Bir Ağıt Olarak İnsan

Kim yitirmiyorum derse, çoktan yitirmiştir. Yaşamak yitirmektir. Yitiriyorsak, “elimizde” yitirdiğimiz var demektir. Bizde birşey var ki yitiriyoruz. Yitirirken var olduğumuzu, var olmuş olduğumuzu duyuyoruz. Ölürken yaşadığımızı anlıyoruz. Oysa, yaşarken ölmekte olduğunu anlayanımız pek az.

Yitirdiğimizi anlayınca, ağıyor yitirme duygusu, bir ağu gibi içimize ya için için ağlıyor ya ağıt yakıyoruz. Ağlamak edilgin, üstümüze üstümüze gelene karşı, olağan sayılabilecek tepkilerden biri. Ağıtsa, yitirilene karşı duruş: Bir etkinlik. Ağıt yakıyorum, başıma gelenler karşılaştıklarım, yitirdiğimi düşündüklerim, şiirlenmeye değer demek ki. İnsan kayıbını şiirleştirebilirse, ağıtlayabilir. Gerçeklilik üstüme gelirse kaçmam: Dururum karşısında. Ben insanım. Şiirleyen insanım. Ağıtlayan. Ağıtlama gücüm bir ağıt oluşumdan geliyor. Gelsin ne gelecekse, gelen her acı, hoş geldi sefa geldi, ağırlarım.
Acılarımı ağırlarım. İnsanım ben. Gerçeği ağırladığım için, ağıtım!

İnsan çevresindeki sorunlarla başedebilmek için, bir homofaber olarak üretir. Alet yapar. Teknolojiyi oluşturur. Bilim gözüyle anlamaya, seyretmeye (theoria) koyulur. Üreten, meydana getiren,ortaya ürün koyan varlık olarak homopoesisdir.

İnsan yalnızca fiziksel anlamıyla alet üretmez, düşler, kavramlar, düşünceler de üretir. Diliyle ortaya koyar ürünlerini. Diliyle üretir. Uğradıklarının altında kalmamaya çalışır. Çırpınır. Bir çırpınma biçimi olarak üretim, var olma çabalarından biridir insanın. İşte şiirleme eylemi de dünyaya karşı dünya koyarak, çırpınma biçiminde bir üreterek varolma biçimidir. Dünya içine gömülerek, onda eriyerek değil, dünyanın sunduğuna bir karşı sunu olarak yaşar insan. Dünya içinde erise bile, örneğin bir bilgelik tutumu olarak dünyayla, doğayla bütünleşme çabası içindeyken, kendi rengiyle katılır dünyaya. Rengi, evrendeki renkler içinde çok güçsüz görünse bile, o, rengini anlamaya uğraşan, sorgulayan, dönüştürmeye çabalayan bir varlıktır. Dünyayı anlar, anlatır, eleştirir, sorgular, dünyayı duyar. Duyurur. Şiirler.

Şiirleme, Husserl çizgisindeki fenomenoloji anlamında bir anlam verme (noesis) değildir. Şiirleme salt bilinç sınırları içinde gerçekleşmez. Yalnızca noetik bir edim değildir. İnsan varlığının onto-etik yapısından kaynaklanır. İnsan aklının bir özelliğidir. İnsan, şiirleyen bir akla da sahiptir. Şiirleme, “ben varım” çığlığıdır. Varlığını duyurmadır. Bunu “sözle” yapar. Müzikle. Resimle. Sanatla. Bilimle. İnanç düzenleriyle. Kültürüyle. Elbette her insan yaratısı, her kültür ürünü şiirleme ile oluşmaz. Şiirleme, bir tavrın, bir tutumun, bir yönelişin adıdır. İnsan, şiirlemeden üretebilir. Çağımız bunun sayısız örnekleriyle doludur. Dünyayla, evrenle, insanla karşı karşıya olduğu duygusunu taşımadan, körü körüne çabalarla gerçekleştirilen kültür ürünlerinde şiirleme çabası yoktur. Şiir yoktur. Bilimde, düşüncede, sanatta, giderek şiirde bile şiirin görünmemesi, şiirleme çabasını unutmuş insandandır. İnsan, yaşamındaki şiiri, aklındaki şiirleyen bileşeni, ürünlerini ortaya koyarken unutmuşa benziyor.

Şiirleme dünyayla, evrenle karşı karşıya olma duygusu ve tavrıyla başlar. Bu karşı karşıya oluş, karşıda olanı karşılayabilme gücünü gerektirir. Evreni karşılayabilme gücü: Şiirlemenin ilk adımı. Karşımızda duranı, karşılayabilme duyarlılığı bizi ahlak alanında, karşımızda durana direnebilme gücünü taşımamızdan dolayı teşekkürü gerekli kılar. Varız. Karşımızda olanlar var. Karşıda duran bir evren. Bu evreni karşılayabiliyoruz: Şükür ki karşılayabiliyoruz. Yok olmak yerine var olduğumuz için borçluyuz. Yaşamak borçlu olmaktır. Yaşadığı dünyanın kendisine haksızlık yaptığını, sürekli olarak yaşamdan alacağı olduğunu sananlar yanılıyorlar. Karşılaştıklarımızı karşılayabilmeliyiz. Budur borcumuz.Yaşama, var oluşa şükran borcumuz bundandır. İç dünyamızda keşfettiğimiz sonsuzluğa duyduğumuz şükran, bizi şiirlemeye götürür: Varlıkla karşılaşabilirim, evrenle. Karşılaşabiliyorsam, içimde karşılama gücü vardır. Bu güçle içimdeki içimdeki sonsuzluğu duyarım. Bu gücü borç aldığımı anlarım, karşılaştıklarımdan. Bu gücün emanet olduğunu. Öyleyse, şiirleyen bir insan olarak, emanete karşı, borç aldıklarıma, bana verilenlere karşı, duyarlılığımı, “şiirde” ortaya koyarım. Şiirlemenin ardında insanın onto etik yapısının bulunmasının anlamı budur: Şiirlemek borç ödemektir. Var oluş biz şiirleyenlerden bunu bekler. “Beni şiirle” der. Şiirleyerek borcumuzu ödemeye çalışırız. Varlığın, “şiirleyerek borcunu öde” uyarısına, şiirle karşılık veririz. Güveniriz çünkü, varlığın çağrısına. Yaşarken varlığın çağrısını duyarız; bu çağrı bir buyruk gibi gelir bize. : “Borcunu öde”. “Şiirleyerek öde.

