Hiçbir merhamet gösterisi insanın içindeki acıyı hafifletmez

Ya annesizler günü?

Annelerini erken yaşta kaybetmiş çocukların gövdeleri ise artık o boşluğun ta kendisi olmuştur.

Babamı kaybettiğim gün o küçük tercümemle yeryüzündeki boşluğa katkı yapacağımı hiç aklıma getirmemiştim.. O yaşlarda ne boşluğun hangi anlama geldiğini bile biliyordum, ne de yeryüzünün sazları kıran adamlar tarafından oluşturulduğunu. Ölümün şimdilerde hiç şarkı ezberlemeden gösteriye çıkmış bir orkestraya benzediğini gecikmiş de olsa fark ettim. O zamanlar ise ölüm benim için şehirlerarası çalışan tramvayları anımsatıyordu. Ölüyorlar ve sonra biraz geç olsa da geri dönüyorlar.

Babam öldüğünde onun iki yılda bir, bir pazar sabahı geri döneceğini sanıyordum. Gidecek ve bir zaman sonra elinde hiç tahmin etmediğim oyuncaklarla geri dönecekti. Bilmem, belki de babamın bir oyuncakçı dükkânına dönüşeceğini düşünerek çok da sendelemedim. İlkokul öğretmenimin yaz tatili dönüşünde başımı okşarken gösterdiği acıma hissi bile çok fazla enterese etmemişti açıkçası. Çünkü az ötede çift kale maç yapan arkadaşlarım daha cazip geliyordu, saçlarıma acıma hissiyle dokunan parmaklardan. Ve o zamanlarda bile bildiğim başka bir gerçek daha vardı: Hiçbir merhamet gösterisi insanın içindeki acıyı hafifletmez.

En çok annemin haline üzülüyordum; akşamları oturduğu kanepede yeri boş kalmış babamın adı evin içinde dolaştıkça. Büyüteceği, okutacağı, evereceği birçok çocuk kalmıştı geride. Kimisi henüz askerliğini yapmamıştı, ikisi nişanlıydı; ben de henüz altı yaşındaydım. Annemin bunca yükün altından nasıl kalktığını otuz yaşımdan sonra daha iyi anlayamadım. Anlayamadım çünkü babamdan kalan emekli maaşıyla bir tek ay aksatmadığı elektrik faturası, her ağustos ayında aldığı bir ton kömür ile yarım ton oduna verdiği peşinat hala aklımı kurcalar. Sanırım on yıl boyunca giydiği o tek pembe çiçekli şalvardı bütün isteklerimizi yerine getiren şey. Aklım ermeye başladıkça annemin artık sadece bir anne değil yarısının da baba olduğunu fark ediyordum. İşte bu yüzden ona bir şey olmaması için azıcık hasta olduğunda ecza dolabındaki bütün ilaçları içirmeye çalışıyor, ısrarım karşısında kaşlarını çatsa da ağrıyan başına yara bandı bile yapıştırmaya kalkışıyordum.

Büyümek çoğu zaman ayrılmayı ifade ediyordu bulunduğumuz yerde. Ya sanayide araba tamircilerinin sinek kovalayan çıraklarından biri olacaktım, ya bir terzide metre taşıyıcısı, ya da üniversiteyi kazanarak başka bir şehirde hayatıma kalamadığım yerden devam edecektim. Ben üniversiteyi kazandım mecburi tutulan seçeneklerin arasında. Bir hayatı yarıda bırakırken diğerine hiç başlayamayacağımı ayrıldıktan iki yıl sonra anladım. Annemi hastaneye kaldırmışlar.

Bir kunduz gibi toprağı eşelercesine hastane koridorlarında koşuyordum. Hangi oda numarasının hangi rakamla yazıldığını fark edemeyecek bir şaşkınlık, koridorlarda koştururken çarptığım hamile kadınlardan özür dilemeyi aklıma dahi getirmeyen bir bencillikle. Nefes nefese kalmamı bile gizleyerek hasta yatağında yatan anneme koştum. Odada bulunan refakatçilere “benim oğlum” derken duyduğu gururu anlatamam. Kaç saat onu dinlemeden oturduğumu bilmiyorum. Annemi dinleyemiyordum çünkü başı ağrısa ecza dolabını bile yutmasına çalıştığım annem kendi anlamasa da amansız bir çaresizliğin içinde gibiydi. Sebebi bilinmeyen uzun uzun öksürükleri, hızla verdiği kiloları, içine çökmüş yanağı ele veriyordu bu çelimsiz hali. Okuduğum tüm kitaplar, dinlediğim tüm ölümcül maceralar hastalığın ne olduğunu az çok tahmin etmeme yataklık etse de doktoru ilk gördüğümde çaresizce “ince hastalık” mı? demekten alıkoyamıyordum kendimi. İnsan nasıl da yakıştıramıyor annesine kanseri. Doktor da yakıştıramamış olacak ki tam tekmil başka bir hastaneye yolluyordu bizi ertesi sabah… “Bir de onlar baksın.” diyerek.

