaparak, hararetle hürriyete çalışmıştır,40 2-Siyaset vasıtasıyla dine ve ilme hizmet etmiştir,41 3-Hedefinde vatan ve milletin saadeti vardır,42 4-Muharriki, aşk-ı İslamiyet ve hamiyet-i diniyedir.43

Eski Said’den Yeni Said’e Geçiş (1916-1923)

Kemal yaşı olarak isimlendirilen kırk yaşında, Bediüzzaman’ın Eski Said’i bırakıp “Yeni Said” olması, çok ehemmiyetli bir vazifeye namzet olduğunun da bir belirtisidir. Bu vazife maddi-manevi, dünyevi-uhrevi hiçbir menfaate alet edilmemesi gereken ve Kur’an’ın yeni asra hitap eden bir tefsiri Risale-i Nurların telifi vazifesidir.

Bediüzzaman’ın hayatı -her dönemiyle- bütünlük teşkil eden, birbirine tamamlayan, tekmil eden ve Risale-i Nur gibi bir şaheseri ve Nurculuk gibi iman, Kur’an hizmetini netice veren örnek bir hayattır. Bediüzzaman, her hayat döneminde de istikametini muhafaza etmiştir. “Yaş kırka ulaşınca, iyi olsun, kötü olsun ve nasıl bir ahlak olursa olsun yerleşmesi, meleke haline gelip daha terki mümkün olmaması”44 hakikatince kırklı yaşlarında Yeni Said’e inkılâp eden Bediüzzaman Said Nursi, Eski Said devrindeki yüksek ahlaki özelliklerini -inkişaf ettirerek- sürdürmüştür.

Bediüzzaman’ın Eski Said’den Yeni Said’e geçtiği dönem, gençliğinin sona erip ihtiyarlığının başladığı bir zamandır. Zübeyir Gündüzalp’in “Said Nursî, Eski Said tabir ettiği gençliğinde…”45 sözünden anlaşıldığı üzere Eski Said, Bediüzzaman’ın gençlik devresinin ünvanıdır. Yeni Said ise ihtiyarlamaya başlamış bir Bediüzzaman’dır. Kasım 1922’de Ankara seyahatinin “Bir zaman, ihtiyarlığın başlangıcında, Eski Said’in gülmeleri Yeni Said’in ağlamalarına inkılâp ettiği hengâm”46 cümlesiyle ifade edilmesi de çok manidardır. Aynı gerçeğe dair diğer aşikâr bir delil de şu cümledir: “Sizi temin ediyorum ki, Eski Said’in on senelik gençliğini bana verseler, ben şimdi Yeni Said’in bir senelik ihtiyarlığını vermeyeceğim.”47

Eski Said’den Yeni Said’e geçiş, 1916 yılında “niyet” ile başlayıp 1923 yılında tamamlanan bir süreçtir. Eski Said’den Yeni Said’e geçiş sürecinin 1916 (Rumi 1332) tarihinde başladığı “bin üç yüz otuz ikide İşaratü’l İ’caz’ı telif ile beraber Eski Said’den sıyrılmak niyet edip Yeni Said suretinde bütün kuvvetiyle mücahede-i maneviyeye başlayıp…”48 cümlesinden anlaşılmaktadır.

Kastamonu Lahikası’ndaki bir mektupta “Yirmi üç sene evvel, Eski Said, Yeni Said’e inkılâp ettiği zaman, tefekkür mesleğinde gittiği için…”49 cümlesi yer almaktadır. 20 Eylül 1943’te Isparta savcısından gelen tutuklama emriyle, 3 Ekim 1943’te Isparta’ya gönderildiği tarihe kadar Bediüzzaman Kastamonu’da bulunmuştur. Bu bilgiler yan yana konulduğunda, Yeni Said’e geçiş sürecinin 1920 veya daha önce bir tarihte başladığı söylenebilir.

Eski Said’in tamamıyla sona erdiği ve her şeyiyle Yeni Said döneminin başladığı tarih ise 17 Nisan 1923 yılıdır. Tarihçe-i Hayat’ta yer alan “Bediüzzaman’ın, kendisine tevdi edilen mebusluğu ve teklif edilen Diyanetteki müşavere azalığını ve Şark Vilayetleri Umumi Vaizliğini kabul etmeyerek, Ankara’dan Van’a giderken Eski Said’i Yeni Said’e götüren tren bileti”50 cümlesi bu hakikati ifade etmektedir.

Bediüzzaman Said Nursi’nin “İstanbul’da beni Yuşa Dağı’na çıkarıp İstanbul’un, Dârü’l-Hikmet’in cazibedar hayat-ı içtimaiyesini bıraktırıp, hatta İstanbul’da bulunan Nurun birinci şakirdi ve kahramanı olan merhum Abdurrahman’ı dahi zarurî hizmetimi görmek için de yanıma almaya müsaade etmeyen ve Yeni Said mahiyetini gösteren acîp inkılâbât-ı ruhî”51 sözleri, Yeni Said’e geçiş dönemindeki halet-i ruhiyesinin Nur Külliyatındaki ender ipuçlarındandır.

Bediüzzaman’ın esaret dönüşü İstanbul hayatının (1918-1922) ilk zamanlarında yeğeni Abdurrahman ile birlikte Çamlıca tepesindeki Yusuf İzzettin Paşa köşkünde yaşamıştır. Fakat “o sıralarda, en sadakatli zannettiğim bir arkadaşımda, umulmadık bir sadakatsizlik ve hatıra gelmez bir vefasızlık gördü[ğü]”52 bir esnada “birden, esarette, Kosturma’daki camideki intibah-ı ruhî yine başla[mıştır].”53 Bu ifadelerden de anlaşılmaktadır ki, Yeni Said’in ruhi inkılâbı/intibahı Kosturma’daki esaretine kadar uzanmaktadır.

Bediüzzaman, Lemeat isimli eserini 1921 yılının Ramazan’ında telif etmiştir. Bu eserini telif ettiği dönemi “Eski Said’in Yeni Said’e inkılâb edeceği bir hengâm”54 olarak nitelendirmiştir. 1921-1923 yılları arasında telif ettiği Arapça Mesnevi-i Nuriye için ise “Yeni Said’in en evvel hakikatten şuhud derecesinde kalbine zahir olan…”55 ve “Eski Said’in Yeni Said’e inkılâp etmesi zamanında”56 açıklamalarını yapmıştır.

Üst paragraftaki bilgiler dikkate alındığında, telifat açısından Eski Said’den Yeni Said’e geçiş tarihi 1921 yılıdır. Bu yılda telif edilen “Lemeat” Eski Said’in son eseri ve “Arabî Mesnevi-i Nuriye” ise Yeni Said’in ilk eseridir. Said Nursi, bu hakikati çeyrek asır sonra yazdığı bir mektubunda -daha açık bir ifadeyle- şöyle dile getirmiştir: “Eski Said’in en son telifi ve yirmi gün Ramazan’da telif edilen, kendi kendine manzum gelen Lemeat Risalesi Otuz İkinci Lem’a olması ve Yeni Said’in en evvel hakikatten şuhud derecesinde kalbine zahir olan ve Arabî ibaresinde Katre, Habbe, Şemme, Zerre, Hubab, Zühre, Şule ve onların zeyillerinden ibaret büyükçe bir mecmua Otuz Üçüncü Lem’a olması ihtar edildi.”57

Eski Said, yeğeni Abdurrahman’ın yardımıyla, eserlerindeki vecizeleri derlemiş ve 1920 yılında “Hakikat Çekirdekleri 1” ve 1921 yılında “Hakikat Çekirdekleri 2” olarak bastırmıştır. Hakikat Çekirdekleri inkişaf etmiş, çekirdekler çiçek açmış ve “Çekirdekler Çiçekleri” ünvanıyla, 1921 yılının Ramazan ayında Lemeat’ı netice vermiştir. Bediüzzaman’ın tabiriyle Lemeat “Risâle-i Nur Şakirtlerine küçük bir mesnevî ve imani bir dîvandır.”58 Lemeat ise Mesnevi-i Nuriye’yi netice vermiştir. Çiçekler fidan olmuştur.59 Mesnevi-i Nuriye’nin inkişafıyla Risale-i Nur Külliyatı’nın meyveleri ortaya çıkmıştır. Eski Said’in eserleri -hakikat âleminden- “çekirdek” ve “çiçek” mahiyetindeyken; Yeni Said’in eserleri ise “fidan” ve “meyveli ağaç” mesabesindedir.

Eski Said’i Yeni Said’e Çeviren Hakikatler

1-Rabıta-i mevt ve hayat-ı dünyevî hakikatinin inkişafı

Eski Said’in Yeni Said’e inkılâbında etkili olan en önemli hakikatlerden biri ihtiyarlıktır ve ölüm hakikatinin inkişafıdır. Bir mektubunda geçen “râbıta-i mevt Eski Said’i Yeni Said’e çevirmiş ve daima hareket-i fikriyede Yeni Said’e yoldaş olmuş”60 ifadesi “rabıta-i mevt” hakikatinin bu değişimde ne derece önemli olduğunun bir işaretidir.

Bediüzzaman “hayat-ı dünyevînin hakikatini” izah ettiği bir eserinde yolculuğa dair iki temsilden faydalanmıştır. Birinci temsilde “eğlenceli bir handa konaklayan bir yolcu”, ikincisinde ise “süratle giden bir trende seyahat eden bir yolcu”nun durumunu hikâye etmiştir. İki temsilin penceresinden dünya hayatının mahiyetini yakinen hisseden Bediüzzaman “Ayıldım. Eski Said kaybolmuş; Yeni Said olarak kendimi gördüm”61diyerek yeni bir hayatı adımlamaya başlamıştır. Bediüzzaman bu olayları yaşadığı zaman için “kendimi kırk beş yaşında tahmin ediyordum”62 demiştir. Bu tarih ise 1923’tür ki, Eski Said’den Yeni Said’e geçiş döneminin son yılıdır.

Kastamonu’da kaleme alınan mektupların birinde “Eski Said’i Yeni Said’e kalbeden eski bir hastalık”tan63 bahsedilmiştir. Bu hastalık merdümgirizlik hastalığı olsa gerektir. Bediüzzaman merdümgirizliği “insanlardan çekinmek, temas etmemek, temastan müteessir olmak”64 olarak tarif etmiştir. Yeni Said -Eski Said’den farklı olarak- içtimai ve siyasi hayatı terk etmiş ve tamamen Kur’an hakikatlerine yönelmiştir. Bediüzzaman’ın eski hastalıklar içinde Yeni Said’in ruhsal değişimine en mutabık merdümgirizlik hastalığıdır.

2-Cihad-ı manevîde tecdid zarureti

Bediüzzaman’ın cihad-ı manevîsindeki değişim, şahsiyetindeki değişimi de netice vermiştir. Eski Said klasik manevi cihad tarzını bırakmış ve Yeni Said olmuştur. Klasik tarzda “düşmanın silahıyla silahlanın” prensibince Avrupa’nın fen, hikmet ve felsefesi kısmen kabul görmektedir. İslamiyet hakikatleri -kökleri çok derin zannedilen- fen ve felsefenin hakikatleriyle desteklenmek istenmektedir. Fakat bu yol, İslamiyet hakikatlerinin gerçek değerinin fark edilmesini engellemektedir. Hatta İslamiyet’in değerinin bir derece düşmesine bile sebep olmaktadır. Neticede manevi cihadda mağlubiyete yol açmaktadır. Yeni Said manevî cihad sahasında tamamen Kur’an hikmetiyle donanmış ve felsefenin en derin esaslarının Kur’an’ın hikmeti karşısında sığ kaldığını gözler önüne sermiştir.65

Mesela, cismani dirilişe dair “akıl buna yol bulamaz” diyen İbn-i Sina’nın dehasıyla yetişemediği bir hakikati, avamlara ve çocuklara da Onuncu Söz Risalesiyle ders vermiştir. Sa’d-ı Taftazani gibi bir allame, kader ile cüz’i ihtiyarinin bağdaşması meselesini, elli sayfada ancak havassa izah edebilmişken; Yeni Said Yirmi Altıncı Söz’ün İkinci Mehbas’ının iki sayfasında bu meseleyi herkesin anlayabileceği bir seviyede izah etmiştir. Hiçbir felsefi düşünceyle keşfedilemeyen kâinatın varlık ve yaratılış sırlarını, Yirmi Dördüncü Mektup, Yirmi Dokuzuncu Söz’ün sonundaki remizli nükte ve Otuzuncu Söz’ün tahavvülat-ı zerrat bölümünün altı hikmetleriyle keşfetmiştir.66

Özetle, Bediüzzaman’ın Yeni Said’e inkılâbının gerçek sebeplerinden biri İslamiyet aşkıdır. İslamiyet’in çok derin hikmetinin, felsefe hikmetine hiçbir ihtiyaç bırakmadığını ispat iradesidir.