Borcumuz olduğuna inanır, varlığa güveniriz. Varlığın şiirden anladığına, bizim şiirlememize yardımcı olacağına. Varolmayı karşılayabilenin, varlıkla krşı karşıya kalanın hânesine borç yazılır.Yaşadıkça borcumuz artar. Kime ? Yaşamaya, insana. İçimizdeki sonsuzluğa. Borcumuz artar. Borcumuz, yaşam bize verdikçe artar. Ödemenin yollarından biridir, şiirleme. İnsan çok yüksek şiirleme gücüyle, tüm borçlarını öder de, alacaklı duruma erişebilir mi? İçimizdeki küçük sonsuzluk, dışımızdaki büyük sonsuzluğu yenebilir mi ? Hiçbir zaman! Şiir, insanın tüm borcunu ödeyemez. İnsanın eksikliği oradadır. İnsanın bir olanaklar varlığı olduğu açık. Olanaklarının sundukları, arkada kalır hep. Önde ise, olanakları tüketen bir yaşam vardır. İnsanın eksikliği, borçluluğu buradan kaynaklanır. Borcunu şiirle ödeyenker şiirleyenlerdir yaşamlarını.Başka türlü nasıl ödenir borç, bilmiyorum. Borç hânesini şiirle silemeyenlern borcu yazılmaya devam edecek diye düşünüyorum. (Şiirin en geniş anlamıyla!)

Zâten borçlu olan bir varlığın, onto-etik yapısıyla eksik kalmaya mahkûm, bu eksikliğini varlığa güvenerek şiirleme çabasıyla gidermeye çalışırken, yitirdiğini görüyoruz. Eşyasını, sevdiklerini,duygularını,toplumsal konumunu, ilkişkilerini, bilgisini, sezgisini, umudunu, sevincini yitiriyor. Yitiğine yitik katıyor. Eksiğine eksik.

Yitiriyor. Daha da borçlu olacağını düşüneceğine, alacaklı olduğunu ileri sürüyor. Dünyanın kendisine, istediğini vermediği için nankör davrandığını, vefâsızlık ettiğini ortaya atıyor. Bu alacaklılık duygusu, dünyaya karşı bir hınç duymasına yol açıyor. Başına gelenleri haksızlık olarak görüyor. “Yitirdim, demek ki borcum arttı” diyemiyor. “Yitirdim,geri verin bana” diyor. Yitirmeleri sonucu ağıtın ağıtın oluşamamasının ardında olan da odur. Ağıtan değil, dağıtan bir insan olmasının. Ağıtan insan yitirdikçe borcunun arttığını düşünendir. Borcum arttıkça defterimdeki borç,şiirlememi ister benden.

Borcum artyor duygusunun, Hıristiyanlıktaki “günah”, “suçluluk” kavramlarıyla ilgisinin olmadığını düşünüyorum. İktidardaki güçlerin,insanlara haksızlık edip,onları sömürerek, onların “borçluluk psikolojisinden” yararlanabileceklerini düşünebiliriz. Evet, isyan; isyan da bir borç ödemedir: Borcumuz şu ya da bu kuruma, şu ya da bu insana değil, varlığın kendisinedir. Var oluşumuzu duyurmak, evrenin bize verdiğinin altında kalmamak, varlıklar arasında dinelip, ayağa kalkarak, “ben de varım” çığlığı atmak; var olduğunu göstermek için şiirlenmiş ürünler ortaya koymak, şiirlemek. Şiirleyen insanı sömüremezsiniz. Belki öldürüp yok edebilirsiniz. Şiirini yakabilirsiniz. Şiiri, varlığın şiire açık kulağında, belleğinde duracaktır. Evrende, şiirleyen varlıklar olacaktır. Şiirleyerek varolan evrenin sesini,yine evrendeki şiirleyen varlıklar duyacaktır. Şiirleme, sürekli yaratım sürecidir. Evrendeki devinmedir. Devinmenin bilinçli, duygulu biçimidir.

Bir ağıt olarak insan, bu devinimi yaşayan, bu devinim olan insandır.Yitirmenin doğallığını yaşar.Yitmiş olana karşı,yitecek olanı koyar. Ama koyar. Başına gelenden korkmaz. Acı çeker elbette. Devinim, duygudan yoksun yaşanamaz. Acısının altında kalmaz. Acısının altında kalmak yakışmaz insana. Bir ağıt olan insana. Ağıtır çünkü, ağıt yakar, ağıtlar dünyayı, başına gelenleri ağırlayarak. Buyur ederek acıları. Onları konuk ederek. İsyan bir dirence,şiirlemeye dönüşmüştür. Yitirdim, demek ki yapacak çok işim var, üretecek çok şey var. Yitirdim,borcum arttı; dövünmem, yerinmem, kendimi kahretmem, kendimi oymam, doğru değil. Sesimi duyurmalıyım. Yitirdim. Yitirdikçe, ağıtlama gücüm artmalı. Yitirdikçe ağmalıyım evrene doğru.

