Sessiz Vedaların Kışı ve Anne Michaels

Kıpırtısız bir gölün kıyısında, boyunlarını çok hafif bir rüzgârla eğen sazlıkların arasındaki sarı nilüferlere bakarken kökleriyle yuvalarına tutundukları ilk ânı hayal ettim. İnsandan çok daha uzun yaşayabildiği söylenen o mahcup bitkiler için zaman yoktu. Tohumlarını tabiata savuranları tanımıyor, bildikleri hayatla hiç vedalaşmayacakmış gibi sessizce salınıp duruyorlardı. Eğer insanın bitkilerle ilişkisi hakkındaki çok eski gerçekleri bilip, ‘başlangıç ve bitiş’ tasavvuruna sahip olabilselerdi, sert tecrübelerle yaşlandıkça bizim kadar rahatlayabilirler miydi?

Sonbaharın son cılız ışıklarıyla bulutlanan gölün üzerindeki tahta iskelede oturmuş, yeşil, minik kadifemsi başlarını hayvanlara özgü o bilinçsiz neşeyle suyun içine daldırıp çıkaran ördekleri izlerken, geleceği tutkuyla merak eden insanın başlangıçlara karşı böylesine hoyrat olabilmesinin gerçek sebeplerini merak ediyordum. Bir gece evvel yabancı bir otel odasında okumaya başladığım kitabın ‘âşıklarıyla’ sonunu sezemediğim uzun bir seyahate çıkmıştım. Onlara can veren yazar, başlangıç ânına adım attıkları efsunlu anları, birbirlerinin içinde nasıl kaybolduklarını, anılarla bedenlerinin eksikliklerini tamamlayan hikâyelerini o kadar çarpıcı cümlelerle anlatıyordu ki sonlarını hiç bilmek istemiyordum. Baktığım her nesnede, insan yüzlerinin gizli haritasında onları görmek, iç dünyalarını görünmez bağlarla ören mucizevî keşiflerine tanık olmayı arzuluyordum sadece.

Avery ve Jean’ın güçlü sevgisi, şiddetli bir akıntıyla sürüklenip şekillenen taşlar gibi yavaşça zihnimde hayat buluyordu. Avery, “hep motellerde buluşalım, yüzyıl beraber olduktan sonra bile” diyordu. Ben huzurla ve hınzırca gülümsüyordum. Günbatımının cılızlaşan ışığıyla önümden geçiyorlardı. Güneş geride bıraktıklarını aydınlatırken Jean o günün hareketsizliğinin sadece onlara ait olduğunu düşünüyordu. Küçük mutfak penceresinin önünde, ağaçların arasından süzülen rüzgârı dinleyip baş başa yemek yerlerken Avery, hayatında ilk kez o basit mutluluğu tattığı için kendisini bu dünyaya ait hissediyordu. Birbirlerine anlattıkları hikâyelerin içinde kendilerini şaşırtan cümleler oluyordu genellikle. Jean, “birini unuttuktan sonra bile mutluluklarının ya da hüzünlerinin sesini hatırlayabiliyorsun.Bedeninde hissedebiliyorsun” diyordu. O vakit içiniz burkuluyordu biraz. Unutmanın sandığınız kadar kolay olmadığını hatırlatıyordu size yazar. Karanlık ormanın içinde trenin tıkırtısı usulca kaybolurken, Jean aşk ânının, ‘tek bir gecede insanın tenine nüfuz edebileceğini, bir dalın ucuna toplanan su damlası gibi birikerek gelmediğini –tüm hayatını başka bir hayata geçirme ânı olmadığını- daha çok arkamızda bıraktıklarımızla tanımlandığını’ söylüyordu. Avery içinse ‘aşk ânı’ daha başkaydı. Uzun zaman önce içinde bir parça kopmuştu ve yıllar boyu sisteminde dolanarak kendisine acı veren bu tehlikeli parçayı sonunda tanımıştı. Artık o ağrıya dönüp şöyle diyebiliyordu: “Ah, demek o sendin.” Sonra yan yana uzanıp, avuçlarının içine Dünya haritasının yumuşak kıvrımlarını çizerek yıldızlı hikâyeler anlatıyorlardı. Avery onun kolunu okşarken, Jean aklına gelen bütün bitki isimlerini sayıyordu. Ve o sırada erkek onunla birlikte yaşlanmanın nasıl olacağını hayal ediyordu. Kadının geçmişi hakkında her şeyi biliyordu ve bu acısını keskinleştiriyordu.

Uyuyan bir çocuk gibi…

Anne Michaels’la Ekim 98’de tanışmışım. Sinemaya da uyarlanan Bölük Pörçük Yaşamlar isimli ilk romanının içine bu tarihi not etmişim. O kitabı çok sevdiğimi bana yazdıklarını telefonda okuyan bir dostuma heyecanla anlattığımı hatırlıyorum. Ürperten satırlarını onunla paylaştığımı da: “Aşkın ilk kez ölüme inanmamızı sağladığı bir an vardır. Kaybını düşünmüş olsan bile, uyuyan bir çocuk gibi sonsuza dek taşıyacağın birini tanırsın.”

