Kyteros’da Hiza

Yanağından öpüyordum tam, dudağı
sürçtü, ağır ağır gıcırdıyordu
bocurgat Kaf’ımızı çizdik
renk aralarına, tebessümü çocuklaştı
göğsümdeki lotusu ısırdığında…

Mekân karıştı ve deniz bulandı.
Dili ağzımda, ufukta yangın,
anılar çatışıyorlardı birbirleriyle,
uzun, çok uzun bir günde
hizaya girdi yanan bakışlar.

Şimdi ufuk kadar ulaşılmaz…
… ışıklar saçıyor bir jukebox!

Derken ayrıntılardan usanıldı, gerçeğe döndük ter içinde.

Seyhan Erözçelik

jukebox Kyteros’da Hiza

Gül ve Kiraz

Güller sürüyorum dudaklarıma.
Kiraz dudaklarını öpüyorum.
O kadar öpüyorum ki…
Kiraz dudakların vişne oluyor.
Ama dudakların,
hâlâ dudak tadında.
(Çok şükür)

Seyhan Erözçelik

gul_ve_kiraz Gül ve Kiraz

Ajitasyon

Ortalıkta bir metafor mu dolaşıyor acaba?
Hayalet Paşa kaybolmuş
Sözlerin hiyerarşisinde
uygun adım hislerle

Eskiden her şey kolaydı,
Oysa şimdi yağmur yağınca
berraklaşıyor sloganlar.
Bir insanı kazı, altından
ne çıkar? Yumruğun her türle sıkılışı,
el sıkışma ve sıkılan birisi.

Oysa yumruk açılınca el olur.
Sen hangi çizgidensen,
o çizgi elinde yazılıdır.

Alın, buz gibidir, ölüler soğur.
Buza yazı yazılmaz.
Ordan kan sızar ve kurur.
Karda yürürsen
iz bırakırsın.

Kartoponun içinde
taş vardır.

O taş alnı deler
ve böylece insan göçer
O taşın adı,
göç taşı. Kar erir. Toprağa karışır.

.
.
.

Seyhan Erözçelik

metafor Ajitasyon

Geçerim

Geçen gençlik günlerine yanmıyan
Yok gibidir, bense bakar geçerim.
Yoku vara, varı hiçe gömerek
Her solukta bir gam yakar geçerim.

Durulmadı gitti belirsiz başım,
Kardaşımdan başka herkes kardaşım.
Kader, zaman, kader, hicrân yoldaşım,
Dertli ırmak oldum, akar geçerim.
Devrin siyâseti pek saçma sapan,
Pişirdiği pazarlıklar çok yavan,
Matbu’atın ocağında kaynayan
Kazanlara bir kulp takar geçerim.
Araştırdım hakiykat notlarında,
Yok bir ma’na dehrin vur tutlarında,
Şi’rimdeki duygu bulutlarında
Bir şimşeğim, hicrân çakar geçerim.
Göz kapamam hiç bir Tûr’un nûruna,
Perde açtım İsrâfil’in sûruna,
Kalbimdeki yanan aşkın uğruna
Cehennemi yakar yıkar geçerim.
Anladın mı beni yakan o piri ?
Neyle meyle bak ne yaptı fakîri
Ebedleri kucaklıyan esiri
Ma’na gibi deler, çıkar geçerim.
Bulamazsın cevherimi bir kânda,
Gömülüyüm bir mukaddes nihânda,
Gönlümdeki ışığımla bir anda
Yüz bin Leylâ sever bıkar geçerim.
Neyzen gibi serserinin fakîyr’in
Mihrâbıyım içindeki zamîrin,
Men-Rabbüke diyen Münkir, Nekir’in
Defterini dürer, tıkar geçerim.
Tıp Fakültesi Hastahanesi 1337
Neyzen Tevfik
gecerim Geçerim
Bir anekdot:

-Allah aşkına bana söyler misin, dedim Neyzen Tevfik nerede yatıp kalkıyor?

-Burada, Hocapaşa Camii’nin bir tabutluğu var, oraya gider. Bir tabutun kapağını kaldırır, içine girer, kapağı da üstüne çeker ve rahat rahat uyur.

Olur ya!

Yatıp daldıktan sonra uyku içindeki sayıklama ki yazmadan hatırımda kalan parçaları:

Neyzen Tevfik, ne halt ettin yine sen?
İşin gücün hokkabazlıkla düzen.
Seni sevenlere çok selam bizden,
Başucunda duran ben Kur’an idim!

Bana yapış, oku kalb-i selimi,
İbadettir, zikret Rabb-ı Kerim’i.
Ey Azâb-ı Mukaddes’in nedimi,
Elindeki kalemde pinhan idim!

İlmi, fenni, mantığı, felsefesi
Buralarda yoktur ki çıksın sesi!
Sırtlarında birer tavuk kafesi
Gezdirirken ben yine irfan idim.

Feylesof Rıza’nın yediği herze
Saman olsun Hugo gibi öküze!
Balta lazım beynindeki pürüze,
Şekispir’i uyandıran çan idim.

Başka söz yok, şu yazdığım şeyleri
Bir sanattır desem, cinnet eseri!
Tolostoy da bir hiçliğin pederi,
Ben varlıkla ona tercüman idim.

Hem yerdeyim, hem gökte, hem pusuda,
Yıldızlarda, ateşte, tende, suda,
temiz bir kalb ile Jan Jak Rusa’da
Pek samimi görünen vicdan idim.

Akacak kan durmaz imiş damarda,
Demek her ne vaki ise hak orda.
Kasap, çoban benim, pençeyim kurda,
Koçta candım, kan idim kurban idim.

Bir lokmada yüz bin şahsiyetim var,
Kenz-i mahfi la-taayyün bu esrar.
Bir nevede nasıl etmiştim karar,
Bilirsin ya katrede umman idim!

Sirretteki ruhum, tenim surette,
Neyzen oldum vatan adlı gurbette.
Bir Azâb-ı Mukaddestim niyyette,
Teraneler içinde giryan idim.

Tıp Fakültesi Hastanesi, Haydarpaşa

Neyzen Tevfik

kenz_i_mahfi Olur ya!

Aşk Şiiri

Aşk bir uçurum, a ruhum, dibi olmayan;
Yalnız kuşların, meleklerin değil, senin de
Kanatlarının olduğuna inandırır ilkönce seni,
Sonra, uçmayı öğretir sana;

Aşk bir ateştir, a ruhum, suyun içinde yanan;
Sevenlerin, balçıktan değil, balmumundan değil,
Sudan yaratıldığına inandırır ilkönce seni,
Sonra, akmayı öğretir sana;

Aşk bir sarhoşluktur, a ruhum,
Aklın sultanlığını vadeder iptida sana,
Sonra, deliliğin kulu, kölesi yapar seni;

Aşk bir muammadır, bir muamma, a ruhum,
Künhünü kavramayı öğretir sana, her şeyin,
Aşkın kendisinden başka.

Cahit Koytak

ask_siiri Aşk Şiiri

Emek istiyor, sabır istiyor… Hataları düzeltmede ise zarif bir dokunuş umuyor.

Yahya Kemal, bir gün Kadıköy’de bir dost evinde Tanbûrî Cemil Bey’i dinlemiş ve mest olmuş. O günkü izlenimlerini sonradan Cemil Bey’in oğlu Mesud Cemil’e anlatan Yahya Kemal izlenimlerinin sonunda şunu söylüyor: “O zaman karşımda altından bir kapı açıldı. Memleketime bu kapıdan girdim.” Gerçekten de öyledir; ruhunuzun aç olduğu, arayışınızın devam ettiği bir zaman, ansızın ya bir musiki eserinin içinde bulursunuz kendinizi ya bir ince davranışın karşısında, ya da şöyle bir fotoğraf karesinde, sizi ‘altın kapı’dan içeri buyur eden: “Eskiler tekin değildir diye gerekmedikçe aynaya bakmazlardı.

Öyle ki o gümüş işlemeli oval aynalar duvara ters asılırdı. Aynadaki suretine bakmaya çekinen bu eski zaman adamları fotoğraf makinasının objektifine, o soğuk nesneye nasıl bakabilirler? Elbetteki tedirgin olarak. Çünkü makina onların suretini çıkaracak. Asılları orada dururken bu suret ne işe yarayacak?

Yansıyacak suret endişelendirir

Tedirginlik bazen had safhaya ulaşır. Fotoğrafı çekilen kişiler neredeyse esas duruşa geçer, eller düzgün bir biçimde dizlere konur; dudaklar büzülür, kaşlar çatılır, vücut ve zihin bir tehdit altında imiş gibi geriliverir. İşte bu doğal ile sanalın çatıştığı kriz anında, Necmeddin Hoca kendi yetiştirdiği güle sarılmış. Gariptir gülün sapını bir neyzenin neyine yapışması gibi tutuyor. İki eliyle birden, lakin incitmeye korkar gibi. Ve herhalde neyden neyzene intikal eden o ferahlık ve güven duygusu; gülden Necmeddin Hoca`ya intikal ediyor. Fotoğraf tam o anda çekilmiş. Hocaefendi `nin tehlikeyi savuşturup gülümsediği anda.” Mustafa Kutlu, bu fotoğrafın fotoğrafını çektiği bir yazısında böyle söylüyor.

esref-ede-efendi-mustafa-duzgunman-ve-necmeddin-okyay Emek istiyor, sabır istiyor... Hataları düzeltmede ise zarif bir dokunuş umuyor.

Peki söz konusu fotoğrafta kimler var: Sağ baştan Necmeddin Okyay, Mustafa Düzgünman ve Eşref Ede.

