Meral Okay’ın Şarkıları Kalbimizde Kaldı

Bazen bir sözden yola çıktı, bazen bir hikayeden. Ama asıl kaybettiği erkeğe özlemle yazdı bütün o sözleri… Geçen hafta vefat eden Meral Okay, Masum Değiliz, Adı Bende Saklı gibi şarkılar dinlendikçe hatırlanacak.

Bu yaz güneş biraz daha eksik, el ele verin azaldık…” diye başlıyordu, Sezen Aksu’nun çok yakın dostu Yaman Okay için yazdığı şarkı. ‘Adamların adamı’ Yaman Okay’ın gidişinin arkasından yazılmış bu şarkı, şimdi onun 19 yıl önce arkasında bıraktığı hayat arkadaşı, aşkı Meral Okay için çalıyor. Gidişiyle ilgili “Vefat etti,” ya da “Bir süredir savaştığı hastalığına yenik düştü,” tarzı cümleler kurmak, onun varlığına da yokluğuna da yakışmıyor. Gittiği gün evinin önüne konmuş bir çift ayakkabasının fotoğrafı anlatıyor sanki her şeyi… Söyleyecek daha çok sözü olsa da; canlandırdığı karakterler, yazdığı hikayeler, şarkılar hepimize bir ömür yetecek şüphesiz. Ve Meral Okay yazdığı şarkılarla, hayatın öbür kıyısından elimizi tutmaya devam edecek. İşte o şarkılardan bazıları…