3-Kaderin sevki ve yeni bir rehber arayışı

Said Nursi’nin Eski Said’den Yeni Said’e geçişinde en ehemmiyetli sebep şüphesiz ilahi takdirin sevkidir. Said Nursi, iradesinin dışında gerçekleşen hadiselerle sıra dışı bir gençlik yaşamıştır. Eski Said olarak isimlendirdiği bu gençlik hayatı, Kur’an-ı Hakîm’e Risale-i Nur’la hizmet edecek olan Yeni Said’e hazırlık dönemidir. Geleceğini şekillendiren gençliğindeki kaderî sırların Bediüzzamanca yorumu şöyledir: “Adeta bütün hayat-ı ilmiyem, mukaddemat-ı ihzariye hükmüne geçmiş ve Sözlerle i’caz-ı Kur’an’ın izharı, onun neticesi olacak bir surette olmuştur.”67

Bediüzzaman Said Nursi, siyasi ve içtimai hayatın içinde aktif olan Eski Said’i terk edip nefsiyle baş başa kalmak istemiştir. Bu geçiş sürecinde ruhundaki “gayet müthiş ve manevi bir fırtına” sebebiyle akıl ve kalbinde büyük gelgitler yaşamıştır. Yaşadıklarını ise “kâh Süreyya’dan serâya, kâh serâdan Süreyya’ya kadar bir sukut ve suud içerisinde çalkanıyor”68 cümlesiyle özetlemiştir. Sıkıntılarını temelde “rehbersizlik” ve “nefs-i emmarenin gururu”na bağlayan Bediüzzaman, bu süreçte Peygamber Efendimiz’in (asm) Sünnet-i Seniyyesinin -pusula gibi- en istikametli rehber olduğu hakikatini yakinen anlamıştır.

“Nefs-i emmarenin gururu”nu terk etmek isteyen Bediüzzaman, “dâhilî nefis ve şeytanla mücadele”ye yönelmiştir. “Her şeyden evvel kalb ve ruhun yaralarını tedavi ve nefsin evhamından kurtulma” gayretine dönüşen bu yöneliş Eski Said’i Yeni Said’e kalbetmiştir. Bu manevi yolculuğun başlangıç rehberleri, kendisi gibi “akıl ve kalb ittifakı”nı esas alan, İmam-ı Rabbani (ra) ve İmam-ı Gazali (ra) gibi İslam büyükleridir.69 İmam-ı Gazali’nin (ra) “Sen dârü’l-hikmettesin; önce, kalbini tedavi edecek bir tabip ara”70 sözü ile İmam-ı Rabbani’nin (ra) “Tevhid-i kıble et; yani yalnız bir üstadın arkasından git”71 tavsiyesi Eski Said’i Yeni Said’e çeviren en ehemmiyetli iki hakikattir. Bediüzzaman “Üstad-ı hakiki Kur’an’dır. Tevhid-i kıble bu üstadla olur” diyerek ve kalbini tedavi edecek tabibin Kur’an olduğu gerçeğini fark ederek Yeni Said olmuş ve tümüyle Kur’an’a yönelmiştir.

Kaderin sevkiyle Yeni Said, Kur’an haricindeki tüm kitapların mütalaasını terk etmiştir. Çünkü ruhunda diğer kitapları mütalaa etmekten şiddetli “bir men” ve “bir mücanebet” hissini taşımıştır. Bunun sırrı ise “nazarı dağıtmamak”, “Kur’an’ın esrarına hasr-ı fikir etmek” ve “doğrudan doğruya âyât-ı Kur’aniyenin üstad-ı mutlak olmaları” vb. hakikatlerdir.72

4-Ladînî bir istibdad-ı mutlakın gelişini öngörmesi

Bediüzzaman’ı Yeni Said’e dönüştüren enfüsi sebeplerin yanında içtimai ve siyasi sebepler de vardır. Eski Said zamanında siyaset dairesinde hürriyet ve İslamiyet için şevkle çalışan Bediüzzaman, laik ve despot bir dönemin yaklaştığını manen görmüş ve hizmet/cihad metodunu yenilemiştir.

Eski Said, altıncı his denilen hiss-i kable’l-vuku ile yakın geleceğe dair iki hakikati fark etmiştir. Birincisi, ümidini kaybedenlere “istikbalde bir nur var” müjdesidir. Bu ümit Eski Said’i siyasete bağlamış ve -siyaseti İslamiyet’e hizmetkâr ederek- hararetle hürriyete çalışmasını netice vermiştir. İkincisi ise, “dehşetli ve ladînî bir istibdad-ı mutlakın geleceğini bir hadis-i şerifin manasından anla[ması]” neticesinde “şeytan ve siyasetten Allah’a sığınırım” diyerek siyaseti terk etmesidir. Bu hakikat ise Bediüzzaman’ı Yeni Said’e dönüştürmüştür.73 Eski Said’den Yeni Said’e geçiş döneminin uzun sürmesi Bediüzzaman’ın bu iki hiss-i kable’l-vukuunun kaynağı olan ümit ve endişesinin muvazenesidir.

Eski Said, 1922 yılında Ankara’ya davet edilişine kadar siyasetle İslamiyet’e hizmet etme ümidini taşımıştır. Ne zaman ki siyasetle dine hizmet imkânı kalmadığını anlamıştır, o andan itibaren “dünyadan tamamen yüz çevir[miş] ve kendi ıstılahınca “Eski Said’i göm[müştür]”74 Neticede, Eski Said’den Yeni Said’e geçiş dönemi yedi yıllık bir sürece dönüşmüştür. Ankara’da “ladîni bir istibdad-ı mutlak”ın güçlendiğini ve her şeyi kendine alet ettiğini fark etmesiyle, cazip tekliflere (300 lira maaş, köşk, milletvekilliği, Büyük Millet Meclisi hükümetinin en yüksek dini makamı olan Doğu İlleri Genel Vaizliği, Diyanet İşleri Başkanlığı Müşavere Heyeti üyeliği) aldanmamış ve başkent siyasetini terk ederek memleketine çekilmiştir. Bunun sebebini çok sonraları kaleme aldığı bir mektubunda şöyle izah edecektir: “Ben Beşinci Şua aslının verdiği haberin bir kısmını, orada bir adamda gördüm. Mecburiyetle o çok ehemmiyetli vazifeleri bıraktım. Ve ‘Bu adamla başa çıkılmaz, mukabele edilmez’ diye, dünyayı ve siyaseti ve hayat-ı içtimaiyeyi terk edip yalnız imanı kurtarmak yolunda vaktimi sarf ettim.”75

Yeni Said’in (1923-1949) Eski Said’den Farklı Yönleri

1-İhtiyarlık Sabahıyla Uyanışı

Eski Said gençtir; Yeni Said ise ihtiyardır. Eski Said, Bediüzzaman’ın kırk yaşına kadar süren gençlik döneminin ünvanıdır. Yeni Said cismen ihtiyarlamıştır; fakat ruhen yeni bir dirilişi yaşamıştır. Bu yeni dönem Bediüzzaman’ın “gençliğin gaflet uykusundan ihtiyarlık sabahıyla uyandığım bir an”76 diye tanımladığı yıllardır.

2-Dünyadan çekilmesi ve bütünüyle ahiret ehli olması

Eski Said, vatan ve milletin saadeti için içtimai ve siyasi hayatın içinde aktif bir şekilde bulunuyorken; Yeni Said dünyevi meşguliyetleri bir kenara bırakarak tam bir inziva hayatını tercih etmiştir. Eserlerinin muhtelif yerlerinde geçen “Büsbütün ahiret ehli Yeni Said olarak dünyadan elimi çektim”77, “Yeni Said öteki dünyaya çalışmak istiyor, sizinle çalışamaz; fakat size de ilişmez.”78, “Bütün bütün dünyadan el çekmiş, yetmiş beş yaşına gelmiş Yeni Said”79 gibi ifadeler ahirete yüzünü dönen yeni bir Said Nursi profiline dikkat çekmektedir.

Günde sekiz gazete okuyan Eski Said’in yerini, “sigarayı”, “gazeteleri”, “siyaseti” ve “sohbet-i dünyeviye-i siyasiyeyi” terk eden Yeni Said almıştır.80 Yeni Said dünyevi meşguliyetlerinden ve maddi-manevi her türlü zevklerinden vazgeçmiştir. Hatta “hürmet”, “teveccüh”, “şan”, “şeref” gibi dünyevileştirici hislerden kurtulmak amacıyla inzivayı tercih etmiştir.81

Yeni Said “kendi ruhî âlemine dalan”, “ruhî ve vicdani hazzıyla baş başa kalan” ve “Kur’an-ı Azimüşşanın tetkik ve mütalaasıyla vakit geçiren”82 uhrevi bir insandır.

3-Siyaseti terk edişi

Eski Said –bazen günde yedi, sekiz gazete okuyarak- siyaseti yakından takip etmiştir. Yeni Said ise taraftar bulmaya çok muhtaç olduğu zamanlarda bile siyasete arkasını çevirmiştir. Siyasi meselelerin dünya çapında merakla takip edildiği II. Dünya Savaşı zamanında dahi bu prensibini bozmamıştır.

Yeni Said siyasetten bilinçli bir şekilde “şiddetle tecennüb”83 etmiştir. Büyük bir hassasiyetle siyasetten uzak duruşunu iki temel sebebe dayandırmıştır: Birincisi, ebedi hayatı kazanma azmidir. İkincisi ise, iman ve Kur’an hizmetinin kudsiyetidir. Dünya hayatının her bir senesi, ebedi hayatın milyarlar senelerini netice verebilecek tarla mahiyetindedir. İhtiyarlıkla kabrin yakınlığını hisseden ve kaç yıl daha yaşayacağından emin olmayan Yeni Said’in yüzü ahirete dönmüştür. Zaruret olmadan geçici dünyaya ve siyasi meselelere ayıracak vakti kalmamıştır. Kur’an hizmetinin kudsiyeti adına siyasete arkasını çevirmesinin sebebini ise şöyle izah etmiştir: “Hakaik-i imaniye ve Kur’âniye birer elmas hükmünde olduğu halde, siyasetle âlûde olsaydım, elimdeki o elmaslar, iğfal olunabilen avam tarafından, ‘Acaba taraftar kazanmak için bir propaganda-i siyaset değil mi?’ diye düşünürler. O elmaslara âdi şişeler nazarıyla bakabilirler. O halde, ben o siyasete temas etmekle, o elmaslara zulmederim ve kıymetlerini tenzil etmek hükmüne geçer.”84

4- Tamamen Kur’an’a yönelişi

Yeni Said ile Eski Said’in farklarından biri de ders aldıkları “medrese”lerin farklılığıdır. Yeni Said “Kur’an medresesi”nde Risale-i Nur dersini alırken, Eski Said “hayat-ı içtimaî medresesi”nde “Hutbe-i Şamiye ve zeyilleri” dersine muhataptır.85

Eski Said, felsefe ve pozitif bilimlerde uzmanlaşmıştır.86 Eski Said’in düşünce dünyasında bir derece yerleşen Avrupa’nın felsefe, fen ve medeniyetine ait bilgiler, Yeni Said’in manevi yükselişinde kalbi hastalıklara dönüşmüştür. Said Nursi, yaşadığı bu çalkantılı süreci bir eserinde şöyle anlatmıştır: “Avrupa fünunu ve medeniyeti, Eski Said’in fikrinde bir derece yerleştiği için, Yeni Said harekât-ı fikriyede seyrettiği zaman, Avrupa’nın fünun ve medeniyeti o seyahat-i kalbiyede emraz-ı kalbiyeye inkılâp ederek ziyade müşkilâta medar olduğundan, bilmecburiye, Yeni Said zihnini silkeleyip, muzahraf felsefeyi ve sefih medeniyeti atmak isterken, kendi ruhunda Avrupa’nın lehinde şehadet eden hissiyât-ı nefsaniyeyi susturmak için, Avrupa’nın şahs-ı mânevîsi ile bir cihette gayet kısa, bir cihette uzun, gelecek muhavereye mecbur olmuştur.”87

Kalbi hastalıklardan kurtulmak isteyen Yeni Said, İmam-ı Rabbani’nin (ra) “tevhid-i kıble et” tavsiyesiyle tümüyle Kur’an’a yönelmiş, Kur’an’ın haricinde her türlü mütalaayı terk etmiş ve Kur’an’ın i’cazına dair kalbine gelen manaları Risale-i Nur’u netice verecek şekilde beyan etmiştir.

5-Ehl-i dünya ile konuşmayı manasız görmesi

Yeni Said dünyevi meşguliyetleri terk ettiği gibi, aynı zamanda “ehl-i dünya ile konuşmayı manasız görüyor.”88 Bunun sebebini ise bir mektubunda şöyle açıklamıştır: “Yeni Said dünyadan yüzünü çevirdiği için, ehl-i dünya ile konuşmayı, müdafaat-ı kat’iye mecburiyeti olmadan yapmıyor, lüzum görmüyor.”89 Ehl-i dünya ile konuşmak mecburiyetinde kaldığında ise –geçici olarak- sözü Eski Said’e vermiştir.

6-Eski Said’e mecburen söz hakkı vermesi

Yeni Said, birçok yönden eskisinden farklı olduğu halde bir kısım eserlerinde Eski Said’in “kafa”sına ve “lisan”ına müracaat etmiştir. Mesela, “âlem-i İslamın siyasetine ve hayat-ı içtimaiyesine”90 dair meselelere Yeni Said lisanıyla cevap vermemiştir. Çünkü Yeni Said siyaseti –şeytandan kaçarcasına– terk etmiştir. Fakat İslam âlemi ve Müslümanların geleceğine dair konularda susmamıştır ve “mecburiyetle, emaneten istiare ettiği Eski Said’in kafası”91 ile konuşma ihtiyacı hissetmiştir. Dikkate şayandır ki, “Eski Said lisanıyla” verilen cevaplarda “Yeni Said’in kalbiyle” müdahil oluşu sözkonusudur.92

Yeni Said’in Eski Said’e söz hakkı verdiği ilk mektup hâl ve istirahati, vesika için müracaat etmemesi ve siyasete uzak duruşu hakkında bilgiler verdiği On Üçüncü Mektup’tur. Yine, On Altıncı Mektup’ta siyasetten çekilmesinin, her türlü sıkıntılara ve hakaretlere tahammül etmesinin, çalışmadığı halde nasıl geçindiğinin ve yaşam ve giyinme tarzını değiştirmemesinin sebeplerini Eski Said diliyle izah etmiştir. Benzer şekilde Yirmi İkinci Lem’a’da da Yeni Said’in sessiz kaldığı sorulara, Eski Said lisanıyla cevaplar verilmiştir. Yeni Said, kendiyle ilgili meselelerde Eski Said’i konuşturmuştur.