Üsküdar’ın dost ışıkları 

Bu üç isim eski Üsküdar’ın dost insanlarıdır. Onlarsız bir Üsküdar tarihi herhalde sırrının epey büyük bir kısmını söylemekten aciz kalır. Hele Düzgünman’sız bir Üsküdar, o meşhur attar dükkanı’ndan mahrumdur, hani merhum Ahmet Yüksel Özemre Hocamızın kütüphanelerimize ve yazılı belleğimize kayıt düştüğü Üsküdar’da Bir Attar Dükkanı kitabında anlattığı dükkandan. Ki bu dükkan sadece her derde deva bitkilerin, merhemlerin, şimdi kolaylıkla ıvır zıvır deyip bir kenara atabileceğimiz onlarca malzemenin satıldığı bir yer değil; aynı zamanda yerine göre tasavvufa, yerine göre günlük hâdisâta, yerine göre sanat ve musikiye kapıların ardına kadar açıldığı bir sohbet mekanıdır. Ve Düzgünman sadece babasından devraldığı attarlık geleneğini devam ettiren birisi de değildir.

Mustafa Düzgünman’ı, 1953’ten 1979’a aralıksız 26 sene Aziz Mahmud Hüdâyî Dergahında türbedarlık yaparken görürüz aynı zamanda. Türbedarlık görevini –kendi deyimiyle- “bir müzeci hassasiyetiyle” yerine getiren Düzgünman, “Üsküdar’ın Üç Sırlısı”ndan biri olan Eşref Ede Efendi’nden de tasavvuf zevki ve neşvesini kendi kabınca alır. Hafız Muhittin Tanık, Üsküdar’daki Çarşamba Rifâî Dergâhı şeyhi Hayrullah Tâcettin Yalım ve Üsküdar Rifâî Âsitânesi şeyhi Hüsnü Sarıer gibi kıymetli hocalar da Düzgünman’ın istifade ettiği diğer zatlardan birkaçıdır. Aziz Mahmud Hüdâyî Camii’nde ezan ve ilahi okuyuşuyla iyi bir musiki icracısı olarak da tanınan Düzgünman’daki bu tasavvufî neşvenin görünürdeki verimi, bir kısmının güftesi de kendisine ait olmak üzere değişik makamlarda bestelediği yirmi kadar ilahi ve muhakkak davranışlarına sinmiş olması lazım gelen incelik, zarafet ve yumuşaklıktır.

Buraya kadar çizilen attar, türbedâr, müezzin, derviş, bestekâr bir Düzgünman portresi olsa olsa yarım kalmış bir eskiz olur. Onu bizim için asıl önemli kılan gelenekli sanatlarımızı geleceğe taşıyan bir üstad olmasıdır.

Gelenekli sanatlarımızın taşıyıcıları  Annesinin dayısı olan hezarfen Necmeddin Okyay’dan eski tarz cilt ve ebru sanatlarını talim eder Düzgünman. Onun Necmeddin Hoca’ya çıraklık yaptığı zamanlar güç zamanlardır çünkü gelişen sanayiyle birlikte el emeği gözden düşünce, birçok sanat dalıyla birlikte, ebru da tarih sahnesinden silinmenin eşiğine gelir. Özellikle 1900’lü yılların ilk yarısında, gelenekli sanatlarımızda bu durum daha da kötüleşir. Sanatlar belki de unutulup gidecektir.

Necmeddin Okyay’ın, ebrû ve hat sanatında kendi bildiklerini bulabildiği birkaç talebeye ne kadar da istekle ve “gelecekte kaybolmasın” endişesiyle aktardığını, Uğur Derman Hocamız gayet güzel anlatır Türk Edebiyatı dergisinin 2006’nın Nisan ayı nüshasında yayınlanan “Toygartepesi’ndeki Ev” başlıklı yazısında. İşte, Necmeddin Okyay’dan el alan Mustafa Düzgünman da bu kötü gidişe tek başına direnir, üretir, talebe yetiştirir. Bu sayede ebru sanatımızın geleneksel tekniği ve bilgi birikimi, arada bir kopukluk olmadan, yeni
kuşaklara aktarılmış olur.

Ebru’nun bir gülümsemesi başa ne işler açar 

Düzgünman’ın ebru ile ilişkisi o kadar ilerler ki hocası bile itiraf eder kendisini geçtiğini. Bunun bir göstergesi de şüphesiz Necmeddin Okyay’ın ebru sanatına kazandırdığı çiçekli ebrulara papatya ebrusunu da eklemesidir. Bu ilerleme muhakkak, Mustafa Düzgünman’ın ebruya âşık olup, ebrunun da yüzüne bir gülmesiyle başına açılan işler kabilindendir.

Düzgünman bu sıra dışı âşık-maşuk ilişkisini Ebrunâme adlı şiirindeki şu dörtlükle anlatır:

Ben ebruya âşık oldum, düştüm onun peşine,
Leylâ gibi nazlar etti, yaramadı işime,
Bir aralık isyan ettim, görmedim hiç iltifat,
İnsaf edip yüzün güldü, işler açtı başıma.

Bir ‘tecelligâh’ olarak ebru teknesi 

Ahmet Yüksel Özemre’nin naklettiğine göre, eskiden teknenin başına oturan ebru ustası, “Ya Rabbi, senin sıfatlarına rücû ediyorum, suyun üzerine renkleri açarken beni koru, yoksa ben kendimi hâlık sanırım.” diye dua edermiş. Burada önemli olanın, ebrû ustasının tekne başına geçtiği zaman kendisini ve renklerin bir bir açıldığı ebrû teknesini, Allah’ın sıfatlarının tecelli ettiği birer ‘tecelligâh’ olarak bilmesi olduğunu söyleyen Özemre, muhakkak Mustafa Düzgünman’ın Ebruname’sinden ilham almıştır diyebiliriz:

Nazar kıldık kâinata baktım mutlak ebruya,
Vech-i yâri âyan gördüm salât ettim bu Ru’ya,
Kenz-i mahfi tezâhürü aşk-ı Hüdâ nümâyan
Ebru görüp Allah dedim irdim kalbi duyguya.
Ebrudaki görünen şu nukûşâta iyi bak,
Şuunât-ı ilâhîdir sıfatından ayan Hak
Nakş-ı sun’un pertevinden Hubb-u Rahman âşikâr,
Rûyetullah sırrıdır bu müsemmâdır her varak.
Besmeleyle tezgâh açıp ebru yapan kişiyiz,
Fırça ile su üstünde hüner satan kişiyiz,
Üstadımız Özbek Şeyhi hem Necmeddin hocadır,
Büyüklere boyun kesip Hakk’a tapan kişiyiz.
Ey Mustafa nakş-ı sevda sana neler öğretti,
Derûnunda duran nakkaş “Eynemâ”yı öğretti,
Bab-ı ebru rehnümadır vech- bâkî fehmine,
Ârif olan bu ezharı bir noktadan seyretti.

“Emek istiyor, sabır istiyor ebru sanatı. Hataları düzeltmede ise zarif bir dokunuş umuyor.”

Kaynak: http://www.dunyabizim.com/

Zurnanın Zırt Dediği Yer

Bu dünya Sultan Süleyman’a kalmamış;
Ama size kalacak .
Olur a, Sultan Süleyman bilememiş işini;
Ama siz bileceksiniz.
Şöyle sizinle beraber üç beş kişi;
Öte yanı kör dövüşü.
Bir gün yaşamışsınız, ömrünüzde bereket;
Akşam olmuş kendiliğinden;
Bir konağınız var dayalı döşeli;
Kapıda arabanız, oda oda mutluluğunuz;
Kadehte kuş sütü var,tabakta minare gölgesi…
Biraz da aşk masalı ekleyin bu düzene;
Eklediniz mi?
Oh, yaşamak ne güzel şeymiş be!
Güzeldir tabii…

Şimdi bir de bir oda düşünün bakalım;
Halı, kilim hak getire,
Ekmeğin ,katığın lafı hiç edilmesin,
Otu ocağı bir kalem geçin;
Beş kişi uzanmış bir sedire,
Basıyorlar küfürü;
Kime?
Ne bileyim ben kime…
Bu oda niçin mi yoksul?
O beş kişi yoksul da onun için.
Bu bayların, bayanların derdi ne mi?
Ne olacak: Memleketin derdi.
Peki ama, çaresi yok mu bu işin?

Ha şöyle,
Düşünmeye alışın.

Metin Eloğlu
zurnanin_zirt_dedigi_yer Zurnanın Zırt Dediği Yer

Tutkulu Kadın Meral Okay

Çoğumuz “Kasap Melahat” olarak tanıdık onu… Hatta Kasap Melahat’in isminin Meral Okay olduğunu sonradan öğrendik dersek abartmış sayılmayız bile. Tanıdıkça ikisini de çok sevdik.
O hem senarist, hem yazar, hem oyuncu, hem yayıncı… Ama beni en çok etkileyen yanı tutkusu… Yaşamındaki her şeye tutkuyla sarılan bir kadın Meral Okay. Tutkuyla okuyan, tutkuyla müzik dinleyen, tutkuyla çalışan ve tutkuyla seven bir kadın…
Yaman Okay’la yaşadığı aşk da öyle, tutkulu… Biz de o tutkuyla başladık konuşmaya…

Biz Yaman’la önce arkadaştık. AST (Ankara Sanat Tiyatrosu) döneminden tanışıyorduk. Ama o zaman onun da hayatında başka insanlar vardı herhalde benim de… Bambaşka yolculuklarımız vardı. O İstanbul’a, sinema sektörüne Yeşilçam’a geldi, sonra Genco’yla (Genco Erkal) Dostlar Tiyatro’sunda çalışmaya başladı. Ben İstanbul’a ondan iki- üç yıl sonra geldim. Geldiğimde de doğal olarak Ankara tanışıklığımdan dolayı “aa geldin mi, ne yapıyorsun, ne ediyorsun, ev buldun mu?” diye karşıladı beni. Yani ilk görüşte aşk yaşayan bir çift değildik. Önce arkadaştık, sonra flört etmeye başladık. Ve sonra birbirimize aşık olduk.