Masum Değiliz: Şarkı sözü yazarı olarak Meral Okay’ın ismiyle karşılaştığımız ilk şarkı. Sezen Aksu, Meral Okay’a çok sevdiği eşi Yaman Okay’ın ardından hayata tutunması için bu şarkının yer aldığı Deli Kızın Türküsü albümünde birlikte çalışmayı teklif eder. Böylece Meral Okay’ın şarkı sözü yazma macerası başlar. Birlikte yazdıkları Masum Değiliz, kalbini bir mektup gibi buruşturup fırlatılmış hissedenlere içindeki çocuğa sarılmalarını söylerken, çığlık çığlığa hiç kimsenin masum olmadığını da dile getirdi. Şarkının bestecilerinden Uzay Heparı da, bu şarkının yazılmasından bir süre sonra aramızdan ayrıldı ne yazık ki. 
Masal: Meral Okay’ın Sezen Aksu ile birlikte yazdığı Masal, Sertab Erener’in sesinden L’âl albümünde hayat buldu. Bu şarkı “Bir varmış bir yokmuş, dünya masalmış...” diye hayatı özetler kısaca. Bütün hırslarımıza, öfkelerimize, çabalarımıza karşılık, hayatta herkesin payına düşen elmayı almaktan öteye gidemediğini ve her yolcudan geriye sadece hoş bir seda kaldığını hatırlatır usulca. 
Adı Menekşe: Levent Yüksel’in seslendirdiği Adı Menekşe, Meral Okay ve Sezen Aksu’nun birlikte ürettiği en özel şarkılardan biri. Aksu bu şarkıyı kendi albümünde de okuyarak, dostuna bir sürpriz yapmıştı. “Bu şehrin meydanlarında, garında, rıhtımında sensizlik bir türlü yakamı bırakmıyor…” sözleriyle büyük bir yalnızlığı anlatan şarkı, Meral Okay’ın, yokluğuna bir türlü alışamadığı eşine seslenişi gibi. 
Valiz: Sezen Aksu’nun yıllar önce keşfettiği Yeşim’in aynı adlı albümünün çıkış şarkısı olan Valiz, Sezen Aksu-Meral Okay imzalı çok özel şarkılardan biri. İzmir’den İstanbul’a göç edişi anlatır. Valizini toplayıp, kaderinin koluna girenlerin şarkısıdır. 
Son İstanbul’da: Levent Yüksel’in bazı kişilerin başucu olmuş şarkısıdır. Meral Okay, “Bu ev, bu avlu, terk edilmiş bu bahçe neydi, ne hale geldi?” derken, Yaman Okay’ın ardından uzun bir süre gidemediği Türkbükü’ndeki evlerini anlatır belki… Minik Serçe ise o sırada, Kanlıca camlarından batan günü seyreder. Hasrete alışmış bu iki kadın, “Dokunma, 40’lı yaşlarımdayım son İstanbul’da…” diyerek, yalnızlıklarıyla baş başa kalmayı tercih ederler. 
Ruhun Duymaz: Hayat sadece acıdan ibaret değildir elbette. Sezen Aksu ve Meral Okay’ın gözyaşları kadar, kahkaları da vardır; hayatı ciddiye aldıkları kadar, ti ye almasını da bilirler. Dolap çevirenleri, hiçbir şey yapmadan komşuda pişenin kendilerine düşmesini bekleyenleri anlattıkları Ruhun Duymaz, keyifli bir Emel Müftüoğlu şarkısı olarak yerini alır. 
Var Git Turnam: Sezen Aksu’nun Işık Doğudan Yükselir albümünde yer alan bu şarkı, Meral Okay’ın dediği gibi aşk ve mutluluk yerine, ayrılık ve acının kutsandığı toprakların türküsüdür. Okay ve Aksu yerinden, yurdundan ayrı olanları selamlamış, gidişlere anlam veremedikleri için “Bu ayrılık kanun mudur?” sorusunu hayatın yüzüne fırlatmışlardır. 
Gül: Meral Okay ve Sezen Aksu, Goran Bregoviç’in müziği üzerine yazdılar Gül‘ü. Bir kadın sevdiği erkeği, başka bir kadın yüzünden kaybettiğinde, zamansız koparılmış bir gül gibi solar. 
Adı Bende Saklı: Türk Pop Müziği’nin en sevilen şarkılarından biri olduğu kadar, uykuları geçmişle bölünenlerin içini en çok acıtan şarkı sözlerindendir. Meral Okay ve Sezen Aksu’nun 15 dakikada yazdığı bu şarkı, aradan 15 yıla yakın bir süre geçmesine rağmen hâlâ dinleyenleri ağlatabilecek kadar etkilidir. Özellikle “Uzak diyarlarda evli barklı, mutluluk en çok onun hakkı...” kısmıyla derinden sarsan şarkının kırık dökük hikayesi de, Okay ve Aksu’da saklı… 
Şimal Yıldızı: Önce Yaman Okay’ı, ardından Onno Tunç’u uğurladılar birlikte. Yol arkadaşını kaybetmiş bu iki kadının, yürek yüreğe verip yaralarını sardıkları şarkılardan biridir Şimal Yıldızı. Kalplerinin zarif efendilerine “Şimal yıldızım neredesin?” diye sorarlar. Onlar hasar almadan havalanırken bu tufandan, kendilerinin nasıl yaralandıklarını anlatırlar. 
Yine Mi Çiçek?: Meral Okay, Çiçek Bar’ın işletmecisi Arif Keskiner’in Yine Mi Çiçek? sözünden yola çıkarak yazar bu şarkıyı. Müzeyyen Abla’nın eşliğinde, dostlarla geçirilecek güzel bir gece için Madam Despina’dan masayı kurmasını ister. Ne biten topik dert edilir bu sofrada, ne de başka bir şey. Yeter ki canlar sağolsun, yeter ki çiçek gibi güzel olunsun. Ara Dinkjian’ın insanın içini titreten müziği, Cihan Okan’ın yürek burkan yorumu ve Sezen Aksu’nun eşsiz vokaliyle çoğumuzun sofrasına konuk olan bu şarkı, Fatih Okan’ın ödüllü filmi Duvara Karşı’nın da unutulmaz sahnelerinden birine imzasını attı.
Çağlar Yerlikaya

hayat_hafif_ve_k%25C4%25B1sa_bir_seydir Meral Okay'ın Şarkıları Kalbimizde Kaldı

Bir şey oldu bu memlekete. Kimse kimseyi sevmez oldu

Meral için…

Yazmam böyle şeyleri. Özel meseleler bunlar. Ama sanırım bu kez kayda geçmeli. Niye? Anlatacağım.

