Son Hatıra

Adını ellerimle çizdim altın kumlara,
Küçülen gözlerimde kurudu son damla yaş;
Kumsal, deniz, sal, rüzgâr senden en son hatıra
Solan ruhumda sana bembeyaz bir soğuk taş!…

İşte, rüzgâr esiyor, dalgalar coştu yine,
Kumlara işlediğim hayalin de kayboldu,
Hicranınla yanarken ben derinden derine,
Karşında, solan yüzüm gibi, güneş de soldu…

Dalgalar, sürükleyin beni de enginlere,
Kumların arasında ben de bir parça taşım…
“Ayrılmayız beraber dalarız derinlere!”
Derken bıraktı gitti elimi arkadaşım…

Şükûfe Nihal Başar
son_hatira Son Hatıra

Gel Bahar

Ben mi çıldırmışım, sen mî delirdin?
Yalvaran sesimden bu kaçış neye?
Git dediğim zaman koşar gelirdin,
Gel şimdi de inan bu efsaneye!
Şimdi günler birer peymanedir gel!

Yıllardır kaybettim o tatlı sesi,
Bir türlü içimde ötmez o bülbül,
Bir ömre bedeldi bir tek nağmesi,
Hem ötmez, hem içten gitmez o bülbül
Kalbim sükûtuna kâşane oldu.
…………

Hasret dedikleri zorlu ateştir:
Bekledim, bağrımı dağladı gül gül.
Artık gelse de bir, gelmese de bir
Dermanı yanmada bulan bu gönül
Vahdet şarabına meyhane oldu

Halide Nusret Zorlutuna

halide_nusret_zorlutuna Gel Bahar

Türk Edebiyatı’nın açmamış çiçeği; Şükûfe Nihal

Su

Kalbinden kalbime akan bir sesti
Akşam gölgesinde çağlayan o su…
Sesini en tatlı yerinde kesti
Bizi sonsuzluğa bağlayan o su.
O su, bir sır gibi mırıldanırdı;
Göğsünde bir sarı ay yıkanırdı;
Bizi Leylâ ile Mecnun sanırdı
Gamlı yolumuzda ağlayan o su…
Sessiz ruhumuzu o bestelerdi,
Bize “Unutalım dünyayı” derdi…
Bir aldı sonunda verdi bin derdi,
Bizi bizden fazla anlayan o su.
Şimdi ne akşam var, ne ses ne dere;
Yolumuz ayrıldı başka ellere;
Benzetti bizi bir kırık mermere
Ruha zehir gibi damlayan o su.

Şükûfe Nihal

Şükûfe Nihal, Türk edebiyatının en duygusal, en içli, en mahzun ve aynı zamanda da en unutulan bir yazarı ve şairidir.

Şükûfe Nihal özgürlüğe tutkun, mücadeleci ve ayakları üzerinde dimdik duran bir kadındır.

1896 doğumludur…

Babası V. Murat’ın başhekimi Emin Paşa’nın oğlu, Eczacı Albay Ahmet Bey’di, entelektüel birisiydi..

Annesi Nazire Hanım. Soy kütüğü, baba tarafından Katipzadelere, anne tarafından Fatih Sultan Mehmet’in Başressamı Nakkaş Mehmet Efendi’ye dayanır.

Şükûfe Nihal babasının görevleri gereği gittikleri Manastır, Şam, Beyrut ve Selanik’te Arapça, Farsça, Fransızca öğrendi.

1919 yılında Edebiyat Fakültesi Coğrafya Bölümü’nü bitirerek “Türkiye’nin ilk üniversite mezunu kadını” unvanını almıştır…

Üniversiteyi bitirdiği yıl, ilk şiir kitabı “Yıldızlar ve Gölgeler” yayımlanır.

Aruzla yazılan bu şiirleri hece ölçüsü ile yazdığı şiirler izler.

1928 yılında “Hazan Rüzgârları”, 1930 yılında ise “Gayya” adlı şiir kitabı yayınlanır.

Güçlü romantizmini düşünce gücüyle birleştirerek, sık sık toplumsal konularda yazmıştır.

Ancak, kendisinden önceki ya da o dönemdeki kadın şairlerden farklı olarak, bir erkek edasıyla ve kadın olduğunu unuturcasına yazmamıştır.

O, belki de kadın sorunlarını ve yaşantısını ilk dile getiren kadın şair ve yazarımızdır…

Eserlerinde, kadının çalışmasının önemini ekonomik açıdan, üretkenliğini insan yaşamına olumlu etkileri açısından sık sık vurgular.

Yaşamındaki çok yönlülük, edebiyat alanında da görülür.

Şiirlerinin yanı sıra lirik bir anlatım kullandığı öyküler ve romanlar yazmıştır…

1928 yılında “Tevekkülün Cezası” adlı öykü kitabı ve ilk romanı “Renksiz Istırap” yayımlanır.

Bunları, “Çöl Güneşi” (1933), “Yalnız Dönüyorum” (1938), “Domaniç Dağlarının Yolcusu” (1946), “Çölde Sabah Oluyor” (1951) adlı romanları izler. ,

1935 yılında “Finlandiya” adlı gezi notları yayımlanır.

1910 yılından itibaren “Kadın”, “Tan”, “Cumhuriyet” gazetelerinde, “Ayda Bir”, “Her ay” gibi dergilerde köşe yazarlığı yapmıştır.

Bu eserlerinden ”Yalnız Dönüyorum” okunmaya değer bir eserdir.

Şükûfe Nihal, edebi kişiliğinin yanında eylemci kişiliğiyle de tanınır.

Cumhuriyetin kurulması aşamasında, ikinci eşi Ahmet Hamdi Başar’la Müdafaa-i Hukuk Cemiyetinde önemli çalışmalar yapmışlardır.

Şişli’deki evlerinde toplantılar düzenlenmiş, kurtuluş mücadelesinin kararları alınmıştır.

Halide Edip, Sultanahmet’te tarihi demecini verirken, Şükûfe Nihal de, Fatih Mitingi’nde dinleyenleri oldukça etkileyen tarihi konuşmasını yapıyordu;

“Ey aziz vatan beşiğimiz sendin, mezarımız yine sen olacaksın.”

Bununla da kalmayıp Anadolu’ya çıkmış, sonraki yıllarda da Anadolu’yu gezmiş, gördüklerinden etkilenen Nihal, eserlerinde Anadolu sorunlarına yer vermiş, gördüğü, tanıdığı köyleri ve köy kadınlarını anlatmıştır.

Tarihimizde kadın özgürlüğünün ilk temsilcileri ve savunucularından biri olan Nihal, aynı zamanda Türk Kadınlar Birliği’nin de kurucularındandır.

Kurtuluş Savaşı sonrasında da, ülkeyi yönlendiren kararlarda etkili olan Atatürk sofralarının vazgeçilmez konuğudur…

İnişli çıkışlı ve dalgalı özel hayatı, karşılıksız ve tinsel aşkları ile farklı bir şairimizdir Şükûfe Nihal…

Hicran Göze “Yahyâ Kemal’den Nâzım Hikmet’e, Şükûfe Nihal’den Fâruk Nâfiz’e; Bir Zamanlar Kadıköyü’nde Edebiyatçılar ve Aşkları” isimli kitabında (Kubbealtı Yay. 2010) Şükûfe Nihal’i, Fâruk Nâfiz’i ve aşklarını anlatır.

Hâlide Nusret “Bir Devrin Romanı” isimli kitabında (Timaş Yay. 2009) birinci elden Şükûfe Nihal’den bahseder.

Şükûfe Nihal ve Hâlide Nusret İstanbul Kız Lisesinden yakın arkadaştırlar.

Hâlide Nusret kitabında Şükûfe Nihal’i şöyle anlatır; “Çok zevkli döşenmiş evinde tertiplediği toplantılarda devrin genç, yakışıklı pek çok şair ve yazarı onun etrafında fır dönüyorlardı. Güzeldi, zarifti, kültürlüydü, üniversite bitirmiş nâdir kadınlardan biriydi.