Demlene demlene gelişti…


Evet, öyle bir süreç o. O sürecin içerisinde de tabi bin türlü halini bilerek birbirini sever hale geliyorsun. Yani kısa zamana sıkıştırılmış bir şok değil. Ortak geçmiş var, ortak arkadaşlar var, ortak bir dil, ortak bir geleceğe dair inanç var. Bir gelecek umudu var, kendinle ilgili, ülkenle ilgili, Dünya’ya, hayata bakışınla ilgili, ortak bir geçmişten geliyorsun. Bir ortak tarihi paylaşmışsın beraber. Sonra özel anlara evrildi o süreç.

Nasıl evrildi?


Hiç farkında değilim onun. Bir gün fark ettim ki, onun eşyası benim eşyamdan fazla evde. Hani vardır ya, kışlıkları kaldırırsın yazlıkları çıkarırsın. Bir baktım ki dolapta benden fazla eşyası var. Bir kazak, bir gömlek, bir bilmem ne derken, küçük küçük sızmış meğer o evin içine.
Kendisine de söyledim “a, sen bu eve sızmışsın!” diye (Gülüşmeler). O hınzır ve haylaz gülümsemesiyle, yakalanmış bir edayla “Öyle oldu. Biraz geç uyandın ama iyi oldu.” dedi… Yani çok kendiliğinden bir şey, yakınlık, dostluk sonrası sevgililik.

Öyle olmadığı belli ama yine de soracağım, klasik bir evlilik miydi sizinki? 


Klasik bildiğimiz tanımda bir aile, ev hayatımız yoktu bizim. Yani, onun mesleği, benim işim gücüm gereği, klasik tanımda dip dibe yaşayan bir çift olmadığımız için herkesin kendine ait özgürlük alanları, kendine ayıracağı zamanları vardı. Türkbükü’nde, daralınca kaçıp gidebilecek küçük bir köy evimiz vardı. Yani sıkışan kitaplarını, müziklerini alıp oraya bir hava değişimine giderdi. Dolayısıyla birbirimizden sıkılacak vaktimiz olmuyordu. Hep bir işin gücün içerisinde, hep bir şeye koşarken, hep bir şeye yetişirken… Onun meğer hep acelesi varmış. O hep bir şeye yetişirdi çünkü, hep koşardı. Ben de onunla birlikte koşuyordum… Aynı zamanda işim gereği tabi… Hem yapımcılık yapıyordum hem reklam sektöründe çalışıyordum o dönemde, aynı anda üç iş filan yaptığım oluyordu… O harala gürelenin içerisinde, gençliğin de getirdiği enerjiyle yorulmak bilmeden, çalışıp, sabahlara kadar yeri gelip gezip, iki saatlik uykuyla işe giderdim. Tabi o gençlik ve enerjiyle bütün bunlar tolere ediliyor. Bu gün yap desen, iki gün yapsam dördüncü gün hastanede serumla bulursun beni. Gençliğin, aşkın, birlikte bir şey yaşamanın ve üretmenin, geleceğe dair hayaller kurmanın enerjisiyle gidiyordu.

“Aşk biraz da kendinden vazgeçme halidir…” diyorsunuz beraberliğinizi tarif ederken?


Bir başkası için kendinden vazgeçme hali.

Vazgeçtiniz mi siz kendinizden?


E başka türlü aşk olmaz ki. Yani kendi önceliklerini geriye atıp, yeri geldiğinde onun öncelikleri için sabır göstermek, onun öncelikleri için metanet göstermek, onun öncelikleri için onun yanında olduğunu göstermek, ona güç vermek, ona inanmak, inandığını hissettirebilmek. Bu anlamda. Yoksa tabi ki hepimizin egoları var. Nereye kadar bunu parçalayabiliyoruz ki? Ama o egodan ne kadar kendini uzak tutarsan, orası gerçek aşkın, tırmandığı yerler.

Yokluğu nasıl bir boşluk bıraktı sizde?


Sonsuz bir boşluk, göktaşı gibi, göktaşı düşmüş gibi… Meteor diyelim hatta!

En çok neyi özlüyorsunuz?


En çok anlatmayı özlüyorum. Hani bir şey seyredersin ve heyecanlanırsın, paylaşmak istersin ya!
Dönüp bazen anlatmadığında bile, göz göze geldiğinde anlar o. Aynı sahneden etkilenmişsindir, aynı filmin karesinden, yoldaki çocuğa bakıp heyecan duymuşsundur… En çok onu arıyorum. Hani heyecanlandığında, bir şey seyretmekten çok mutlu olduğunda kafanı şöyle yan çevirip, “gördün mü bak, ne şahane” deme duygusu var ya… O eksik.
Paylaşma duygusu eksik… Hüzün anlamında söylemiyorum “ah başımda olsaydı da, ilacımı verseydi, çorbamı içirseydi…“ o anlamda değil. Aksine hayatın lezzetli taraflarından keşke birlikte tadabilseydik. Keşke o batan güneşi, o da görseydi diyorsun, keşke o denizden çıkan kıvırcık saçlı küçük kız çocuğunun poposunu mıncıklarken o da yanımda olsaydı diyorsun.
Çok zor, biliyorum ama yine de umarım aynı duyguları yaşayabileceğiniz biri çıkar tekrar karşınıza. 

Çok zor, aynısını aramayacaksın, o bir kere ve ona özgü, ona dair bir şey. Başka bir şey olursa başkasına dair bir şeydir o. Aynısını aramak hiç aklımın ucundan bile geçmedi. Ama tabi ki baktığın ve birlikte olmaya niyet ettiğin şeyde o boşluğu görüyorsun. Öbür tarafta bir on yıllık ilişki ve onun evvelinde dört yıllık bir tanışıklık. Yani birbirimizden sıkılmaya, birbirimizden vazgeçmeye vaktimiz olmadan hızlı biten bir şey bu. Kendi sürecinde bitmemiş bir şey olduğu için, o bitmemeyi sürdürüyor.

Geldi geldi, zirvedeyken yarım kaldı…

Yarım kaldı… Yani ne dibini görmüş bir ilişki, ne tüketilmiş ve bitmiş! Tam yani işte “touch and go”. Ve tabi en önemlisi ilham perisi gibidir Yaman bende.

Hala mı?


Hala… Mesela bazen çok zor bir sahne yazarken Yaman’ı düşünürüm. Şimdi ona bunu okuyor olsam diye düşünür ve içimden de okurum. Gözümün önüne gelir onun tepkisi.

Yönlendirir mi o tepki sizi?


Evet. Bir kere daha onun temiz kabinden geçmesini isterim.

Biz sizi geç mi tanıdık biraz? İlk karşılaşmamız İkinci Bahar’la oldu. Elinizde bıçak ‘Kasap Melahat’ olarak çıktınız izleyici karşısına. Kasap Melahat olmaya nasıl karar verdiniz?


Ben vermedim, verdiler. Ama yıllarca zaten kamera arkasındaydım. Kameranın önüne atılınca herkes bu o muymuş dedi. Sektör beni oradan zaten tanıyordu. Hiç de merakım olmadı, kamera önüne geçmek gibi bir arzum olmadı Yoksa kırk yaşında yapacağıma otuz yaşımda da geçerdim kameranın önüne.

Kolayca kabul ettiniz mi?


Yani, ben direndim, Yavuz Turgul, Mustafa Uğurlu ve Şener Şen “sen bunu yapacaksın, yaparsın.” dediler. Zorla attılar beni kameranın önüne. Ben oldu mu, olmadı mı şüpheleri içindeyken, “oldu oldu, şahane oldu, haydi yürü” deyip sürdüler kameranın önüne. Esas olarak Yavuz Turgul’dur süren. Yavuz “bunu yaparsın, sen bunu oynarsın.” dedi. Ben de ne alakası var ben oyuncu muyum derken, onlar çok memnun kaldılar. Sonra da devam etti ama çok uzun süreli sürdürmedim. Şimdi ise tat aldığım bir iş olarak ucundan kenarından tutmak hoşuma gidiyor. Fakat tutkuyla bağlı olduğum bir iş değil.

Tutkuyla bağlı olduğunuz iş ne?


Yazmak…Yazmak ve yazdırmak… Ben editörlüğü de çok severim çünkü… Televizyon bir ömür boyu sürecek bir iş değil. Zaten buna katlanmak insanın ömrüne aykırı. Sağlığa aykırı. Bu şartlar ve bu adrenaline, sağlığım da çok fazla müsaade etmiyor. İleride yapacağım iş, sadece yazmak. Yazmasam da editörlük. Çünkü okumayı seviyorum, üretim sürecine dahil olmayı seviyorum. Ekipler kurmak, o ekiplerle çalışmak, birlikte üretmek. Bu tabi yoğun ve aynı zamanda disiplin gerektiren bir şey. Şu aralar hayatımı o anlamda daralttım. Daha yazıya yönelik çalışma derdindeyim. Sadece senaryo yazıyorum. Hayalim de o zaten.

“Hayatı yazan kadın” diye tanımlıyorlar sizi. Hayatı yazmak için şüphesiz çok iyi tanıyor olmak gerekli. Siz hangi kaygılarla yazıyorsunuz?


O belli olmuyor ki. Bir hesapla oturup bir şey kurmaya başlamıyoruz. O ilk kalbine düştüğü ham halidir aslında. Sizi etkileyen, onu yapmaya iten ilk duygudur kılavuzunuz. Bazen gördüğün bir resimdir, bir sürü görüntünün içinden bir şey kalır aklında. Ve onun üzerine bir şey kurmaya başlarsın. O, sonra biçim değiştirir, kendi yolculuğuna çıkar. Beni sevindiren, beni üzen ya da bana dokunan, beni yakan şeyi yazmayı seviyorum. Ha, dramatik şeyler kadar gırgır yazmayı da severim. Bazen insan o hüzünden sıkılır, hop diye başka bir ruh haline geçer ya! Yazı bütün bunlara cevaz veren bir alan. Hem tek başınasın hem çok kalabalıksın aslında. Bütün o karakterler, kimlikler, cümleler, resimler, anlar uçuşuyor. Ve o metnin içerisinde kayboluyorsun. Ben onun içinde hesapsız bir şekilde kaybolmayı seviyorum. Ama tabi ortaya çıkanı bir tekniğe oturtuyorsun. Dizi anlamında söylüyorum. Elbette bir matematiği var senaryo yazmanın.