Elbette böyle yapamıyoruz. Geri dönülemez bir yitim gibi görülen ölüme karşı, ölürken nasıl şiirleyebiliriz? Ağır hastalıklarda, doğal âfetlerde, yıkımlarda, bunları yaşamakta olan biri olarak ağıtı nasıl gerçekleştirebilirim ?

Başımıza geldiği anda, dağıtıyoruz, ağıtma yerine. Şiir sonradan geliyor. Diğer insanlara yakabiliyoruz ağıtı, çoğunlukla. Kendimize yakamıyoruz. Sonradan ve diğerleri için. Ağıt yakan,yitiğe şiir şiir sunan insan,tüm insanlar, tüm duyan, anlayan, bilinçli varlıklar adına ağıt yakıyordur. Ağıt, yazgıya bir kafa tutma, bir kuru isyan, karşı çıkış değil, bir teşekkürdür.

Sisifos’un kayası bir teşekkür sonucunda çıkıyor oraya.Orada durması ya da durmaması ağıt olan insan için çok da farklı değil. Dursa, borç bitmiyor ki! Sisifos deviniminin özelliği o. Ağıtı o.

Her insanın ağıtı ayrıdır. Doğrusu, borç hânesi farklıdır. Borç hânesi ondan, borcuna yakışan şiirlemeler bekler. Şiirlemesini gerçekleştiren ağıtını oluşturur. Ağıtlar. Ağıt olur. İnsan ne zaman ağıt olmayı öğrenecek? Yitirmeyi, titirebilmeyi öğrenebildiğnde. Ağıt olmayı başarabildiğinde!

Prof. Dr. Ahmet İNAM

Kaynak: http://www.phil.metu.edu.tr/ahmet-inam/agit.htm
Anımsatan: http://pesend.blogspot.com.tr
bir_agit_olarak_insan Bir Ağıt Olarak İnsan

Güzin’in Gençlik Yılları

Ben Güzin’ i düşünürken
Güzin’ in de düşündükleri vardı
İnce inceydi parmakları
Minnacık bir yüzü vardı

Güzin’ in aklında
Atlar arabalar
Daha başka erkekler
Başka hayatlar vardı

Güzin’ in kedileri vardı
Benim gibi okşanmak isteyen
Ama sevdanın adı geçsin
Güzin kaşlarını çatardı

Güzin masalların da Güzin’ i
Şehzadeler Güzin’ in şehzadeleri
Büyük bir defter tutar
Güzin’ in hayalleri

Ben odada otururken
Güzin’ in de oturduğu odalar vardı
Kendisine ait bir yatağı
Kendi uykuları vardı

Sâlah Birsel

guzinin_genclik_yillari Güzin'in Gençlik Yılları

Güzin’in Sonraki Yılları

Koltuğuna gömülür de güzin
Derdi ki ihtiyarlıktır önüm
Beni yalnız bırakacaklar ah
Yakında bütün aşıklarım

Kzım sen bilmezsin
Dillere destandım ben eskiden
Benim gönlümü saran çılgınlıklardı
Erkeklerin gönlünü saran ben

Adülhak Hâmid’i vardı ya Fatmanımın
Benim de vardı Sâlah Birsel’im
İnce olur zeki olur ya her kadın gençliğinde
Ben de beyazdım uyanıktım güzeldim

Ah ah ben evvelleri
Dağda büyümüş fidan gibiydim
Bir rüzgar esmeye görsün
Tomurcuklanır çiçeklenirdim

Ama şimdi şu koltukta
Bir isteksizliktir bitiren içimi
Saçlarımı şöyle kaldırıyorum ya
Kaldırmasam da olur hani

Nasıl değişti erkeklerin hali
Anlayamadım kızım
Artık Sâlah Birsel bile geçmez
Penceremden sanırım.

Sâlah Birsel

guzinin_sonraki_yillari Güzin'in Sonraki Yılları

Yangın Gülü

Gülde yangın var.
Aşklar yanıyor.
Şehir yanıyor.
Gül güle benzemez.
Daha ne güller var benim içimde…
Say, bitmiyor.
Damarlarımda böcekler dolaşıyor.
Gül tozları taşıyorlar kalbime.
Bütün güller, kalbimde büyüyor.
Bir aşk yanıyor. (Su yok.)
Yangının ta kendisiyim ben.
Çalılar büyütüyorum içimde,
güller çoğaltıyorum.
(Çalılar suyla büyüyor.)

Seyhan Erözçelik

yangin_gulu Yangın Gülü

Beklenti

Senden beklediğim,
bana göstermelik sözler söylemen
bir şeyler yapman değil.
Kabuğuma kapandığımda
omzuma dokunman yeter
çiçeklerimin yeniden açması için…

Senden tek bir kelime yeter
buz tutan bedenimi ısıtmak için
Bana dünyaları verme,
bana sözler söyleme
Ben herkes değilim
Karşıdaki ya da yanındaki değil
içindekinim.

Bana bir şeyler göstermeye çalışma,
bir şeyler ispatlama,
gücünü sergileme.

Ben sana,
en yalın olana,
yüreğine,
bakir ruhuna aşığım.