Şükûfe Nihal’in yakın arkadaşı İsmet Kür (yazar Pınar Kür’ün annesi, Hâlide Nusret’in kardeşi), ‘Yarısı Roman’ (Everest Yay. 2011) adlı kitabında Şükûfe Nihal’i şu şekilde tanımlar:

Şükûfe Nihal hemen her görenin âşık ya da hayran olduğu kadınlardandı. ‘Güzel’ denemezdi pek. Gözleri çukurdu ve ufaktı… Boyu hiç uzun değildi. Beden çizgileri dikkati çekmekten uzaktı. Ne ki, zarifti, her zaman bakımlı ve çok şıktı. Dünyaya metelik vermeyen, kendine çok güvenen bir havası vardı. Onu bu kadar çekici yapan da, bu “dünyaya metelik vermeyen” haliydi. Ve de, o sıralar, ‘hayran olunacak kadın’ sayısı da çok değil miydi? Ya da nitelikleri mi farklıydı? Sanırım, biraz öyle. Çocukluğumda, şıklık sembolüydü benim için. Onun üstünde görüp hayran olduğum kimi renkleri, kimi desenleri hâlâ sevdiğini biliyorum

Çok kaprisli bir kadındı. Biraz cıvıltıya benzeyen, kendine özgü ve de hoş konuşma biçimi vardı.’’

Kadınlı erkekli toplantılarda;

“Geldikçe Şükûfe sahn-ı meclis – Pürzemzeme gülistana döndü” diye övülen bir kadındı…

İlk eşi biraz da ailesinin ısrârı ile çok genç yaşta evlendiği Türkçe öğretmeni Mithat Sadullah (Sander) Beydi.

Aralarında büyük yaş farkı vardı.

Babasının zoruyla evlenmiş, evlenmemek için bileklerini keserek intihara teşebbüs etmişti.

Bu evliliğinden oğlu Necati (Sander) dünyaya gelmişti…

Zorla evlendirildiği eşinden iki sene sonra ayrılmıştı.

Bu ayrılık günlerindeki sıkıntılarına teselli olan ve ona aruzu öğreten biri vardı.

Cenap Şahabettin’in küçük kardeşi edebiyatçı, şair ve ressam olan otuz yaş civarında genç adam; Osman Fahri.

Osman Fahri Şükûfe Nihal’e çılgınca âşıktı.

Bu ayrılık onu cesaretlendirmiş, hislerini sevdiği kadına açıklamıştı.

Ama aldığı cevap olumsuzdu.

Genç adam ümitsiz aşkının yarattığı küskünlükle öğretmen olarak Elazığ’a gitmiş, oradan da yalvarmıştı;

Sen benim hem dem-i hayalâtım,
Ben senin yârı tesellikârın
Olacakken; fakat nedense, Nihal
Sen benim gözlerimde dert aradın…
Ah! Mâdem ki sen de bir şair,
Ben de şâirim, bu kâfidir

Hepsi boşunaydı.

Sevdiği kadından tamamen ümidini kesip kafasına tabancayı dayayıp hayatına son verdiğinde takvimler 1920 senesini gösteriyordu.

Şükûfe Nihal’in, karşılıksız aşkı yüzünden intihar eden Osman Fahri’yi yaşamı boyunca hiç unutmadı, unutamadı…

Pek çok kişi sevdalanmıştı, güzel, zarif, şık, bakımlı ve zamanın en gözde şairi olan bu cıvıl cıvıl kadına.

Bu kişilerden sadece Osman Fahri’yi unutmadı, unutamadı Şükûfe Nihal…

Aşkı sadece ruhunda yaşıyordu.

“Yakut Kayalar” adlı romanının kahramanıydı Osman Fahri.

Kaldığı huzur evinde ölene kadar düşüncesinde, dilinde, kaleminde, şiirlerinde hep Osman Fahri vardı…

Âdile Ayda “Böyle İdiler Yaşarken” (Edebî Hatıralar, Ankara, 1984) adlı kitabında Şükûfe Nihal’in Osman Fahri için kendisine şu ifadeyi kullandığını yazar;

“Ben ona layık değildim. O mütekâmil insandı. Bir dâhi idi. Bana yazdığı mektupları, bıraktığı hâtıra defterini, karaladığı şiirleri her gören aynı fikirde…”

Yakın dostlarına da Osman Fahri için; “Tek aşkım odur. Beni tek seven de odur. Nasıl ziyan ettim bu büyük aşkı” diye dert yanar.

Huzur evinin o kasvetli havasında her vesile ile kendisi için intihar eden o genç adamın bahsini açmakta, yazdığı şiirleri okumakta, yenilerini yazmaktadır. Âdile Ayda bu şiirler için ‘’Türk edebiyatı ölçüsünde değil, dünya edebiyatı ölçüsünde, bir ölmüş sevgili için yazılan en orijinal, en güzel mısralardır.’’ demektedir.

Nerdesin? Toprakta mı, havada mı suda mı?
Nasıl buldun bu vahşi gecelerde odamı?
Hasretim şefkat, şiir, aşk dolu ellerine…
Gelsen de boş gönlüme bir hayat gibi dolsan.
Sen uyansan, ben yatsam biraz senin yerine…”

Şükûfe Nihal’in etrafında ateşin etrafında dönen pervaneler gibi dönen âşıklardan birisi de de Nâzım Hikmet’ti…

1920’li yıllar…

Erenköy bahçelerinde, köşklerinde şairlerin yazarların edebi sohbetlerin birindeydi…

Hâlide Nusret’in dizlerinin üzerinden Şükûfe Nihal’e uzatılan, onun ise gülerek okusun diye Hâlide Nusret’e verdiği kağıt…

Nâzım Hikmet’in delişmen yazısıyla;

“Ben sizin için çıldırıyorum, siz bana aldırış bile etmiyorsunuz.”

Hâlide Nusret’in, kız kardeşi İsmet Kür’e söylediğine göre Nâzım Hikmet, “Bir Ayrılış Hikâyesi” adli şiirini Şükûfe Nihal için yazmıştı:

Erkek kadına dedi ki:
– Seni seviyorum,
ama nasıl?
avuçlarımda camdan bir parça gibi kalbimi sıkıp
parmaklarımı kanatarak
kırasıya,
çıldırasıya…
Erkek kadına dedi ki:
– Seni seviyorum,
ama nasıl?
kilometrelerce derin, kilometrelerce dümdüz,
yüzde yüz, yüzde bin beşyüz
yüzde hudutsuz kere yüz..
. “

Dönemin ünlü şairlerinden sadece Nâzım Hikmet âşık değildi Şükûfe Nihal’e.

Hâlide Nusret’e göre Ahmet Kutsi Tecer de Şükûfe Nihal’e âşık edebiyatçılardan biriydi.

İkinci evliliğini İstanbul Üniversitesinden arkadaşı olan Ahmet Hamdi Başar’la yaptı.

Otuzbeş sene sonra nihayete erecek olan bu evlilikten kızı Günay dünyaya gelmişti.

Hâlide Nusret’in çok sevdiği Günay…

Şükûfe Nihal’in edebiyat çevrelerindeki en bilinen aşkı ise hiç şüphesiz, Fâruk Nâfiz Çamlıbel’di…

Hicran Göze “Yahyâ Kemal’den Nâzım Hikmet’e, Şükûfe Nihal’den Fâruk Nâfiz’e; Bir Zamanlar Kadıköyü’nde Edebiyatçılar ve Aşkları” isimli kitabında Fâruk Nâfiz bölümünde bu aşkı şu şekilde anlatır;

Fâruk Nâfiz Çamlıbel Şükûfe Nihal’i, halası Saide Hanım’ın Erenköy’deki köşkünde görür ve ilk görüşte âşık olur.

Aşkları karşılıklıdır.