Karakterlerinizi yaratıp, sonra da onların dünyasında elinizi kolunuzu sallayarak dolaşıyor musunuz?


Evet, ama ben o karakterlerle çok uzun yaşarım. Bazen altı ay, bazen iki yıl. Elimden tutarlar, onlarla gider gelirim. Yazım aşamasında yolda onunla yürürüm, seyahate onunla çıkarım, bazı karakterler hep benim yanımdadır. Sonra onlar kendi yolunu buluyor zaten. Bir süre sonra karakter kendini yazdırmaya başlar. Bazen o karakterin ilgisine, şefkatine bazen onun yergisine ihtiyaç duyarsın. Yani karakterin de seni sarsmasını istersin. Sen bir yere doğru uçarken “Hop! Akıllı ol!” diyebilir sana karakter. İşte onlara kulağını kabartmak, onlara açık olmak gerekir. Bir de kendimi çok hızlı aptal ilan ederim ben.

Karakter karşısında mı? 


Her şey karşısında. Yani sürprizlere çok açık tutarım kendimi. Mesela yazan insanlarda kendilerine göre bir ego gelişir. Yaratmak hikâyesi yarı tanrısal bir şeymiş gibi gelir, onu ben yarattım ben öldüreceğim gibi. Yani öyle hallenir yazar. Hemen çok sıkılırım ben ve hemen o hayranlıktan uzaklaşıp aksine tuzaklar kurarım kendime. Yarattığım karakter oralardan atlıyorsa doğru yoldayımdır. Değilsem hemen vazgeçebilirim, kendime “Evet Meral çok geri zekalısın, bu böyle mi düşünülür?” derim.

Ekiple mi çalışırsınız?


Hayır. Senaryoyu mümkün olduğu kadar tek başıma yazarım. O ilk karakterlerin dilini, tavırlarını oturtana kadar kendim yazmak istiyorum. Ama oturduktan sonra tabi ki yanına -şahane gencecik insanlar var- yardımcı alabilirsin.

Şu aralar “Muhteşem Yüzyıl”ın hazırlıkları var. Yeni bir proje. Çalışmalar ne aşamada?


Bir ay sonra, inşallah dekorlar bitince çekimlerine başlayacağız. On altıncı yüzyıl, Osmanlı’nın muhteşem yüzyılını anlatan bir dizi olacak. 1520’de başlıyor hikâye, Yavuz Sultan Selim’in ölüp, beklenmeyen bir anda Kanuni’nin tahta çıkışıyla başlıyor. Kanuni tahta çıkarken, paralelinde Hürrem’in Kırım’dan bir tekne ile gelişini de görüyoruz. İkisi aynı gün giriyorlar saraya. Biri köle, öbürü imparator olarak.

Ne kadar sürdü hazırlık çalışması?


İki yıl sürdü, hala da devam ediyor. Çünkü oku oku bitmiyor ki. Bir doktora öğrencisi gibi ders çalışıyorum ve dersimi çalışıp tarih danışmanlarımın karşısına geçiyorum. Onlarla konuşuyorum. Yeri geliyor beni dövüyorlar “o öyle olmaz” diye. Dersimi alıyorum, sopamı yiyorum sonra gelip bir daha çalışıyorum.

O dönemin bilinmeyen yüzünü de izleyecek miyiz?

Harem gibi bir alan var ve bilinmiyor. Çünkü tarihi erkekler yazıyor, erkeklerin hareme girmesi yasak. Sadece oryantalistlerin bir harem tahayyülü var. Tablolarından da göreceğiniz gibi. Ama gerçek tarih okumaya başladığınızda, harem bambaşka bir okul. Büyük bir disiplin, büyük bir gerilim, hiyerarşi ve iktidar alanı. Yani sadece güzel havuzlarda yıkanan, tüller içerisinde cariyeler yok orada. Ve ölüm korkusu var. Çünkü hayatın birilerinin iki dudağının arasında. Ona bağlı. Tabi güçlü ve dramatik bir dönem. Muhteşem Süleyman işte, Kanuni Sultan Süleyman. Dünyayı yöneten en büyük dört adamdan biri. Okudukça müthiş hayran kaldım. Uçsuz bucaksız bir şey.

Nerede yayınlanacak?


Show TV’de. Çekimlere en geç bir ay sonra başlıyoruz. Şu an bin beşyüz metrekare alana dekor yapılıyor. Saray’ın içini kuruyoruz. İki plato kapatıldı, harem, oradaki Valide Sultan Dairesi, haremdeki gözdelerin daireleri, has oda, padişah odaları, arz odası sarayda ne varsa kuruluyor. Çarşıları, medreseleri filan inşa ediyoruz. Avluları, dış mekanları Topkapı Sarayı’nda çekeceğiz. Belirli günlerde izinlerimiz var. Büyük hazırlık!

Çok büyük bir prodüksiyon. Kim oynayacak Kanuni’yi?


Kanuni’yi Halit Ergenç, annesi Valide Sultan’ı Nebahat Çehre, Kanuni’nin sağ kolu ve sonradan damadı ve vezir-i azam olacak olan İbrahim’i, Okan Yalabık oynuyor. Hürrem’i şu gün itibariyle hala netleştirmiş değiliz. Görüşmeler sürüyor. Yurt dışından da aramaya devam ediyoruz. Devlet tiyatrolarından yani tiyatro camiasından çok değerli oyuncular var. Kalabalık kadrolu bir iş. Yağmur ve Durul Taylan çekiyor, müziklerini Aytekin Ataş ve Fahir Atakoğlu yapıyor.

Ne zaman yayınlanacak?


Dekor ve çekimler yetişirse Aralık ayında.

Peki, bu kadar yoğun tempo içinde, Meral Okay kendisine ait bir zaman yaratabiliyor mu?


Bütün bu yaptıklarım işler aslında benim kendime ait zamanlar. Kitap okumak hem işimin bir parçası hem de çok tat alarak yaptığım bir iş. Ben tatile gitsem de zaten yine kitaplarımla, müziğimle gidiyorum. Gene bu kafayı götürüyorum oraya. Gene o kahramanlar benim o bavulumun içinde hayatımın içinde geliyor. Bende öyle “çok çalışıyorum ah çok yoruldum” duygusu yok. Dolayısıyla ben tatile de gitsem onlar benimle. Şizofrenik bir şey aslında. Şalter inmiyor bende yani.

Hiç ‘Yeter! beynimi boşaltayım’ demiyor musunuz?


Oluyor ama beyin boşalmıyor. Ne yapacağım şimdi? Ay niye boşalmıyor diye bir de onun mu gerilimini yaşayayım? Gitmiyor, o orada duruyor. Sinsi. Uykuya yatıyor tekrar kafasını kaldırıyor yine.

Bir arkadaşım sizinle iki kere karşılaşmış ikisinde de öfkeliymişsiniz. Birinde hava alanından çıkıyormuşsunuz…


Her havaalanından çıkışım öyledir. Siz gülerek mi çıkıyorsunuz? Uçak kırk beş dakika bagajın gelmesi yetmiş dakika. Dolayısıyla delirmiş oluyorum. Birisi canım dese, ‘canın çıksın’ diyecek kafada çıkıyorsun.

Diğerinde de trafikteymişsiniz…


Trafikte hangimiz güler yüz ile dolaşıyoruz? Ben taksi müşterisiyimdir, özel araba şoför v.s. Araba kullanamam, araba kullansam beni her dakika karakoldan toplarlar (gülüşme). Çünkü İstanbul trafiğinde akıl sağlığını koruyabilmen mümkün değil. Herkes birbirinin üstüne çıkmak istiyor. Herkes ille bir kafa uzatmak istiyor, belki geçiş bulurum diye, yahu dur! 
Şöyle çıkıp sokaklarda hiçbir amaç olmadan dolaştığınız oluyor mu? Öylesine?

Onu sokakta yapmam da ben denizde yaparım. Suda olmak beni çok mutlu eder. Bir teknenin kıçında uyuyup uyanmak, kulağımda sevdiğim müziği dinleyerek gökyüzüne bakarak, yıldızların kayışını takip ederek uykuya dalmak, gözünü yarı açarak kendini suya atmak. 
Aykırı yanlarınız var, öldüğünüzde yakılmak istemeniz gibi mesela…

E çünkü suya karışmak istiyorum da ondan.

Suyu o kadar çok seviyorsunuz?


Çok. Yani küllerimi üç parti halinde nereye savuracaklarını da yakınlarımdan bir iki kişi biliyor. Bir kısmı şu koya, bir kısmı da şuraya gibi…

Vasiyet gibi bir şey mi?


Evet.. Üstelik yasal olarak hakkınız da var Türkiye’de fakat o yasa kullandırılmıyor. 1946’da çıkmış bu yasa. İstediğinde yakılma hakkın var. Ankara’da fırını bile var.

Bu ülkede yaşamaktan mutlu musunuz?


Çok. Hiçbir zaman küsmedim.
Küsmedim lafı, “aslında küsülecek bir şeyler var”ı da barındırıyor içinde.
Yani işte 78 kuşağıyız. 12 Eylül’ü de yaşadık hep beraber. Sonra 28 Şubat’ı da yaşadık. Yani, bu ülkede seni caydıracak, vazgeçirecek bir sürü olumsuzluk var. Ama diğer taraftan da çağının tanığısın ve değişimi de görüyorsun. Bu bir demokrasi mücadelesidir, hayatta kalma mücadelesidir. Hakların genişletilme mücadelesi. Ve tabi ki sancılar ve problemler olacak. Arada anlık umutsuzluğa kapılsan da. Ben hayata genelde ‘Sindrella’ bakarım.

12 Eylül referandumunda ‘evet’çi midiniz, ‘hayır’cı mı?


Oy kullanamadım, kullanabilseydim ‘Evet’ diyecektim. Çünkü bir 78 kuşağı insanı olarak sadece o 15. madde için bile ‘evet’ veririm.