Aramızda ne bir maske,
ne bir duvar…
Sadece sen ve benden doğan biz…
Dışarıda yeterince gürültü var.
İhtiyacım olan, kollarındaki sessizlik…

En fazla bırak bize ‘aşk’ eşlik etsin
Ben odamda bu tınılarla yeni kitabın satırlarını yazarken
sen de sevdiğine ya da sevdiğinin beklediği sana sarıl
belki de hayallerine…
Yalnız değilsin, yalnız değilim.

Aret Vartanyan

guvercin_gerdanligi Beklenti

Mavi Kar

Tan oldum yerinde tanıdım sabahları.
Sanı oldum
insanları denedim hayallerimle.
Sin oldum yüreğimde yatırdım sevdiklerimi.
Şeytan beni affetsin
hiç beceremedim kin olmayı.

Bu mevsim kar olacağım;
ama mavi.
Dağlara yağacağım
ovaya
tane tane
mavi mavi.
Düşeceğim küçük bir köy meydanına.
Çocuklar avuçluyacak beni,
mor ellerde sıkılacağım
kartopu olacağım;
ama mavi.

Atılacağım küçük kızın başına
tam konarken dağınık saçına
dağılacağım;
ama mavi kalacağım.
Koşacaklar üstümde
oynayıp
yuvarlanacaklar,
ayak izleri kalacak bende.

Bir genç kızın koynuna gireceğim
eriyeceğim;
ama mavi olduğumu bileceğim.

Toplayacaklar beni kucak kucak,
kucaklayıp yuvarlayacaklar.
Adam olacağım köy meydanında;
biri başımı
biri gözlerimi
biri burnumu koyacak.
Biri ağzımı çizecek istediği gibi;
ama mavi.

Akşam bırakıp gidecekler,
biliyorum
küçük pencerelerinden gizlice seyredecekler.
Benim küçük tanrılarım,
belki de ay ışığında tanrıları gibi görecekler.

Zamanı geldiğinde eriyeceğim,
tane tane gelmiştim
yığınla gideceğim;
ama mavi olduğumu hep söyleyeceğim.

Önümüzdeki bahar yağmur olacağım,
her tanem ayrı bir renk;
bir ahenk getireceğim yağdığımda,
aslında
yaşam budur diyeceğim.

Ömer Nazmi
mavi_kar Mavi Kar

Avuntu

..sonra;

dudakların ismimi fısıldadı
içimde bir deniz havalandı
gülüşün arsız, yüzün beyazdı
ölüyordum, bakışını fark ettim
seni olmayan bir şeye benzettim

-ki düşünmek en zor halidir özlemin!

ben kimseyi böyle hunharca sevmedim
sen herkesi öyle güzel sevdin ki
kimin sevgisi daha demokratik
kimimizinki daha politik bilmiyorum

herhangi biriyim, herhangi biri için
ama herhangi biri olmadığın için
herhangi biri olacağımı düşünmedim senin için
başkaları olmadı herhangi biri olduğumdan
başkalarının olmadığını düşündüm herhangi biri olmadığından
sözlerin başkasına değdi, rüzgarında ben savruldum

-galiba alternatif bir ağrı bulmalıyım kendime..

sesini tutsam kırlangıç sürüsü doluyor ciğerime
ırmaktan geçen antiloplar besliyorum sevinçten
bir belgeselde izlemiştim
zor oluyor ayaklanan korkuları bastırmak
seni görünce heyecanım timsahınkiyle eş
şimdi aramızda olmayan bir aşk seç
sen böyle kırmızıyken geçemiyorum
yeşil yanarsa kalbin bana son dakika geç

-ah yine ne çok şey istiyorum!

’sevgilim yağmur yağıyor’ diye başlamalıydı bu şiir
ama duygusallığın hiç sırası değil
sen beni bıraktığında halime kendimin
sütten yeni kesilmiş o zamanlar gibiydim lakin
cami avlusuna da bırakılmıyor ki aşk dediğin

’sevgilim yağmur yağıyor’ demeyi ne çok isterdim
bir sobanın başında kestane çatlatıyorken ikimiz
nasıl da unutmuşum evlerimiz kaloriferli
-bu hayali hiç sevmedim!
kestaneyi sever misin bundan da şüpheliyim

sevgili(m)!
seninle hiç hayalimiz yok, yeni fark ettim
sevgilim diyorum, bunu kafka’dan öğrendim
burada yağmur da yağmıyor
milena kadar çaresizim

dün gece seni ışıkların saçılırken gördüm
yıldız mıydın, ay mı? -karar veremedim
ne olduğun benim için mühim
ben sana güneş oldum örneğin
yanan yalnızca içimmiş
mevzu biraz derin

aslında yokluğunu anlatmak zor değil
neden! diye sorunca bocalamasam anlatabilirim
mantığımı seyyar satıcıdan ucuza almış gibiyim

sevgilim! ah benim deli mayınım
serseri buzulum, yanan iklimim
seni dokudum, uzaklığı keşfettim
son kez eğildim
pürtelaştı ellerim

-gamzelerinden öptüm fotoğraftaki senin

kendini unutturmak için mi susuyorsun?
arada bir uğra, sitem et, kalbimi kır, şiir yolla

konuşmak istiyorum mühim olmayan şeyleri
ankara’ya gelen baharın nazındaki ayazı
çekirgelerden korktuğumu
ve serçeleri çok sevdiğimi söylemiş miydim?

hiç gün doğmadan neler doğabileceğine şahit oldun mu?
örneğin uzun sancılardan sonra doğan bebeğin kokusu
gecenin bir yarısı çalan telefondaki sesin mahcubiyeti
bir gecede hayatı değişen insanları diyorum
gün doğmadan doğar bazı hikayelerimiz

’bana güzel ama imkansız bir şey söyle’ deseydin
sevgilim olmadığın zamanlarda da sevebildiğimi
bir japon balığının gözlerinden öpülebileceğini gizlemezdim

sesine kapılınca yaşlı bir çingenenin
ağaç kovuklarının içine gizlendiğimi
ve sıcak ikindilerde gölgeme sarılıp çok kere
tekliğimi çoğul hissettiğimi keşke bilseydin

-gayri meşrulaştırabiliyorum bazen esas hikayeleri

söylesene hangisi daha büyük
toprağına küsüp kuruyan ağacın sevgisi mi?
dalından düştükçe yeniden yeşeren yaprağınki mi?