Hep şiirler yazarlar birbirlerine.

Fâruk Nâfiz’in 1928’de yayınladığı “Suda Halkalar” kitabının “Macera ve Gençlik” bölümünde yazmış olduğu şiirde geçen kızın adı da Nihal…

Aynı kitapta bulunan ‘”Gurbet” şiirini de Şükûfe Nihal’e ithaf etmişti.

“Şükûfe Nihal Hanımefendi’ye” diyerek:

Sen Marmara’nın göl gibi durgun bir ucunda,
Ben böyle atılmış gibi yurdun bir ucunda,
Sen benden uzak, ben sana hasret…
Sarmış beni gurbet
Sarmış beni mecnun diye zencir gibi dağlar
Bir türbe ki ruhum gelen ağlar giden ağlar

Şu iki mısrada ise Fâruk Nâfiz sevgilisinin adını da açıklamıştır:

Yalnız yaşamaktansa Nihal’imden uzakta
Kalsam diyorum dâr-u diyarımdan uzakta
.”

Bir şiirinde gene sevgilisinin adı vardır:

İnce bir kızdı bu, solgun, sarı, heykel gibi lâl
Sanki rûhumdan uzak sisli bir akşamdı Nihal.
Ben küreklerde, Nihal’in gözü enginlerde
Gizli sevdâlar için yol soruyorduk nerde
.”

Aşkları üzerine roman yazdılar.

Fâruk Nâfiz Çamlıbel “Yıldız Yağmuru”nda, Şükûfe Nihal ise “Yalnız Dönüyorum” adlı romanında sevdalarını dile getirdiler.

Fâruk Nâfiz’in bu aşkı olanca coşkunluğu ile yaşarken yaptığı ani evlilik herkesi olduğu gibi Şükûfe Nihal’i de şaşırtır.

Fâruk Nâfiz, 1932 senesinde kendisiyle aynı lisede görevli Biyoloji öğretmeni Azîze Hanımla evlenmişti.

Epeydir araları açıktı, uzun zamandır konuşmuyorlardı.

Fâruk Nâfiz’in kocasından ayrılarak kendisiyle evlenmesi için ısrar etmesine hep olumsuz cevap vermişti Şükûfe Nihal.

Şükûfe Nihal “Son Hâtıra” adını taşıyan şiirinde kendisini üzen ani ayrılığın acısını dile getirir:

Dalgalar, sürükleyin beni de enginlere,
Kumların arasında ben de bir parça taşım!…
Ayrılmayız, beraber dalarız derinlere
Derken, bıraktı gitti elimi arkadaşım
…”

Şükûfe Nihal dökülen yapraklara hitaben yazdığı “Hazan Rüzgârları” isimli şiirinde de ümidini ve ümitsizliğini anlatır:

Kollarıma düştünüz
Solgun periler gibi;
Ruhumla öpüştünüz,
Bir ümid diler gibi..
.

Fâruk Nâfiz 1954’te Cumhuriyet gazetesinde çalışan Sermet Sami Uysal’ın: “Eşinizle aşk evliliği mi yaptınız?” sualine

“Hayır. Birbirimizi beğenip evlendik; duygudan çok kafa izdivacı oldu daha doğrusu.” diye cevap vermişti…

Gençlik devrinin fırtınalı aşklarını şiirlerine döken şairin asil ruhlu Azîze Hanım’a hissettikleri belki aşktan da üstündü.
Aklın ve mantığın arkadaşlığında bir beğenme ile başlayan bu evlilik aşktan da üstün bir sevgi ve dayanışmayla yıllarca sürmüştü.

Azîze Hanım’ın bir amansız hastalıktan ani ölümü ile perişan olan Fâruk Nâfiz, Azîze’sinin arkasından o zor günlerini dile getiren bir şiir yazmış, “Bunu senin bestelemeni ve ölümsüzleştirmeni istiyorum” diyerek yakın dostu üstad Alâeddin Yavaşça’ya verir.

Bu güzel güfte Alâeddin Yavaşça tarafından hicaz makamında bestelenince gönül tellerini titreten bir şarkı oluşur:

Artık bu solan bahçede bülbüllere yer yok
Bir yer ki, sevenler, sevilenlerden haber yok
Bezminde kadeh kırdığımız sevgililer yok
Bir yer ki, sevenler, sevilenlerden haber yok

Kader midir, rastlantı mıdır bilinmez; eski aşkı Şükûfe Nihal huzur evinde öldüğü zaman o bir hanım arkadaşıyla Samsun vapuruyla çıktığı Akdeniz gezisindeydi, şiirler yazdığı kadının ölümünü duymadan o da o vapurda son nefesini verecekti.

Fâruk Nâfizle birbirlerine âşık olduklarında, Şükûfe Nihal evlidir. Bu arayış nedeniyledir ki sadece tinsel ve uzaktan uzağa nezih, ulvi bir aşkı yaşar ve romanlarında ve şiirlerinde yaşatırlar bu aşkı. Bu nedenle evli olmasına rağmen, bu ulvi tinsel aşk herkes tarafından, hatta eşi tarafından da bilinmesine rağmen hep saygıyla kabul görmüştür.

Fâruk Nâfiz’in eşinden ayrılıp evlenmelerini hep reddeder Şükûfe Nihal. Çünkü evlenmezlerse tene değmezse o devasa sevda, aynı ulviyetini muhafaza edecektir, kirlenmeyecektir ve ölümsüz olacaktır. Bu nedenle reddeder Fâruk Nâfiz’i Şükûfe Nihal.

Ancak bu aşk huzursuz eder Şükûfe Nihal’i…

Selim İleri, “Mavi Kanatlarında Yalnız Benim Olsaydın” adlı romanında (Everest Yay. 2010) Şükûfe

Nihal’in bu huzursuzluğundan bahseder;

“Renksiz Istırap romanının yazarı asrî yaşayışın bize özgü uyarsızlıkları ortasında yasak bir aşkın kurbanı oluyordu.

Galiba ikinci izdivacında da mutluluğa kavuşamıyor, galiba evli bir beyle, kendisi de evliyken bir gönül macerası geçiriyor.

Onu artık salonlarda, edebi toplantılarda, çay saatlerinde, şiir günlerinde öyle şuh, azametli, göremiyormuşsunuz.

Gitgide zayıflıyor, sözleri azalıyor, neşesi soluyor, elleri titriyor, gözleri ikide bir hep yaşarıyormuş.

Girip çıktığı evlerde, katıldığı toplantılarda, bulunduğu mekânlarda durup dururken buhranlara kapılıyormuş, artık yerinde duramıyormuş, oralardan çılgıncasına fırlayıp gidiyormuş…

Hem edebî toplantılar olmaksızın yaşayamıyormuş, hem de edebî toplantılara katlanamıyormuş…

Yüzünün solgunluklarını, yıpranmışlığını ağır bir makyajla örtmeyi deniyormuş. Eskisinden çok daha fazla sigara içiyormuş ve sigaralarını uzun ağızlıklar takmadan içiyormuş, birini yakıp, birini söndürüyormuş.

Başka konular, edebi, siyasi, içtimai konular konuşulurken o sözü ille aşka, sonu meçhul aşklara getiriyormuş.

Bu salonlarda yalnızca aşkın acıları, hüsranları konuşulsun istiyormuş…

Kendisinden rica edildiğinde yeni şiirlerini okuyormuş ve bu yeni şiirlerin hepsi aşkı Fuzulî’ye yaraşık bir gönül küskünlüğüyle dile getiriyormuş.

O artık Nedimvâri şuhlukları büsbütün unutmuş, büsbütün yalnızmış…

Çünkü âşık olduğu evli bey, galiba yuvasına dönmek istiyormuş.

Şükûfe Nihal Hanım hislerini gizleyemediğinden bu yasak aşk herkes tarafından konuşuluyormuş. Yasak aşk dile düşmüş.