Yani 12 Eylül’e yargı yolu açılsın diye ‘evet’ diyorsunuz… Ama 13 Eylül’de 30 yıl doldu ve zaman aşımına uğradı.


Zaman aşımına uğrayamaz. İnsanlık suçları zaman aşımına uğramaz. İnsanlık suçudur çünkü. Adi suç değil bu. Adam yaralama bilmem ne, ıvır zıvır değil.

Hiç endişeniz yok mu?


Benim endişelerim bunların kesintiye uğratılması hamleleri, sivilleştikçe bu da olmayacak. Sivilleşiyor bu ülke. Ve onun sancıları bunlar. Herkes kadar bende de “acaba bizi de mi dinliyorlar?” duygusu var. Ama bu bugünün meselesi değil. Daha evvelki koalisyon döneminde de bu ülkede hep dinlenildik. Bu sefer tiraj yükseldi. Ülkenin nüfusu arttıkça, demokrasinin yükselmesi için ses çıkaranların sayısı arttıkça tiraj da yükseliyor. Teknoloji ucuzladı, daha kolay dinleniyor.
Göksel Göksu Röportajı

meral_okay_roportaji Tutkulu Kadın Meral Okay

Hayat hafif ve kısa bir şeydir

Hayatımıza önce İkinci Bahar’ın Kasap Nebahat’i; Yeditepe İstanbul’un Havva Ana’sı olarak girdi. Arkasından senaryosunu yazdığı; yayınlandığı dönemde reytingleri alt üst eden ve bir Kapadokya efsanesi yaratan Asmalı Konak ile… sonrasında Bir Bulut Olsam ve Mardin Günleri… ve nihayet Muhteşem Yüzyıl…

Elbette sadece bu kadar değil, reklamcılıktan yayıncılığa, söz yazarlığından senaristliğe, yapımcılıktan, oyunculuğa… Elini attığı her işten yüzünün akıyla çıktı.

Şöyle bizim de mahallemizde bir Kasap Melahat’imiz olsa sırtımız yere gelmezdi, satırı tezgâha sapladığı anda kendimizi hiç de yalnız hissetmezdik, diye düşündürdü bana hep.

Kırk bir yaşında kanserden kaybetiiği eşi Yaman Okay için “En zoru bir ölüye aşık kalmak…” demişti bir keresinde. Yaman’ı ile hiç bir zaman sahip olamadıkları çocuklarına Asmalı Konak ile ‘Hayat’ verdi. Hepimize ‘hayat dolu’ gelirdi ama hayatı ömrümüzü doldurmaya yetmedi.

Yaşarken onun çok yakınında; hastalandığında başucunda; gittikten sonra da ardında bıraktığı büyük boşluğun içindeki o umarsızlık anlarında hüzün ve tebessümle içini çeken ve yoluna Meral’siz devam etmek zorunda kalan çok yakın bir kaç dostu vardı ve bunlardan biri de sevgili Melek Taylan Ulagay’dı.

Ölümünün birinci yılında Meral Okay’ı konuşabilmek, kahkaha ve gözyaşlarıyla bir arada anabilmek için -başka türlüsü mümkün olmadığından- sevgili Melek Taylan Ulagay’ın Tünel’deki ofisinde buluştuk.

Buyrun:

Nasıl tanışmıştınız Meral Okay ile? Bu kadim dostluk nerede ve nasıl başlamıştı?

Ben onu tanıdığımda daha yirmi beş yaşındaydı. Benden on beş yaş filan küçük. Biz Yaman ve Meral ile Bodrum Türkbükü’nde o meşhur Eda Pansiyon’da tanıştık. Seksenli yılların başı. Zaten 12 Eylül sonrası hepimizin kafası bir ters yüz olmuş. Orhan (Taylan) cezaevindeydi hatta. O zamanlar Türkbükü hâlâ köy, sadece pansiyonlar var. Meral ile Yaman küçük bir ev de tumuşlardı sonradan. O yıllarda hepimiz dağınığız, kırık dökük bir durum aslında işte… Ama bizim kuşak öyle kırık döküklüğe filan kulak asmadığı için… İşte öyle tanışmış olduk. Meral ile hayatı kavrayışımız, mizah anlayışımız o kadar aynıydı ki… O kadar çok anımız var ki…

O yıllarda ne yapıyordu Meral Okay?

O zaman daha ziyade basın yayın sektöründeydi, yayıncılık yapıyordu, bir ara Birikim’de de çalıştı sanıyorum. Yaman’la evlendikten sonra önce tiyatro sonra da film işine girdi. Çok da iyi oldu. Çok yetenekli bir kızdı Meral, elini atıp da altından kalkamayacağı bir iş yoktu. Sonra da işte Yaman ile Almanya’ya gittiler…

Dönüşte de burada devam ettiler işte. Yaman vesilesi ile tiyatro ve sinema çevrelerine daha yakın oldu. Meral çok yetenekli bir insandı ama hep söylediğim gibi en önemli özelikleri müthiş zekası ve çalışkanlığıydı. Yaman da öyleydi, kısacık bir ömre öyle çok şey sığdırdılar ki. Ama işte Yaman’ı da çok erken kaybettik…

Yaman Okay’ın ölümünden sonra, depresyona girdi mi Meral Okay, nasıl toparladı?

Ya kadının depresyona girecek durumu yoktu ki. Yoksul ve çalışmak zorunda olan insanlar nasıl depresyona girsin, depresyon varsıllar için geçerli olan bir şey. Bizim geçmişte yaşadığımız şeyleri düşününce… depresyondan hepimiz giderdik ama öyle bir lüks yoktu bizler için, hayat hep devam etti, aslolan hayattır. Ne yapabilirsiniz ki?

Yaman vefat ettiğinde Meral çok gençti. Onu kaybedince, daha da çok işe verdi kendini. Ve hayatına hiç kimse girmedi. Ben “kendini bu kadar kapatma” dedim ama Meral Yaman’ın vefatından sonra üç katı çalışmaya başladı, hayatındaki boşlukları çalışarak dolduruyordu. Keşke öyle olmasaydı diye düşünüyorum şimdi. O kadar yaratıcı, zeki ve hoş bir insandı ki.

Ama Yaman’la da acayip bir dayanışma içindeydiler. Bizim ilişkilerimiz de farklıdır sonuçta. Bizde evlilikler, karı kocalıklar da her şeyden önce derin dostluklara dayanır. Dolayısıyle kolay olmuyor tabii, ordan hop diye başka bir yere geçeyim, başka bir hayat kurayım. Bizim için zor şeylerdi…

Meral Okay bir söyleşisinde şöyle demişti: “Yaman’ın kaybıyla birlikte hayatın çok kısa ve hafif bir şey olduğunu fark ettim… Ölüme koşan birine eşlik edince pek çok şey öğreniyorsun. O gidecek, engel olamıyorsun, durduramıyorsun. Ne tıpla, ne aşkla ne duayla. Bir anlaşma var sanki. Ve sen tanıksın… Saniye saniye. An an… O gidişin süratine, onu yaşayan insanın paniğine, korkularına, acısına, öfkesine, hepsine tanıklık ediyorsun… Elin değiyor ölüme…” Sen de aynı tanıklığı Meral ile yaşadığın için soruyorum; nasıl başladı bu süreç?

Ankara’da, Uçan Süpürge’de festivaldeydik. Otelde otururken bana dedi ki “Melek sen anlarsın böyle şeylerden, şuramda bir şey çıktı bunu bir göstersek mi? Şurasında -sol göğsünün üstünde- bir cilt altı lezyonu vardı. Ben de baktım ve elime bir sertlik geldi, gerçekten de beğenmedim, 2011’in Mayıs ayıydı sanıyorum. Ben de buna taktım kafayı, Meral’in sağlığı konusunda ihmalci olduğunu bildiğim için. İstanbul’a dönünce aradım ve “yürü doktora gidiyoruz!” dedim. Birlikte gittik işte.

Operatör Mehmet Bey çok esaslı bir doktordu, sonuçta onun söylediği gibi gelişti her şey. Önce lezyona baktı ve şöyle dedi; “Ne olursa olsun ben bunu bugün almak istiyorum Meral Hanım…” Meral şöyle bir duraksadı ama ben dedim ki “tamam Meral hemen gidiyoruz…” Hiç unutmuyorum bir Pazartesi günüydü. Bizi Fulya’daki Acıbadem’e yolladı doktor. Bize bir oda açtılar. O arada da Bejan (Matur) aradı. Ona da söyledik hastanedeyiz diye, o da atlayıp geldi. Doktor da akşamüstü geldi.

“Ne kadar sürer?” diye sorduğumda, doktor dedi ki “küçük bir şey, yarım saat kırk dakika en fazla…” Ama anestezi veriyorlardı tabii. Sonra Timur (Savcı) da geldi. Sonra da operasyona aldılar ama bekle bekle gelmez, işte o iş uzayınca ben huylandım açık söylemek gerekirse… İki saat sonra Meral’i getirdiler, daha ayılmamıştı. Doktor beni çağırdı, daha adamın suratına bakınca anladım durumun tatsız olduğunu. “Açtığım zaman gördüklerimi beğenmedim ve yayılmıştı onu da temizledim, hemen patalojiye yolladım…” türünden şeyler söyledi. Orada öyle bir bakıştık doktorla biz ama pataloji sonucu gelmeden net bir şey söylemek mümkün değildi tabii…

Sonra Meral’in yanına girdim, Meral gerçekten olağanüstü zeki bir kadındı, hisleri de inanılmaz güçlüydü. Şöyle benim suratıma bir bakınca anladı bir şeyler olduğunu ama gene de üzerinde durmadık tabii. Akşam eve döndük. Perşembe günü patoloji raporu geldi, raporun geldiği gün, tabii Sezen (Aksu) filan da duydular o arada, aynı doktor yine beni çağırdı ve kaşlarını kaldırıp bana “Durum iyi değil, Melek Hanım…” dedi. “Ben size diyeyim altı ay, siz bana diyin sekiz ay…” Bu netlikte söyledi yani, işte böyle başladı…

Meral, kanser olduğunu öğrenince nasıl tepki gösterdi?