Ertesi gün, hiç sanki hiçbir şey yokmuş gibi annemi alıp tam donanımlı hastaneye götürmek için yola koyulduk. Yol boyunca yapmadığım şaklabanlık kalmamıştı. Epeydir duymadığım azarını uzun süre sabrettikten sonra işittirse de artık bunun işittiğim son azarları olacağını hissediyordum. Biz hastaneye gidiyorduk, annem ise elden gidiyordu.

Kapı kapı aradığımız doktoru bir müddet sonra odasında bulmaca çözerken bulduk. İşte o zaman anladım ki hayat, bulmaca çözenlerle ölümü bekleyenlerin arasındaki o ince çizgiden ibaret. Bulmacayı ve kahvede bulmaca çözenlerinkinden daha pahalı olan kalemini kenara bırakan doktor yüzümüze, röntgen filmine, anneme, bana, boşluğa sırayla bakıyordu. Biraz sonra annemi koridordaki sedyeye yatırmamızı söyledi. Bırakın ve gelin. İçeri girer girmez ağzından çok kolay döküldü cümleler: “Anneniz akciğer CA. Ve en fazla bir hafta yaşayabilir. Kendisine söylemezseniz son günlerini daha rahat geçirir.”

Tam on dört gün sürdü bekleyişimiz. On dört gün boyunca her an ölümünü beklediğim annemi biraz daha yitirmek, yitirmek, yitirmek, yitirmek, yitirmek, yitirmek, yitirmek, yitirmek. On dört gün, on dört zaman, on dört sene, on dört yıl, on dört ay, on dört saniye, on dört dakika, on dört hafta. Yazlık sinemalarda çekirdek satan iflas etmiş zenginlere benziyordu koridorlar ile annemin yanına varışım.

Babamın ölümünü siyah beyaz hatırlıyorum. Annemin ölümü ise tören eşliğinde oldu. Şimdi ben ne anlatayım tezgâhında çiçek satan Çingene kadınlarına?

Bülent Parlak

bulent_parlak Hiçbir merhamet gösterisi insanın içindeki acıyı hafifletmez

Ortak Bir Işık

Bekledik, gelmediler. Açtık
pencereleri, kulak kesildik seslere
gündüz ve gece, taradık tek tek
istasyona inen yorgun yüzleri,
ufuktaki lekelere ayarladık dürbünü:
Bekledik, kırık, gelmeyeceklerini
anladıktan sonra bile.

Görkemli geçmedi günler burada:
Sıradan, sade, dingin anlar kovaladı
sıradan, sade, kekre anları: Yoktu
büyük fırtınalar öyle, büyük büyüler
kurulup çözülmedi bu yaz: Her zamanki
nedensiz hüzünler, çocukların şaşkın
falı, biraz tatilde kasaba sosyalojisi,
biraz başı boş konuşmayla döndü takvimler.
Gözümüz yoldaydı gelmediler.

Odalara çekilip şiir okuduk
içimizden: Seferis ve Montale,
Akdeniz dolu dizeler, hepsi genizden.
Durup dururken yürüyüşe çıktık
akşamları, durup dururken sustuk
yakalamış gibi seyrek bir anlamı,
dağ köylerine çıkıp bir gün
öyküsünü dinledik süngerci
oğulların, unutulmus bir kadınla
konuştuk bir başka gün, tansıklar
izledi birbirini sonra: Bir atmacaya
baktık uzun uzun avının gözünden,
sağanak indirdik kavruk mevsimin
ortasına, bir yangını söndürürken
bir başkasını başlattık: Durup
dururken gelebilirdiniz, bekledik.