Eski Said lisanına müracaat ettiği yerlerde parça parça niçin Yeni Said lisanını kullanmadığına dair ipuçları da verir, Bediüzzaman. Mesela On Altıncı Mektup’ta Eski Said diliyle konuşmasının sebebini şu cümlelerle izah etmiştir: “Şu cevabı vermek benim için hoş değil; arzu etmiyorum. Her şeyimi Cenab-ı Hakkın tevekkülüne bağlamıştım. Fakat ben kendi halimde ve âlemimde rahat bırakılmadığım ve yüzümü dünyaya çevirdikleri için, Yeni Said değil, bilmecburiye Eski Said lisanıyla, şahsım için değil, belki dostlarımı ve Sözlerimi ehl-i dünyanın evham ve eziyetinden kurtarmak için, hakikat-i hali hem dostlarıma, hem ehl-i dünyaya ve ehl-i hükme beyan etmek için, Beş Noktayı beyan ediyorum.”93 Bu ifadelerden anlaşıldığı üzere yüzünü ahirete çeviren ve bütünüyle Kur’an’a odaklanan Yeni Said, özel hayatında rahat bırakılmadığı ve zorunlu olarak nazarı dünyaya çevrildiği için Eski Said lisanına müracaat etmiştir. Yine aynı mektubun zeylinde, Yeni Said’in kendisine eziyet edenlerle hesaplaşmasını bile ahirete bıraktığı ve tümüyle dünyevi konuşmalardan kendisini soyutladığı şu cümlelerden anlaşılmaktadır: “Eski Said yok. Yeni Said ise, ehl-i dünya ile konuşmayı manasız görüyor. ‘Dünyaları başlarını yesin! Ne yaparlarsa yapsınlar; mahkeme-i kübrâda onlarla muhakeme olacağız’ der, sükût eder. “94

Bediüzzaman mahkeme müdafaalarında da sözü Eski Said’e vermiştir. Çünkü çok gururlu ve inatçı iftiracılara karşı bir nebze olsun benlik ve enaniyet göstermek gerekmektedir. Her ne kadar Eski Said’e emaneten söz vermiş olsa da, Yeni Said, onun mecburi enaniyetini ve temeddühünü sahiplenmemiştir. Eskişehir Mahkemesi’nde yaptığı savunmada Eski Said lisanıyla söz istemesinin sebeplerini şöyle izah etmiştir: “‘On üç senedir beni konuşturmadınız. Şimdi madem beni nazara alıp, sizi ittiham altına alıyorlar ve sizden korkuyorlar; elbette benim onlarla konuşmam lazım geliyor. Gerçi benlik, enaniyet çirkindir; fakat mağrur ve muannit enaniyetlilere karşı, haklı bir surette ve sırf kendisini müdafaa ve muhafaza etınek için benlik göstermek lazım geliyor. Onun için, Yeni Said gibi, mahviyetle, mülayimane konuşamayacağım.’ Ben de ona söz verdim; fakat enaniyetlerine, temeddühlerine iştirak etmiyorum.”95

Bediüzzaman’ın Eski Said’in şiddetli lisanıyla konuşmasının sebeplerinden biri de –Risale-i Nur’un hakkaniyetine dair otuz üç Kur’an ayetinin müjdelerinin yer aldığı Birinci Şua’yı hazmedemeyen, ihtiyar bir âlimin gıybet meselesidir.Yeni Said’in “terk-i enaniyet” mesleğine rağmen Eski Said’e söz hakkı tanımaya ve herkese meydan okumasına mecburiyetle izin verişine tanık olunmaktadır: “Bu mesele yalnız şahsıma taallûk etseydi, ben cidden nefs-i emmaremi tam kırmak için ona minnettar olurdum. Mesleğimiz, bu zamanda hakka hizmet, bütün bütün terk-i enaniyetle olabileceğini kat’î kanaatimiz olduğu gibi, yirmi senedir nefs-i emmarem ister istemez o mesleğe itaate mecbur olmuş. Risale-i Nur ve mukaddematları, buna bir hüccet-i katıadır. Fakat garaz ve inat ve bir nevi taassub-u meslekiyeyi ihsas eden ve esrar-ı mestûreyi işaa suretinde gelen itiraz ve ayıplara karşı Eski Said lisanıyla derim: İşte meydan! En mutaassıp ulemadan ve en büyük velîden tut, tâ en dinsiz filozoflara ve müdakkik hükemalara, Risale-i Nur’daki davaları ispat etmeye hazırım ve hem de ispat etmişim ki, benim mahvıma ve idamıma mütemadiyen çalışan zındık filozoflar ve mülhidler, o davaları cerh edemiyorlar ve edememişler.”96

Ayrıca Bediüzzaman’ın mahkemedeki Eski Said diliyle konuşmaları –kendi nefsi adına değil– Risale-i Nurları ve masum Nur talebelerini müdafaa etmek içindir. Afyon Mahkemesi’nde Yeni Said’in sessizliğine ve “her şeye tahammül etme”97 prensibine rağmen masum rençber ve esnaf talebelerini müdafaa etmek mecburiyetiyle Eski Said’e söz vermiştir: “Yeni Said dünyadan yüzünü çevirdiği için, ehl-i dünya ile konuşmayı, müdafaat-ı kat’iye mecburiyeti olmadan yapmıyor, lüzum görmüyor. Fakat bu meselede çok masum rençber ve esnaf adamlar, bize az bir münasebetiyle tevkif edilerek, iş zamanında, çoluk çocuklarına nafaka tedarik edemediklerinden, şiddetli rikkatime dokundu. Derinden derine beni ağlattı. Kasem ederim, eğer mümkün olsaydı, onların bütün zahmetlerini kendime alırdım. Zaten bir kusur varsa benimdir. Onlar masumdurlar. İşte bu elim halet için, Yeni Said’in sükûtuna rağmen, ben diyorum…”98

Eski Said’in iftihar ederek söylediklerine Yeni Said hiçbir zaman iştirak etmemiştir. Yirmi İkinci Lem’a’da –enaniyetli insanlara hadlerinin bildirilmesi zaruretinden– sustur(a)madığı Eski Said’den, Yeni Said olarak şöyle yakınmıştır: “Şu makamda Eski Said’in iftiharkarane söylediği şu sözlere ben iştirak etmiyorum. Bu risalede sözü ona verdiğim için susturamıyorum. Enaniyetlilere karşı bir parça enaniyetini göstersin diye sükût ediyorum.”99

Bediüzzaman’ın Eski Said kafasıyla konuştuğu konular arasında milliyetçilik ve Vehhabilikten bahseden Yirmi Altıncı Mektub’un Üçüncü Mebhası ile Yirmi Sekizinci Mektub’un Altıncı Meselesi de vardır. Yeni Said siyaseti tamamıyla terk edip bakmadığı için, İslam âleminin siyasetini ve sosyal hayatını ilgilendiren Milliyetçilik ve Vehhabilik vb. meselelere de Eski Said kafasıyla ve lisanıyla cevaplar vermiştir.

7-İlmin izzetini Risale-i Nur’la muhafaza etmesi

Eski Said’in en dikkat çekici özelliklerinden biri de –ilmin izzetini korumak adına–her türlü haksızlığa boyun eğdirmeyen cesaretidir, asabiliğidir. Dört büyük komutan karşısında pervasızca duruşu bunun en çarpıcı misalleridir. Eski Said’in bu dört komutan karşısındaki izzetli duruşu, hukukunu savunuşu ve inancının gereğini yapması başlı başına ibret tablolarıdır. Eski Said’in bu yönünü bilenler, Yeni Said döneminde ona haksız bir şekilde zulmetmişler, hiddetini tahrik ederek zulümlerini sürdürmek ve haklı göstermek istemişlerdir. Fakat Yeni Said iman ve Kur’an hizmetinin hatırı için bu tür tacizlere azami derecede tahammül etmiş ve müspet hareketinden asla taviz vermemiştir.

Bir mektubunda bu meseleye dair şunları söylemiştir: “Ehl-i siyasetteki düşmanlarım, mezkûr hakikatleri bilmedikleri için, şerefli, izzetli Eski Said’i düşünüp mütemadiyen Nurlar bedeline benim şahsıma ihanet ve tenkis etmekle meşgul oluyorlar. Bazı mutaassıp enaniyetli hocaları da şahsımın aleyhine çeviriyorlar, güya Nurları söndürmeye çalışıyorlar.”100

Yeni Said eski hayatına oranla çok büyük ihanetlere uğradığı ve kanundışı, insanlıkdışı zulümlere muhatap olduğu halde, kendi tabiriyle –zahiren– “en korkak, en miskin bir vaziyette sessiz kalıp sabret[miş]” ve hatta işkencelere muhatap olduğu halde ruhunda ferahlık hissetmiştir. Bunun hikmetini bir mektubunda şöyle izah etmiştir: “Kur’ân-ı Hakîmin hakaik-i imaniyesini tefsir eden Risale-i Nur’u hiçbir şeye ve şahsi menfaatlerine ve manevi kemâlâtlarına alet yapmamak ve hakiki ihlâsı kırmamak için, ehl-i siyaset Said hakkında ‘dini siyasete âlet yapmak’ vehmini verip, tâ Said işkencelerle, hapislerle dini siyasete âlet etmesin diye ehl-i siyasetin zalimane hükümleri altında kader-i İlahi, Nurdaki hakiki ihlâsı kırmamak için Said’e şefkatli tokatlar vurup ‘Sakın, sakın, hakaik-i imaniyenin tefsiri olan Risale-i Nur’u kendi şahsi menfaatlerine ve hatta manevi kemâlâtlarına ve belalardan ve muzır şeylerden kurtulmaklığına alet yapma. Ta ki Nurun en büyük kuvveti olan ihlâs-ı hakiki zedelenmesin’ diye, kader-i İlahinin şefkatli tokatları olduğuna…”101

Keyfi ve kanundışı baskılar karşısında zerre kadar tavizi olmayan Eski Said’e mukabil; “yenisi ise her şeye tahammül ediyor.”102 Yeni Said de ilmin izzetini koruma cihetinde çok hassastır. Fakat Yeni Said öyle izzetli bir duruşu vardır ki, karşısındaki yılan tabiatlı insanlarla muhatap olmasına engel olmaktadır. Hem de “[Yeni] Said’in lisanında Kur’an’ın tezgâhından gelen bir elmas kılınç varken, elindeki kırık odun parçasıyla müdafaa etme[ye]”103 ihtiyaç kalmamıştır.

Yeni Said, yılan tabiatlı ve canavar vicdanlı kişilere karşı talebelerine de şu tavsiyelerde bulunmuştur: 1-Zaruret-i katiye olmadan onlarla uğraşmayın, 2- Cevabü’l-ahmakü’s-sükût nevinden, tenezzül edip onlarla konuşmayın, 3-Canavar vicdanı taşıyanlara dalkavukluk etmekle zaaf göstermeyin, 4-Müteyakkız davranın, lakaytlık ve gafletten kaçının…104

8-Telifatının âni ve def’i olması

Eski Said az ve öz konuşmayı sevmiştir. Bu sebeple kısa cümleler ve veciz ifadelerle eserler yazmıştır. Eserlerini öncelikle kendisi ve ikinci derecede medresenin yüksek derslerini gören eski talebelerinin anlayışını dikkate alarak yazmıştır.105 Eski Said dönemindeki eserlerde “mantık” ve “ilim” öne çıkarken, Yeni Said döneminde “sünühat” ve “ilham” galiptir. Bediüzzaman 50’li yıllarda – kırk yıl aradan sonra yeni eline geçen – Münazarat isimli eserini gözden geçirirken “Eski Said’in kafasını alıp, Yeni Said’in sünühatıyla dikkatle mütalaa ettim”106 ifadesini kullanması, bu açıdan manidardır. Eski Said’in eserleri daha ziyade akla hitap ederken, Yeni Said’in Risale-i Nur Külliyatı ise akılla birlikte kalp, ruh, sır gibi tüm latifeleri doyurucu nitelikler taşımaktadır.

Bediüzzaman Said Nursi, “Üçüncü Mektup”ta Eski Said ile Yeni Said’in akıl ve kalbinin birbirinden çok uzak olduğu; fakat Nokta risalesinde ittifak ettiklerini dile getirmiştir. Eski Said’in “kuvvet-i ilmi” ve “nazar-ı aklı”na, Yeni Said’in ise “şuhud-u kalbi” ve “nur-u vicdanı”na dikkat çekmiştir. Bu açıdan Nokta risalesi için Eski Said ile Yeni Said’in tevafuk ettiği bir dönemin ürünü olduğu söylenebilir. Fakat yine de Nokta Risalesi Bediüzzaman tarafından noksan görülmüş ve Yirmi Dokuzuncu Söz ile bu noksanlıklar tamamlanmıştır.