Meral’in kanser ile hayatı boyunca hep bir yakınlığı oldu. Önce annesi kansere yakalandı, sonra da Yaman. Yaman’ın hastalığı süresince de hep birlikteydik, o da pankreas kanseri olduğu için ağır yaşanan bir süreç oldu.

Dolayısıyla Meral hep kanserle tanışık bir insan oldu malesef. Ve kendisinde kanser olacağını her zaman çok düşünürdü… Yani patoloji raporunun geldiği gün adeta şaşırmamış gibiydi, kendini bu kanser olayına çok hazırlamıştı, o da iyi bir şey mi kötü bir şey mi bilmiyorum gerçi… Ama bana sonradan çok ağır gelen bir şey söylemişti “ya, nasılsa günün birinde beni de yakalayacaktı biliyorum ama hiç değilse, yetmişi bulurum diye düşünüyordum ama bulamadım…”

Sonra tedavi süreci mi başladı, hemen?

Sonrasında hemen tabii araştırmalar başladı, asıl odak noktası nerede, nereden metastaz yaptı diye. Akciğer kanseri deri altında bir takım lezyonlar yaparmış. Ağır ve agresif bir tür işte. İşin kötü tarafı Meral’de daha önce de böyle deri altında lezyonlar oluşmuş ve o bunu gidip aldırmış. Sonra da iki tane antibiyotik alıp tedavi olmuş! O hastanenin bunu araştırmamış olmasına ben mesela akıl erdiremedim, ilk alındığında patalojiye yollamış olsalardı sonuç değişir miydi bilmiyorum ama en azından erken teşhis şansı olurdu çünkü bana gösterdiği beşinci imiş, kasıkta filan da çıkmış daha önce ve almışlar.

Sonra bu iş netleşince ve tedavi programı başladığında Meral çok enteresen bir şey yaptı -tam Meral’lik- böyle çok yakın beş altı arkadaşını bir araya topladı; bunlardan biri benim, biri Sezen Aksu, biri kameraman Aziz Akyavaş ki çok yakınıdır, Emel diye yine çok yakın bir çocukluk arkadaşı ve bir de Mustafa… işte bizi topladı ve dedi ki “Çocuklar ben bu süreci bir tek sizinle yaşamak istiyorum, ne ailemden ne çevremden fazla insanla paylaşmak istemiyorum, hastaneye de fazla kimse gelsin istemiyorum… Hakikaten de sonuna kadar öyle yaptı.

Böylece kemoterapi, tedavi v.s. başladı.

2011 sonunda Fransa’ya da gittiniz birlikte diye hatırlıyorum?

2011 Kasım sonuydu. Orada da çok iyi bir kanser uzmanı var. Türkiye’den gitmiş bir Yahudi doktor. Bir de ona danışmaya karar verdik. Arkadaşımız Emine’de (Uşaklıgil) bizimle geldi. Onun Fransızcası da çok iyi. İşte yani orada da ilk gün doktora gittik, doktor çok şeker bir adamdı; uzun uzun inceledi ve Meral’e değil ama Emine ile bana “Arkadaşınızın durumu çok ağır, ne yapılabilir bilmiyorum ama ben bir kaç tahlili burada tekrarlamak istiyorum,” dedi. “Ama kanser çok ilginç bir hastalıktır, çok beklenmedik gelişmeler olabilir…” diye de ekledi. Ve tekrar bir araştırma süreci başlamış oldu her gün hastaneye gittik geldik.

Benim oğlum Ferhat (Taylan) Fransa’da yaşadığı için orada da evimiz var. Hep birlikte o evde kalıyorduk. Bu ev-hastane hattında bizi taşıyan çok şeker bir Portekizli taksi şöförümüz vardı. Her sabah, aç karnına saat yedi gibi hastaneye gidiyoruz, hastane çıkışı Meral çok bitkin oluyordu -zaten Türkiye’de ağır bir kemoterapi ve radyoterapiden geçmişti- işte seans çıkışı o bitkin ve aç bir halde taksinin ön koltuğuna oturuyordu. Taksi şöförü söylediğim gibi çok hoş bir adam, onun durumunu hemen kavradığı için diyor ki “Madam sizi bugün Paris’in en iyi kahvaltı veren kahvesine götürüyorum…” Bizi her gün böyle bir başka kahveye götürdü, muhteşem yerlere, inanılmazdı! Bir gün yine çıktık ve ben “ya bugün çok yorgun Meral Hanım, belki eve gidip dinlenmek ister…” diyecek oldum. “Yooo!” dedi adam, “hiç öyle eve filan gitmek istemez o şimdi… ben onu biliyorum,” dedi ve bizi yine müthiş bir kahveye götürdü.

O arada Sezen de gelmişti ve biz dört-beş kadın -Sezen’in asistanı Canan da vardı- öyle ilginç ve güzel zaman geçirdik, öyle şeyler yaşadık ki orada kaldığımız o üç haftada. Sezen de zaten çok özel, hayat gücü çok yüksek bir kadın olduğu için çok inanılmazdı; gelir gelmez benim Paris’teki evin şekli değişti, yeniden dekore edildi. Sonra hızlarını alamadılar Paris’te bit pazarına gittiler ve eve çeşitli eşyalar alındı, ev zaten beş kadın ile kızlar yatakhanesi gibiydi.

Tabii Meral de birlikte olduğunda sürekli kahkahalarla güldüğün, dünyanın en esprili insanı olduğu için, biz yaşadığımız her şeye rağmen hastanede, evde, yolda her yerde yine hep birlikte güldük, gülerken ağladık…

Üçüncü haftanın sonunda dönmeye karar verdik çünkü artık yapılacak farklı bir şey kalmamıştı ve durum açıktı.

Peki morali hep böyle yüksek miydi? Bu kadar ağır bir tedavide modunun düştüğü zamanlar olmuyor muydu?

Çok zeki ve metanetli bir kadın olduğu için bütünüyle anlayamazsın tabii morali nasıldı. Arada kendisini çok kötü hissettiği, ya da bıraktığı bir iki gün olmuştur ama ertesi gün hemen toparlardı.

Bir gece çok ağrısı vardı, kemoterapiden dolayı müthiş kas ağrıları çekiyordu, mesela bacakları çok ağrıyordu. Uykusuz geçirdiği geceler oluyordu. O zaman modu düşüyordu. Ama biz ekip olarak komik insanlar olduğumuz için, hep birilkte şamata yapıp bertaraf ediyorduk.

Mesela Paris’te ben bir küçük odada yatıyorum, sabah uyandığımda kedi sesi çıkarıyorum, odadan miyavlıyorum, Meral’de beni “gel pisi, pisi” diye çağırıyor, çocuklar gibi işte böyle…

Kemoterapiden sonra çok ağır sıkıntılı günlerimiz oldu, tedavi sürecinde de iki kere ciddi atak geçirdi; birinde ben yanındaydım hastanede ama işte ertesi gün hiç bir şey olmamış gibi davranabiliyordu. Bütünüyle kötü hiç olmadı.

Senin için de çok zor olduğunu biliyorum çünkü burada da Büşra (Ersanlı) cezavindeydi ve sen Büşra ile Meral arasında sürekli gidip geliyordun. Hastane ile cezaevi arasında geçti o dönem… Senin moralin nasıldı peki?
Evet tabii zordu.. ama benim hayatımda böyle bir şey var zaten, hep üst üste gelir bende hapishane ve hastane, ikisi birden! Daha önce de kocam hapishanedeyken, babam hastanedeydi ve ben yine ikisi arasında sürekli gidip geliyordum. Hani iki ‘H’lar diyorum bu duruma ben ve hep bir arada geliyorlar. Bu konularda deneyimim ve direncim çok yüksek ama umarım hayat bundan sonra daha fazlasını göstermez.

Ben Büşra’yı her ziyaret ettiğimde bir de gelip Meral’e rapor veriyordum, o da her şeyi takip ediyordu ve bilmek istiyordu.

Hiç bir şeyi kaçırmak diye bir şey yoktu. Sezen, ben… ekip komik olduğu için hiç bir olay ağır ve hüzünlü bir olay haline gelmiyordu. Biz hep öyleydik, en başından beri…

Yani herkes işte öyle… ama hastanede bazen, ben yanında kitap okurken o da kemoterapiden çıkmış yorgun yatarken uzun ve sessiz geçen saatler olurdu. Ben onu uyuyor zannederdim ama saatler sonra birdenbirde, öyle olmadık şeyler söyleyerek başlardı ki lafa, o anda ben dehşete kapılırdım. Sanki garip bir ruh hali içinde, garip şeyler anlatırdı. İlaçların filan etkisiyle belki…

Meral’in hastalığı süresince de yoğun olarak çalıştığını söylemiştin?

O zaten yirmi dört saat çalışırdı, öyle tuhaf bir insandı. Hastayken de bırakmadı tabii. O son ana kadar yazdı, çizdi…

Hayatı boyunca ailesine de destek olabilmek için para kazanma derdinde oldu, annesi hastalandı, kardeşi işsiz kaldı ve o, ben para kazanıp onlara destek olmalıyım diyordu hep.