Michaels’in şair kimliği iki romanında da etkisini fazlasıyla gösteriyor ama onu bir romancı olarak cazip kılan sadece dili incelikle kullanması değil bence. O anlatmak istediği meselenin etrafındaki bilgi kırıntılarını bir bilim insanı titizliğiyle araştırıyor, yorulmadan biraraya getiriyor ve onları müthiş bir ustalıkla hikâyesini tamamlayan önemli ayrıntılar olarak doğru yerde ve zamanda kullanıyor. Üstelik bunu yaparken kimi modern romancılar gibi anlatımını sıradan cümlelerle basitleştirme tuzağına da düşmüyor. Geçtiğimiz günlerde Türkçede yayımlanan Kış Mezarı’nı okurken herkes tarafından kolay anlaşılma telaşıyla üslubundan ödün vermek istemeyen Michaels’in, yazıyı, insanı, tabiatı, sevmeyi kutsayan zarafetine bir kez daha hayran oldum.

Bu roman sadece birbirlerini arzuyla, tutkuyla, aşkla, içlerine hapsettikleri korkularla, cesaretle keşfedenlerin değişimini sorgulamıyor. Savaşların hiç geçmeyen izlerini, yurtlarından uzaklaştırılan göçmenleri, mülteci kamplarının dramını, insanın yaşadığı sürece kendine ‘yuva’ aramasının çaresizliğini, onu bulabilmek için nelere katlandığını da anlatıyor. Mimarlığın aşkla kesişen çatallı yollarını, çocukların korkularını, kederini, önsezilerimizin tehlikelerini, kaderi, rüyalarımızdaki gizli işaretleri, bağışlayabilmeyi, sevmenin görünmeyen köklerini ve daha pek çok meseleyi savrulmadan, hikâyesinin ana damarlarından uzaklaşmadan, sihirli mısralarıyla hatırlanan uzun bir şiiri fısıldar gibi yazıyor.

Tensel bilginin sırrı…
“Pişmanlık hikâyenin sonu değil, ortasıdır” cümlesini okuduktan sonra dalgın bakışlarım Boğaz’ın karşı kıyısındaki evlerin göz kırpan ışıklarına karıştı. Sonradan hatırlanmadığı için aktarılamayan ne çok basit, sıradan anı var, dedim kendime. Muhtemelen o da kahramanlarının mırıldandığı hikâyelerini dinlerken kendisiyle ilgili daha evvel hiç fark etmediği özelliklerini keşfediyordu. Ve söylediği gibi anılarımız aslında hatırladıklarımızdan çok daha fazlasını barındırıyordu. Acele etmeden usul usul şiirlerini yazan, sadece iki romanla önemli edebiyat ödüllerini kazandığı halde fani olmanın acısı ve hırsıyla sık sık kitap yayımlama hevesine kapılmayan bu kadını neden önemsediğimi tekrar düşündüm. Anne Michaels, sadece bir yazar olarak beslemiyordu beni. Ben onun okura kimi zaman mesafeli ama şefkatli anlatımıyla dokunabilen samimiyetini çok sevdim.

Sessiz vedalardaki mahrem soyluluğu beğenirim. Kış Mezarı’nı içindeki sessizliği gürültüyle, gürültüyü sükûnetle, tevekkülle bastırabilenlerin ‘vedalarını’ anlamaya çalıştığım bir dönemde okudum. Ve doğrusu havada uçuşan duygu ve düşünce parçacıklarımı büsbütün kuşattı. “Bazı sürgünler o kadar derindir ki, dışarıdan sükûnet gibi görünür cümlesiyle” çok sevdiğim kayıp bir dostuma tekrar kavuşmuş gibi oldum. İhtiyaç duyulduğunda yanı başımızda olmayan gerçeğin ‘yıllar sonra gölün bir tarafından dalıp diğer tarafından çıkan su kuşları gibi kafamıza dank ediverdiğini’ hatırlatan incelikli mizah duygusuna bayıldım.

Daha önce belirgin olduğu halde fark etmediklerimizin bir tür hayattan kaçış olduğunu onun cümleleriyle kabullendim. Yazar bir bölümde soğuk kış gecelerinde, sevilen yazarları tekrar tekrar okuma isteğinin sarsılmaz inancından bahsediyordu. Bu romanla onun her yazarın son âna kadar içinde taşıdığı bu iyimser ümidini içtenlikle paylaştım. Üç bin yıl öncesiyle bugünün insanı arasında kurabildiği köprünün sağlamlığına epey şaşırdım. Bizden evvel yaşamış olanların bildiklerini hissedebilmek için gerekli olan bir tür ‘tensel bilgiden’ de bahsediyordu. Zihnin bir şeye inanması için bedenin de inanması gerektiğini hatırlatıyordu bana.

Kaç kişi beklemeye razı olur ki?