Sabah sekizdi galiba, belki daha erken. Uyuyorum. Telefon çalıyor, telefonda bir kadın hüngür hüngür ağlıyor:

“Yazını okuyorum şimdi onun mezarı başında. Bugün Yaman’ın ölüm yıldönümü.”

Susuyorum.

Ağlarken şaşkınlığıma gülüyor:

“Meral Okay ben.”

Yıl 2002’ydi. Irak’a savaş açacaklardı, Meclis’te harıl harıl fezleke çalışması. Mehmet Ali Alabora ile birlikte Savaş Karşıtları sözcüsü yaptılar ikimizi. Kafası kesik tavuk gibi koşturuyoruz, bir Ege Üniversitesi’ndeyiz, bir ODTÜ’de, hatta bir gece Ankara’da Roman mahallerinde davulcu zurnacı örgütlemekte. Geceleri sokaklarda binlerce insan beraber zıpladığımızı hatırlıyorum şimdi:

“Öldürmiycez ölmiycez! Kimsenin askeri olmıycaz!” Arjantin’den dönmüşüm. Kafam bir gönül meselesine bozuk, fena bozuk. O sebeple zaar, Arjantin eylemleri ile Irak işgali arasında, o hengamede yani, bir aşk yazısı yazmışım demek. Hatırlamıyorum şimdi hangi yazı. Bilmem numaramı nasıl buldu, telefonda Meral Okay o yazıya ağlıyor sarsılarak. Ben böyle tanıştım Meral’le. Aşk, o zaman, Yaman’a bir zamanlar yazdığı mektubunda söylediği gibi, “Her şeyin üzerinden atlayabiliyordu”. Aşk yüksek atlayabildiği için belki, savaş Türkiye’yi geçip uzun atlayabiliyordu…

Aynı yıl. Sezen konserler veriyor. Ermenice, Yunanca ve Kürtçe şarkılar söylüyor, çocuklarla beraber sahnede. Yer yerinden oynuyor. Paşalar çıldırmış, vatandaş (!) ayakta. İzmir’de konser verilmiş, İstanbul’da verilecek. Fakat Sezen tedirgin. Bir yazı yazıyorum o zaman. Yazıyı sevmiş, Meral’den almış numaramı, Sezen arıyor bu sefer. Konsere davet ediyor. O günlerde de ne varsa, tansiyonum inip çıkıyor. Konser muhteşem. Meral kulise götürürken beni “Meral ben iyi değilim, tansiyonum yükseliyor galiba” dememle küüt! Kulisten içeri yuvarlanıyorum. Gözümü açtığımda sağ kolumda Sezen tansiyonumu ölçüyor, sol yanımda Cemil İpekçi nabzımı alıyor. Ayakucumda Mehmet Ali Birand, Zeynep Oral ve Güler Sabancı! Bir ölümlü bu ebatta bir absürdlüklükle sınanmamalı.

Ertesi sabah yine çok erken bir saatte -erken aramak bu ekibin huyu, böylece anlıyorum bunu- telefonda tanıdık bir ses:

“Bak ben sordum, keçiboynuzu yiyecekmişsin tansiyon için. Göndereyim mi keçiboynuzu!”

Duraklayınca ben:

“Sezen ben, Sezen!”

Çok güldüydük o telefonda ve sonra Meral’le. “Bana bunu yapmayın” dedim, “Gözümü açıyorum Sezen tansiyon alıyor, gözümü kapıyorum bir sabah sen arayıp ağlıyorsun! Sarsmayın beni arkadaş!”