Sonra da bu dizi furyası başladı. Tabii sektör o zamanlar böyle değildi, Asmalı Konak, Meral için de, sektör için de mihenk taşlarından biridir tabii…

Meral sektörün başından beri gelişimini bilen, izleyen bir insandı. Çok mücadele etti, şimdi sektör çok büyüdü ve belki daha da vahşileşti ama o zaman da içinde büyük paralar dönen, zor bir sektördü. Şirket sahiplerinin, prodüktörlerin, tv kanallarının, herkesin dahil olduğu bir sektör sonuçta… Meral de orada yaratıcılığını ortaya koyan, fikri bulan, yazan çizen…

Hatta oynayan…

Evet, hatta oynayan! Çok yetenekli bir kadındı, “her şeyi yapabilirim” inancında bir insandı ve yapabilirdi gerçekten de; bu iyi bir şey mi kötü bir şey mi bilemem hayatta ama.. neticede şu; Meral’in para ile ilişkisi çok ilginçti. Ne ailesinden ne de Yaman’dan hayatı boyunca hiç bir şekilde maddi destek almamıştır. Herşeyi kendisi kazandı. Çok ama çok ağır bir işçi olarak çalıştı ve bunun parasal karşılığını Muhteşem Yüzyıl’a kadar da alamadı. İnsanların zannetiği gibi önceki projeler Meral’e büyük paralar şeklinde dönmedi.

Bu piyasada onun gibi bakan kimse var mı? Bütün projelerinde herkese para kazandırdı. Esas prodüktörlere çok kazandırdı. İnanılmaz, paralar. Asmalı Konak’ta da mesela çok para kazandırdı.

İşte Muhteşem Yüzyıl’da para kazanacağını anlayınca bir gün beni çağırdı -daha hastalık teşhisi konmamıştı- ve dedi ki “tamam para kazanacağız da ne yapacağız bu paraları? Ama yeriz… “ Aynen böyle söyledi.

Şimdi şu çok ilginç, parayı bu kadar zor kazanan, bu kadar çok çalışan biri için olağanüstü eli açık ve paylaşmayı seven biriydi. Yani bir yerden eline para geçtiğinde hepimizi toplar, o para paylaşılır, hepimize bir şeyler alınır ve işte bütün para dağıtılır filan.

Son yıllarda Bodrum’da bir küçük ev almıştı, bir tek o. Onun dışında hep kira evlerinde geçti ömrü.

Ama benim gördüğüm, bildiğim kadarıyla hepinizin parayla ilişkisi öyle… Sen, Meral Okay, Sezen Aksu… sizin çevrenizde tanıdığım, bildiğim bir kaç kişi daha hepiniz bu söylediğin gibisiniz… Bu da çok ilginç geliyor bana?

Evet, aslında bizim kuşağın parayla ilişkisi böyleydi. Biz o geleneği sürdürdük, parayı paylaşma meselesi de bizim için hep öncelik oldu.

İşte bu Muhteşem Yüzyıl başladığında daha ilk ayda, hastalık filan ortaya çıkmamışken ve dizinin gidişatı, dış satımlar, talepler filan belli olmuştu. Ayrıca bence dizi hakikaten de teknik ve prodüksiyon olarak yapılmış en iyi dizilerden biridir bana göre, Türkiye için konuşuyorum, profesyonel olarak söylüyorum tekniği çekimi ve her şeyiyle…

İşte böyle belli olunca Meral yine bana geldi, ben de sonuçta burjuva aileden geliyorum eninde sonunda paranın içine doğmuş biriyim, iyi kötü hep bir parasal ilişkiler olmuş hayatımda… bana geldi ve dedi ki “Kızım ben bu para işlerinden anlamam, yani şimdi para gelecek de ben bu parayı ne yapacağım?” Ben ona dedim ki “koy bir bankaya dursun, bakarız sonrasında.”

Onun üzerine dedi ki “Tabii bakarız, hatta yeriz değil mi?” Daha para ortada yokken bile o paranın hep birlikte nasıl yeneceği konusunda çılgın projelere başladı hemen, müthiş şeyler… tabii bütün bunlara hep birlikte gülüyoruz. Ben de o sırada Oya (Baydar) ile şu meşhur kitabımızı yazma sürecine girmişim -Bir Dönem İki Kadın/Birbirimizin Aynasında- şimdi Meral hem soruyor hem gülüyor; “Ne yazıyorsunuz, ne anlatıyorsunuz?” diyor. Ben de diyorum ki “Ne var işte her şeyi anlatıyoruz olduğu gibi!” O da “Tabii anlatın anlatın da sonra ben size gelen paralarla Maldivler’de bir klübe alayım,” diyor. Orada gider oturursunuz. Sonra bu “Maldivler’de klübe” meselesi aramızda bir gırgır oldu. İçimizden gelen şeyleri yazıp çizmek ama sonrasında da başımıza gelebilecekleri düşünmek konusunda… Meral’e sık sık “Maldivler’deki klübeyi ayarladın mı?” diye sormaya başladık…

Peki alınabildi mi o klübe? Var mı Maldivler’de öyle bir klübe gerçekten? Hani varsa bilelim diye…

Yok malesef, alınamadı.

Bugün de çok tuhaf bir şey tabii… seninle bu konuşmayı yaparken, bugün Hasan Cemal’in yaşadıkları… çok ironik…

Hasan Cemal, Meral ile ikimizin de çok yakın arkadaşı; benim çok eski, Meral’in de sonradan tanıdığı ama yakın olduğu bir arkadaşımız.

Biz Hasan ve Meral ile birlikte olduğumuzda çok gırgır yapar, çok gülerdik. Tabii Hasan böyle eskiden de -yakın tanıyanlar bilir- bir gazeteci olarak değil ama böyle konuştuğu vakit, ağır ağır konuşan, ağır ağır hareket eden bir insandır; biz de tabii aşırı tez canlı ve sabırsız tipler olduğumuz için Hasan konuşmaya başlayınca, o daha lafını bitirmeden biz sonunu getirirdik. Hasan da bize “ya bir durun, nereden biliyorsunuz ne anlatacağımı?” diye takılırdı.

İşte Meral hastalığının son dönemlerinde her nedense Hasan Cemal ile ilgili müthiş kaygı duymaya başlamıştı. Çok enteresan bir şey, yattığı yerden bana bakarak “ya Melek şu Hasan’ı arasana ben onu çok dşünüyorum bu ara, Hasan için çok kaygılanıyorum…” Ben de ona dedim ki bir kaç kere “ya Meral ne yapalım, Maldivler’de klübe yok mu, Hasan’ı da göndeririz orada oturur!” Yani o kadar bunları düşündüm ki bugün buraya söyleşi için gelirken. Yani Maldivler’deki klübe meselesi çok fena…

Ama ben hâlâ ihtiyacımız olabileceğini düşünüyorum aslında da… neyse geçelim bu konuları istersen…

Tamam geçelim… Muhteşem Yüzyıl’a dönelim…

Evet, yani… Muhteşem Yüzyıl… Muhteşem Yüzyıl için çok yoğun bir araştırma yaptı. Nasıl yazıldığını hatırlıyorum. Yani bir çok insan daha sonra diziyle ilgili tartışmalar olduğunda “burası böyle olmuş, şurası olmanış” dediklerinde, tabii birincisi tarih üzerine bir söz söylemek ya da bir dizi yapmak kendi başına hiç kolay bir şey değil. Ama Meral bunların çok farkındaydı ve her aşamada araştırdı, okudu, danıştı, hiç bir zaman ben bunu böyle yorumladım ve bu böyledir demedi. Çok destek aldı. Ama bu tür işler biliyorsun yani, hiç bir zaman düşündüğün gibi olmaz…

2011 Ocak ayında NTV’de ‘Banu Güven’in konuğu olmuş ve ‘tarihten ilham alan bir kurgu drama’ dediği Muhteşem Yüzyıl ile ilgili soruları yanıtlamıştı. Çok değerli iki tarih danışmanıyla çalıştığını ve dizinin tarihsel arka planında onların getirdiği müthiş belgeler ve raporlardan yararlandığını belirtmişti. Biri 16. yy. tarih uzmanı Doç Dr Erhan Afyoncu, diğeri sanat tarihçisi Dr Deniz Esemenli. “Onlarla birlikte çalışarak yaptığımız ve diğer tarihçilerin de hemfikir oldukları kronolojik çalışmalar içerinden bir arka plan çıkarıyoruz ve oradan da bir kurgu başlıyor…” demişti.

Sonra işte oyuncular aranırken ve seçimi sırasında da çok titiz davrandı, hatırlıyorum. Hürrem Sultan aranırken, “ya sonunda Hürrem’i buldum!” demişti Meryem Uzerli için. Onu çok beğenmişti, kafasına çok oturmuştu.

Ama sonra… sonrası Meral için iyi gelişmedi. Yani dizi başladı, sonra diziye saldırılar başladı, malum bildiğimiz şeyler. Bir takım çevrelerden Meral’e çok açık tehditler gelmeye başladı.

Daha ilk bölümden sonra tehdit edildiğini hatırlıyorum. Dönemin Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Aliye Kavaf,’ın “Seyretmedim ama…” diye başlayan bir eleştirisi olmuştu ilk bölüm için yorum istendiğinde “Osmanlıyı o şekilde anlatmak doğru değil,” diye devam eden. Fragmandan yola çıkarak sanırım… Biraz ön yargılı bir tutum muydu acaba? Gerçi Başbakanımız da geçen aylarda epey bir eleştiride bulundu diziyle ilgili…

Bu tür iddialar ve yorumlar iktidara yakın çevreler tarafından yapıldığında her iktidar bu tür bir eylemin sonuçlarından sorumludur. Sokaktaki meczup da saldırabilir sonuçta onun için bu tür şeylerde, “biz ne yapalım, bunu yapanlar meczuptu” denmez. İktidar her zaman halkı manüpüle etmeye ve yönlendirmeye mutktedir.

Muhteşem Yüzyıl’da 16. yüzyılı anlatırken, diğer coğrafyalarla benzerlikler yok muydu? Fransa’nın ya da Rusya’nın tarihi çok mu farklı? İktidarlar tarihlerinde bu tür olayları hep yaşamışlardır.

Biz, başka ülkelerin tarihleri söz konusu olduğunda güle oynaya seyredeceğiz, bizim tarihimiz söz konusu olduğunda “biz yapmadık” diye işin içinden çıkacağız. Yani abes bir tartışmaydı bu.

Meral Okay bu tür eleştiri ve tepkileri beklemiyor muydu?