Bediüzzaman Yeni Said döneminde gerçekleşen telifatının özelliklerini ise bir mektubunda şöyle sıralamıştır: “Hem yazılan eserler, risaleler, ekseriyet-i mutlakası, [1] hariçten hiçbir sebep gelmeyerek, [2] ruhumdan tevellüt eden bir hâcete binaen, [3] âni ve [4] def’î olarak ihsan edilmiş.”107

Bediüzzaman, Risale-i Nur’un (ve dolayısıyla Yeni Said’in) birinci muhatabı olan Hulusi Bey’in kendisine sorduğu soruları cevaplarken, “Yazılan galip Sözler ve Mektuplar, ihtiyarsız, def’i ve ani bir surette kalbe geliyordu, güzel oluyordu. Eğer ihtiyar ile Eski Said gibi kuvve-i ilmiye ile düşünüp cevap versem, sönük düşer noksan olur. Bir miktardır ki, tulûat-ı kalbiye tevakkuf etmiş, hafıza kamçısı kırılmış.”108 değerlendirmesinde bulunmuştur. Bediüzzaman’ın bu değerlendirmesi Eski Said ile Yeni Said eserleri arasındaki farkı göstermesi açısından önemli bir ölçüdür. Yeni Said’in sünuhatının yerini Eski Said’in ilim ve zekâsının dolduramayacağını ise başka bir eserinde şöyle zikretmiştir: “Onun fikri ve ilmi ve zekâsının eseri olmadığına delil, Risale-i Nur’un öyle parçaları var ki, bazı altı saatte, bazı iki saatte, bazı bir saatte, bazı on dakikada yazılan risaleler var. Ben yeminle temin ediyorum ki, Eski Said’in kuvve-i hafızası beraber olmak şartıyla, o on dakikalık işi, on saatte fikrimle yapamıyorum. O bir saatlik risaleyi, iki gün istidadımla, zihnimle yapamıyorum. Ve o altı saatlik risale olan Otuzuncu Sözü, ne ben, ne de en müdakkik dindar filozoflar, altı günde o tahkikatı yapamaz.”109

9-Kemal-i mahviyet ile hüsn-ü zanları tadil etmesi

Yeni Said, “kendine hürmet ve teveccüh kazanmak ve şan ve şeref bulmak, katiyen aleyhindedir, katiyen kabul etme[miştir]” gerekçesiyle inziva hayatını tercih etmiştir.110 Kendisine çok fazla hüsn-ü zan eden Nur talebelerinin –belki yüz defa– hatırlarını kırmıştır.111 Mahviyetkarane bir hayatı benimseyen Yeni Said, mükerrer derslerle ifratkarane hüsn-ü zanların tadil edilmesi için de azami hassas davranmıştır.112

Üçüncü Said (1949-1960)

Bediüzzaman Said Nursi, 1949 yılında Afyon hapsinde iken “acip inkılabat-ı ruhî” içinde bulunur. Bu durumun bir benzerini otuz yıl önce İstanbul’da yaşamıştır. İstanbul’da yaşadığı inkılab, Darü’l-Hikmet-i İslâmiye’deki faaliyetlerine ara vermesine, Yuşa tepesinde inzivaya çekilmesine ve hatta zaruri hizmetlerini gören fedakâr talebesi/yeğeni Abdurrahman’ı kendisinden uzaklaştırmasına yol açmıştır. İstanbul’daki ruhî ınkılabını hatırlatan Afyon hapsindeki yeni durumu Bediüzzaman Said Nursi şöyle yorumlamıştır: “Üçüncü bir Said ve bütün bütün târik-i dünya olarak zuhuruna bir işaret tahmin ediyorum. Demek Nurlar ve kahraman şakirtleri benim vazifelerimi yapacaklar; daha bana hiç ihtiyaç kalmamış. Zaten Nurun her bir câmi cüz’ü ve sarsılmayan hâlis şakirtlerinin her birisi, benden daha mükemmel ders verir.”113 Bu ifadelerden anlaşıldığı üzere Risale-i Nur hizmetinin sorumluluk gerektiren ağır yükünün sâdık Nur talebeleri tarafından omuzlandığı ve Bediüzzaman’ın vazifelerine talebelerine emanet ettiği Üçüncü bir dönem başlamıştır.

“Üçüncü Said” devri de Risale-i Nur hizmetinin çok daha farklı boyutlara ulaştığı, özellikle üniversiteli gençlerin bu eserlere yöneldiği ve külli bir inkişafın yaşanmaya başladığı bir sürecin işaretidir. Bediüzzaman’ın Tarihçe-i Hayat’ında Üçüncü Said devrinin hakikati, talebeleri tarafından şöyle yorumlanmıştır: “Afyon hapsinden sonra Üstad –kendi tabirince– bir nevi Üçüncü Said olarak görünüyordu. Çünkü bundan sonra hizmet-i Nuriye başka safhalarda tezahür edecekti; külli bir inkişaf olacaktı. Üstadın hizmetine koşan ve Nur hizmeti için yanına gelenler, bilhassa mektepli gençlerdendi.”114

Bediüzzaman Üçüncü Said devrinde dünyayı bütünüyle terk ettiren bir halet-i ruhiye içinde olmakla birlikte, dünyaya bakmadığı için yapamadığı bir kısım vazifelerin de sorumluluğunu hissetmektedir. Bir mektubunda bu enfüsi haletinden şöyle bahsetmiştir: “Beni manen cezalandıracak, vazife-i hakikiyeye karşı büyük kusurlarım var… Evet, büyük kusurlarımdan bir tek suçum: Vatan ve millet ve din namına mükellef olduğum büyük bir vazifeyi, dünyaya bakmadığım için yapmadığımdan, hakikat noktasında affolunmaz bir suç olduğuna ve bilmemek bana bir özür teşkil edemediğine, şimdi bu Afyon hapsinde kanaatim geldi.”115 Yeni Said tamamen “iman” hizmetine odaklanmışken; Üçüncü Said iman hizmetiyle birlikte “hayat” ve “şeriat” hizmetlerinin sorumluluğuyla hareket etmiştir.

Üçüncü Said’in halet-i ruhiyesindeki “bütün bütün târik-i dünya” oluşu Risale-i Nur’un hakiki talebelerinin faal birer hizmetkâr olmalarına vesile olurken; “vatan, millet ve din namına mükellef olunan büyük vazifeler”in mevcudiyeti ise Bediüzzaman’ı faaliyete sevk etmiştir. Yeni Said devrinde hiç kimsenin yanında kalmasına izin vermeyen ve akşamdan kuşluk vaktine kadar kapısını daima kilitleyen Bediüzzaman, Üçüncü Said devrinde sadık talebelerinden bazılarını hususi hizmetine almıştır.116 1953’ten 1960 yılına kadar, Isparta Nur medresesinde, farklı istidatlara sahip manevi varislerini dört dörtlük yetiştirmiştir.

Yeni Said devrinde mahkemeden mahkemeye, sürgünden sürgüne koşturulan Bediüzzaman, ancak Üçüncü Said devrinde bir nebze olsun hürriyetine kavuşmuştur. Yeni Said’in seyahat etme hürriyeti bile o kadar sınırlanmıştır ki, en yakın bir köye gitmesine de izin verilmemiştir. 20 Eylül’de Afyon hapsinden tahliye olan Üçüncü Said, 2 Aralık’ta Emirdağ’ına ulaşmıştır. İki yıl kadar Emirdağ’da kalan Üçüncü Said bu süre içinde ilçe dışına çıkamamıştır. İlk defa 1371 yılının Muharrem ayında (1951) seyahat etme hürriyetini kullanabilmiştir. Bu tarihte Eskişehir’e giden Üçüncü Said, Yıldız Oteli’nde bir buçuk ay kalmıştır.117

Üçüncü Said devrinin en ehemmiyetli hususiyetlerinden biri Risale-i Nur hizmetinin geniş kitleler üzerinde makes bulmasıdır. Bu hizmet alanları en genel manada beş maddede özetlenmiştir: 1-Risale-i Nur’un mecmualar halinde serbest bir şekilde basılması ve neşredilmesi. 2- Başta İstanbul, Ankara ve Şark Vilayetleri olmak üzere Anadolu’nun çeşitli vilayet, kasaba ve köylerinde Risale-i Nur’un intişar etmesi. 3- Risale-i Nur’un en modern neşir vasıtalarıyla, hem Anadolu’ya, hem İslam dünyasına, hem de tüm insanlığa duyurulması. 4- Muhtelif halk tabakalarının (Üniversite ve diğer mektep talebeleri, gençler, memurlar, hanımlar vs.) Risale-i Nur’u okumaları ve fedakâr, halis birer iman hadimi olmaları. 5- Yeni hükümetin Risale-i Nur’a takdirle bakması, resmi makamlarla müspet münasebetlerin artması ve müsadere edilen kitapların iadesi.118

Üçüncü Said devrinde, başta Irak ve Pakistan olmak üzere İslam Dünyasında Risale-i Nur kitapları geniş bir okuyucu kitlesi bulmuştur. Pakistan Eğitim Bakanı Ali Ekber Şah Türkiye’ye geldiğinde Bediüzzaman Said Nursi’yi de ziyaret etmiştir. Ülkesine Risale-i Nur Külliyatı’nı götürmüş ve Urduca’ya tercüme edilerek resmen üniversitelerde okutulması için gayret sarfedeceği sözünü vermiştir. Pakistan’da Es Sıddık gibi birçok gazete ve mecmualarda Risale-i Nur’un Uhuvvet, İktisat, Hutuvat-ı Sitte gibi risaleleri -Arapça ve Urduca’ya tercüme edilerek- neşredilmiştir.119

Üçüncü Said devrinde başta Finlandiya ve Almanya olmak üzere Avrupa’da Risale-i Nurlar okunmaya başlamıştır. Finlandiya İslam Cemaati Reisi tarafından Risale-i Nur eserleri neşredilmiştir. Berlin Teknik Üniversitesi mescidine Risale-i Nur Külliyatı konulmuştur. Şarkiyat Üniversitesi İlahiyat bölümünde Risale-i Nur hakkında konferans düzenlenmiştir.120 Emirdağ Lahikası’nın bir mektubun içinde yer alan “Berlin’de Almanlar Zülfikar’ı aldıkları vakit, bir gazetelerinde alkışlayarak ilân etmişler”121haberi, Risale-i Nurların dünya milletleri tarafından da takdirle karşılanacağının ilk müjdeli işaretleridir.

Üçüncü Said’in talebeleri dünyanın dört bir yanına Risale-i Nurları ulaştırma gayretini taşımışlardır. ABD, Japonya, Kore, Hindistan, Endonezya vb. ülkelerde Risale-i Nurların neşredilmesi için tüm imkânlar seferber edilmiştir.

Üçüncü Said’in Hususiyetleri

1-“Genç Said”leri hakiki vekil ve varis kabul etmesi

Üçüncü Said, “Medresetü’z Zehra erkânları” diye nitelediği sadık talebeleri için “hakiki vekillerim”122 ve “hakiki varislerim”123 demiştir. Onları “fedakâr evladın çok fevkinde sadakatle şimdiye kadar hizmetleriyle her biri birer genç Said…”124 mahiyetinde görmüş ve çok kıymet vermiştir.

Said Nursi’nin vekilleri –öncelikle- vasiyetnamede adı geçen Nur talebeleridir. Bir mektubunda bu hakikati şu sözleriyle vurgulamıştır: “Vasiyetnamemdeki evlât kabul ettiğim küçük evlâtları tevkil ediyorum. Onlarla konuşanı benimle konuşmuş gibi kabul ediyorum.”125 Başka bir mektubunda ise “bütün Nur talebeleri bir cihette bu biçare Said’in dava vekilleri”dir126 diyerek bu daireyi genişletmiştir.

Emirdağ Lahikası’nın ikinci cildinde “Üstadımız diyor ki/dedi ki/ifade buyurdular ki/demiş”127 ifadelerinin sıkça kullanılması da genç Nur talebelerinin Üçüncü Said’e hakkıyla vekil olduklarının bariz bir belirtisidir.

Üçüncü Said’in hususi vekilleri de vardır. Bunlardan birincisi Mustafa Sungur’dur. Said Nursi “Ben kendim zehir hastalığıyla şiddetli hasta olduğumdan ve kendi hukukumu müdafaa edemediğimden Sungur’u kendime vekil ediyorum”128 diyerek Ankara’da Risale-i Nur’un mahkeme işlerini takip etmek için Mustafa Sungur’u vazifelendirilmiştir. Daha sonraları Mustafa Sungur’un yanına –ikinci bir vekil olarak- talebelerinden Ceylan Çalışkan’ı göndermiştir.129 Daha sonraları Bediüzzaman Said Nursi’yi savunma cesaretini taşıyan Mihri Helav, Seniyüddin Başak ve Abdurrahman Şeref Laç gibi avukatlar bu vazifeyi üstlenmişlerdir.130

İman ve Kur’an’a Risale-i Nur’la hizmet eden her bir Nur talebesi Bediüzzaman’ın bir vekilidir. Bediüzzaman’ın Ankara’daki bir talebesi olan Osman Nuri hakkında “Eğer o, orada olmasa idi, benim gitmem lazımdı. Fakat o bana ihtiyaç bırakmıyor.”131beyanında bulunması bu cihetle manidardır.