Sözler, dedikodular, kınayışlar Şükûfe Nihal Hanım’ın kulağına çalındıkça, o, hislerini, hasretlerini hiç dinginleyemiyormuş.

Sevdiği adamın adını sayıklayacak kertelere geliyormuş ve onu kimse anlamıyormuş.

O artık bu aşkı… aşkı kendi kendine yaşıyormuş.”

Şükûfe Nihal’deki bu halet-i ruhiye aşkın soyluluğunu ve soysuzluğunu yansıtır.

Bu haleti ruhiye Attila İlhan’ın bir şiirini anımsatır;

“Sevmek kimi zaman rezilce korkuludur”

Şükûfe Nihal aradığı huzuru ikinci evliliğinde de bulamaz.

Şükûfe Nihal, 64 yaşındayken Ahmet Hamdi Başar ile olan ikinci evliliğini de bitirir.

1960 yılında başına talihsiz bir olay gelir;

Kızından dönerken sokaktaki bir çukura düşerek kalça kemiğini kırar.

Kaza sonucu birçok ameliyat geçirir, yatağa mahkûm kalır.

Kızı Günay’ın bebeğini doğururken hayata gözlerini yumması yaşamla ilişkisinin tamamen kopmasına neden olur.

Yurtdışında felsefe öğrenimi gördükten sonra Taksim ve Osmanbey’de İstanbul’un en tanınmış iki kitabevini açan ilk eşinden olan oğlu Necati Sander, annesinin bu durumuna çok üzülüyor ve onu böyle görmemek için “yüreğim dayanamıyor” diyerek yanına uğramaz, annesiyle alâkasını keser.

Hayatın zorlaşması sonucu yakın arkadaşları Hasene Ilgaz (CHP Çorum Milletvekili) ve İffet Halim Oruz’un açtıkları Bakırköy’deki huzurevine yerleşir.

Kız kardeşleri Bedai Taş ve Muhsine Akkaş da artık yaşlanmışlardı, sık gelemezler huzurevine.

Yalnızlığı ve hüznü olanca şiddetiyle yaşadığı ve belki de geçmişin muhasebesini yaptığı son durağıdır huzur evi…

Şükûfe Nihal yaşamı boyunca hep mükemmel aşkı aramıştır.

O’nun aradığı aşk tensel değil, tinsel bir aşktır.

Şükûfe Nihal’in ‘Bir Şey Unuttum’’ isimli şiirindeki şu dizeleri sanki huzur evindeki hesaplaşmasını anlatır:

Yalnız,

Gönlümde bir acı var, adını bulamadım;
Kırık gibi kanadım!
Bir şey mi kaybettim, ne? Ellerim bomboş gibi.. .
Bir yakuttan kadeh ki varlık çatlamış gibi .. .
Ses mi, çiçek mi desem;
Işık mı, renk mi desem;
Sanki, geçtiğim yolda bir şey unuttum!..
.”

Huzur evinde bütün ilişkileriyle hesaplaşır.

Evlilikleriyle, kendine âşık olan herkesle iç hesaplaşması yapar.

Bunlar arasında Nazım Hikmet, Fâruk Nâfiz ve Ahmet Kutsi Tecer de vardır..

Bir tek, aşkı uğruna ölümü seçen ve yakın dostlarına, “Tek aşkım odur. Beni tek seven de odur. Nasıl ziyan ettim bu büyük aşkı” diye dert yandığı Osman Fahri’yle hesaplaşamaz…

Son nefesini verdiği 24 Eylül 1973 yılına kadar onu düşünür. Son nefesine kadar Osman Fahri’yi hayalinde yaşatır ve ona duyduğu aşkla hayata veda eder.

“Şükûfe” Farsça kökenli bir isimdi, “açmamış çiçek, tomurcuk” anlamına gelirdi…

Şükûfe Nihal adı gibi açmadan solan bir çiçek olarak bu dünyadan göçtü gitti.

Selim İleri’nin “Mavi Kanatlarınla Yalnız Benim Olsaydın” isimli kitabının sonlarına doğru “Uzlet” başlığıyla yer alan bölümde Şükûfe Nihal’in huzur evindeki son günleri anlatılır.

Kitapta bir yakınını huzurevinde ziyaret eden anlatıcı şu şekilde anlatır Şükûfe Nihal’i:

“ ….. o kadar mahzun, yalnız, içli, o kadar ‘mükedder’miş ki, yarı ’mefluç’ olmasa bile aşağıya, oturma odasına, öteki yaşlıların yanına ineceği yokmuş. Adı Şükûfe Nihal olan bu hanım kendi ‘mehpes’inde hala şiirler yazıyormuş, içe kapanıyormuş, ayrılırken bu dünyaya dargın, küskün ayrılıyormuş. (Mehpes: Hapishane. Mükedder: Kederli, üzgün. Mefluç: Felçli )

Huzurevinde bir iki kez ziyaret ettiğiniz gözleri sürmeli Bedia Hanım, ille Şükûfe Nihal Hanımın odasına da uğramamızı isterdi. Yatağında yarı doğrulmuş, daima eski şiirlerini okurken ya da yeni şiirler yazmak isterken bulurduk onu. Daima diyorum ama, Şükûfe Nihal Hanımı en çok gördüğüm gün beş on dakikadan öteye geçmez.

Gözleri sürmeli Bedia Hanım bir edebiyat aşığı olduğumu söyleyince, Şükûfe Nihal, ‘Size bir şiir okumamı ister misiniz çocuğum?’ diye sormuştu. Arkadaşının elini bırakıp gittiğini söylediği bu şiiri dudağımı ısırarak dinlemiştim.

Sonra bir seçki de rastlayınca ağlamaktan kendimi alamadım:

Son Hatıra

Adını ellerimle çizdim altın kumlara
Küçülen gözlerimde kurudu son damla yaş
Kumsal, deniz, sal, rüzgâr senden en son hatıra,
Solan ruhumdan sana bembeyaz bir soğuk taş!..
İşte, rüzgâr esiyor, dalgalar coştu yine;
Kumlara işlediğim hayalin da kayboldu…
Hicranınla yanarken ben derinden derine,
Karşında, solan yüzüm gibi, güneş de soldu…
Dalgalar, sürükleyin beni de enginlere,
Kumların arasında ben de bir parça taşım!…
“Ayrılmayız, beraber dalarız derinlere”
Derken, bıraktı gitti elimi arkadaşım…

Şükûfe Nihal Hanım şiirini bitirince ‘Uzlet köşesindeki şu ihtiyar kadını, sizin için okuduğu şiiri hepten unutmanızı temenni ediyorum’ demiş, hayatımda ‘uzlet’ sözcüğüne bir yer açmıştı.

(Uzlet: Yalnızlık. İnsanlardan ayrılarak bir tarafa çekilip yalnız kalmak.)

Artık ne o aşklar kaldı, ne de o Şükûfe Nihal, ne de Osman Fahri, ne de Fâruk Nâfiz…

Hepsini unuttuk…

Soner Yalçın ‘’Bu Dinciler O Müslümanlara Benzemiyor’’ isimli kitabında (Doğan Kitapçılık, 2009) Şükûfe Nihal’den bahseder.

Soner Yalçın kitabında Şükûfe Nihal için adı okullara verilmiş diye yazsa da, adını sadece Ankara Yenimahalle Şentepe’deki bir okul taşımaktadır;

“Şükûfe Nihal İlköğretim Okulu”

İstanbul Bahçelievler’de de bir sokak adını taşımaktadır; “Şükûfe Nihal Sokağı”

Yine Soner Yalçın, Şükûfe Nihal’in Rumeli Hisarı Aşiyan Mezarlığı’ndaki mezarı için iç acıtacak kadar bakımsız diye yazsa da, mezarı o iç acıtan bakımsızlığından o kadar harap haldedir, ismi bile yazılı değildir.

Mezar kayıtlarında dahi ismi yoktur. Gittiğinizde bulamazsınız.