Bu kadarını beklemiyordu. Bu ciddiydi. O mailler filan. Çok ağırdı. Eleştirilebilirlerdi elbette, eyvallah, o da onlara bir yanıt verebilirdi. O dönemde sarayda böyle giyinilmiyor, ya da şurada bir maddi hata var, denebilirdi ama bunlar öyle şeyler değildi. O tehditleri o zaman ben de okumuştum, binlerce mail, onların bunlarla ilişkisi yok doğrudan doğruya “yüce Türk milletinin ecdadıyla alay ediyorsun” ile başlayıp… Neyse işte artık o noktada öyle tehditlerle ya o dizi devam etmez -orasını burasını değiştirmekle olacak bir şey değil- ya tamamen kaldırmak lazım ya da işte mücadele edeceksin!

Bunun üzerine Meral “Ben bütün bunlara sessiz kalmayacağım,” dedi ve avukatlarıyla savcılığa giderek suç duyurusunda bulundu ve dava açıldı. Sonra da kendisine koruma verildi ve hiç alışık olmadığı bir hayata mahkûm edildi…

Meral son derece bağımsız ve mücadeleci bir kadın olduğu için bu durum ona çok ağırdı. Kendi ülkesinde sokağa çıktığında, başıma bir şey gelir korkusu ile yaşayabilecek bir insan değildi, bu ona çok ağır geldi.

Meral de açıkçası çok üzüldü, yıprandı ve hastalık da işte bütün bunlardan sonra geldi.

Taraf Gazetesi’nde, “20 Soru” köşesinde “Nerede yaşamak isterdiniz?” sorusuna “Türkiye’de, onun için uğraşıyoruz zaten!” diye bir yanıt vermişti. Öyle hatırlıyorum.

Evet işte siz yaşanılacak bir ülke için mücadele ederken bunlara maruz kalmak… çok tatsız… O dönemde -yani hastalığın öncesinde- yaşananlara çok canı sıkıldı ve bu durum bir tek Meral’i değil, herkesi etkiledi. Projenin içinde olan herkesi. Baskı mekanizmaları nasıl işliyor bilirsin, ona yöneltilen tehdit ve hakaretler daha geniş bir çevre üzerinde baskıya dönüştü, kanal, dizi ekibi, hepsi…

Ama Timur (Savcı) da sağlam çocuk, o da Meral’in arkasında durdu, hiç vazgeçmeyi düşünmediler; Meral’e de “şöyle yazma, böyle yaz” diye bir telkinde bulunmadılar, zaten öyle olsa devam etmezdi, ama sonuçta hep birlikte etkilendiler işte…

Başbakanın son eleştirilerinden ve ‘mahalle baskısından’ sonra içerik olarak değişmedi mi sence hiç proje?

Timur daha en başından beri projenin içindeydi, Meral’in kafasındaki hikâyeyi biliyordu ve Meral ona sonuna kadar anlattı, senaryoda ana metne sadık kaldığını düşünüyorum, anlamlı bir değişiklik olduğunu sanmıyorum.

Mutluluk rüyanız nedir sorusuna “yargıya güvenebilmek” demişti aynı sorulara verdiği yanıtlarından birinde. Ve “demokrasi mücadelesi yapan herkes” benim kahramanım diye de eklemişti.

Muhteşem Yüzyıl ile ilgili olarak uğradığı saldırılar onu çok hırpalamıştı. Kendisine saldıranlara dava açmıştı, haksızlığa gelemeyen bir yapısı vardı Meral’in.Türkiye’de yargının, hukukun bağımsızlığına ve üstünlüğüne olan inancımı yitirmişti, pek çoğumuz gibi… Haksızlığa çok öfkelenirdi ve çok öfkeliydi son zamanlarında da… Ben de ona öfkenin kendisine zarar vereceğini söylerdim. O da bana “Ben senin gibi uhrevi alemlerde yaşamıyorum, dünyalıyım!” derdi…

Muhteşem Yüzyıl mesleki tatmin açısından doyurucu ama çok yıpratıcı bir ‘iş’ olmuş Meral Okay için. Peki en çok hangi projeden keyif aldı acaba? “Bir bulut olsam” mesela, o da iyi bir çalışmaydı.

Mardin, Midyat… Oraları çok seviyordu, oralarda bulunmaktan keyif alıyordu. Ama onu yaparken de artık o kadar yorgundu ki. Kalbiyle ilgili artimi problemi vardı, iki kere ağır taşikardi atağı geçirdi. Biri İstanbul’da, biri Mardin’de. Ben o zaman da ona “Meral artık bir ara ver, çok yoruldun!” dediğimi hatırlıyorum. Bunlar gerçekten de çok yorucu işler. Yazmak çok güç bir iştir. Biri biter bitmez diğerini yazmaya başlarsın ve hiç ara veremezsin. Hem stres, hem yorgunluk; bütün o insanların sorumluluğunu taşıyorsun, Meral kendisi ne kadar kara kazandı bilmem ama bütün o insanlara iş imkanı sağlıyordu. Meral sürekli o insanları düşünürdü.

Asmalı Konak’ı çok severdi… Oyuncular içinde çok sevdikleri olurdu. Ama sonuçta hepsiyle iyi anlaşırdı. Profesyoneldi tabii.

Muhteşem Yüzyılın son bölümlerini hastanede yazıyordu. O son ana kadar da devam etti. Biz inanamıyorduk, kemoterapiden çıkıp yazıyordu.

Mirasını gerçekten de ‘Matematik Köyü’ne mi bırakmayı istiyordu?

Matematik Köyü’ne bırakmayı düşünüyordu evet, matematik hoşuna giderdi, önemserdi. Belki o yüzden. Bir yığın kız öğrenci de okuttuğu vardı. Ama olmadı işte, ailesi başka türlü insiyatif kullandı. Sonuçra onların kararına da saygı duymaktan başka yapacak bir şeyimiz yok…

Meral Okay’ın hastalanması ile yarım kalan ama yapmayı çok istediği bir projesi var mıydı?

Evet Kılıç Yarası; Ahmet Altan’ın Kılıç Yarası’nı yapmayı çok istiyordu. O dönemi. Projenin haklarını satın almışlardı. Ona hazırlanıyordu. Son dönemde onu düşünmeye başlamıştı zaten.

Tarihe çok meraklıydı. Çok enteresandı. Ben onunla beraberken ve onu izlerken çok etkilenmiştim. Diziyi önce kafasında tahayyül ediyordu. Muhteşem Yüzyıl’da mesela nasıl geliyor aklına onca enteresan sahne? Ama onun aklına geliyordu işte., Anlatmanın bir yolunu buluyordu o, sonsuz bir tahayyül becerisi vardı.

Peki “öldüğümde, toprağın altına girmek istemiyorum, mümkünse yakılmak istiyorum, küllerimi suya savursunlar, su bana topraktan daha yakın…” demişti bu da bir tür vasiyet miydi gerçekten?

Suyu çok sevdiği doğru, akrep burcuydu -su burcu-ben ve Sezen de yengeç burcuyuz. Rumelihisarı’ndaki evi de denize yakın olmak için tutmuştu, “Gemide gibi hissediyorum…” demişti. Hastaneden çıktığında yatağını salona taşımıştık, denizi görsün diye. Son gece, Emine (Uşaklıgil), ben ve Emel -yakın bir cocukluk arkadaşı- Boğaza bakarak yalılardan, yalıdaki yaşamlarından söz ettik… Ferzan Özpetek bir motorla önümüzden geçti, ona el salladı yatağından. hiç veda etmedik, “ben artık uyumak istiyorum,” dedi… Aslında ondan ayrılmadık, telefonumda ismi duruyor, silmedim…

Böyle Meral’i hüzünle anmak da, anlatmak çok tuhaf. Bizler hep gülmek ve ağlamak arasında gidip gelen insanlar olduk çünkü…

Sezen de öyle mesela. Bu en son konserde iki bin kişi var; Meral ile birlikte yazdıkları bir şarkıyı okuyacak Sezen, şöyle bir daldı tabii Meral’e gitti kafası ben anlıyorum… Ama müthiş bir konserdi, Sezen de aynı şekilde işte Meral gibi; bir başlıyor şarkıya iki bin kişi oynuyor bir de bakıyorsun sonraki şarkıda hepsi ağlıyor. “Bir ağladılar, bir güldüler, aptal oldu insanlar,” dedim Sezen’e o gece, bana cevabı şu oldu “Yani ne yapayım Melek burası Türkiye, burada insanlar düğün ve cenaze arasında sıkışıp kaldılar zaten, bir gülüp bir ağlayacaklar tabii.”

Siz hep çok yakın, birbirinizi çok besleyen bir ekip oldunuz. Şimdi Meral’siz olmak nasıl bir şey?

Evet birlikte olduğumuz zaman hep üretken, birlikteyken hep çok şey çıkmıştır zaten. Ama Meral’in gidişi bu anlamda telafisi mümkün olmayan bir kayıp. O, leb demeden leblebiyi anlardı, bizden on safha önden gittiği için onu takip etmek de kolay değildi.

Bu ülke insanları yıpratıyor. Meral gibi bir insanı daha da fazla yıpratıyor, sonuçta Meral öldüğünde elli üç yaşındaydı.

Benimle ve Sezen’le dalga geçerdi bunlar zaten ruhlar aleminde geziyorlar diye. Onda da vardı tabii bizim sayemizde biraz mistik hal. Ben mesela tasavvufçular gibi düşünüyorum, ölüme inanmayan bir insanım Ölüm insanın bedenine olan bir şey.

Meral… dediğim gibi çok zeki ve müthiş bir insan olduğu için onsuz olmak bir kere o zekâdan mahrum bırakıyor seni. Meral’le bir saat geçirdiğinde on ayrı şey öğrenirdin, benim yaratıcılığa ve zekâya sonsuz bir saygım var. Özlüyorum tabii. Ama daha da önemlisi çok iyibir dosttu. Dostluğunu çok özlüyorum…

Sibel Yerdeniz

meral_okay Hayat hafif ve kısa bir şeydir