Üçüncü Said, Risale-i Nur hizmetine dair bazı işleri talebelerinin (Medresetü’z Zehra erkânları) reylerine havale etmiştir. Emirdağ Lahikası’nın ikinci cildindeki bir kısım mektuplarda Nur talebelerinin reylerine havale edilmiş birçok hizmet zikredilmiştir: Bediüzzaman’ın dünyadaki son menzili olan kabrinin nerede olacağı,132 İnebolu’da yeni harfle çoğaltılan nüshaların durumu,133 Lemaat’ın Otuz Üçüncü Söz olarak Sözler’e dâhil edilmesi,134 Asa-yı Musa’nın Arapça’ya tercüme edilmesi,135 Gençlik Rehberi hakkında “dini siyasete alet etmek var” hükmüne varan vukufsuz ehl-i vukufun adlî vazifelerini dinsizliğe alet etmek istediklerini delilllerle ispat etmek vazifesi,136 Risale-i Nur mecmualarına dair elli liranın ne şekilde kullanılacağı,137 Said Nursi’ye gelen mektuplara onun bedeline cevap verilmesi,138 ince bir meseleye dair hakikatin ıslaha ihtiyacı olup olmadığı,139 Mahkeme-i Temyiz tarafından beraati tasdik edilen mahrem bir risalenin neşir kararı,140 İhvan-ı Müslimin Cemiyeti namına gelen tebriğe cevap verilmesi,141 Isparta Sümerbank Fabrikası’nda çalışan bir zatın sualine cevap verilmesi,142 Cezire ile irtibatın sürdürülmesi ve Zülfikar mecmuasındaki bir sehvin tashih edilmesi…143

Üçüncü Said’in talebeleri, üstadlarının inisiyatif vermesiyle Risale-i Nur hizmetinde sorumluluk üstlenmişlerdir. Nur talebelerinin inisiyatif alarak gerçekleştirdikleri bir kısım faaliyetlere Lahika mektuplarında yer verilmesi de teşvik maksatlı olsa gerektir. Mesela, Üniversite Nur Talebelerinin İstanbul’da iki bin adet Gençlik Rehberini basmaları,144 Risale-i Nur ve Bediüzzaman aleyhinde neşriyat yapan gazetelerden yüz altmış adedinin imha edilmesi,145 Doğu Üniversitesi hakkında tahrifçi Ulus gazetesine cevap verilmesi,146 bazı gazetelerde çıkan yalan haberler hakkında yazılan tekzip yazıları…147

2-Yeni hizmet açılımlarında talebelerine rehberlik etmesi

Üçüncü Said, Risale-i Nur hizmetine dair bir kısım konularda talebelerinin ufuklarını açmış ve onlara rehber olmuştur. Mesela, bir mektubunda “bu mealde adaletperver Demokratlara istida yazabilirsiniz”148 diyerek resmi makamlara nasıl dilekçe yazılacağının bir misalini göstermiştir.

Seyyid Salih isimli bir talebesinin “Arabistan’da Asa-yı Musa’nın çok lüzumu ve çok faydası olduğunu, oralarda seyahatimde anladım. Herhalde Arapçaya tercümesi lazım geliyor” mektubu üzerine, dört kanaldan (Ezher Üniversitesi, Diyanet İşleri Başkanlığı, kardeşi Ürgüp müftüsü Abdülmecid Ünlükul ve Isparta’daki âlim Nur talebeleri) tercüme faaliyetlerine başlanması için talebelerini yönlendirmiştir.149

Yeni Said dünyaya arkasını dönmüşken, Üçüncü Said ise içtimai ve siyasi bazı meselelere dair tahlillerde bulunmuştur. Fakat bu mektupların neşrinde dikkatli olunmasını istemiştir. “Merkezlerden münasip gördüğünüz yerlere, su-i tesir yapmamak şartıyla gönderebilirsiniz”150 sözüyle bu hassasiyeti dile getirmiştir.

Üçüncü Said Risale-i Nur’un geniş kitlelere ulaşması için toplumun saygı duyduğu kimselerin Nur mecmualarına “sahip”, “hami” ve “varis” olmalarını arzu etmiştir. Başta Mustafa Sabri Efendi, Ali Rıza Efendi, Mehmed Zahid Kevserî,151 Eşref Edip,152 Tevfik İleri153 vb. meşhurları göreve çağırmıştır.

Üçüncü Said’in Risale-i Nur hizmeti cihetinde ufku o kadar geniştir ki Katolik Kilisesinin merkezi olan Vatikan’a Zülfikar isimli eserini göndermiştir. Bu nezakete 22 Şubat 1951’de, Papa Pius XII Duodecimus (1939-1958) adına memnuniyet mesajıyla karşılık verilmiştir.154

 

3-Nazarları Risale-i Nur’a ve şahs-ı maneviye yönlendirmesi

Üçüncü Said “Risale-i Nur’u okumak, on defa benimle görüşmekten daha kârlıdır”155, “milyonlar nüshası her birisi on Said kadar fayda veriyor”156, “Risale-i Nur ekseriyet itibarıyla kendi kendine ders verip muallimlere ihtiyaç bırak[mıyor]”157 diyerek nazarları Risale-i Nur Külliyatı’na çevirmiştir.

Üçüncü Said has talebeleriyle Risale-i Nur’un “hizmeti”, “intişarı/neşriyatı” ve “fütuhatı” söz konusu olduğunda görüşmüştür.158 Kendisiyle görüşmek isteyenlere ise “bana hizmet eden hakiki fedakâr talebelerim ve manevi evlatlarım ve kardeşlerim benim bedelime görüşmeleri kâfi; bana hiç ihtiyaç yok”159 cevabını vermiştir. İman ve Kur’an hizmetini “binler, belki yüz binler Saidcikler, senin bedeline ders verecek ve konuşacaklar var”160 diyerek Risale-i Nur talebelerinin şahs-ı manevisine emanet etmiştir.

4-Nur dershanelerinin açılmasını teşvik etmesi

Üçüncü Said, talebelerinin her yerde dershane açmalarını teşvik etmiştir. Bunun üzerine Isparta’nın köylerinde bile dershaneler açılmıştır. Bir mektubunda bu düşüncesini “Şimdi resmen din tedrisatı için hususi dershaneler açılmasına izin verilmesine binaen Nur şakirtleri mümkün olduğu kadar her yerde küçücük bir dershane-i Nuriye açmak lazımdır”161 sözüyle dile getirmiştir. Üçüncü Said’in dershane açmayı teşvik ettiği yıllar, ülke şartlarının din eğitimi alınmasına müsait hale geldiği bir dönemdir.162 Üçüncü Said, her evin de Nur dershanesi mahiyetini taşımasını arzulamıştır. Bunun için talebelerine -evli ise çoluk çocuğuyla, bekâr ise komşularıyla toplanarak- hiç olmazsa günde beş on dakika Risale-i Nurla meşgul olmalarını ve böylece evlerini Nur dershanesine dönüştürmelerini tavsiye etmiştir.163

Yeni Said, evinde geceleri hiç kimsenin kalmasına izin vermeyip, kuşluk vaktine kadar kapısını kilitlerken; Üçüncü Said, Isparta’da kaldığı evi Risale-i Nur dershanesine dönüştürmüştür. Sadık talebelerinden bazılarının dershanede kalmalarına izin verip, hususi hizmetine kabul etmiştir. Talebeleriyle bazen sabah namazından öğle ezanına kadar dersler yapmıştır. 1953 yılından 1960 yılına kadar Isparta Nur dershanesinde yaşananlar, geleceğin Nur dershanelerinin nüvelerini teşkil etmiştir.

Üçüncü Said, eski medreselerde beş on senede elde edilen neticeyi, Nur dershanelerinin beş on haftada kazandırabildiğini görmüştür. “Elli beş sene bir gaye-i hayalim” ve “hayatımın bir neticesi” dediği Zehra Üniversitesinin “manevi hakikati”nin Nur dershaneleriyle gerçekleştiğini söylemiştir. Nur dershaneleriyle bir tek üniversiteye bedel Anadolu, belki İslam Dünyası, hatta dünya geniş bir dershane/üniversite hükmüne geçmiştir.

 

5-Siyaseti takip etmesi ve siyasetçilere mektup yazması

Üçüncü Said’in en belirgin özelliklerinden biri de siyaseti takip etmesi, siyasetçilere mektuplar yazması ve bu mektupları Emirdağ Lahikası’na derç etmesidir. Cumhurbaşkanı Celal Bayar’a,164 Başbakan Adnan Menderes’e,165 Adalet Bakanına,166 Milli Eğitim Bakanı Tevfik İleri’ye,167 Bakanlar Kuruluna,168 Hüseyin Avni Göktürk ve Tahsin Tola’ya,169 Dindar Milletvekillerine170 hitaben kaleme alınan birçok mektup Risale-i Nur Külliyatı’nın lahikalarına dâhil edilmiştir.

Said Nursi, uzun yıllar uzak durduğu siyasete tekrar bakmasının hikmetini ise şu sözleriyle açıklamıştır: “Dindar demokratlar, hususan Adnan Menderes gibi zatların hatırları için 35 seneden beri terk ettiğim siyasete bir iki gün baktım.”171

Üçüncü Said’in talebelerinin “Demokrat Nur Talebeleri”172 ve “Demokrat azalarından Nur Talebeleri”173 imzalarıyla mektuplar yazmaları da dikkate değerdir. Üçüncü Said “siyaset hesabına değil, belki Nurların intişarı ve maslahatı hesabına, bazı kardeşler, Nurlar namına değil, belki kendi şahısları namına girebilir.”174 demiştir. Oysa Yeni Said –hizmet şartları gereği- talebelerinin siyasetle meşgul olmasına şiddetle karşıdır: “Risale-i Nur’un bir talebesini tecrübe ettim. Acaba bu heyecan, şimdiki siyasete karşı ne fikirdedir diye, Boğazlar hakkında bir boşboğazlığı münasebetiyle bir iki şey sordum. Baktım, alakadarane ve bilerek cevap verdi. Kalben, ‘Yazık!’ dedim. ‘Bu vazife-i nuriyede zararı olacak.’ Sonra şiddetle ikaz ettim. ‘Şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım’ bir düsturumuz vardır.”175 Üçüncü Said ile Yeni Said’in siyasetle münasebetlerinin –şartlar gereği- farklı oluşu, talebelerinin de siyasi meşguliyetlerini derinlemesine etkilemiştir.

 

6- Gazeteleri takip etmesi

Bediüzzaman Üçüncü Said devrinde Risale-i Nur hizmetiyle ilgili yurtiçi ve yurtdışındaki mecmualarda yayınlanan yazıları da takip etmiştir. Bu yazılardan bazılarını Külliyata dâhil etmiştir. Mesela, Bağdat’ta çıkan ed-Difa gazetesi yazarı İsa Abdülkadir’in Arabî makalesinin tercümesi Emirdağ Lahikası’nda kendine yer bulmuştur.176 Büyük Doğu’nun 29. Sayısında “Lozan’ın İçyüzü” makalesi177 ile Büyük Cihad gazetesinde yayınlanan Ankara Üniversite Nur Talebelerinin mektubu da yurtiçi mecmualarından yapılan alıntılara misal olarak gösterilebilir.

Bu manada yine Menderes’in Konya nutkuna dair açıklamasının Lahika’da yer alması dikkate değerdir.178 Bu nutuk, din ile siyaset arasındaki hassas ölçüleri beyan ettiği ve Risale-i Nur’un serbestiyetine bir senet olduğu için Risale-i Nur’a dâhil edilmiş olmalıdır.

Üçüncü Said bir kısım menfi gazetelerin yalan haberlerine de tekzip yazıları göndermiştir. Bunların en dikkat çekenleri Cumhuriyet gazetesi179 ve Yeni Ulus gazetesine180 verdiği cevaplardır. Gazetelere hitaben yazdığı bir mektubunun başında “bize ait meseleleri yazan gazetelere hitaben yazdığım bu yazıyı neşretseler, bugünlerde olan aleyhimdeki isnatlarını helâl edeceğim”181 cümlesini kurarak gazetecileri objektif olmaya davet etmiştir.

Üçüncü Said, talebelerinin de bazı gazetelerde çıkan yalanlar hakkında tekzib yazısı kaleme almalarına izin vermiştir.182

7- İçtimai ve siyasi faaliyetleri

Üçüncü Said, merdümgirizlik vb. hastalıkları sebebiyle insanlarla görüşmekten ve konuşmaktan men edilmiş olsa da, içtimai ve siyasi hayattan kopmamıştır. 1953 model Chevrolet marka arabasıyla seyahatlere çıkarak talebelerini ziyaret etmiştir. 1953 yılında İstanbul’un fethinin 500. yılının kutlamalarına katılmıştır. Aynı dönemde Fener Rum Patrikhanesi’ni ziyaret ederek Patrik I. Athenagoras (1886-1972) ile görüşmüştür. 1957 yılında Isparta 3. Eğitim Tümeni Camii’nin temeline harç koymuştur.183 Seçimlerde demokratlara açıktan destek vermiş ve oy kullanmıştır. Ayasofya’nın tekrar ibadet mahalli haline getirilmesi için, hükümet yetkilileriyle görüşmek maksadıyla ardarda Ankara’ya gitmiştir.184

 

8-Vasiyeti

Üçüncü Said, ölümü kendine çok yakın görerek vasiyetname yazmış ve bu vasiyetini yeri geldikçe teyid etmiştir.185 Vasiyetname yazmaya kendisini sevk eden halet-i ruhiyesini ise şöyle beyan etmiştir: “Ben şahsım itibarıyla vazife-i Nuriyeyi yapmaya tâkatim kalmamış. Belki ihtiyaç da kalmamış. Hem müteaddit tesemmümlerle ve çok ihtiyarlık vaziyetiyle ve hastalıkla, şimdiki hayatta kalmak, tahammülüm kalmamış gibidir. Şayet müştak olduğum ölüm elime geçmese de, zahirî hayatımda ölmüşüm gibi diye bu vasiyetimi yazıyorum.”186

Üçüncü Said’in vasiyetnamesinde hem maddi, hem manevi mirası vardır. Maddi mirası, Risale-i Nur’un satılan nüshalarının sermayesinin, Risale-i Nur’un malı olarak bilinmesi ve beşten birisinin -hayatını Risale-i Nur’a vakfeden, nafakasına çalışmaya zaman bulamayan- “halis”, “fedakâr”, “hakiki” talebelerinin tayınatına tahsis edilmesidir.187Üçüncü Said, maddi mirası vesilesiyle, talebelerinin “azami ihlâsı kazanmaları”, “ilmi vasıta-i cer yapmamaları” ve “ilm-i imani yolunda izzet-i ilmiyeyi muhafaza etmeleri”nin mümkün olacağını ümit etmektedir.188 Üçüncü Said’in manevi mirası ise tüm talebelerine emanet ettiği Risale-i Nur Külliyatı ve Risale-i Nur hizmetinin şahs-ı manevisidir. Üçüncü Said, talebelerinden –tesanüdlerini muhafaza ederek- üstatlarının vazifesine hakiki varis olmalarını istemiştir.189