Meral’in bütün gövdesini sarsan bir gülüşü vardı, dipten gelen. Yüzünün tamamıyla gülerdi…

O günler iyi günlermiş. Şimdi bakınca… Sonra Türkiye’ye ağır ağır bir şey olmaya başladı. Sinsi bir tür nefret başını çıkardı bütün duyguların arasından. Alaycılık bütün üslupların arasında belirginleşmeye başladı. “Başka şeyler söylemek lazım” diyenleri askerler değil, hayaletler kovalamaya başladı. Bizans entelejansiyası bir kalyon gibi gıcırdayarak yön değiştiriyordu. Meral, Yaman’ı anlattığı mektubunda söylemiş: “Herkes kendi bacağından asılan koyunlar tarifinde”! Sanki o gün yağan yağmurlar -bugünden bakınca bir kez daha- bu çamurları getirdi. Bu dönemi sonra anlayacağız. Şimdi anlamaya çalışanların başına iş geliyor, malum.

Yıl 2005. Beyoğlu’nda bir kahvede kırık Türkçeli bir adam yaklaştı. Gömlekli, kumaş pantolonlu ve gayetten özgüvenli. Beyefendinin sadece bir yıl sonra beni “Beynelminel” adlı filminde gazeteci rolüne çıkaracağını kim bilebilirdi? Sırrı, o filmde beni “artiz” yapıp, Meral’i de konsomatris rolüne çıkararak bir dönemi anlattı. Şimdi bakıyorum Meral’in yarım yamalak yazılmış biyografisine. Aceleyle hazırlandığı öyle belli ki. “12 Eylül döneminde yaşadıklarını Beynelminel filmine yansıttı” diyor biyografiler, kesip kesip yapıştırmış bütün siteler. TİP’in işyeri temsilciliğini yapmış, sonuna kadar her röportajında muhalif olduğunu hissettirmiş bir kadının, aşkını ve isyanını memleketiyle birlikte yaşadığı on yıllar öyle bir cümle ile… Neyse.

Sonra davalar başladı. Sonra Türkiye biraz daha değişti. Taşları bağladılar azizim, taşları sıkı sıkı bağladılar. O yüzden Meral ciğerinin derdine düşmüşken, o güzelim kadını, tehditler yüzünden ev taşımak zorunda bıraktılar. Muhteşem Yüzyıl’da Kanuni, Hürrem’i öptü diye ve bilmem hangi kutsallar zedelendi diye, kanser tedavisi sırasında Meral’i polis korumasına mahkum ettiler. Sübhaneke, dinimiz, amin. Taşları bağladılar azizim, geri kalan herkesi susturdular. Sadece ezberlettikleri şarkıları söyleyebilenleri ekranlara oturttular. Öpüşmeden aşık olanlar, kavga etmeden yenenler, cin olmadan adam çarpanlar ülkenin yeni kurallarını koydular.

“Bana bak! Söz ver bana. Konuşacaksın. Susmayacaksın”

dedi Meral. Şubat ayında, o delirmiş gibi kar yağan günlerden birinde, yine bir sabah telefonunda:

“Derhal buraya geliyorsun!”

“Kayda Geçsin” çıkmış, malum saldırılar başlamış. İşsiz kaldığımda da aramış, ama Meral o günlerde kesinlikle daha yakın temas gerektiğine karar vermiş.

Eve girdim, elinde televizyon kumandası, ekranda iki soytarı “Türkiye’de demokrasi ne güzel! Ah ne güzel!” makamından analiz manaliz bir şey yapıyorlar. Meral küfrediyor:

“Kardeşim sen kendini daha beter mi hasta edeceksin!” dedim.

“Yok yok” dedi, “Bana iyi geliyor. Küfrediyorum bol bol.”

“Anlat bakayım, ne oluyor?” dedi. Anlattım. “Delirtecekler beni Meral” dedim, o zaman işte “Bak ben kibarlıktan kanser oldum. Sus sus sus… Sonra böyle oldum. Bana bak! Söz ver bana…” Sonra 12 Eylül’ü anlattı. Biraz Yaman’ı. Ölüm tehditlerini anlattı. Cüppeli cüppesiz tehditleri… “Bir şey oldu bu memlekete. Kimse kimseyi sevmez oldu” dedi.