-başkasında bulamadığım neydi sendeki?

misal o ki ben sana
eli ayağı düzgün cümleler kursaydım
gidip topal sözlerle kirletmezdin gözlerini

biliyorum, biliyorum, biliyorum, ah!
saçlarım uzamayacak, sen hiç gelmeyeceksin
mutlulukla ilgili şüphelerim bitmeyecek

-sen de boş bir avuntusun
sonsuzluk yok ellerinde..

fulya/genişzamanlar_nisan2014

Fulya Codal

fulya_codal Avuntu

Ölümü seven şair: Ziya Osman Saba

Vefatının 54. yıldönümünde Ölümü seven şair: Ziya Osman Saba

Cumhuriyet devri şairlerinden olan Ziya Osman, Mart 1910 yılında İstanbul’da doğdu. Mütareke yıllarında girip, hep yatılı okuduğu ve Cahit Sıtkı Tarancı ile dostluğunun başladığı Galatasaray Lisesini (Mekteb-i Sultanî) bitirir (1931). Daha sonra Cumhuriyet gazetesi muhasebe servisinde çalışırken aynı zamanda İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesini bitirdi (1936). Emlak ve Eytam Bankalarında çalışırken ikinci eşi Rezan Hanımla tanışıp evlendi (1940).

HAYATI
Bu bankalardan ayrıldıktan sonra Millî Eğitim Basımevi Tashih Bürosu Şefliğine getirildi (1945-1950). Geçirdiği kalp hastalığı üzerine Kadıköy’deki evinde Varlık Yayınevi işleriyle uğraştı. Cahit Sıtkı Tarancı ile sık sık mektuplaşan şair, 29 0cak 1957 günü İstanbul’da evinde öldü. Eyüp Sultan Kabristanına defnedildi.1
31 Ocak 1957’de toprağa gömülüp, şiirlerinde devamlı arzuladığı öbür âleme göç ederken, şairlerden biri, arkasından şu cümleleri yazıyordu:

ÖBÜR ÂLEME GÖÇERKEN
“İlk şiirlerinden son şiirine kadar onda ya çok belli, ya biraz gizli ve derinde hep bu üç tema görülür. (Ahiret, ölüm, Allah) Âhireti, ölümü san’at hayatının, belki de çocukluğunun ilk yıllarından beri bu derece içten benimsemesi, ona ölümü çok önceden sevdirmiş, onda ölüm korkusu diye bir tehlike bırakmamıştı. Ölüme eski soydan tasavvufçuların şevkiyle memnun, hazırlıklı, ümitli gitti.
Son yirmi beş yıllık şiirimizde ölümü, içinde küçüklükten itibaren beslediği için, hiç dehşete düşmeden, irkilmeden tam bir iman ve teslimiyetle, özlercesine beklemiş tek şairimizdi o. Allah’a bu şekilde bağlılığı, onu beyazın hayranı yaptı. Şiirlerinde kir yoktur. Katıksız, arı, duru, dünya kirlerinden uzak, temiz şiirlerdir bunlar; hatıraları, vefası, sevgileri gibi temiz.”

ÖLÜMÜ KARŞILAMASI
Ziya Osman’ın meslektaşı devam ediyor. Onun ölümü nasıl karşıladığını duygulu bir şekilde izah etmeye çabalıyor: “Eski bir evde olmak, orda, Eyüp Sultan’da” diyordu. (hayatla ölümü içice yaşamış, beyaz şiirler şairi) özlediği yerde, özlediği evde göçtü. Kar yağıyordu, temiz, beyaz. Ve serviler, kara nuranîlikleri içinde bir kandil gecesine hazırlanıyorlardı. Hayat beyaz, ümitleri beyaz, imanı beyaz aziz şair için, böyle dinî bir günde, bir kandil gününde öte dünya çiçekleri karların altında anneciğinin yanında gömülmek, ömrü boyu özlediği en İlâhî saadetti her halde. Allah’tan bunu istemişti, istediği oldu.”2