Üçüncü Said’in diğer bir vasiyeti ise kabrinin yeridir. Kabrinin gizli bir yerde olması gerekliliğini vasiyetinde şöyle bildirmiştir: “Benim kabrimi gayet gizli bir yerde, bir iki talebemden başka hiç kimse bilmemek lâzım geliyor. Bunu vasiyet ediyorum. Çünkü dünyada sohbetten beni men eden bir hakikat, elbette vefatımdan sonra da o hakikat bu surette beni mecbur ediyor.”190

Üçüncü Said’in talebelerine vasiyetinde –ayrıca- şu dersler de vardır: 1-Kendisinin maddi ve manevi her şeyden feragat mesleğinden ayrılmama, 2- Yalnız ve yalnız Allah rızası için çalışma, 3-Bütün haksızlıklara ve haksız hareket edenlere karşı bütün haklarını helal etme, 4-Eza ve cefa edenlere karşı zerre kadar intikam emeli beslememe, 5- Risale-i Nur’a sadakat ve sebatla çalışma…191

said_nursi_photo_baykara Bediüzzaman'ın Üç Hayat Devri: Eski Said, Yeni Said ve Üçüncü Said

Öz

Bediüzzaman Said Nursi’nin hayatı üç devreden meydana gelmektedir. Eski Said, Yeni Said ve Üçüncü Said. Onun üç farklı hayat devresi, yalnızca siyasi ve konjonktürel değişimlerle açıklanamaz. Bediüzzaman, kaderin sevki ve enfüsi değişimlerinin bir neticesi olarak hayatını yenilemiş ve tazelemiştir. Yine de –ilahi takdirin hikmetiyle- içtimai ve siyasi değişimler ile Bediüzzaman’ın hayat devreleri arasında bir irtibat kurmak mümkündür. Bu çalışmada Bediüzzaman’ın hayat devreleri ele alınmakta, bu devreler arasındaki farklılıklar ortaya konulmakta; değişime yol açan nedenler, bu dönemlerin belirgin özellikleri ortaya konularak irdelenmektedir.

Mustafa Said İşeri
Köprü Dergisi Sayı 110

7 Tane Erik Ağacı

Boş ver kafiyelere Reyis
Boş ver şiir yazmaya evlat
Otur da doğru dürüst
7 tane erik ağacının hikayesini anlat
Evimiz deniz kenarındadır Fındıklı’da
Ekmek paramız Beyoğlu’nda çıkar
Beyoğlu’na bir yokuştan çıkarız yirmi senedir
Yokuşun ortasında bir arsa
Arsanın ortasında yedi tane erik ağacı
Saydım yedi tanedir
Ne zaman yolum düşse
Erik ağaçlarını arar gözüm
Ya kedi yavruları gibi sırıl sıklam
Ya buram buram bahar içredirler
Ya bütün dalları kırılıp dökülmüş
Her sene kırılır dallar adettir
Bu yaz geleceğine alamettir
Yaz geliyor demektir yokuştan paldır küldür
Yoğurtçusu, dondurmacısı, çavuşu, yapıncağı kütür kütür
Yaz geliyor demektir çok şükür 951 senesinin baharında
Kestiler yedi tane erik ağacının yedisini birden diplerinden
Henüz yeşermeğe başlamışlardı çıtır çıtır
Körpe bir salatalık yeşili inceden Islak, nemli, ümitli
Yedisini birden kazımışlar köklerinden
Saçlarından tutup birer birer
Yedisinin de köklerini sökmüşler
Şimdi onların yerinde cascavlak
Ensesi ceketinden iki parmak dışarda
Üç katlı tombalak bir apartman kuruldu
Güzel bir yapı olsa içim yanmaz
Yapı değil mübarek hacıyatmaz
Yağlı bir çift tavla zarı
Bir yanı kumbara bir yanı kasa

Elveda benim her mevsim dalları kırılan
Sıska çelimsiz
Ama son yaprağına son eriğine kadar cömert erik ağaçlarım

Ne zaman yolum düşse
Gözlerimi yumup sizi hatırlayacağım.

Bedri Rahmi Eyüboğlu

7erik_agaci 7 Tane Erik Ağacı

Sezai Karakoç Şiirinin İrfani Kökleri

“Ülkendeki kuşlardan ne haber vardır
Mezarlardan bile yükselen bir bahar vardır
Aşk celladından ne çıkar madem ki yar vardır
Yoktan da vardan da ötede bir Var vardır
Hep suç bende değil beni yakıp yıkan bir nazar vardır
O şarkıya özenip söylenecek mısralar vardır
Sakın kader deme kaderin üstünde bir kader vardır
Ne yapsalar boş göklerden gelen bir karar vardır
Gün batsa ne olur geceyi onaran bir mimar vardır
Yanmışsam külümden yapılan bir hisar vardır
Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır
Sırların sırrına ermek için sende anahtar vardır”

Altın şairler çağı kapandı gerçi, Heidegger’in ellilerde dediği gibi ‘dünyanın nuru çekildi’, semavi sofra kalktı, bizler o irfani şölenden arta kalanlarla yetiniyoruz.
Bunlar kırıntı da olsa, dünyayı anlamlandırmak ve ruhlarımızı yıkamak için yeterli oluyor, zira Allah’ın Nur ism-i şerifinden bir parıltı, bütün dünyayı ışıtmaya yeter.
Nitekim Karakoç, ‘sofra’nın kendisinden de söz eder :

sofra sofraya değer sofra sofraya
Sofra sofraya bakar yaklaşır sofra sofraya
Böylece gökten sofra iner dağa
Şairlikten sonra başlayan azıklarla
Şarap dense de şarabı aşmış bir şarapla’

Bu şarap, İbn Farıd’ın, ‘biz sarhoş iken henüz üzüm yaratılmamıştı’ dediği şarap olsa gerektir.
Onu Hayyam da içmiştir Hz. Mevlana da.
Hz. Pir, bu sarhoşluğu, ‘üzüm sarhoşluğu değil benim sarhoşluğum/benim sarhoşluğumun sonu yok’ diye niteler. Şarap, kendisi bizatihi nurullah olan nur-ı Muhammedi’nin mazmunudur. ‘Adem su ile balçık arasındayken ben Peygamberdim’ sözünde ifadesini bulan nur…Sezai Karakoç’un bu dizelerinden az önce bir mısraında kullandığı Venüs kelimesi bize söze girişmek için bir kapı açabilir. Zaten Üstad da, modern zamanlarda irfani geleneğe açılan bir kapı’dır. Venüs’te Yusuf peygamber oturur ve büyük şairler şiiri oradan alırlar, der İbn Arabi. İbn Arabi, Karakoç’un en değerli kaynaklarındandır. Hızır’la Kırk Saat’ten başlamak üzere, Karakoç şiirinin irfan haritası araştırıldığında Mağripli bilgenin her an karşımıza çıkması muhtemeldir. Venüs’ten şairin kalbine inen hakiki şiirin zihinsel, entelektüel bir şiir olmadığı kesin. Zira ‘gönül’ beytullahtır, arşı istiva eden Yaratıcı yere göğe sığmamış, kamil insanın kalbine sığmıştır. ‘Bunda kalp sahibi olanlar için öğüt vardır’ ayetini yorumlarken İbn Arabi, ‘burada akıl değil kalp denmesi, aklın sınırlama özelliğindendir’ der, ‘akıl, kelime anlamı itibariyle de bağ demektir, düğüm…Kalp ise sınırsızdır, hakikat gibi, hakikat inhisar kabul etmez.’
Şair, ‘dağların yıkılışını Venüs bardağında’n görür. Bu görüş, gönül gözüyledir ve şiirin Venüs’ten alındığına yönelik bir ima taşımaktadır. Son dizedeki ‘Sırların Sırrı’ Allah’tır ve şair şöyle der :

‘Sırların sırrına ermek için sende anahtar vardır’
Bediüzzaman, bu ‘anahtar’ın, ‘benlik’ olduğunu söyler. Suyuti tefsirinden öğreniyoruz ki, ‘dağların yüklenmekten çekindiği emanet’, benliktir. Bir gün Rabiatül Adeviyye, büyük günahlardan söz eden Hasan-ı Basri’ye, ‘senin varlığından daha büyük günah yoktur’ demiştir. Buradaki varlık, insanın ‘benlik iddiası’dır. Anahtar benliktir ve insan kişisel algısını terk etmeden ilahi hakikat’e açık ve hazır hale gelemez. Ümm kavramı da bunu ima eder. Ümmilik, hakikatin algılanmasında şahsi idraki ve nazarı terk etmek demektir. O halde Sırların Sırrına ulaşmaktan söz eden bir şiir karşısındayız. İnsan ilk söylediğiyle son söyleyeceğini de haber vermiş demektir. Sezai Karakoç’un ilk kitabı Hızır’la buluşmaların meyvesidir. Sonraki şiir ve yazılarında, hep Hızır’ın kendisine fısıldadıklarını anlatıp duracaktır. Öyle derler, herkes dünyaya bir sırrı fısıldamak üzere gelirmiş. Hızırla Kırk Saat’e ilişkin anılarından öğreniyoruz ki, Karakoç, bu magnum opus’undaki şiirlerin her birini ayrı bir Hızır buluşmasında kaleme almıştır. Bir yazısında belirttiği üzere, ‘yazı kendisini yazmış’tır. Eğer Karakoç yazmasaydı, bu yazılar, kendilerini başka bir yazara mutlaka yazdıracaklardı. Derrida’nın dediği gibi, Karakoç’un şiirlerini sanki ‘başka bir el yazıyor, yazdırıyor’ gibidir. Diriliş şairinin irfani gelenekle ilişkisini bu kitap, hatta oradaki tek bir şiir üzerinden konuşmak mümkündür. Üstelik özel bir seçim yapmaksızın, tefeül yoluyla kitap açıldığında karşımıza çıkan herhangi bir şiir, onun birkaç dizesi, bu soruna ilişkin bize yeterli veriyi sunabilir. O halde, Şam’a gitmenin vaktidir :

Şamdayız
Mevlana ve Mesnevi
Muhyiddin ve Yasin
Şems ve Füsus
Şems nasıl değiştirdi
Bengisu sarnıçlarından geçirerek
Mevlana Celaleddini
Ve Yasin bir delikanlı biçiminde
Ağır ölüm hastalığında
Nasıl iyileştirdi İbn Arabiyi
Mekke çatısında Füsusun ve Fütuhatın yapraklarını ayıklayan
Güneşin yağmurun ve rüzgarın yardımcısı kimdi
?’

Şairin ‘alıntı’ ve göndermesi, doğrudan irfani geleneğin iki büyük kaynağıdır : Hz. Mevlana ve İbn Arabi. Bu iki büyük denizin bir zaman kavuştuğuna ilişkin kaynaklarda bilgiler bulmaktayız. Karakoç buna gönderme yapar. Mekke’deki bir vakıasında Hz. Peygamber’in vermiş olduğu Füsusu’l-Hikem’in son Fassında, Şeyh-i Ekber Muhammed kelimesindeki Ferdi Hikmetin Özü’nde, Hz. Mevlana’nın Divan-ı Kebir’inden bir alıntı yapar.
Hz. Mevlana Hz. Şems’i tanıdığında yetkin bir alimdir. Fakat, Hz. Peygamber’in manevi kemal yöntemi olan nefsle mücahade ve riyazet yoluna, hakikatin Batıni sırlarına onunla erecektir. Ona, zahiri bilgilerini tersyüz edecek ve zihinsel algı kalıplarını sarsacak bir soru sorar. Adeta bir yıldırım gibi çarpar, içine aşk ateşini düşürür. Hz. Mevlana böylece şairin ‘bengisu sarnıcı’ irfani berzaha girer. Şems, Mevlana’nın muhabbetinin kendi şahsında kitlendiğini görünce ortadan kaybolur. Böylece bu büyük aşk muallimi, öğrencisini manevi yolculuğu ile baş başa bırakır. Bu aşk yoludur.
Yasin’in bir delikanlı biçiminde görünmesi, İbn Arabi hazretlerinin vakıalarından biridir.
İlk şeyhlerinden el-Müsenna’da da böylesi bir keramete rastlarız. Onun hizmetine de insan suretine giren Fatiha suresi verilmiştir.
Güneş, ilahi hakikat’in sembolüdür, yağmur rahmettir ve rüzgar haber taşıyan elçidir.
Şiirin devamında Hz. Şems’le Hz. Mevlana’nın karşılaşması aktarılır.