Sonra Meral gitti…

İnsanın en çok asaletini hırpalıyor memleketim. Ne ümidini, ne inadını ama en çok yasının asaletini… Eti parça parça koparan alıcı kuşlar gibi. Yaşarken onu kanser edenler, daha son nefesini verir vermez yağlı yağlı sırıtmaya başladılar internet sitelerinden. Bir araba irin. Ayıptı eskiden böyle şeyler. Ama Meral’in dediği gibi, “Bir şey oldu memlekete.”

Onu ilk tanıdığım günlerde yüzbin insan yürüyorduk Ankara’da. “Savaşa hayır!” diyorduk. Gazetelerde harıl harıl savaşa karşı yazıyordu yazarlar. Yazmayanı çok ayıplıyorduk. Şimdi bakıyorum, ayıplayacak pek insan bırakmadılar. Şimdi bakıyorum da Meral’in kanseri, ayıplanacaklar karşısında kibarlık gösterip susmaktan olan kanseri yani, bu memleketle ilgiliydi. Meral’i uğurladığımız gün Suriye ile savaşın çıkmasından yakın bir ihtimal olarak bahsedildiği bir gün. Kimse yürümüyor sokaklarda. Yürüyenler ekseriyetle voltada. Sonra “Aşk niye yok?” diye sorarsanız diye Meral söylemişti mektubunda:

“Bir de aşık olunacak mecra kalmadı. Artık ortak alanları paylaşmıyoruz. Bizim agoramız yok artık. Herkes kendi bacağından asılmak isteyen koyun tarifinde.

Bu hem maddi hem manevi bir şeydir. Gelir, böyle adamı aşkta da emniyet arayan birine dönüştürüverir. Herkes kendi kişisel başarı öyküsünün peşinde. Belki de biz herkes için daha adil, daha vicdanlı daha temiz bir dünyanın düşünü paylaştığımız için başkalarıyla da bir arada durmanın ne kadar zenginleştirici bir şey olduğunu biliyorduk.

Şimdi bu duyguların esamesi okunmuyor. Yoksullaşmamız sadece ekonomik anlamda olmadı. Duygusal anlamda, dayanışma anlamında birbirimizin yaralarına bakma konusunda da yoksullaştık. Şimdi empati denen modern kavram var ya, biz onun ağababasını tanıyan ve buna içerilmiş bir dünyadan geldik buralara.”

Yazmam böyle şeyleri, özel meseleler bunlar. Ama bu kanserin bu memleketle ilgisi var. Bu aşkın olduğu kadar…

Kederim sana nur olsun Meral.

Ece Temelkuran

basim_sagolsun Bir şey oldu bu memlekete. Kimse kimseyi sevmez oldu

Çok Şükür

Deli gönül, neyi özler durursun ?
Acınacak dostun, cânanın mı var ?
Dünya yansa yorganım yok içinde,
Harap olmuş evin, dükkânın mı var ?

Hatır, gönül bulamazsın birinde.
Dama dedi dişisinde erinde,
Vatan dedikleri yangın yerinde,
İnsanlığa hâlâ imânın mı var ?

Nene yetmez senin şu kuru kaval
Pîr aşkına sıkıldıkça durma, çal.
Maltadaki kurnazlardan ibret al,
Paran mı var, bağın, bostanın mı var ?

Sana giren çıkan nedir be dürzü ?
Be Allahın nümunelik öküzü
Ben mi yuttum on dört bin okka düzü,
Bekri Mustafa’dan fermanın mı var ?

Ne uymazsın zamaneye be domuz ?
Kırk senedir… ne verdin omuz.
Nâzır olmuş desem sana istakoz,
Reddedecek kılıç, kalkanın mı var ?

Çünkü neden ? Dalyanın yok, ağın yok,
Bir tek hamsi kızartacak yağın yok.
Ocağın yok, dalın yok, buğdayın yok,
Yoksa Gökalp gibi Tûran’ın mı var ?

Uyanmadın gitti, dalgın uykudan,
Sana ne be âlemdeki kaygudan ?
Dem vurursun siyasetten duygudan,
Beynelmilel bir imtihanın mı var ?