SAN’ATI
Galatasaray Lisesinin gece bölümüne devam ederken ilk sınıflarında annesinin vefatı üzerinde ilk yazısını yazan şair, ikinci yazısını babası ile annesinin kabrini ziyarete gittiğinde yazar.
Henüz 17’sinde iken şiirler yazmaya başlayan şair ilk yazılarını, hissiyâtlarını o günlerde okuduğu romanlara özenerek yazar. Fakat sonunda pişmanlık duyar.
İlk şiiri Servet-i Fünun dergisinde (Ocak-1927) çıkan Saba, bu dergide tanıştığı arkadaşlarıyla Yedi Meşale topluluğunda birleşti. (1928) Meşale dergisi kapanınca bir süre Milliyet Gazetesinin edebiyat sayfasına, İçtihad dergisine yazdı. Yazı ve şiirleri Varlık’ta çıkmaya başlayınca, ilk sayısından (1933) itibaren çoğunlukla Varlık’ta yayımladı.
Yedi Meşaleciler’in şiire en sadık şairi Ziya Osman, temiz, efendi kişiliğini şiirlerine de yansıtmış bir şairdir. İddiasız, duru, içli bir Türkçe ile küçük insanların hayatlarını, dertlerini, ümitlerini ve çocukluk hasreti, hatıralara düşkünlük, ev-aile sevgisi, Allah’a kulluk, kadere teslimiyet, küçük mutluluklarla yetime, ölüm yakınlığı, ahirete hasret”3 gibi konuları işledi. 1940’dan sonra serbest şekillerle de yazdı. Hikâyelerinde genellikle bir hatıra karakteri görülür.
“Haşarı ve kavgacı olmayan buruk bir kötümseme, mutluluk için çırpınan fakat ona ulaşamayan bir eziklik şiirlerindeki genel havayı teşkil eder.”4

Kaplan’ın dilinden Ziya Osman

“Z. Osman Saba, arkadaşlarının şehadetine göre, hayatında olduğu gibi, eserlerinde de, sesini fazla çıkarmayan, son derece mütevazi bir insan. Hayat ve eserleri ile uçak veya fabrika gürültüsü çıkaran Nazım Hikmet tipinde meydan veya sahne şairinin tam zıddı.
Cahid Sıtkı’da hatta Orhan Veli’de, Ziya Osman Saba’nınkine benzeyen bir kendi kendine yetiş, hayatın mânâsını ve saadeti, yaşanılan hayatın teferruatında arayış ve buluş vardır. Cahit Sıtkı ile Orhan Veli’nin dünyaya bakış tarzları Saba’nın bakışından biraz daha geniş ve derindir. Ziya Osman Saba, belki mizacı dolayısıyla onlardan daha az cesur ve siliktir. Saba’yı en iyi anlayanlardan Behçet Necatigil, onunla Yunus arasında bir yakınlık bulur.
Gerçekten de, kendisini daima ölüm ve Allah karşısında hissettiği için benliğinde gururu ve gösteriyi yenen, tevazuu en yüksek rütbe sayan Saba, küçük insanlarla Yunus arasında bir münasebet bulur. Sakin, içe dönük hayatı benimseyiş bakımından bu doğrudur. Yalnız Yunus içe dönüşünde, mistik felsefenin, Allah’ı kendinde buluşun büyük rolü vardır. Dıştan içe dönen Yunus, kendinde Allah’ı bulduktan sonra, dışa döner, bütün kâinatı ve insanları kucaklar. Ziya Osman da bazı şiirlerinde varlığı ve Allah’ı yüceltir. Fakat o, bir mistik değil, ‘Düşümde’ isimli şiirinde görüldüğü üzere, kendi halinde bir büro adamıdır. Fakat bu büro adamının içinde seven bir ruh vardır. Saba, belki de bu derin ve insanî sevgisi ile Yunus’a yaklaşır. Onda aile ve dost çevresinde bütün insanlık ve kâinata yayılan sevgiye ait bazı örnekleri görmekteyiz.”5

Ölüm konusunda iki şair
“Ziya Osman, arkadaşı Cahit Sıtkı’nın aksine ölümü sevmiş, ölümü arzulamıştır. Cahit ölümden kaçarken, Ziya ölüme koşmuş ve ona kucak açmıştır. Cumhuriyet Devri Türk Şiirinde ölüm üzerinde duranların başında bu iki şair gelir. Cahit Sıtkı’da vahşet, dehşet, ümitsizlik, korku alâmetleri görülürken, Ziya Osman’da emniyet, huzur, saadet, tevekkül emarelerini müşahade ediyoruz.”6

ESERLERİ

Nesir ve manzum eserler veren şairimizin eserlerini umumî olarak ikiye ayırabiliriz.
A. Şiir kitapları
1. Sebil ve Güvercinler (1943)
2. Geçen Zaman (1947)
3. Nefes Almak (1957)
Ayrı ayrı birkaç kez basılmış bu üç kitabındaki bütün şiirleri sonradan Geçen Zaman – Nefes Almak (1974) isimli 129 şiiri tek kitapda toplandı.
B. Hikâye kitapları
1. Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi (1952-1962)
2. Değişen İstanbul (1959)
Yukarıda da dediğimiz gibi hikâyeleri birer hatıra vasfı taşımakta olup “Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi” kitabında dokuz hikâyesi, Değişen İstanbul’da ise altı hikâyesi vardır.
Yukarıdaki iki kitabındaki on beş hikâye, şairin, kendi hayatının ayrıntılarına inmedeki ince dikkatini, anılarına içten bağlılığını gösteren şiirli belgelerdir. 13

Son söz
“Ha üç gün önce, ha beş gün sonra.
Geldiğin gibi gidişin.
Nereye gittiyse anan, baban,
Peşinden kardeşin.
Bir Yaprak dökümüdür dört yandan.
Bir dostun, seninle ağlamış gülmüş,
Bir sabah gazeteyi açarsın ki:
Ölmüş!”14
diyerek ölümü işleyen, okullardaki ders kitaplarında
Bir yer düşünüyorum, yemyeşil,
Bilemem neresinde yurdun.
Bir ev günlük güneşlik
Çiçekler içinde memnun”15
mısralarıyla tanıdığımız Ziya Osman Saba’yı vefatının elli dördüncü yıldönümünde şu şiiri ile rahmetle anarız:
Rabbim, nihayet sana itaat edeceğiz.
Artık ne kin, ne haset, ne de yaşamak hırsı,
Belki bir sabah vakti, belki gece yarısı,
Artık nefes almayı bırakıp gideceğiz,
Ben, artık korkmuyorum: Her şeyde bir hikmet var.
Gecenin sonu seher, kışın sonunda bahar,
Belki de bir bahçeyi müjdeliyor şu duvar.
Birer ağaç altında sevdiğimiz annemiz,
Gece değmemiş sema, dalga bilmeyen deniz
En güzel bahtiyar, en aydınlık, en temiz.
Ümitler içindeyim, çok şükür öleceğiz.” 16