‘Şems bir soruydu
Bir cevaptı Mevlana
Benziyorlardı bir arada
Kişinin kendisiyle yaptığı bir konuşmaya
Muhyiddin’in İbnürrüşd’e dediği gibi
Bir evet bir hayır demedi Mevlana
Hep evet dedi Şems’e bu konuşmada…’

Evet-hayır meselesi, İbn Arabi’nin henüz genç bir bilge iken Mağribin büyük düşünürü İbnürrüşd’le görüşmesini ima eder.
“(…)Bu hal bu melalde bir süre kaldılar. Gezgin, derin derin soluklandı ve sessizliği bozarak, ‘evet’ dedi. Filozof’un göğsüne sıkışmış olan soluğu da boşandı ve rahatlamış hissederek kendisini, yüreğindeki sevincin de ateşlemesiyle, ‘evet’ diye karşılık verdi. Gezgin tekrar suskunluğa gömüldü. Filozof, yıllardır onu beklemişti, bu cevabın umuduyla onu, evinde beklemişti. Şimdi dileğine erişmiş olmanın mutluluğu içindeydi. Rahatlamıştı artık. Üzerindeki dünya kadar yük inmiş, kuş gibi hafiflemişti. Gezgin’in dilinden dökülen bu ‘evet’, hem kendini hem de, şimdiye değin yazdıklarını ve söylediklerini onaylamasıydı. Böyle yorumlamıştı ‘evet’i. Dünyanın en güzel kelimesiydi bu. Kelimenin kalbine baktı Filozof, bunları gördü. Gezgin, sonunda, onu, düşüncelerinden dolayı kutluyordu. Düşünme katındayken kendisine verilen bu onay, Filozof’u tarifi güç bir sevince boğmuştu. Gezgin’de durum farklıydı oysa. O, tekrar gömüldüğü suskuda bir zaman kaldıktan sonra, ilkinden daha kararlı ve giz dolu bir sesle, ‘hayır’ dedi. Filozof, bu sözcüğü duyar duymaz, kaskatı kesildi, beti benzi attı ve düşüncelerinden kuşkuya düşmüş, çaresiz bir kimsenin çırpınışıyla, ‘İlahi esin ve aydınlanmayla ulaştığın sonuç nedir, daha açık konuşur musun?’ diye sordu. Gezgin, sesindeki gizemi yitirmeksizin, aynı kararlı ve sır dolu sesle, ‘evet ile hayır’ dedi, ‘bugüne değin yaşadıklarımdan öğrendiğim şey bu iki kelimedir.’ Filozof sancıyormuş gibi kıvranıyor, sözün devamını bekliyordu. Gezgin sürdürdü konuşmasını; ‘ilahi esinle bana bildirilen bu iki kelimedir, evet ile hayırla başlar boyunlarından ayrılır, ruhlar, bedenlerinden uçurulur.’ Filozofun çehresi sararmış, bedeni titremeye başlamıştı, belli belirsiz bir sesle, ‘Allah’tan başka güç sahibi yoktur’ diye fısıldadı. Gezgin izin isteyip sessizce ayrıldı yanından. Kapıya dek uğurladı Filozof, sokakta yitişine baktı uzun uzun. Onu son kez görüyordu. Sonradan defalarca görüşme dileğini iletmiş ama bir türlü cevap alamamıştı. Oysa Gezgin bir kez gördü O’nu. Yine onunla konuşma isteğiyle dolduğunda, geldi evine. İlahi bağış, onunla arasında hafif bir perde olduğu halde, bir kendinden geçiş anında gösterdi Filozof’u kendisine. Gezgin, o rahmet perdesinin ardından görüyordu O’nu. Oysa O, Gezgin’in orada olduğunu bilmiyordu. Onu fark edemeyecek denli düşünceye dalmıştı. Gezgin, kıpırtısız bir bakışla bakarak, kendi kendine, ‘düşüncen ve dikkatin, seni benim bulunduğum yere getiremiyor (…)’

Şam çarşılarında Şems’i arayıp duran Hz. Mevlana’nın öyküsüyle sürer şiir.
Şam, kutlu bir şehirdir.
‘Şam’da sakin olun, o, mübarek beldelerdendir’ hadisi buna işaret eder.
Şems, Mevlana’ya bir bengisudur, bir yitirir bir bulur onu.
Bu hicran günlerine ilişkin bir hikaye anlatılır. Hz. Pir, kendisine ‘Şems’i gördüm’ diyenlere kese kese altınlar verirmiş. Bunun üzerine dostlarından biri, ‘efendim yalan söylediklerini siz de biliyorsunuz, neden böyle yapıyorsunuz?’ deyince şöyle cevaplarmış : ‘Evet ben de biliyorum yalan söylediklerini, bu yüzden onlara altın veriyorum. Eğer doğru söyleseler canımı verirdim.

Karakoç, şiirinde Hz. Mevlana ile Muhyiddin İbnül Arabi’yi Şam’da buluşturur ve Şems’i sordurur.

‘Muhyiddin kabrini açarak
Sabır kitabından bir yaprak çevirerek
Şemsin kendisini gösterdi
Sonra yorgun bir Şam öğlesinde
Sıcakta çekirgeler kavrulurken
Çömeldi bir su kıyısında
Hızırı gördü alı yeşili gördü suda
Şemsi gördü ve buldu kendini’

Sabır kitabından bir yaprak çevirmenin zorluğunu en iyi Karakoç bilir.
Wıttgenstein, ‘kelimeler eylemlerdir’ der
Karakoç’un şiiri, Eşrefoğlu Rumi’nin dediği gibi, ‘kendi derdin söyleyen/gayrı hikayet etmeyen’ bir şiirdir
Madem şiir en kişisel dildir, o halde şair, irfani gelenekteki gibi, halini şikayet edecektir, onunkisi, Hz. Mevlana’nın beyanı üzre, bir hikayettir lakin bir halin şikayetidir.
Şems, Hızır’dır. Tıpkı Karakoç’a göründüğü gibi, Mevlana’ya da görünmüştür ve kırmızı ile yeşili göstermiştir.
Kırmızı marifetin, yeşil, Muhammedi Nur’un rengidir.
Tıpkı fani sevgilinin alınıp kendisine Mona Rosa’nın, Taha’nın Kitabı’nın verilişi gibi, Şems alınmış, Mesnevi verilmiştir Mevlana’ya.
Şimdi Hz. Mevlana için, gökten bir kartal geçse/ve yere düşse gölgesi/bu acaba Şems’in gölgesi midir/Yerin altından gelirse bir su şırıltısı sesi/Bu ses Şemsin mi sesi/Çöllerde kumda varsa/Kızgın bir ayak izi/Bu iz Şemsin mi izi’
Mesnevi’yi böyle böyle kurar Mevlana.

Sezai Karakoç şiirinin coğrafyası, semavi kökenli medeniyetlerin haritasıdır. Şam’dan sonraki uğrağımız kamil veliler, bilgi ve düşünürler şehri Bağdat’tır.
Bağdat’a girince bizi, ilkin ilahi aşk şarabıyla sermest olanların en üstünü olan Hallac-ı Mansur karşılar :

‘Bağdattayız
Dönüp duruyoruz yırtıcı kuşlar gibi
Çevresinde bir darağacının
Koparabilir miyiz acaba
Etinden çileli etinden
Döğmeli ciğerinden bir parça
Hallac-ı Mansur’un’

Karakoç, ‘illa dostun gülü yaralar beni’nin hikayesine gönderme yapar. Cüneyd-i Bağdadi, Hallac taşlanırken gül atmıştır. Şair bunu şöyle taçlandırır :

‘Bir bakış geçer mi içimizden
Bir taş atarak
Bir gül alabilir miyiz
Elinde biten’

Silku’s-süluk’ta Nahşebi şöyle der :

Bilmek gerekir ki Hallac-ı Mansur, ilim ormanının arslanı ve kavgasının korkusuz kahramanı idi. Onu bir pamuk ambarına parmağıyla işaret etmesiyle pamuklarla taneleri ayırması nedeniyle Hallac diye adlandırmışlardı. Şibli şöyle anlatır: Benimle Hallac arasında bir fark yok. Ancak bana deli gözüyle baktıkları için kurtuldum, o ise akıllı sayıldığı için başına bu geldi.’ Bir gün Cüneyd ona, ‘ölümün yaklaştı’ deyince, ‘benim öldüğüm gün, sen sufilik hırkasını giyme’ dedi. Rivayete göre imamlar Hallac’ın katline fetva verdiklerinde, Cüneyd, sufi giysisi giyinmişti. Bunun üzerine, hemen medreseye gitti, cübbe giydi, sarık sardı ve, ‘biz zahire göre hüküm veririz’ diye bir not yazdı. Bir gün Hallac’a, ’sabır nedir?’ diye sordular, şöyle yanıtladı: ‘Bir insanın el ve ayaklarının kesilerek darağacına asılması durumunda bile kendini yitirmemesidir.’ Son günleri yaklaştığında bir kezinde Şibli’ye, ‘bana dikkat et.’ Dedi, ‘önemli bir ödevle yükümlüyüm. ‘Enel Hakk’ ‘ben Hakkım’ dediğim için beni halifeye şikayet ettiler. İmamlar ölümüme hükmettiler. Bana, ‘hüve’l-Hakk’ (O Hakk’tır) de kurtul, niçin ‘ene’l-Hakk’ diyorsun dediler. Ben de, onlara, ben, ene’l-Hakk derken, aslında hüve’l-Hakk diyorum. Ama siz O’nun gaib olduğunu söylüyorsunuz’ dedim.
Şöyle anlatırlar: Zindana koyulduğu günün gecesi, onu aradılar bulamadılar. İkinci gece aradılar ne onu ne de zindancıları buldular. Üçüncü gece aradılar hem onu hem de zindancıları buldular. ‘Bu durum neydi?’ diye sordular. Hallac, ‘birinci gece ben dostun yanına gitmiştim, beni göremediler; ikinci gece dost buradaydı, bu yüzden ne beni ne de zindancıları gördüler, bugün buradayım, şeriatın hükmü neyse yerine getirin’ dedi.
Anlatıldığına göre zindanda üçyüz mahkum bulunuyordu. Onlara, ’sizi özgür bıraktım, gidin’ dedi. ‘Eğer buna gücün yetiyorsa sen niçin gitmiyorsun?’ diye sordular. ‘Biz, Tanrı’nın tutuklusuyuz, O’nun yasasına saygımız ve bağlılığımız sonsuz, gidemeyiz’ dedi. Sonra zindan duvarına işaret parmağını doğrulttu, bir yarık belirdi, mahkumlar çıktı. Sabah ne olup bittiği sorulduğunda gerçeği söyledi. ‘Peki sen niçin kaçmadın?’ diye sordular, ‘Tanrı’yla aramızda bir mesele var’ dedi, ‘bu nedenle kaldım.’
Hallac’ın öldürüleceği gün, birisi, ‘aşk nedir?’ diye sordu. ‘Bugün, yarın ve öteki gün aşkın sırrını göreceksin’ dedi. O gün Hallac’ı öldürdüler. İkinci gün yaktılar ve üçüncü gün küllerini savurdular. Onu dibine getirdiklerinde darağacının ayaklarını öptü ve, ‘işte yiğitlerin miracı budur’ dedi. Elleri kesildiğinde, ‘bir insanı bağlayıp elini kesmek kolay iş’ dedi, ‘ben asıl arş’ın karanlığından külah aşıran kişinin temiz elini kesecek kimseyi yiğit sayarım’ Ayakları kesildiğinde gülümsedi ve, ‘bu ayak güçsüzdür, benim her iki alemde de yolculuk yapabileceğim ayağım var’ dedi. (Molla Cami ve Mevlana’nın dizelerini hatırlayalım: ‘Bu yolda başsız ayaksız ol’) Sonra kanlı kolunu yüzüne sürdü. ‘Ne yapıyorsun?’ diye sorduklarında şöyle cevapladı: ‘Aşk yolunda, abdesti sahibinin kanıyla alacak iki rekat namaz farzdır : ‘Rivayete göre, tüm organlarını kestiler. Sadece sırtı ve boynu darağacında asılı kaldı. Ancak o sırt ve boyundan da, ‘ene’l-Hakk’ sözü yükseliyordu. Halife, ‘bu adamın ölümü daha çok kargaşa çıkaracak’ dedi. Ertesi gün tüm uzuvlarını toplayıp yaktılar. Yanmış, kül olmuş cesetten yine, ‘ene’l-Hakk’ diye ses geliyordu. Üçüncü gün, küllerini suya döktüler, yüzen kül zerrelerinden yine o ses geliyordu.’

Karakoç, Bağdat’taki irfan ehlinden söz eder sonra ve karşımıza bir bilgeler sofrası açar. Bu nurani mecliste kimler yoktur ki! Ekberi bir şair olan Molla Cami, Hayyam, Geylani, herkes oradadır. İrfani geleneğin gözkamaştıran yıldızlarının tümü…O pamuktan, hafif insanı çekemeyen darağacına yardımcı kim varsa…Gene de der, hepimizden ağır geldi, Hallac-ı Mansur’un vücudu…
Sonrasında, Fütuhat’ta söz edilen bir vakıayı aktarır. İbn Arabi, kendisinden önce yaşamış bilgelerle görüşmelerini anlatırken Hallac-ı Mansur’dan da bahseder. Karakoç, bu manevi görüşmeye gönderme yapar :
Muhyiddin’in kabri açılır, ‘ürkme Mansur, benim’ der. Bir deniz kabarmaktadır sanki.
Deniz, kozmik bir imgedir. Vahdet deryasıdır burası, birlik denizi…Deniz, İlahi Hakikat’in kaynağıdır. Kıyısı yoktur, burası sahilsiz bir ummandır.
Hızırla Kırk Saat’in en coşkulu bölümüne geliriz. Şiirin ritminden hissederiz ki, bilgelik kervanı yürümektedir.

‘Mursiyede Tunusta Mısırda
Kudüste Mekkede Konyada
Malatyada Şamdayız’

Hölderlin bir kez daha doğrulanmaktadır. 1799 yılında annesine yazdığı mektuptaki “şiir yazmak uğraşların en masumu” olduğunu söylerken, 1800 yılında yazmaya başlayıp, yarım kalan taslak yazısında dili mülklerin en tehlikelisi olarak belirttiği “Mülklerin en tehlikelisi dil bunun için verildi insana kendisinin ne olduğunâ tanıklık edebilsin diye..”) satırlarını yazmıştır.
Karakoç, kamil insanın varlığına tanıklık eden bir şiir diliyle konuşmaktadır.
Heidegger’in, ‘varlığın evi’ dediği dille…bu dilin içinden, binlerce yıllık mazmunlarla, kamil insanın şairane oturduğu makanlarda dolaşarak.
Yukardaki dizelerde dile gelen mekanlar, büyük bilge İbn Arabi’nin gezisinde izlediği güzergahtır.
Nasıl bir yürüyüştür bu?