Feylesof’um dedi herif, pap çıktı,
Nâzır oldu, saman sattı sap çıktı.
Reçete şurup yazdı, hap çıktı,
Yutmayacak yoksa, âyanın mı var ?

İspermeçet zade (1), Kirpi (2), Pehlivan (3)
Yanaşması, o bayraklı Kahraman
Sadrazamlar içinde en düztaban (4)
İmzacılar(5) başı Mervan’ın(6) mı var ?

Çal nayını, ferahnâkte ver karar,
…n nazır …..ların müsteşar.
Kumda oyna çöp batmasın âşikâr
Düşünecek senin zamanın mı var ?

Kendi cihanında bak sen keyfine,
Kulak asma halkın hayfa-hayfine.
Tamburuna, kemânına, define
Sen de katıl, neyde noksanın mı var ?

Şu kırk yıldır senin daran alındı.
Suratına yüz bin kara çalındı.
Nasıl olsa şu bokluğa dalındı
Neyzen’den de büyük isyânın mı var ?

Tıp Fakültesi Hastanesi, Haydarpaşa, 9 Ocak 1921

Neyzen Tevfik

neyzen_tevfik Çok Şükür

(1) Ali Kemal, (2) Refik Halit Karay, (3) Kadri, (4) Damat Ferit Paşa, (5) Sevr Antlaşmasını imzalayanlar, (6) Yezid’in oğludur. Bektaşi şairleri, kendilerinden olmayanlara, özellikler kendilerine karşıt olanlara ‘Yezid’ ya da ‘Mervan’ derler.

Eros İle Thanatos

sana sarı bir yaz gönderdim
onu bir zaman gibi koynunda sakla
önce kuytular göle çekildi
ayrılık, ayrıldığın yerde değildi
herkes, artık, elbette
dağ’dır biraz
ve sarı yaz senin perden

suya gömdün yaprağın adını
bir kentin hüznüne benzedin birden
aşklar kimliksizleşti: süslü zamanlar!
sen ki kendi kendinin özleminden
sıkılırdın… sorardın:
‘olur mu,
anlamak aşkları eski güllerden?’

işte bir söyleyişin solgun yüzü:
artık ne bir anıdan arta kalanlar-
dan söz var! ne bir şey!
-boşuna!..
ölüm, olmak’tır ve bir söz kanar;
yalnız yalnızlıklardır bizden olanlar!
onlardı, gittiler… daha gelmeden…

bense akşam oldum artık
ve akşamlar, benim gövdem…

Hilmi Yavuz
hilmi_yavuz Eros İle Thanatos

Sımsıcak Çok Yakın Kirli

Damakta serçe gibi seken bir şarap şimdi
Ustamın üzüme attığı enfes düğüm;
Ve gözetimi altında çarkıfeleklerin
Uzak buzulların soluğuna yatırılmış
Binlerce saptan çekilen şu narin rakı
Kumaşı çürütüyor lâcivert-beyaz hışmıyla,
Nicedir içimde taşımakta olduğum
Uçuk Minerva’ya göktaşları gönderiyor;
Bir çözülme dilimde sulardan yıldızlardan,
Diyorum; nerede olursa olsun
Bir ısırganı bile koynuna alıp yatabilir insan,
Bu lebi deryanın,
Bu gelinciklerin,
Bu işin ve eylemin,
Bu hayatın, ölülerin ve kahramanların,
Reçinenin ve kök bitkilerin,
Amberin ve keman telinin,
Kokuların ve tüylerin,
Boğucu yapağının,
Bu gündüzlük taslayan,
Bu şakayıklarla yumuşamış,
Yine de gücü eksilmemiş,
Bu seslerle değil
Kelimelerle saptırılmış,
Bu çiçek tozlarıyla
Işığın tutkusuyla karılmış
Çamurun ortalık yerinde
bu gök talaşıyla tıkabasa
Bu bir ilk ayinin hüznünü ve çoskusunu,
Kabil’in genç sığırını, öbürünün başağını
Bir ateşin içinden geçiren
Bu ince duman
Tanrım! tanrım!
Neler öğrenmiyor ki çetrefil güz
Deneysiz bahardan,
Yabancım, diyorum birden, yabancım
Sevgili arkadaşım
Şimdi ben burdayım ya
Olmayabilirim az sonra
Her şeyi yüzüstü bırakabilirim
Bırakabilir miyim dersin
Bırakabilirsin
Sarışındır benim yabancım
İstesem ingiliz diyebilirim ona
Sarışındır
Saçları ikindiyle kırkılmıştır
Esmerdir
Kuşluk vaktini bir sancı gibi sokar göğsüne
Ağzının şafağında volkan gülleri
İstesem arap diyebilirim
Ve kumraldır
Ben istesemde istemesem de
Derin mırıltısı içinde teninin
İki çığlık halinde yükselir memeleri