“İnsan kendini affedebilir mi, kendimizle ilgili bildiklerimiz bizi hep huzursuz mu eder, farklı arayışların peşine düşmeli miyiz, başkasının bizi affedebilmesi için sonsuza kadar beklemeli miyiz” sorularının karmaşık cevaplarından ben o acayip hikâyelerin anlatıcısı kadar emin değilim doğrusu. Ama Avery’nin annesi Marina’ın Jean’a söylediklerinin, içimde çok derinlerde bir yerde gizlenen hakikat bilincime fena halde dokunduğunu biliyorum: “Her çocuklukta bir kapı kapanır. Yas içindeki yolculuğumuza devam ederken, sadece gerçek aşk bizi bekler. İnsanlar arasındaki gerçek sadakat işte budur. Bütün destanlarda, kuşaklar boyu dayanan bütün hikâyelerde her zaman aynı gerçek vardır: aşk, yaraların sarılmasını beklemelidir. Birbirimiz için bu bekleyişe katlanmalı, acıma duygusuyla ya da yargılayarak değil, sanki affediş bir randevuymuş gibi beklemeliyiz. Kaç kişi, başka biri için bu şekilde beklemeye razı olur ki? Çok az…”

Kitabın kapağını kapatıp, üzerindeki durgun bir göle yansıyan melankolik katırtırnağı ağacı görüntüsüne bakarken Avery’i, Jean’ı, hatırlayabildiği acılarıyla kendini keşfeden, yabani sevgisiyle bir kadını ve erkeği belki istemeden yakınlaştıran Lujcan’ı ilerde özleyeceğimi fark ettim. Jean’ın çocukluğu, anıları ve farkında olamadan anılarının oluşturduğu ağ, bir zamanlar sadece Avery’e verdiği bir hediye olmuştu. Sonra o hediyeyi başka birine vermişti. Sevginin bütün ayrıcalıkları arasında en etkileyici olanı buydu: “Başka birinde, sezgilerle, mantık dışı bir tercihle ya da masum bir arzuyla, hiçlikten, tarif edilemez bir hasretten çıkan hüzünle göze ilişen ve kelimelerin yetersiz kalacağı kadar derin anılara tanık olmak.”

Ve kadim hayat, her şeyden çok hikâyelerle, anılarla oluşan o mucizevî ‘hediyelerin’ asıldığı dev bir Noel ağacına benziyordu.

(Kış Mezarı, Anne Michaels, Doğan Kitapçılık, 2010, çev: Elif Günay)

A.Esra Yalazan

http://aesrayalazan.wordpress.com/

kis_mezari-anne_micheals Sessiz Vedaların Kışı ve Anne Michaels

Çocuk olamadım hayatımda ihtiyar doğdum

Seni sen olduğun için seviyorum, acı çektiğin için seviyorum, küçük olduğun için seviyorum… Sana yetmemekten korkuyorum, sana çok gelmekten korkuyorum… Yaşamadığın bütün yılları beraber yaşamak istiyorum. Önce baban olmak istiyorum, beşiğine ümitle eğilmek ve dudaklarının bir tomurcuk gibi açılmasını seyretmek… Kucağıma almak istiyorum seni, sonra ilk sözlerini ruhuma sindirmek istiyorum, sonra kelimeleri öğretmek, okumayı öğretmek… Çocuk olamadım hayatımda ihtiyar doğdum, onun için oyun kardeşliği edemezdim sana ama hikayeler anlatırdım, ekmeğimi bölüşürdüm.

Cemil Meriç

gunes_bor Çocuk olamadım hayatımda ihtiyar doğdum

Hangi yöne gitmeye karar verirsen ver, hata yaptığını söyleyenler çıkacaktır

Sık ve çok gülmek; zeki insanların saygısını ve çocukların sevgisini, şefkatini kazanmak; dürüst eleştirilerin takdirine layık olmak ve yanlış arkadaşların ihanetlerine katlanabilmek; güzelliği takdir edebilmek, başkalarındaki “en iyiyi bulabilmek”; sağlıklı bir çocuk, bahçelik bir arazi ya da daha iyi duruma getirilmiş bir sosyal durum yoluyla bu dünyayı olduğundan biraz daha iyi bırakarak terk etmek; bir tek yaşamın bile sırf siz yaşadınız diye daha rahat soluk almış olduğunu bilmek… İşte “başarmış olmak” budur.

Hangi yöne gitmeye karar verirsen ver, hata yaptığını söyleyenler çıkacaktır. Bu insanların söylediklerini duymazdan gelmek oldukça zordur. Hayatta bir yol çizmek ve o yolu sonuna kadar takip etmek yüreklilik ister.

Günü yaşadıktan sonra, artık geriye bakma. sen yapabileceğini yaptın. Yaptığın hatalar ve anlam veremediğin olaylar kuşkusuz zihnini kurcalayacak, onları olabildiğince çabuk unut. yarın yeni bir gün. O güne sakin ve iyi başlamalısın.

Yaşamın sonuçları hesaplanmamıştır, hesaplanamaz da. Yıllar, günlerin asla bilmediği kadar çok şey öğretir insana. Bize eşlik eden kişiler, konuşurlar, gelip giderler, bir sürü şeyi tasarlayıp hayata geçirirler ve bütün bunlardan ortaya çıka çıka beklenmedik bir sonuç çıkar. Birey her zaman yanılır. birçok şeyi tasarlamıştır birey, yardımcı olsunlar diye başka insanlara yaklaşmış, bazılarıyla ya da hepsiyle kavga etmiş, çok kereler de aptalca hatalar yapmıştır ve nihayet bir adım atılır; her şey bir miktar ilerlemiştir; ancak birey, her zaman yanılır. bir açıdan yeni olan, ancak kendine söz verdiği şeye hiç de benzemeyen bir sonuçla baş başa kalır.


Zor zamanların öğretici özelliği vardır. İyi bir öğrencinin kaçırmayacağı fırsatlardır bunlar.

Sevgiye dair aşırılık olmaz.