Unuttuğumuz sadece Şükûfe Nihal değildi…

Unuttuğumuz sadece “uzlet”, “mefluç”, “mehbes” de değildi…

Bir toplum “vefa” yı unutmuştu “vefa”yı…

Pek bilinmez, dile getirilmez ama; İstanbul’un Sultanahmet meydanında Halide Edip Adıvar mandacılığı savunurken, İstanbul’un Fatih semtinde ise, Şükûfe Nihal on binlerce vatansevere ülkemizde ilk kez, “Bizim en büyük düşmanlarımız emperyalizmdir, ABD emperyalizmidir. İngiliz emperyalizmidir. Tüm dünya emperyalistleridir.” diye haykırıyordu…

Bu ülkenin böyle bir şairine, yazarına, vatanperverine sahip çıkacak, doğru dürüst bir mezarını yaptıracak hiç mi bir kuruluşu yoktur?

Bu ülkede bakanlıklar, belediyeler, edebiyatçı dernekleri, sanatsever işadamları, büyük büyük holdingler, kuruluşlar ne iş yapar?

Şükûfe Nihal, Türk edebiyatının en unutulan bir değeridir.

Ülkemizde Şükûfe Nihal’i en iyi anlatan ve onun biyografisini yazan araştırmacı, halen Erciyes Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Hülya Argunşah’tır. O’nun doktora tezi Şükûfe Nihal üzerinedir: “Bir Cumhuriyet Kadını: Şükûfe Nihal”, (Akcağ Yay., Ankara, 2002)

Bu eserin son sözünün son paragrafını şu şekilde yazar Hülya Argunşah:

“Şükûfe Nihal yetmiş yedi yıl süren ömründe sanat ve kültür hayatımıza birçok katkılarda bulunmuştur.

Ancak yaşadığı talihsiz hayat ve içli mizacı onu daha ziyade ferdi sızlanışların yazarı yapmıştır.

O, birçok edebiyat tarihinde Cumhuriyet yıllarının idealist tiplerini örnekleyen idealist bir kadın yazar olarak kaydedilmiştir.

Fakat edebiyat tarihi onu büyük bir umursamazlıkla daha ölmeden tozlu sayfalarına gömmüş ve unutturmuştur.

Eğer şairler ve yazarlar Türkçenin ses mimarları ise, Şükûfe Nihal’ın yeniden okunması ve düşünülmesi gerekir. Bu onun yeniden dirilişi olacaktır.

Yaşarken ne yazık ki anlaşılamamış olan bu Türk kadın yazarı, etrafındaki dedikoduların korkunçluğu ile kaçtığı, sonra da öldüğü köşesinden çıkarılmayı beklemektedir.

Bu ona göstermek zorunda olduğumuz bir vefa borcudur.

Türk kadın hareketlerindeki çalışmaları ve Türk edebiyatındaki eserleriyle o, bu manevi dirilişi çoktan hak etmiştir.

Bugün harap halde bulunan ve ismi bile yazılı olmayan mezarına ancak bu yolla bir ışık yakılabilecektir.”

Aşkı bilen, tadan ve düşünen herkese olduğu gibi bu duygu yüklü şair Şükûfe Nihal’e de büyük saygı duyuyorum, unutulmasın istiyorum, nur içinde yatsın, ruhu şâd olsun.

Çiçero derdi zaten; “ölmüşleri yaşatan, yaşayanların bellekleridir.”

Osman Aydoğan

sukufe_nihal Türk Edebiyatı'nın açmamış çiçeği; Şükûfe Nihal

Hiç Kimse Bilemez Beni

Hiç kimse bilemez beni
Senin bildiğin kadar

Gözlerin, içinde uyuyup
Koyun koyuna uyandığımız gözlerin,
Ağarttı dünyanın tüm gecelerini
İnsan parıltılarınla senin

Gözlerinden başladı yolculuğum
Dünyalar ötesine anlamlı bir güzellik
İçinde binbir hevesle uçtuğum gözlerin

Gözlerinde yansıtırdı bizi
Bitip tükenmeyen yalnızlığımız
O bakışlar değil ki şimdi gözlerindeki

Hiç kimse bilemez seni
Benim bildiğim kadar

Paul Eluard
Çeviri : Sacide Üçer

kimseler_bilemez Hiç Kimse Bilemez Beni

Sevgili

Diz çökmüş göz kapaklarım üstüne;
Saçlarım içindedir saçları;
Hali var, ellerimin halinden;
Rengi var, gözlerimin renginden;
Kapılmış, koyulmuş gölgeme,
Göğe karşı bir taş gibi.

Gözleri var, açıktır, herdaim,
Uykuyu haram ettiren bana;
Ya güneşleri önüne katan,
Ya o ışık delisi rüyaları,
Güldürür ağlatır da güldürür beni,
Söyletir bilmeden ne söylediğimi.

Paul Eluard
soyleten Sevgili

Bir Sevda Türküsü

Sokul yanıma,
çığlıklar dolarken kentin sokaklarına
yirmidört ayar yankılar düşer dağlardan.
Üşürüm kar giyinmiş ağaçlar gibi
sımsıkı tut ellerimi
ki,
bir kır çiçeği
korkusuzluğuna ulaşayım.
Tuz ekmek ve şarap kadar kutsal,
okunması düşlenen bir kitabın
el değmemiş koyakları kadar gizemli,
sevdaya ait ne varsa içimde
sırtımda taşıyorum akşamları.
Rüzgarın baştan çıkarıcı çağrısına kapılıp
ipini koparan uçurtma gibi
çılgın olmak istiyorum,
bu yüzden,
görmüyor musun kollarım
sana uzanıyor savaş alanının
tam ortasından
Peşimde kanıma susamış canavarlar var,
gecenin sabaha yakın olan kısmında
çalı ol
yapraklarının arasına al beni,
dikenlerin batmasın ama.
Çocuklar kadar berrak pınarlar
olsun avuçlarında,
bir yudum içtiğimde
ay kanatlarını tak
gözlerime gözlerinle
yak beni yüreğindeki ateşle.
Karınca gölgesi olsan bir öğle üstü,
uyusam uykuların en derininde,
mermer yontular görsem düşümde,
kılıfından çıkarsam ölümü
rasgele öpsem ağustos gibi yanan göğsünden,
uyandığımda sen yoksan
haykırsam, haykırsam, haykırsam…

A. Kadir Bilgin
bir_sevda_turkusu Bir Sevda Türküsü

Seni Seviyorum

Seni seviyorum
çağladıkça coşan su
estikçe dellenen rüzgar
ekildikçe anaçlaşan toprak
öğütler bunu bana

seni severken
türküden türküye geçer ırmak
toprak yaz yağmurlarıyla oynaşır
öğle tozlarıyla dolanır rüzgar ufku
adınla uyarırlar beni

seni seviyorum
bağda çillenen salkım
dalda allanan meyva
öttükçe kendini tüketen kabakçı kuşu
öğütler bunu bana

seni severken
yaz güneşi şehvete boğar bahçeyi
kükürt adetleriyle solar bağ yaprakları
ballı incirde yaşar -bin bir cilveli- aşklarını
turunç gerdanlı kuşlar
haberler getirir sağdıçlarım
gül kurusu mektuplar

seni seviyorum
hayra yorulan düşler
ceviz sandıkta bekarlığının gül suları
taş yastıklarda zümrütüanka kuşları
öğütler bunu bana

Adnan Özer
seviyorum_seni Seni Seviyorum

Şehriyar

1.

Rahmete açılan bir gökyüzüydü
Üstümüze yıldızlar serpen
Şefkatli bir anne gibiydi
Seni bağrına basan toprak
Mümin mütevekkil bir güzel adam için
Ölümün müthiş ve gizemli sorularına
Ağrılarımı iyileştiren
Sakin cevaplar bulabilirdim
Cesur olmayı dener
“Yaşamak” bu diyebilirdim
İçimde bulutlar hep böyle kabarmaz
Uysal gözlerle bakardım sana
Hafta sonlan parkları sevebilir
Anılarımı bir tablo gibi asardım duvara
Söylenecek sözlerim olmasaydı hayata

2.