Hece vezni ve serbest vezinli şiirler yazmıştır

“1940’larda aruz ve hece ölçüleri yıkılarak ölçüsüz ve muvazenesiz bir Türk şiiri vücuda getirilmek isteniyordu. Bu dağdağalı devirde heceyle, tertemiz duygularla şiirler yazan şairlerimiz yok değildi. Bunlardan biri olan Ziya Osman şu şiirinde Allah’a şöyle sesleniyordu:9
İlk defa bakıyorum, Rabbim, her şeye.
Yeryüzünü yeniden görüyor gibiyim.
Bakıyorum renkler var mavi, yeşil, mor
Gökyüzünde bulutlar uçup gidiyor.
Yollarda insanları, kuşu, köpeği,
Öğreniyorum yeni baştan sevmeyi.
Şu âlem, âyân ettiğin bize,
Ağaç, dal, yaprak, meğer her şey mu’cize!
Anlıyorum her işte meramımı,
Sevmeyi, ölmeyi, ömrün devamını.
Anlıyorum, su kuş neden yuva yapıyor?
Anlıyorum, Allah’ım kalbim niçin çarpıyor?”10
İnsan düşünmekle varlığını böylesine idrak etmeli. “Düşünüyorum, o halde varım” ile değil. Cümleyi yahut vecizeyi düzeltmek gerekiyorsa: “İnanıyorum, o halde varım.” demeli.

Ayrıca:

Ölüler! Özlemez olur muyum dünyanızı,
Aranıza karışmış annem var, babam var.”11

Ne kadar istiyorum, akşamlayın, ezanda,
Eski bir evde olmak, orda Eyüpsultan’da;
Bir yanda ölmüşlerim, bir yanda kalanlarım.
Ahiret dolsun içime kumruların “Hu…”sundan
Diyeyim, camiin geçerken avlusundan.
Şu musalla taşında bir namaz yatacağım.
Bir tabutun içinde sır vermeden gidenler,
Orda, beyaz taşlarla yıllardır beni bekler,
Benim de gözlerime yakın olsun toprağım.12 gibi beyit ve mısralarıyla sık sık ahiret hasreti temasını işler şiirlerinde, Ziya Osman Saba.

DİPNOTLAR:

1- Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü, Behçet Necatigil, sh. 262.
2- Behçet Necatigil, Varlık, sh. 448, Yeni Nesil Gazetesi, 02.02.1981, Mehmet Nuri Yardım, Ölümü Seven Şair.
3- Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü, Behcet Necatigil, Sh. 262.
4- Ahmet Kabaklı, Türk Edebiyatı c. 3, sh. 307.
5- Cumhuriyet Devri Türk Şiiri, Mehmet Kaplan, sh. 405-408.
6- Yeni Nesil Gazetesi, 02.02.1981, Mehmet Nuri Yardım, Ölümü Seven Şair.
7- Edebiyatçılarımız Konuşuyor, Yaşar Nabi Nayır, Sh. 71.
8- Age, sh. 72.
9- Yeni Nesil Gazetesi, 02.02.1981, Mehmet Nuri Yardım, Ölümü Seven Şair.
10- Geçen Zaman, Nefes Almak, Ziya Osman Saba, Varlık Yayınları, sh. 79.
11- Age. Sh. 91.
12- Geçen Zaman, Nefes Almak, Ziya Osman Saba, Varlık Yayınları, sh. 31.
13- Edebiyatımızda Eserler Sözlüğü, Behcet Necatigil, sh. 93-222.
14- Geçen Zaman, Nefes Almak, Ziya Osman Saba, Varlık Yayınları, sh. 136.
15- Age. sh. 114.
16- Age, sh. 29.

Mehmet Çetin

olumu_seven_sair Ölümü seven şair: Ziya Osman Saba

Ziya Osman Saba’yı Unutmak

29 Ocak 1957 tarihinde Kadıköy’deki evinde kalp krizi sonucu bir şair ölmüştü. 31 Ocak’ta kılınan cenaze namazının ardından Eyüp Sultan’daki aile kabristanına gömüldü.

1980 yılında Eyüp Sultan Mezarlığı’nda kimi tadilatlara gidilmiş, kabirler arasındaki patikaların da mezara dönüştürülmesi sonucu şairin mezarının kaybolduğu ortaya çıktı. Bütün araştırma ve çalışmalara rağmen mezar bugüne dek bulunamadı. Burada bahsi geçen şair, Cumhuriyet dönemi Türk şiirinde kendine has bir yer edinmiş değerli bir isim, Ziya Osman Saba.

Kültür değerlerine karşı duyarsız ve kıymet bilmez tavrımız dünden bugüne hiç değişmedi. Birçok köklü medeniyet, yüzyıllar önce vefat etmiş kimi kıymetli sanatçılarını saygıyla yâd ederken biz, çok değil, daha 57 yıl önce yitirdiğimiz önemli bir şairimizi, mezarını bile koruyamayarak unutuluşa terk ediyoruz. Buna ‘yazık’ denmezse ne denir?