Felaketin doğal tarihi de böyledir. Kısa aralıklarla insanların refahını bölen değişimler aslında kuralı daima gelişim olan bir doğanın duyurularıdır. Her kişi bu zati gereklilikten dolayı kendine ait olan tüm sistemleri, arkadaşlarını, evini, kurallarını, inancını bırakmak zorunda kalabilir; tıpkı bir su kabuklusu gibi. Su kabuklusu o güzel ve taş gibi kabuğundan yavaşça sürünüp dışarı çıkar çünkü o kabuk artık büyümesine ve gelişmesine müsaade etmemektedir. Dışarı çıkar ve zamanla kendine yeni bir yuva oluşturur…ancak ilerlemek yerine geçerliliğini yitirmiş mülkünde kalmaya çalışan, bu ilahi genişleme ile işbirliği yapmak yerine ona direnen bizler için bu büyüme büyük sarsıntılar halinde gelir.

Ben alıntıları sevmem, bana sen ne bildiğini söyle.

Yol sizi nereye götürüyorsa oraya gitmeyin, yol olmayan yerden gidin ki; iz bırakın.

Ralph Waldo Emerson

Ralph_Waldo_Emerson Hangi yöne gitmeye karar verirsen ver, hata yaptığını söyleyenler çıkacaktır

Kapına Geliyorum Bugün

Gökyüzündeki tüm mavileri toplayıp
basmadan yol-üstü papatyalarına
boynunu düşleyerek
ve düşmeden

kapına geliyorum bugün
Yamalarımdan taşan yaralarımla
öperek bir nehri yatağından
ellerimi toprakla yıkayarak
ve kurulamadan
kapına geliyorum bugün
Alıp gırtlağımdaki güvercin ölüsünü
ürkütmeden tel-aşığı posta kuşlarını
keskin gagalarından öperek
ve ıslatmadan
kapına geliyorum bugün
Bütün güzel okul-bahçesi çocuklarıyla
dokunmadan ceplerindeki mendile
sırma saçlarını okşayarak
ve harçlıklarıyla
kapına geliyorum bugün
Ve n’olur gül kurusu sevgilim
gülen yüzünü düşürmeden
yeşil bahçelerin kapısı önünde
nar çiçeklerini sularken bekle bizi
kapına geliyoruz bugün.

Ahmet Mücahit Bülbül

kapina_geliyorum_bugun Kapına Geliyorum Bugün

Yaza Sızıla

”Ölüm harfleri ha! dedi, onlar sizin ölümünüzü de yazmayacak mı?!”

I

Rengarenk uçurumlarım vardı benim, eskiden
Rengarenk çıplak güçlerim-onları salardım
üstlerine, rüzgarda oraları ürperirdi
kadınların, gölgelenirdi yüzüm, iki kaya
arasında kalır, acırdım. Yolunu şaşırmış
bir kadırgaya incelirdim, eskiden. Çok eski
den… izler bulur, yazıtlarda adımı okurdum,
su yazıtlarında. Bakın, bir hayvanım da vardı,
beni büyüten, çok yaşlı

……………..bir kaplumbağa

……………………….., hep o anlatırdı bir
ad sahibi olduğumu, bir kadırgaya dönüp
kaybedildiğimi.
…………….Şimdi biliyorum yalnız bir
harf olduğumu. Her yazıldığımda acırım, aç
saray hayvanlarına atılır, tapınaklarda
yakılırım-bir harfin külleri savrulur, biter!

Kendimi yokluyorum, denizlerde ak çeşmeler
yok muydu, güvercinlikler, mermer tanrılar, som
altın kapı tokmakları? Pirinç rakısı sunmaz
mıydı sarışın bir köle bana?
…………………………Savruldu küllerim.

Seyhan Erözçelik

yalniz_bir_harf Yaza Sızıla

demir tozu

beni su olduğuma inandırıyorlardı hikmet
beni daha başka bir şey olamayacağıma
beni iyi ki size inanmamaya
çok söylüyorlardı hikmet, tekrar ne fena

beni bir su birikintisiyle karıştırıyorlardı
dağlardan inip gelmiş olanla
kapalı şeylere hiç sevinmemiştim

dağ yolları gibiydim kim gitse

doğru yerde olmak istemiyordum hikmet
bazen sende u harfini düşünüyordum olmuyordu

kavram olmaya hazır değildim
sizinle olmaya hazır değildim
beni içinizde bir tarladan bildiniz
sizi karnımda yatırdılar. o büyük boşlukta.

ben de bir kadının boşluğundan doğdum

ben seni geçecek sandım
durunca dedim birazdan gidecek
öyle bir boşluktan olduğumdan
soramadım kimseye hikmet nerede

ama sen o şeye inanıyordun ben yüzüne
sen zalimler demiyordun ama susuyordun
ayaklarını karnına çeker gibi susuyordun

beni nasıl diyorsun öyle merak ediyordum
birini söylerken duymuştum seni
karıştıracak sakal bulamıyordun ki

yine gam yükünün kervanı geldi


Didem Gülçin Erdem
ben_seni_gececek_sandim demir tozu

Vedia

düşkün gölün hüznüdür
geceleyin ağlar/da
balığını yollamak

düşkün balık acılı
geceleyin ağlar/da
gölüyle vedalaşmak 
solucanın vedası
toprak kokan yurduna
düşündürmez kimseyi 
             Müntehir mi olmalı

Barış Özdemir
baris_ozdemir Vedia

Düşük Ciğer

Tuhaf bir mevsimi var yokluğunun,
Eksiliyor insan..