Oysa yine çocuklar var hayatımızın ortasında
Güzel yüzleri ve namlı isyanlarıyla
Sayfalarından hayata çıkıp
Bizi insanlığımızdan utandıran
Müthiş nağralarıyla haberler salan ortalığa
Sonra biraz filistin bir parça afgan
Ve napalm eksersizleri
Karanlık mağralarından çıkan devlerin
Sonra acıları ve sevinçleri
Birlikte paylaşan bir yürek
‘Beyaz haberler’ ustası bir nevcihan
Alımlı vitrinlerini onurla geçerek hayatın
‘Yürekdede’ sofrasından ‘Serçekuş’ kanatlarıyla
Güzellikler sunan mümin yüreklere
Er meydanına
Kurşundan ağır kelimelerle çıkan

Sonrası bir şehir ve yine sen şehriyâr
Zulüm kaldığı yerden
Vurmaya başlarken yumruğunu toprağa
İçinde asyalı karanfiller ağlar
Toprağın yağmuru arar ve uykusuzluğun
İz bırakır ceylan gözlerde şehriyâr
Bir şehrin kederi senden sorulur

Sonra yine açarsın sofranı coğrafyan geniş
‘Zal tepesine doğru’ sonsuz bir koşu
Adımlarımız kararlı ‘Adamlarımız yiğit’
Döverler bilinç harmanını
Sonra şu bizim yeryüzünde
topraktan gel gel nöbetleri’

3.

Uzak mevsimler midir şehriyâr
yaşayamadıklarımız
Tutuklu günlerimiz mi
Halkımızın yüzyıllık öfkesini
boşaltan sokaklar
Artık ne insan yüzleri taşır omzunda
Ne sıcak bir gülümseme
Beni bulmaz artık postacı
Ne de dost dudağından bir selam
İçimde mısralarının çağıltısı

-Bismillah, elif lâm-

Aşkım bir hüzün bulutuna dönüşüp
Çöker dağının üstüne
Havf ve reca makamında
Dilimde
dua metinleri aşk ayetleri

-İnna lillalıi ve inna ileyhi raciun-
Güzel hayatlar ve ölümler için.

Mesafeleri toplayıp uzun bir gecede
Ateşini yüreğimde yakıyorum
Sıcak bir haziran öğlesi
Bir telefon dua ve gözyaşı
İns ve cin su hava ateş
Serin serviler altında mütebessim toprak
Mahzun gönüller
‘Sevginin gücü, savaş ritimleri’
Fatiha yasin tebareke ve amin
“-Hakkınızı helal edin Hakkınızı helal edin…”

4.

Beni anla. Çılgınlık öğrendim ırmaklarından
Göğsümde bir cihan soluyor rüzgar
Rabbimize teslimiyet ve razı olmak için
Yumuşak bir kavisle geçerek ölüm sularını
Güzel şeyler de söylemeliyim
Maraş ankara istanbul ve boğaziçi
Ayaklarının ucunda deniz
Harlı alevler ve bahar için
Şiirlerin seni ele verir şehriyâr
Kaç martının ayakları suya değer balıklar sevinir
Seninle bütün bir şehir
Son rüyasına dalar
Gözlerini alıp sabaha başlangıç yapar
Toprak uyanır bereketi başlar günün
Sevginin en mahrem sınırından geçilir
Gölgen olur peşinden yürür
Yağmur olup düşerim toprağına
Havf ve reca havf ve reca
Yasin tebareke fatiha ve dua

Son söz/

“Her şey karıştı çünkü öldün
Artık kimse bulamaz kendini
Eller birbirinin içinde
Senin ölmüş elin yapışır
Benim tetiğimin üstüne”

-Şimdi üzgünüz arkadaş-

Cahit Zarifoğlu

sehriyar Şehriyar

Kafiyenin Efendisi

     İmrü’l Kays ve Muallâkası Gülceleşti bir zamanda…
     Demiştim ya hani: “Çıkınımda şiir gizli”…

Durun!
Durun hele,
Orada durun!

Çöl boyu uzanan yerler arasında,
Dahul’den Havmel’e, Tudıh’tan Mikrat’a…
Dalgalı kumların azalıp inceldiği,
Sevgilinin yurdunda;
Sıktu’l Liva’da
Silinmemiş izler,
Yaşıyor hatırası daha.
Sizler,
Hepiniz, sizler
Durun!
Durun hele,
Orada durun!

Durun ki;
Anarak adını sevgilinin,
Yana döne dolaşalım.
Durun, durun ki,
Hasretinin ateşiyle,
Yana söne ağlaşalım.

Siz, ey! Kalabalıklar içinden çıkmış kalabalıklar;
“Ölü gözünde yaş, buzdağında su…”
Ağlamak nedir? Gözyaşı dökmek…
…………..Bilemezsiniz doğrusu!
Susun!
Susun,
…………..Ben ağlayacağım!

Biliyorum,
Ne kadar uğraşırsa uğraşsın güney rüzgârları,
Sevdiğimin ayak izlerini yok etmeye!
Nafiledir biliyorum;
Benden yanadır kuzeyden esen yel,
İnadına güneyin…
Deli poyrazlar içimde üryan,
Mor bulutları ellerimle bağlayacağım;
Durun ve susun!
…………….Ben ağlayacağım!..

Görürsünüz,
Kar ceylanlarının hüznünü
Göl yeşilinde,
Çöl sarısında…
Terk edilmiş harabelerde ıslak sesim,
Kök boyası nakışlarda bir duvar,
Yarısı silinmiş bir resim…
Ayrılık sabahında yüklerini denkleyen
Ebu Cehil karpuzu oyar gibi,
Gözyaşı döken ilk adresim…
Gittiler,
Göçüp gittiler birer birer
Ahbap, dost, yâran!
Mugaylan ağacıyım sanki, gölgesiz…
Ve siz
Süslü püslü urbalar içinde
Cadde Cadde yürürsünüz…
Ben, bir hatıranın bin ışığında kan, revan
Beni böyle görürsünüz…
“……Helâk etme kendini,
…….Sabırlı ol, metin ol !”
Arkadaş sesleri, işte
Bineklerin üstünde.
“…….Toparlan biraz,
……..Yeter ağladığın!
……..Afâkı kapladı geceleri hıçkırığın…”
Diyorlardı,
Diyorlar…

Ne bilsinler?
Bilemezler ki;
Çarem, dermanım, şifam
Gözyaşımda gizlidir!
Ne bilsinler?
Bilemezler ki,
Âşıklar bulutlarla sözlüdür!

Fakat
Yer yer silinip giden
Bu izlerin yanında,
Ağlamak neye yarar?
Efkârımın şehrini kurarım kumul tepelere;
Acı acı esersiniz,
Siler süpürürsünüz…
Sonra da ceylanların düşlerini
Çöl sarısında,
Göl yeşilinde
Düşünürsünüz…

Diyeceğim şu ki;
Gizliden gizliye hâlime bakıp,
Boşuna gülüşürsünüz!..

Hey ki hey!
Gönül hey!
Kinde hükümdarlarından
Hâris oğlu Hücr’ün evlâdı,
İmrül Kays hey!

Yani ben,
Yani Esedoğulları üstüne
Korkusuzca yürüyen,
Jüstinyanus’un şeref misafiri,
Istırabın türküsü,
Kaside’nin pîr’i
Kafiyenin Efendisi, ben…

Mustafa Ceylan

kafiyenin_efendisi Kafiyenin Efendisi

Muallâka

1- Durun! Sevgilinin ve onun ed-Dahul ile Havmel arasındaki Sıktu’l Liva’da bulunan yurdunun hatırasına ağlayım.