Bacaklarının daraçısında
Bir yumak
Bir kırlangıç yuvası
Bir söğüt yaprağı susuz ve erkenci
Bir mermi yatağı derin ve pusuda
Bir saat kapağı tık diye açılır
Bir tünek dalgın güvercinler için
Yabancım diyorum ona
Geriye kalan bütün kelimeleri de
Kamulaştırıyorum böylece,

Hadi sevgilim
Bir yudum süt koy yuvaya

Ve içiçe iki hilâl
Sımsıcak, çok yakın, kirli

Unutma ki
İnsanlarımız gibi aşkımız da
Kazılarla bulacak kendi güneşini

Vakit ilerliyor Anadolu güneşi
Peleponez güneşi olacak az sonra

Boşa dönen bir çıkrık uzakta
Avcumda Belkıs’ın delik incisi

Cemal Süreya

s%C4%B1ms%C4%B1cak_cok_yak%C4%B1n_kirli Sımsıcak Çok Yakın Kirli

Ayışığı Sonatı

– Birinci Şiir

Bütün ışıkları söndürdüm

Ardına kadar açtım penceremi. 
Nasıl beklediğimi bilirsin 
Unutma e mi? 
Bir beyaz kedi gibi gel pencereme 
Öyle sessiz gir içeri. 
Yalnız oturamıyorum artık 
Sıkılıyorum geceleri.  
Bir kilim ser odama, dört köşeli 
Üstünde asma yaprakları olsun; 
Dost yüzlü gölgeler içinde, 
Misafirim olursun. 
– İkinci şiir – 
Küçük avuçlarımı hatırlarsın 
Babam için dua ettiğim günler, 
Parmaklarıma bakma şimdi 
Sonradan büyüdüler.  
Sen benim çocukluğumun ışığı 
Hiç değişmedin değil mi? 
Sokul şöyle yanıma, sokul 
Tut ellerimi.  
Gör nasıl büyüyor insan 
Benim için geçmede yıllar. 
Senin boyunsa hâlâ 
Pencerenin boyu kadar. 
– Üçüncü şiir – 
Kimseye söylemediğim şeydir 
Ben artık eski İLHAN değilim. 
Gündüzleri bir şey değil 
Geceleri artıyor garipliğim.  
Küçük çıplak ayaklarla, sessiz 
Aklıma geldi mi sevdiğim 
İki ucunda iki iplik 
Sabun misali kesilir yüreğim.  
Öyle bak yüzüme, bakma 
Benim iyi kalpli ayışığım. 
Bilmelisin artık. Bilmelisin 
Zil zurna aşığım. 

İlhan Demiraslan

ayisigi_sonati Ayışığı Sonatı


Acılı Bahar

İpini kopardığım yılların ötesinde
Bir cigara içimi konaklamak isterken
Düşlerimin haziran denizleri
Vurur kayalara, dökülür kayalardan
Hangi dalgaya tutunmaya çalışsam
Nereye çevirsem gözlerimi
Şaşıyorum kendi kendimin ardından.

Neredeydi, nasıldı, ne zamandı
Düşlerimin çizdiği unutulmaz yollardan
Görülmemiş sanılarla geçip gittiğim
Tutkuların mevsimlik çiçekleri
Kokulardan kokulara uçururken beni
Avucumda bir özlem susuzluğu kaldı
Ses gibi, ışık gibi ölümsüz duyarlıklardan.