Eğilip topluyorum ardın sıra dökülen geceleri
Sarıp sarmalıyorum koynumda,
Seviyorum,
Lakin olmuyor.

Orak, nasıl ki biçer harmanı ;
Öyle söküp aldı seni benden zaman.
Arta kaldın,
Tümüyle bitmedin bende.

Sen gideli beri dağınık etraf.
Hangi şiiri okusam, eksik,
Hangi cam kenarı koşsam, kalabalık
Ve hangi tabuta sığınsam, umut dolu..

Âh.
Uzatsan ellerini ciğerim düşecek,
Baksan yerle bir olacak bu can.
Ki gelişinin hayaline yetmiyor mecalim.

Koca bir adam gibi duruyor olmayışın,
İrkiliyorum.
Bir ağaç kovuğu arıyorum saklanacak,
Bir şiir ya da, yaralarımı saracak..

Hangi şair evlat edinir bu acıyı, bilmem.
Vazife senin ;
Ölüyorum,
Bir şiirler yapsana..

Ahmet Mücahit Bülbül

bi_siirler_yapsana Düşük Ciğer

Ses-Gölge

elimdeki doğuştan kâse –bildim–
bir şey beklemeye değildi.
AŞKtı mekâna sığmazdı kâseyi attım
AŞKın şavkıdığı dünyayı istedim

bir bile değildim, hiç oldum
ne utanç kaldı ne korku ne bağ
AŞKı istedim
öyle yürekten istedim, yürek eridi

kaygan biçimlere tutuldum
biçim kaygım en kırık yanımdı
AŞKı sesten olmuş bir gölgeye yükledim

ten ayrı ve uzak durdu
hayat koşum takımları düzgün
gündelik talika
ten alındı götürüldü dışarıdan baktım
o kendini yaşadı
ben AŞK diye ses-gölgeyle kaldım.

Gülten Akın

gulten_akin Ses-Gölge

Ner’de… ağaç ner’de, babam ner’de

SÖZCÜKLERLE AŞIRI MEŞGUL BİR ŞAİR: SEYHAN ERÖZÇELİK

Türk şiirinde kuşak meselesi çok konuşuldu, tartışıldı. Cumhuriyet dönemi boyunca gelişen Türk şiirini değerlendirmede kullanılan “on’lu sistem”in eleştirisi de çokça yapıldı. Dönemlerin, yazılan şiirin üzerinde doğrudan ya da dolaylı etkilerinin olabileceği doğru olsa da, şiiri dönem odaklı konumlandırmanın yanlışlığı büyük oranda kabul görmüş durumda.

Bu genel kabule katılarak, Türk şiirinde iki dönemin çok daha dikkatli, özenli ele alınması gerektiğini söylemek isterim. Çünkü ister sosyal-politik nedenlerle olsun, isterse buna eklenebilecek başka nedenlerle olsun, bu iki dönem Türk şiirinin çıtasını yükseltmiştir. 20, 30, 40, 60 ve 70’lerde yazmış/etkili olmuş şairler içerisinde ancak bilinen birkaç isim sayılabilirken, 1955’ten itibaren oluşmaya başlayan İkinci Yeni ve ivmesini 1980 sonrası alan, bugün “80 Kuşağı” olarak nitelendirilen şairler kuşağı içerisinde önem atfedebileceğimiz birçok ismi anabiliriz. İkinci Yeni İçerisinde; Turgut Uyar, Edip Cansever, Sezai Karakoç, Ece Ayhan, Cemal Süreya, İlhan Berk, Oktay Rifat ve Melih Cevdet gibi çok sayıda şair, Türk şiirinin hâlâ çatısını oluşturuyor. 80’li yıllarda şiir ortamımızda etkin olanlar içerisinde ise; Orhan Alkaya, Seyhan Erözçelik, Lale Müldür, Haydar Ergülen, küçük İskender, Hüseyin Ferhad, Hüseyin Atlansoy, Sefa Kaplan, Akif Kurtuluş gibi çok sayıda nitelikli şairin adından bahsetmek mümkün. Bu iki dönem arasındaki yakınlık ya da benzerliklerden de birçok yazıda bahsedildi; ama sanırım ilk başta söylenebilecek, bu iki dönemde ürün veren şairlerin şiire olan yaklaşımları, bakış açılarıdır. Her iki dönemde de şiiri merkeze alan, onu her türden angajmandan uzakta tutmaya gayret eden bir anlayışın egemen olduğunu görürüz. Böyle bir atmosfer içerisinde yazılmış çok farklı şiirler, 60 ve 70’lerdeki tek tip şiirlerden sonra Türk şiirine yeni açılımlar yapabilmesi bakımından imkânlar yaratmıştır bence.

Şiirin biçim, söyleyiş, izlek, imgelem vs. olarak yeniden soluk aldığı bu dönemin, kuşku yok ki, en dikkat çekici adlarından biri Seyhan Erözçelik’tir.