2- Tudih ve el-Mikrat’a kadar uzanan, güney ve kuzey rüzgarlarının dokuması sayesinde henüz izleri silinmemiş olan hatırasına ağlayım.

3-Sevgilinin yurdunun geniş alanlarında ve oradaki su birikintilerinde, bembeyaz ceylanların karabiber tanesine benzeyen gübrelerini görürsün.

4- Göçlerini yükledikleri günkü ayrılık sabahında ben, adeta yörenin deve dikeni ağaçlarının yanında, Ebucehil karpuzu oyar gibi (göz yaşı döküyor) idim.

5-Arkadaşlarımsa orada bineklerinin üzerinde çevremi sararak: “kendini üzüntüyle helak etme, metin ol” diyorlardı.

6- Benim şifam bol bol gözyaşı dökmektir. Fakat silinip giden izlerin yanında ağlamak neye yarar?

7- (Senin bu sevgiline ağlaman) tıpkı bundan önce Me’sel Dağındaki Ummu’ul Huveyris ve komşusu Ummu’r Rebab’ı sevdiğinde uğradığın akıbet gibi.

8- Kalktıklarında her ikisinden de etrafa, karanfil kokuları getiren sabâ rüzgarlarının esişi gibi misk kokuları yayılırdı.

9- (o ikisine duyduğum) aşktan dolayı göz yaşlarım göğsüme doğru sel gibi akmış, kılıcımın askısını bile ıslatmıştı.

10- Hey (İmrul Kays), sen o sevgililerinle nice mesut günler geçirdin. Özellikle de Daretu culcul’da geçirdiğin gün…

11- Genç kızlara bineğimi kestiğim o gün… Geri de kalan yükünü develerine yüklemem ne hoştu be!

12- Genç kızlar devemin kızarmış etini birbirlerine sunup durdular. Yağı da iyi bükülmüş beyaz ipeği andırıyordu.

13. Mahfeye, Uneyze’nin mahfesine girdiğim o gün: “Yazıklar olsun sana! Beni yaya bırakacaksın” demişti Uneyze.

14- Mahfe kayıp da ikimizi birden yan yana yatırınca bana: “Devemi yaraladın İmru’l Kays, in aşağı!” diyordu.

15- “Yürü, devenin yularını kendi haline bırak; beni de meyvelerini devşirme zevkinden alıkoyma!” demiştim ona.

16- Senin gibi nice gebe ve emzikli kadınların kapısı çalmış ve onları, henüz bir yaşına basmış, nazarlıklı yavrularından alıkoyarak eğlendirmişimdir.

17- O emzikli kadın, çocuğu arkasında ağladıkça, vücudunun bir yarısı benim altımda dönmemiş iken, diğer yarısı ile dönüp onu emziriyordu.

18- Bir gün o sevgili kum tepesinin üzerinde bana yüz vermeyip ayrılacağına dair dönülmez bir yemin etti.

19- Ey Fatıma! Bırak bu nazlanmayı… Beni terk etmeyi kafana koyduysan bunu güzellikle yap.

20- Senin aşkının uğruna ölmem ve ne emredersen yüreğimin onu yerine getirmesi seni böyle şımarttı, değil mi?

21- Eğer benim herhangi bir davranışım hoşuna gitmediyse, kalbini kalbimden çıkar at ki, kurtulasın!

22- Gözlerin, ancak aşkınla param parça olmuş kalbime oklarını saplamak için yaş dökmekte…

23- Yine çadırına girilmesi umulmayan nice gün yüzü görmemiş kadından, hiç telaşlanmadan faydalanıp gönlümü eğlendirmişimdir.

24- Yanlarına ulaşmak için nice muhafızları ve şayet pusuya düşürebilseler beni öldürmeye azmetmiş nice toplulukları aşmışımdır.

25- Ülkeler yıldızı, kıymetli taşlarla süslü kuşağın göründüğü gibi, gök kubbenin tam ortasında dururken,

26- Yanına vardım; örtünün yanında, geceliği dışında bütün elbiselerini çıkarmış, bekliyordu.

27- Beni görünce; “Vallahi, senden kurtuluş yok! Senin bu azgınlığının geçeceğini de hiç sanmam” dedi.

28- Onu dışarı çıkardım; arkamızda izlerimizin üzerinde nakışlı harmanisinin eteklerini sürükleyerek yürüyordu.

29- Oymağın sınırlarını geçip de dalgalı kumsal tepeler bizi kucağına aldığında,

30- Başının yan tarafındaki saçlarından tutup onu kendime doğru çektim; o da ince beli ve dolgun bacaklarıyla bana doğru eğildi.

31- O, ince belli, beyaz tenliydi; iri ve sarkık karınlı değildi, gerdanı da ayna gibi parlaktı.

32- Teninin rengi kimsenin elinin ulaşamadığı suların beslediği sedeflerin içindeki inciler gibi sarıya çalıyordu.

33- Güzel yüzünü bir kapatıp bir gösteriyordu. Sonra Vecre’nin yavru ceylanlarının bakışını andıran ürkek bakışlarla korunmaya çalışıyordu.

34- Boynu bir beyaz ahununkine benzer ki yukarıya doğru uzattığında ne çirkin ve aşırı uzun, ne de ziynetlerden yoksundur.

35- Aşağıya sarkmış yoğun hurma salkımını andıran gür ve kömür gibi simsiyah saçları sırtını süslüyordu.

36- Zülüfleri yukarı kalkıktı; örülmüş ve salıverilmiş saçlarının içinde kurdeleler kayboluyordu.

37- Hoş ve bir örük saç gibi bir ince beli, iyi sulanmış hurma fidanı gibi dolgun ve sıkı bacakları vardı.

38- Güneş yükselene kadar uyuyan sevgilim, yatağının üzerinde misk kokuları içinde geç uyanır; önlük takmak ve kuşak bağlamak zorunda değildir.

39- Bir şey tutarken, Zaby tepesinin beyaz, küçük, kum kurtçuğunu veya İshil ağacının dalını andıran narin parmaklarıyla zarifçe tutar.

40- (Yüzünün parlaklığı) akşam karanlığını, inzivaya çekilen bir rahibin çırağı misali aydınlatır.

41- Onun gibisi, uzun entari giyen ile kısa entari giyen arasındaki yaşa geldiğinde, ağır başlı kimseler de hayranlıklarından dolayı ondan gözlerini ayıramazlar.

42- Aşkın gözlerini kör ettiği kimseler bile artık aşktan vazgeçti. Ama benim gönlümün senin aşkından vazgeçeceği yok.

43- Senin hakkında beni kınayan, uyaran ve bu sevdadan vazgeçmemi öğütleyen nice hasımlar var ki, onların sözlerine aldırmayıp reddettim.

44- Beni sınamak için türlü türlü kederlerle deniz dalgaları misali perdelerini üzerime salan nice geceler vardır.

45- Gece kasveti ile boynunu uzatıp, arkasına süre ekleyip, göğsünü şişirdiğinde ona dedim ki;

46- Ey uzun gece! Açıl da sabah olsun, hoş sabah da senden daha iyi değil ya!..

47- Ne acayip bir gecesin sen! Yıldızların adeta keten halatlarla sert kayalara bağlanmış gibi.

48- Nice toplulukların su tulumlarını, itaatkar ve sorumluluk taşımaya alışkın olan omuzlarıma almışımdır.

49- Kurtların, kumarda kaybetmiş adamın çocuklarına bağırdığı gibi uluduğu el- Ayr vadisine benzer nice vadiler aştım.

50- Uluduğunda dedim ki o kurda: “Sende birşey olmadığına göre, ikimizin de birbirimizden alabileceği birşey yok.

51- İkim de elimize geçeni tutamıyoruz; zaten bizim gibi ekenler bir şey elde edemezler”

52- Bazen, kuşlar henüz yuvalarındayken, kısa tüylü, vahşi hayvanlara aman vermeyip oldukları yere mıhlayan heykel gibi iri atımla ava çıkarım.