‘Yolları bir urgan gibi
Ayağına sarmış Muhyiddiniz
Güneş hep arkada biz öndeyiz’

Mansur olup asılan Muhyiddinin Hızır olup suda, Anadolu’da, bir ses duyup dönüp duran, Hızırı görüp Şems diyen, Mevlana olan bir dervişin izi boyunca yürür Karakoç şiiri.

Doğu ankası’nın sesidir bu, Batı ankasının.
Ş harfiyle uzlaşan S sesi’dir.
Burada Yavuz Sultan Selim’in Şam’a girişi de ima edilmektedir, Şems de…
Füsus okuyan Mevlana da…
Bize, kendi ifadesiyle, ‘Muhyiddinin ak kara dünyasından birkaç görünüş’ sunduktan sonra, şair ehramlar ülkesine girer.
Sağda Musa’nın bayrağı dikilidir, solda Firavun’un ve büyü vaktidir.
Musa aleyhisselam kıssasının şiirini modern zamanların trajik görünümleri izler.
İki bölüm sonra, şair bu kez Şakku’l-Kamer’in öyküsünü anlatır.
Efendimiz’in bir adı da Kamer’dir. Ay, O’nun mazmunudur. Ayın bölünmesi, Nübüvvet ve Velayet sırlarının göze inmesidir. Hilal, Allah’ın sevgilisinin Hakk’a ayan, halka gaib olduğu anı simgeler, dolunayda ise halka bakan vechi belirir. ‘Ay yayılır/doğumumuzun doğusuna’ diyen büyük şair, bizi Elhamra’ya, Kurtuba ve Mısır’a götürür. Şiirin ay gibi bölündüğü bir dilin içinden konuşur :

‘Ayı
Bu dünyanın yeşili
İkiye böler
Öte dünyanın akı’

Mekke sokaklarına ineriz sonra.
Trajik bir epigraf karşılar bizi :

‘Yaklaştır kıyameti
Burada bir kadın ölmektedir
Uzaklaştır kıyameti
Burada bir kadın ölmektedir
Yaklaştır sesi sesi
Burada bir kadın ölmektedir
Can vermektedir galata kulesi
Burada bir kadın ölmektedir’

Karakoç’un irfani geleneğin içinden bakarak modern yaşamı gördüğünün en canlı tanığıdır bu dizeler. En canlı ve en ahenkli. Karakoç şiirinin iç sesi, onda yetkin bir insanın, kamil ve kadim insanın, ebedi çocukluk haline dönmüş bir müsumun konuştuğunun da delilidir. Mutlu Arabistan toprağındayız artık…Birer deniz avcısı olan peygamberlerin arasında..Onların izinde ve gölgesinde. Deniz ilahi hakikatin imgesi olarak tekrar belirir. Ve bir Nebiler geçidi : İsa, Musa, İbrahim, Yusuf, Bünyamin, Süleyman, Davut, Eyyüb, Lut, Salih, Zülküfül peygamberler…Ve tümünün imamı, Allah’ın Sevgilisi…Önünde arkasında gümüş defterli gümüş kalemli melekler…O’nun imametinde kılınır namaz. Bu, cem makamında bulunan, başla sonu birleştiren, hadis olanı kadim olana bağlayan kamil insanın miracıdır. Bu, huzur-ı ilahide kılınan büyük namazdır. Kul ile Allah arasında ortak bir ibadet olan namaz…Kul üzerinden Allah’ın Kendi Kendini salat etmesinin şiiridir. Sonra her şey çekilir yerli yerine ve Peygamber bir çöl önünde yalnız kalır.
Bu kez diğer Peygamberler anılır :
İsmail, Şit, Zekeriya… Miracın birinci aşaması olan kavs-ı uruc başlamıştır…Burak alır ve gider Allah’ın Habibini. Yıldırım çeken bir paratoner gibi. Bu yürüyüş, Cebrail’i titretir. Ürperir ve kelimeleri erir. Töreni tek başına sabır yönetmektedir. Ve sidreye varılır. Sidre varlığın sınırıdır. Burası berzahtır. Karakoç, ‘Burak’ın, yağdan çekilen kıl gibi çekildiğini’ söyler. Sonra Refref de durur, geriler. Ve Peygamber geçer, ileri atılır…
Burası sütunlarndan, taş heykellerden, kelimelerden, gün doğuşundan ve doğusundan, kalpten, düşünceden ileridir. Burada hiçbir Rububiyet vehmi kalmaz insanda. Saf ve katışıksız ubudiyet hakikati de biter. Allah’tan başka bir şey kalmaz. ‘Başlangıçta sadece Allah vardı ve O’ndan başka bir şey yoktu’ kavli gerçekleşir. Bu hala böyledir çünkü.
Habibullahın pelerini sadece sevgidir, aşktır. Aşk, kuşun kanadı kırılırcasına uçmasıdır. Burası şevk makamıdır, şevk, kuşun kanadı kırıldıktan sonra da uçmaya çalışmasıdır. Bütün köprüler atılır ve o ‘Tek deniz tadılır’
Deniz imgesi bir kez daha karşımıza çıkar.
Hızır’ın yeni bir randevusunda bi kez Meryem çarşafları açacaktır.
Odaya gelen, araftaki çiçeklerden bir akşamdır.
Şehrin sesi hurmadandır.
Karakoç şöyle der : ‘Suya bırakılmış çocuğu
Kurtaran kadın Asiye
Savıyordu al kadınlarını dışarı’

Mu, su, sa ise ağaç demektir.
Suya bırakılan tahta sandığın şiiridir bu.
İstanbul’da bir balıkçı, Haliç’te bir hayal görür, eve gider yorganlara saldırır, Bizans sarayında kristal bir kadeh kırılır ve güneş saati Kudüs’te bozulur durur.
Bu coğrafi bilinç, şiirin kozmik niteliğinden ve bu şiirin kalbine indiği şairin şuurundan gelir.
Şiirle şuur akrabadır. Şuur, bulanıklık alanıdır, bu sırdandır ki, ‘Biz sana şiir öğretmedik’ buyrulmuştur.
Lakin Sezai Karakoç şiiri, vahyin her okunduğunda kalbe yeniden sefer eden taze soluğuyla yıkanır, O’nun mazmunları Kuran’ın hazinelerinden alınmıştır.

Kuran, Cebrail, Kutlu Çocuk, onu doğuran anne, Fetih suresinin gerçekleştirimi ordular, mevlüt yazan şairler, toz koparan veliler, alnında ter birikmiş, ekmeğini kendi elinden devşirmiş işçiler, Tevrat’ı aslından okuyanlar, İncil’in öz sesini duyanlar, Bedirde, Yermukta, Hendekte, Uhutta, Yemende, Kafkaslarda şehit olanlar ve tekbirlerden bir cennet kenti yükseltenlerin şiiridir bu…
Hızırla Kırk Saat bir modern zamanlar mevlidi, miraciyesi, tevhidi, naatı ve meselidir.
Nihayet şair kendi yurduna, Diyarbekir’e uğrar.
Kentin kemerleri sıcaktan kırılmıştır. Bu, modern çağın ateşidir. Gündüzleri bile bir toz vardır yaz yarasalarından.
Şair, şehrin ruhuna doğru sızar ansızın. Ve bizi de uygarlıkların içinden geçirir.
Kaynağı cennet olan üç büyük nehirden birinin köpüklü sularına çeker, Dicle’nin saralarından yürüyerek, yükselen bir duman zamanına gireriz.
Mezopotamya’nın tarihçesi yine Hira’ya uğrar.
Şair, ‘nuru evvel ba’sı sonra olan Efendimiz’in diriltici soluğuna yönelir :

‘Kalk ey
Örtülere bürünmüş peygamber
Bu sıtmayla iyi edeceksin
Tifoları vebaları
İnsanlığı kağıt kağıt
Buruşturan cüzamı
Çan sarasını
Havra harmanını
Göğüyle görünen haranı
Çile çömleği iskenderiyeyi
Sen dirilteceksin…’

Hölderlin’in, ‘insanın kendi varlığına tanıklık etsin diye verilmiştir’ dediği şiirin tanıklığının niteliğine ilişkin Heidegger şöyle der :
‘Demek ki, bu tanıklık insanın varolmasının imkanıdır, varoluşun açığa- açıklığa- kavuşmasının imkanıdır. İnsan tanıklık etme kararını sadece özgür olarak, kendi seçimi olarak verebilir. O; bütün varolanlara ait olmaya tanıklığını tarih olarak gerçekleştirir. Demek ki, tarihin mümkün olabilmesi, insanın kendi olabilmesi, mülklerinden biri olan dille mümkündür.’
Sezai Karakoç şiiri, varolandan varlığa geçişin ve tanıklığını tarih olarak gerçekleştirmenin şiiridir.

Sen yayınlayacaksın
Sen kuracaksın
Seher çocuklarının
Tek kentini
Sen bildireceksin
Dünya geldi geleli
En önemli haberi’
dizeleri, Nil, Fırat ve Dicle’nin çağıltısı gibi dilin içinde çınlar durur.
Bedir, Hendek, Hud ve Huneyn’den Birinci Cihan savaşında Rusya’da esir ‘baba’sına geçebilen bir şiirdir bu.
Yüzyılın üç büyük bilgesinden şair olanıdır Karakoç.
Dili sembol ve sükut olan hikmeti dile getirebilmiş, Guenon tasnif etmiş, şiirini ise Karakoç yazmıştır.
Selçuk ve Osmanlı tecrübelerinin, ‘evrenin memesinden sevgi sağan’ ruhunu anlatmak ona nasib olmuştur.

Sözlerime, Üstad’ın, içindeki sonsuz hikmetlerin yanı sıra aynı zamanda bir ses, bir ahenk harikası olan şiirinden bir bölümle son vermek istiyorum :

‘sofra sofraya değer sofra sofraya
Sofra sofraya bakar yaklaşır sofra sofraya
Böylece gökten sofra iner dağa
Şairlikten sonra başlayan azıklarla
Şarap dense de şarabı aşmış bir şarapla
Susuz topraksız ve göksüz büyümüş bir buğdaydan
Yapılmış ekmekle donanmış bir sofra
Kansız ve etsiz bir sofra
Ne kedi ne köpek sofra der buna
Ne Hintli ne rum sofra der buna
Hızır avına çıkmış bengisuya
Bengisu kabusuna kanmış insan sofra der buna
Sen de günlük sofrayı birkaç kere
En çok da çocuklukta
O güz oruçlarının
İftar durumlarında sandın böyle bir sofra
Doğudan gelen davullarla sahurda
Bir sofrayı böyle bir sofra sandın
Evin saati gösterdi hep böyle bir sofrayı
İkindi Kuranından sonraki sofralara
Battı zamanından bir zaman belki
Kana dönüşen bir şarap değil
Duaya çevrilen bir şarap içildi o sofrada.’

Sadık Yalsızuçanlar

tumblr_mhx96ufrXi1qzwh14o1_r1_500 Sezai Karakoç Şiirinin İrfani Kökleri

Farkında Olmalı İnsan

Farkında olmalı insan,
Kendisinin, hayatın olayların, gidişatın farkında olmalı. Farkı fark etmeli, fark ettiğini de fark ettirmemeli bazen…Bir damlacık sudan nasıl yaratıldığını fark etmeli.
Anne karnına sığarken dünyaya neden sığmadığını ve en sonunda bir metre karelik yere nasıl sığmak zorunda kalacağını fark etmeli.
Şu çok geniş görünen dünyanın, ahirete nispetle anne karnı gibi olduğunu fark etmeli.
Henüz bebekken ‘Dünya benim!’ dercesine avuçlarının sımsıkı kapalı olduğunu, ölürken de aynı avuçların ‘her şeyi bırakıp gidiyorum işte!’ dercesine apaçık kaldığını fark etmeli.
Ve kefenin cebinin bulunmadığını fark etmeli.
Baskın yeteneğini fark etmeli sonra.
Azraillin her an sürpriz yapabileceğini,nasıl yaşarsa öyle öleceğini fark etmeli insan
Hayvanların yolda, kaldırımda, çöplükte ama kendisinin güzel hazırlanmış mükellef bir sofrada yemek yediğini fark etmeli.
Yaratılmışların en güzeli olduğunu fark etmeli ve ona göre yaşamalı.
Gülün hemen dibindeki dikeni dikenin hemen yanı başındaki gülü fark etmeli.
Evinde kedi, köpek beslediği halde çocuk sahibi olmaktan korkmanın mantıksızlığını fark etmeli.
Eşine ‘seni çok seviyorum!’ demenin mutluluk yolundaki müthiş gücünü fark etmeli.
Dolabında asılı 25 gömleğinin sadece üçünü giydiğini ama arka sokaktaki komşusunun o beğenilmeyen gömleklere muhtaç olduğunu fark etmeli.
Zenginliğin ve bereketin sofradayken önünde biriken ekmek kırıntılarını yemekte gizlendiğini fark etmeli.
Annesinden doğarken tertemiz teslim aldığı gırtlağını ve aşırı beslenme yüzünden sarkan göbeğini fark etmeli, fark etmeliyiz çok geç olmadan…..
Ömür dediğin üç gündür, dün geldi geçti yarın meçhuldür…
O halde ömür dediğin bir gündür,o da bugündür….

?

farkinda_olmali_insan Farkında Olmalı İnsan