1982’den itibaren şiir yayımlayan ve ilk kitabı “Yeis ile Tabanca”yı 1986’da çıkaran Erözçelik, Bu ilk kitabında sonraki şiir serüvenine dair küçük ipuçları da veriyor. Bu ipuçları içerisindeyse bütün bir Erözçelik şiirinin temel karakteristiklerinden biri olan biçim dikkat çekici bir halde öne çıkıyor. Bu yazının da omurgasını da oluşturacak biçim meselesi, Erözçelik şiirini bu ilk kitaptan son kitap olan Vâridik,yoğidik.’e kadar birbirine eklemleyen en güçlü bağ
gibi görünüyor.

Erözçelik şiirinde ilk dikkat çeken yön, her kitapta çokça karşımıza çıkan dize kırmalar. Dize kırma yöntemini başka birçok şair de kullanmış; fakat Erözçelik’te bu biraz daha farklı. Dize kırma yönteminde yaygın olarak gözetilen amaç; bir sözcük ya da sözcük öbeğini, öncesi ve sonrasıyla okuma/ okutma imkânını elde etmektir. Böylece anlam çoğullanmış ve kimi zaman da derinleştirilmiş olur. Fakat Erözçelik’te bu bilindik amacın ötesinde, dizeler adeta birbirine bulaştırılıyor; bir dize diğer dizeyle ne tam iç içe geçiyor ne de birbirinden büsbütün ayrık duruyor. Bu ise Erözçelik şiirini akışkan, kaygan bir şiir kılıyor. Bu biçimsel özelliğe şairin, bilhassa Kır Ağı’dan itibaren çok fazla kullandığı su, kan, cenin, gözyaşı, yağmur gibi sözcükler etki ediyor. Sözcükten iyi anlayan Erözçelik, bununla yetinmiyor tabii ki. Yine özellikle “Kır Ağı”dan itibaren zaman zaman örneklerini gördüğümüz üzre, sözcükleri öyle yerlerinden ve öyle bir biçimde büküyor ki sözcükler kırılmıyor, büküle büküle eklemsileşiyor. Burada dikkat etmemiz gereken husus, Erözçelik’in kesme işaretiyle ikiye, bazen üçe böldüğü sözcüklerde bölme işleminin hemen her zaman “y, ğ ve r” seslerinden sonra yapılmış olması. Bu seslerin fonetik özelliklerini bilenler, bu bölünmelerin sözcükleri nasıl sündürdüğünü, elastikleştirdiğini fark edeceklerdir. Erözçelik, başka işaretlerle de bölüyor sözcükleri; örneğin ünlemle, eğik çizgiyle, kısa çizgiyle; ama bu örneklerde sözcükler eğilip bükülmek yerine kırılıyor. Oradan çıkan daha keskin bir ses.

Erözçelik’in bahsettiğimiz söyleyişi elde etmek adına yaptığı bir başka şey, sözcükleri uzatmak. Bunu da iki şekilde yapıyor: Ya sözcüklerde sık sık düzeltme işareti (şapka) kullanıyor ya da sözcüklerin kimi ünlülerini birden fazla yazıyor. Bu özelliklere birçok şiirde rastlanan çocuk dili/çocuk imgesini de katarsanız Erözçelik şiirinin tematiğiyle ilgili bir sonuca ulaşabilirsiniz. Erözçelik, “oluş”un şiirini yazıyor. Sürekli or’aya gidiyor, or’dan geliyor, tekrar or’aya gidiyor: Kimi zaman ana rahmine, kimi zaman çocukluğa, kimi zaman (kim bilir belki bir “ıduk”a; ağaca, suya, göğe, gölgeye).

“Bir gün hepimiz çocuk
çoluk çomak oynıy’ca’zz.
Birinç! diye haykıran
ilk oynıy’cak”
(K., s. 48)

“Su birikintisi soruyor:
Nereme düşürür aksini
kâğıt kayık? Ya ben, nereye
aksam?”
(K., s. 45)

Kimi örneklerde de, bir tür yerine geçme ya da özdeşleşme var. Bu örneklerin hemen hepsinde yer değiştirilen/yerine geçilen, o olunan şeyler doğaya özgü nesneler. Bir ıduk’tan, bir ıduk’a geçer şair. Şamanın “don değiştirme”sidir bu.

“Ner’de… ağaç ner’de, babam ner’de”
“Benim suyum
Göle büründü gök diye göründü: bir vardı
Bir yok!
(K. s.137)
dizeleriyle birlikte özellikle şairin son kitabı olan Vâridik, yoğidik.’te bu minvalde dizelerin çoğaldığını görürüz:
“Ben suyum” (Vy., s. 33)
“amtı göğdüm” (Vy., s. 39)
“gölgeydim” (Vy., s.56)
“Yaruk soruyor:
-Yaprak mısın,
Yaprağın gölgesi mi?
(Ağacım diyemiyorum)”
(Vy.,s. 65)

Bu doğrultudaki örnekler dışında da; su, ağaç, taş, toprak, yaprak, gök, yağmur, kar, yosun, ruh gibi sözcüklerin kitapta belirgin bir ağırlığı var; yani şaman sürekli doğadadır, bir nevi doğa’dır.