Arasaydım, arardım bütün bileşimleri
Gizlerinden, giysilerinden soyutlayarak
Ne sorular sorardım düşünüyorum da
Pencereme yansıyan yaz akşamlarında
Evreni koynuma almışım gibi
Yaratsaydım, yaratırdım belki
En güzel öpücüklerle dudaklarından.

İpini kopardığım yılların ötesinde
Yalnızmış gibi bir umarsız, bir duygusal
Acıya düşmenin son resimlerinde
Sırçaköşkler, masallar, varsayımlar
Bir bir yıkıldıkça böyle
Ellerim bilekten koparılmış gibi
Canımın hiç istemediği bir yere
Akıp gidiyorum damarlarımdan.

Şükran Kurdakul
sukran_kurdakul Acılı Bahar

Kars 1946

Dirseği fesleğen saksısına dayalı
Elinde yeşil bir soğan
Yemiyor da
Isırıp ısırıp bırakıyordu
Ben sigara içiyordum
Ama durmadan

O beyaz dumanların en uzak ötesinden
Bir bakıyordu bana
Bir de bakmıyordu
Ben her zaman yaptığım gibi
Bir düşü iyiye yordum

Olan oldu
Ayaklandık devrildik sarmaş dolaş
Kapattı üstümüze fesleğenin kokusu
Seviştik bir kilimde –mor çizgili–
Yağmurlu bir sokakta bir güneş
Dolaşmaktan yoruldu

Nasıl oldu gözüm ilişti
Anlatsam aklınız durur
Şairim
İnanmazsınız ki

Saksı düşmüş
Fesleğenler açılmış
Yeşil soğan yitip gitmiş elinden
Bir mor zambak
Açıldı açılacak
Geçmiş yerine

Ben ne derim Ankara’da Günel’e

Arif Damar

ben_ne_derim_sevgilime Kars 1946

Sevda Peşinde

Kimsenin başına gelmemiştir
Benim başıma gelenler.
Hangi günüm sevinçli geçti?

Elbette tadı var bu alemin
Ağaçların çiçekleri var,
Kadınların sıcak dudakları,
Bin bir türlü hali var denizlerin.

Evimdeyken bu saatte ben
Çarşıya ekmek almaya giderdim,
Şehirli bir kadın gibi kokardı
Evlerin bahçeleri akşam serinliğinde.

Vaktiyle İzmir’e gitmiştim
Ömrümde ilk defa
Aşıklık yüzünden.
Şehre girerken ışıklar uçuşuyor
Rüzgar okşuyordu saçımı tren penceresinde,
Kalbim bir bayrak gibi çırpınıyordu.

O gün bugündür başıma gelenler
Kimsenin başına gelmemiştir
Ekmek peşinde.
Geçmişten söz etmek neye yarar.

İşte şu anda naçar kaldım
Koca bir şehrin ortasında.
Karanlık caddeler uzayıp gidiyor,
Kar yağıyor ışıkların üstüne
Bir kadın çorabını çekiyor.
Çok sallanma küçük hanım,
Gönlüm gitmez peşinden
Birisi var yolumu bekler.
Ömrüm günüm yanlız geçiyor
Bir tek sevda peşinde.

Cahit Külebi
birisi_var_yolumu_bekler Sevda Peşinde

Yeşeren Otlar

Bir melek su taşıdı,
Biri serinlik taşıdı uzaktan
Biri yeşillik getirdi.
Yıldırım gibi, ama sessiz
Çimenler sökün etti kara topraktan.

Sonra sen geldin dünya güzelim!
Yürüdün salına salına,
Bastığın yerde güller açtı,
Sarıldı ayaklarına.

Aşk da yeşeren otlara benzer
Günü saati bilinmez.
Bakarım bir gün hepsi solmuş
Dünya güzelim gider gitmez.

Cahit Külebi
yeseren_otlar Yeşeren Otlar