Dış etkilerden korunmayı becerebilmiş, kendi kozasında yaşayan derviş meşrep bir şairdi Ziya Osman Saba. Sabır, tevekkül, merhamet ve şefkat şairiydi. Benzersiz kırılganlığa sahip, neredeyse şeffaflaşmış pırıltılı dizeleri kendi zamanı içinde yeterince ön plana çıkamamış, hak ettiği konumda değeri bulamamıştı. “Yedi Meşaleci” şairler arasında, şiirleriyle en sivrilen isim olmasına rağmen, mütevazı tabiatıyla hep geri planda kalmayı seçmişti. Sadece, Sebil ve Güvercinler (1943), Geçen Zaman (1947), Nefes Almak (1957) adlı birbirinden kıymetli üç şiir kitabıyla değil, incelikli öyküler barındıran Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi (1952) ve Değişen İstanbul (1957) adlı iki öykü kitabıyla da edebiyatımızda iz bırakmış bir sanatçıdır Ziya Osman Saba.

57 yıl önce bugün yitirmişiz Saba’yı. Mezarını da kaybetmişiz. Eserleri, bugün hâlâ içimizin sesi olmaya devam eden bir şairi unutuluşa terk etmek bu kadar kolay olmamalı. Kadirşinaslık göstererek adını bir kültür merkezine, bir kütüphaneye versek bu, ona olan vefasızlığımızı ortadan kaldırır mı? “Arenamega” gibi dilimizi sinsice zehirleyen isimlere rağbet edildiği bir çağda, bu bahsettiğim öneriye ne kadar rağbet edilir, inanın ben de bilmiyorum. Fakat ne diyelim, Saba’nın bir şiirindeki dizeleri hatırlatalım umut olarak: “Bütün saadetler mümkündür… / Bahtsızların biraz gülümsemesi… / Körlerin gün görmesi, / Mümkündür bütün mucizeler…” (Geçen Zaman, sayfa: 37)

Ziya Osman Saba’nın temiz, tertemiz sesine, tevazusuna, kanaatkârlığına, bugünkü dünyada her zamankinden daha muhtacız. Onun anlattığı İstanbul’dan, öykülerinde dillendirdiği nezaketli insanlardan eser yok şimdi. Bir şairi anmanın en güzel yolu, onun eserine dönüp bir kez daha okumak, sesini bugüne taşımaktır. Türkçe yaşadığı müddetçe onun sesi de yaşayacaktır, insanlar nezaket ve kanaati hatırladıklarında gidip bulacaklardır onun şiirini. Ruhu şad olsun…

HER AKŞAMKİ YOLUMDA

Her akşamki yoluma koyulmuş gidiyorum.
Her akşamdan vücudum bu akşam daha yorgun.
Öyle istiyorum ki bu akşam biraz sükûn,
Bir cami eşiğine yatıversem diyorum
-Rabbim, şuracıkta sen bari gözlerimi yum!
Sen, bana en son kalan, ben senin en son kulun;
Bu akşam, artık seni anmayan İstanbul’un
Bomboş bir camiinde uyumak istiyorum.
Sonsuz sessizliğini dinlemek istiyorum.
Bilirim ki taşlığın bir döşek kadar ılık,
Sana az daha yakın yaşamak için artık,

Rabbim, ben yalnız zeytin ve ekmek istiyorum.

Polat Onat / 29 Ocak 2014 / Zaman Gazetesi
ziya_osman_saba Ziya Osman Saba’yı Unutmak

Beyaz Ev

Gözlerimin önünde hep aynı beyaz ev.
Her dağ yamacına kurduğum,
Beliren her su kenarında,
Pembe damlı, yeşil pancurlu, balkonlu,
Balkonuna tırmanan sarmaşık.
Gece, pencerelerinden sızacak ışık,
Kışın tütecek bacası.

Kapıyı ittiğinde çalacak bir çıngırak.
-Duyuyorum o sesi şimdiden, berrak-
Geçeceğim yol, çıkacağım üç basamak,
Ellerinden sıyırıp atacağım eldiven,
Her halin, gülüşün, kokun, bütün ruhunla sen!
Ah, bütün bir ömür bırakmayacağım el,
Okşayacağım saç, dinleyeceğim ses,
Bakmakla doymayacağım yüz…
Açık pancurlardan o gün dolacak gündüz,
O günkü hava,
Bir kapıyı açman, dolaşman sofada.
Şaşıracağım: Böyle gezinen kim?
-Evim! Evim!.. Ellerimle asacağım
Camlarına perdelerini.
Yatak odasında düsüneceğiz bir an
İki kişilik karyolanın yerini…
Yatak odamız, yemek odası, kiler
Raflarında ellerinle yapılmış reçeller.
Karşı karşıya oturacağımız sofra,
Sürahide ışıldayan su,
Yazın, rüzgâra koyacağımız testi;
Senin yatacağın öğle uykusu…
Sararacak bir yandan çardaktaki üzümler,
Kâh esecek rüzgâr, kâh dinleyeceğiz yağmuru,
Kâh karlarla bembeyaz kesilecek çimenler.
Hep geçireceğiz içimizden:
Hayat beraber, ölüm beraber…
Şu göklerin altında,
Olacağız o kadar bahtiyar
Ki çıkıp mezarlarından annemiz, babamız da,
Beyaz evimize yerleşecekler,
Uzun kış geceleri onlar da aramızda
Göz göze bakışacak, mangalı eşecekler..

Ziya Osman Saba

12034635-md Beyaz Ev