Biçimin çok fazla öne çıktığı ilk kitap olan Kır Ağı’dan devam edelim. Kır Ağı’nın Aynayşe adıyla dördüncü bölümünü oluşturan şiirlerde sesin peşinden gidiliyor. Bu bölümün iki numaralı şiirinde Ayşe, ayna, eşyA, ay, ayak sözcüklerindeki “ay” sesi şiire bir ağ gibi örülmüş. Burada dikkat etmemiz gereken nokta ise son ünlüsü büyük harfle yazılmış (yani şair tarafından tersinden okunsun için dayatılmış eşyA sözcüğüyle birlikte) “ay” sesinin bütün sözcüklerin ilk hecesini oluşturması. Bu ise Yağmur Taşı ve Vâridik, yoğidik.’te şiirini ardına kadar İslam öncesi dönemin tınılarına açtığını bildiğimiz Erözçelik’in bu kitaplarına Kır Ağı’da koyduğu işaret taşlarından biri. Çünkü İslam öncesi şiirin ayırt edici özelliklerinden birini mısra başı uyakları oluşturur.
Hemen üç numaralı şiire geçtiğimizde ise İslam öncesi devrenin sonuna doğru görülen uyak’ın mısra başından mısra sonuna doğru yürüyüşünün tıkırtılarını duyarız adeta. Bu şiirde ay, ayn-aya, ayna/da, ay/da, ayşe, ayna/da, dünya-ya, ayna/da, ayn/a-ya, ayna/da, deltaya şeklinde sıralanır sözcükler ve ekler. “Dünya-ya” sözcüğü uyağın mısra sonuna kayış sürecinin başlangıcını “deltaya” sözcüğü ise sürecin tamamlanmasını imler adeta.
Sonra Erözçelik, yine bu kitabında kullandığı teg (gibi) edatıyla bahsettiğim iki kitap için bir işaret daha koyar. Eski Türkçeyle birlikte, Türkçenin diğer şive ve ağızlarına ve hatta eski Acemce, Sanskritçe, İbranice gibi arkaik dillere açılan Yağmur Taşı’nda “öd (zaman, vakit) od (ateş), sak (amin), katun (kraliçe,burada bir ırmak adı), temir (demir), köz (göz), tag (dağ), yada (eski Türklerde yağmur taşı) gibi sözcüklerin yanında “-gil, -ge” gibi ekleri kullanır. Vâridik, yoğidik.’te ise “ır (türkü), amtı (şimdi), uçmak (cennet), yaruk (ışık) gibi sözcükleri kullanmakla yetinmeyip “am” sözcüğünü Göktürk alfabesiyle (am) yazar. “An” kelimesini yazdıktan sonra ayraç içinde “genizden” hatırlatmasını yaparak Latin alfabesine katmadığımız ‘nazal n’nin gözyaşını düşürür sayfaya.
İlk kitap olan Yeis ile Tabanca’da işaretlerini gördüğümüz biçim-yoğun şiir diğer bütün kitaplarda azala çoğala devam eder. “Yeis ile Tabanca”, “Hatıralar Dükkânı” adlı anlatıya yaslanan ilginç bir şiirle açılıyor. “Tesadüflere Hürriyet! Teferruata Hürriyet-”, “Elkûl” gibi kimi şiirler de anlatıya yakın duran örnekler. Bu tür şiirlerinde Erözçelik’in, geleneksel metinlerin ve bir tür “yeni-gelenekselci” diyebileceğimiz Borges’in üslubuna yaklaştığını söylemek mümkün. Hatta, Hayal Kumpanyası’nın ilk şiiri olan “Elkûl”da “Ben şunları da söylemeden edemeyeceğim aziz okurum:” (s. 203) diye okuruna hitap eden bir geçmiş zaman muharriri vardır karşımızda. Yeis ile Tabanca’yla birlikte diyalogların kullanıldığı kimi şiirlere de rastlıyoruz. “Lunapark” şiirinde önce herkesle sonra ilk sevgiliyle söyleşiyor şair. “Müsamere” adlı ilginç şiirde, tığ ile oyuncak söyleşiyor. “Şerare” şiirinin sonunda da baba ve gelinin söyleştiğini görüyoruz. Bu türden diyaloglara Hayal Kumpanyası’ndaki bir iki şiirde daha rastlıyoruz.
Sözcüklerle aşırı meşgul bir şair Seyhan Erözçelik. Bu özelliğini yazının şimdiye kadarında anlatılanlar yeterince açıklıyor; ama şimdi onun sözcüklerle ne denli haşır neşir olduğunu gösteren bir başka nokta üzerinde duralım: Erözçelik, bir sözcüğü yazdığı zaman o sözcük hemen kardeşlerini, arkadaşlarını çağırıyor. O sözcüğün yanında, yöresinde hemen ona benzeyen haşarı sözcükler birikiyor. Hatta bazen, iki çocuk-sözcük bir araya gelip başka bir sözcük kırpıyorlar kendilerinden. Yine, en biçimci kitaplardan biri olan, Kır Ağı’dan birkaç örnek:

“Akar aksi kâğıt kayığın,
Bir yanı aksak; salınır
durur. Gölgesi çocuğun
ırmağa düşer, sorar:
Nereye aksam?”
(s. 45)

“Şeyy. Babam bir menekşeyy-
di ve sakallı. Saklıydı
bir kutuda mandolin
çalardı. Hey baba! diye bağırınca;”
(s. 46)

“Cennet ülkesine herkes
in. Cennet ülke
sine. Cen-
in olup koynuna annemin.”
( K. s. 47)