53- Anında hucum eden, geri çekilen, ileri geri manevra yapabilen, selin yüksekten yuvarladığı sert bir kaya gibi süratli ve sağlam atımla…

54- Etinin dolgunluğu sebebiyle sırtındaki keçeyi, pürüzsüz sert kayanın yağmuru kaydırdığı gibi, kaydıran doru atımla…

55- İnce belli olmasına rağmen enerjik olan, göğsünün hırıltısı ve kişneme sesi kaynayan bir tencerenin fokurtusunu andıran atımla…

56- Yüzer gibi koşan atlar yorulup katı yerlerden toz kaldırmaya başladıklarında yeniden yeniye su gibi akan atımla…

57- Hafif çocuğu sırtından kaydıran, ağır gövdelinin de elbisesini uçuran atımla…

58- Çocuğun uzun ve sağlam bir ipe geçirip süratle döndürdüğü fırıldak misali sürekli hızlı koşan atımla…

59- Onun ceylan böğrü gibi iki böğrü ve deve kuşu bacağı gibi iki bacağı vardır. Kurdun birden bire koşması gibi koşması ve tilki yavrusu gibi ön ve ard ayaklarını çift çift atması vardır.

60- Arkasından baktığında iki art ayaklarının arasını, yere değecek kadar yakın olan düzgün ve gür kuyruğu ile örter.

61- Ayakta dururken sırtı, üzeride güzel kokulu nesneler dövülen ve Ebucehil karpuzu çekirdeği kırılan düz ve sert taşa benzer.

62- Av hayvanlarının, onun göğsüne bulaşmış al kanları yaşlı bir adamın taranmış sakalındaki kına kalıntılarını andırıyordu.

63- Karşımıza birden dişleri, uzun etekleriyle Devar adlı putun etrafında dolaşan kızları andıran bir yaban sığırı sürü çıktı.

64- Onlar aşiret içinde soylu ve hatrı sayılan amcaları ve dayıları olan tazecik bir kızın boynundaki çeşitli taşlardan bir gerdanlığın kopup dağıldığı gibi dönüp kaçıştılar.

65- Atım bizi, dağılmalarına bile fırsat vermeden, geride kalanları da öndekilere yakın olan sürünün öndekilerine yetiştirdi.

66- Vucudunu ıslatacak kadar terlemeden, sürünün erkeklerine ve sişilerine bir koşuda yetişti.

67- Et pişirenlerin kimi sıra sıra taşlara dizilmiş kebapları kimi de acele ile tencereye konmuş etleri pişirmeye koyuldular.

68- Gizlerimiz bu atın güzelliklerini kavramakta yetersiz kaldı: göz onun üst kısımlarını inceledikçe aşağısını da incelemekten kendini alamıyordu.

69- Eğeri ve gemi üzerinde olduğu halde, salıverilmeksizin gözümün önünde yatakta geceledi.

70- Taç giymiş kat kat bulutların içerisinde hareket eden iki elin parlayışı gibi çakışını sana gösterdiğim şimşeği görüyor musun, arkadaş!

71- Işığı, yağı iyice bükülmüş fitillere doğru eğerek arttıran bir rahibin lambaları gibi ortalığı aydınlatıyor.

72-Daric ile el-Uzeyb arasında, arkadaşımla oturup o bulutun yağmur yağdırması umuduyla bilsen ne kadar bekledik…

73- Sanırım bu bulutun sağından inecek yağmur Katan Dağını, solundan inecek olan ise es-Sitar Dağından Yezbul Dağına kadar olan yerleri tutacak.

74- O bulut Kuteyfe yöresine yağmurunu döküp, iri gövdeli meşe ağaçlarını kökünden sökerek baş aşağı etmeye başladı.

75- Bu yağmurun serpintileri el- Kannan Dağına düştü de her taraftaki dağ keçilerini ürkütüp kaçırttı.

76- Nihayet Teyma’da, taş yapıların dışında yıkmadığı bir hurma dalı ve ev bırakmadı.

77- Sağanak yağmurun iri taneleri altından Sebir Dağı, çizgili yün abasına bürünmüş bir kabile reisini andırıyordu.

78- Selin getirdiği çer çöp ve dal budakla dolan el-Muceymir’in zirvesi, ertesi sabah bir kirmene benziyordu.

79- Yemenli’nin satmak için yükünü yere indirdiği gibi, bulut da el Gabit ovasına ağırlığını indirdi.

80- Çobanaldatan kuşları sabah erkenden vadide, sanki biberli şarap içmiş gibi ötüşüyorlardı.

81- Akşam vakti el Gabit ovasının dört bir yanında çamura batan dağ hayvanları ada soğanı köklerini andırıyordu.

İmru’l Kays

%C4%B1mrul_kays_muallaka Muallâka
Muallakat nedir?

Muallakat, yani “Kabe duvarına asılan şiirler” adıyla ünlü yedi veya on şaire ait kasidelerden meydana gelen şiir koleksiyonudur.
İslam öncesi dönemde yaşamış olan Arap şairlerinin en güzel şiirleri olup, dönemin geleneksel aktivitelerinden olan ve her yıl düzenlenen, herkese açık panayır ve fuarlarda yapılan şiir musabakalarında jüri önünde okunmuş ve yarışma kazanmış şiirlerdir.

Bu şiirler, dönemin sosyal hayatını ve şairlerin yaşadığı çevrenin doğal özelliklerini, adeta birer belgesel gibi, canlı tablolar halinde göz önüne sermeleri açısından defalarca okunmaya değer sanat harikaları olmalarının yanı sıra, İslamiyet’in doğuşundan günümüze kadar geçen yaklaşık 14 asır boyunca Arap grameri ve belagatı konusundaki eserlerin kaleme alınmasında, dolaylı olarak da başta tefsir bilim dalı olmak üzere İslami ilimlerde olmazsa olmaz temel kaynak olma özelliğini sürdürmüştür.

İmru’l Kays ve Muallakası

İmru’l Kays, M.s 520 yılı civarında Necd’de doğdu. (bazı edebiyatçılar tarafından edebiyat tarihinin en büyük şairi olarak değerlendirilir. Muallakat Kasidesi neredeyse tüm dünya dillerine çevrilmiş ve hakkında eserler yazılmıştır). Rivayetlere göre babası Hucr, İmru’l Kays’ı aşk maceralarından, bilhassa Uzreoğulları kabilesinden ‘Ubeyd kızı Fatıma için söylediği aşk şiirlerinden dolayı yanından kovmuş, hatta azatlı kölesi Rabia’yı onu öldürmekle görevlendirmiş, fakat Rabia onun yerine bir sığır yavrusunu keserek hayvanın gözlerini Hucr’a getirmiştir.

İmru’l Kays, bir numaralı muallaka şari olup, edebiyatçılar tarafından yapılan tüm tasniflerde her zaman ilk sırayı almıştır. Yazdığı şiirlerle şiir sanatında yenilikler yaratmıştır. Mesala şiirde “Kısasi” tarzını ortaya çıkaran kişidir. Bir diğer örnek, şiire “kıfaa” “Durun (siz ikiniz)” şeklinde iki kişiye seslenerek başlama usulunu ortaya atmıştır.

İmru’l Kays muallakasına terk edilmiş diyarlarda başlar, sevgilisi Uneyze’yi zikreder, sonra tabiat tasvirlerine geçer, uzun bacaklı, ince karınlı deve kuşuna benzettiği atının vahşi hayvanlarla dolu yerleri nasıl geçtğini vs. anlatır. Şiirini kaygılı bir gece, tehlikeli yolculuk, at, av bulut ve sel tasvirleriyle tamamlar. Şairin diğer muallakalarla birlikte mustakil olarak pek çok dile çevrilen, ez Zevzeni tarafından tespit edilen şekliyle 81 beyit olup aruzun tavil bahriyle nazmedilmiş muallakasıdır.