Bu örneklerin ilkinde “kâğıt” hemen “kayık”ı çağırır yanına. Bu ikisi bir araya gelince çocuk da o “kâğıt kayık”ın kaptanı olur. Bu şiirin adı ne olur peki? Sormak bile fazla, “Kâğık” olur elbet… İkinci örnekte “Şeyy” diye yazar şair. Baba dediğimiz o sakallı “şeyy” hemen “menekşeyy”e döner. Bu ara “sakallı” dedik ya, “saklı”dır bir de bir kutuda. Bu yüzden bir mandolin olarak çalmaktadır “Hey baba! diye bağırınca;”. Üçüncü örnekte “cennet”, “cenin”ini çağırmaktadır “in.”ine. Cennet ülke“sine” annenin koynundan gidilir çünkü.
Bu üç örnek üzerinden şiirin iki eski çocuğunun, “aliterasyon ve asonansçık”ın başlarını okşayıp yanaklarından makas almanın sırasıdır:

“Akar aksi kâğıt kayığın,
Bir yanı aksak; salınır
durur. Gölgesi çocuğun
ırmağa düşer, sorar:
Nereye aksam?”
(s. 45)

Bu dizelerde “a-ı” sesleri ağırlıktadır. “k” sesi ise ünsüzlerin elebaşıdır.

“Şeyy. Babam bir menekşeyy-
di ve sakallı. Saklıydı
bir kutuda mandolin
çalardı. Hey baba! diye bağırınca;”
(s. 46)

dizeleri çok daha ritmiktir. Ünlülerin sıralanışının yanında yerleşimi de ahenklidir. Önce “e” ve “a” sesleri vurmaya başlar. Bu arada “ş” ve “y” ünsüzleri çıkan seste bir titreşim yaratır. Bir caz davulunun zilinden çıkan ses gibi… Sonra “a” yoluna “ı” ile devam eder. Burada onlara eşlik eden ünsüzse “k”dir; yani saksafon başlamıştır artık. “u” ve “o” girerler bu ara; bir bas gitar sesiyle… Ve tekrar “a” ve “ı” sesleriyle sıkı bir final. Bu arada, uzak aralıklarla “i” sesini duyarız.

“Cennet ülkesine herkes
in. Cennet ülke
sine. Cen-
in olup koynuna annemin.”
( K. s. 47)

Bu dizelerde ise “e” ve “i” sesleri basmıştır şiiri. Geçtiği bütün dizelerden “n” sesini toplayıp gelmiştir cennet ülkesine. Tabi, iki “cennet” bir de “cenin” sözcüklerinin başındaki “c” eğiminin bu baskının şiddetini arttırdığını belirtmemiz gerek.
Bu son örneğe bakmaya devam edelim: Cennet ülke’yi ana rahmi yapmıştır Erözçelik “in.”i indirerek alt dizeye iki kere. “in”, rahmin en bilindik metaforu değil midir? Annenin koynu ise merhamettir. Hepimizin özlediği yerdir; “sine” ise o merhamet yuvasının başımızı koyduğumuz mihrabıdır.
Erözçelik, sözcüklere olan vurgunluğunu, yanıklığını Klasik şiirimizin “sultan-ı sühan”larına “bir merhaba, bir saygı” ifadesi olarak Kara yazılı Meşkler’de bir kez daha gösterir. Bu kitaptaki “Kar” ve “Göğ” bölümlerini oluşturan şiirler aruzla yazılmıştır. Özellikle Erözçelik’in kendi deyimiyle ulama, imale, zihaf gibi aruz hatalarının olmadığı “Kar” bölümündeki şiirler, eski söz ustalarına bir saygı ifadesi olmasının yanında günümüz birçok şairi için de bir tür meydan okuma gibi algılanabilir. İşte o şiirlerin ilki:

Kırılırmış su, gölge var çocuğun / yüzünün
yaşlarında. Kartopu var, / gözü taş.
Sözlerin kanar, kuru ot/ları bağlar.
Yeşerdi şimdi dağın / dışı, çırpındı, çırpınır
rüya, taş/laşıyor gözlerim. Sular durulur, /
bozulur kan, direnme pençeye, gon/cagülün
yok. Kırıl da, öyle kırıl. / Suyu kendinde yak,
gözün karışır, / yanağından süzüldü işte.

Yağar/dı karanlık sular, kanardı ateş.

( Şiirde dizeler bittiği yerde tamamlanmıyor. O yüzden her feilâtün/mefâilün/feilün kalıbının sonunueğik çizgiyle ( / ) ayırdım.)
Şiirin heceleri şu şekilde sıralanır:

[ . . – – / . – . – / . . – ]
(feilâtün/mefâilün/feilün)

Yazıyı şöyle bitirelim: Son iki kitap olan Yağmur Taşı ve Varidik, yoğidik’te sözü azalttıkça azaltıyor Erözçelik. Suyun içine konmuş taşlara basa basa karşıya geçiyor gibi,tek tek sözcüklere basarak ilerliyorsunuz şiirlerde. Yüzyıllar önce,
“Sözi az söyle, ağır söyle Nedîmâ ki sühan
Zer gibi sayılı gevher gibi sencîde gerek.” diyen Nedime bu yüzyıldan, “Az söz,öz söz.Anlayanlara,…” (Vy.,s 81) diye aksiseda oluyor.

Ramazan Parladar
(Yeniyazı, Temmuz- Ağustos 2009, Sayı:1)

seyhan_erozcelik Ner’de… ağaç ner’de, babam ner’de