Hazırdı sofra: Semizotu ve sarımsak,
elimizle topladığımız kekik, incir,
nane: Hazırdık sürdürmeye telaşı
ve coşkuyu bıraktığımız yerden.
Geçmişin nasıl geçtiğini, nasıl
geleceğini geleceğin soracaktık.
Dinmezdi ağrı üstüne gitmedikçe,
açılmazdı bu koyu sis
tutmadıkça kökünden ortak bir ışığı,
içinde olacaktık içimizdeki korkunun:
Bekledik gelmediniz.

Eksikti önemli bir şey, başladığında
dönüş, bavulu kapatamadık. Döndük
odalara baktık yeniden, aradık
taslık ve hayatta: Neydi yitirdiğimiz
anlayamadık. Yarım bir duyguydu belki,
belki sürüp giden bir gündüşü,
kendimizde beslenmiş,
ötekinde sönmüş bir ateşti belki de,
eşiğine dayanıp göremediğimiz:
Bekledik, gelseydiniz.

Enis Batur
hayatin_gizi_kalmadi Ortak Bir Işık

Yokuş

Attar’ın öldüğü yaşa geldim
yorgun, öfkeli; içimde belli belirsiz
bir hızla sönen mum: Fitil bitti
bitecek, yağ sürüyorum boşuna:
Belki de yarın olmayacak, diyorum.

Bu kehribar ağızlık, tütüne dadandığım
yıllardan: Figen bulup seçmişti, gümüşün,
minenin arasından; sayısız armağan
aldım ondan yaşarken, ama bir tanesi
beslerdi tümünü: Sevdim sevildim
bu çirkin dünyada.

Attar’ın yaşına geldimse, bilinmedik bir
giz yok elimde: Öyle çok zaman yitirdim
yaşantı kalmamış gerimde: Saat durmuş
ilerlemiş farkına varmamışım; Dipsiz!
bir hokkaya sığmış, seyrek, yokuş, şiirim.

Enis Batur

enis_batur_yokus Yokuş

Karabasan

Yoruldum, çok yaşlandım artık: Geçen ay 83 yaşıma bastım, gövdem beni daha ne kadar taşır kestiremiyorum; zihnim, yıllardır direniyor olup-bitenlerin yıpratıcı yanına, o da dinlenmek istiyor galiba.

40 yaşlarındayken, uzun yaşamak, yapmak istediklerime, yazmak istediklerime olabildiğince geniş ufuklar, olanaklar kazanmak arzusu egemendi içimde, anımsıyorum.

Zoraki göçmen olacağım, kendi ülkeme dönme şansım olmaksızın bir şehirden ötekine göç ederek yaşamak zorunda kalacağım pek aklımdan geçmezdi.

Şimdi dönüp bakıyorum da, aymazlığımı, çevremdekilerin aymazlığını kavramakta güçlük çekiyorum: Nasıl olmuştu da olabileceklerin boyutlarını sezememiş, güçlü bir girdabın ortasına doğru topluca sürüklendiğimizi farkedememiştik?

Geçen yüzyılın son çeyreği başladığında oysa, barut fıçısı şekillenmeye yüz tutmuştu zaten. Bize nasıl bir geleceğin hazırlandığını görmemek için kör olmak gerekirdi. Türkiye fokur fokur kaynıyordu, durulur sanıyorduk. Doğu’da, Güneydoğu’da komşu ülkelerin yüksek gerilim telleri döşediğini biliyorduk, vazgeçilir umuyorduk. Balkanlar’da, Kuzey’de sarsıntılar birbirini izliyor, atlatılır sanıyorduk.

Umutlarımız bir bir duvara dayandığında biz de yüzyılın sonunda dayanmıştık. Kalanlarımız usul usul ya da çarçabuk kavruldular, bazılarından haber bile alamadık. Sanki telefonların hepsi açık unutuldu, gönderilen mektuplar yolda kayboldu.

Biz gidenler, gitmek zorunda kalalar, beyhude çırpınışlar içinde yıldan yıla, sınırdan sınınra sürgün olduk. Zayıf düşüp hastalananlar, intihar edenler, kahrolup susanlar için kalın defterlerde kayboluş kayıtlarını tutttuk. Direnen, didinip uğraşanlar, hızla soyu tükenen bir kavim halinde bugüne ulaştılar. Benden daha genç olanlara bakıyorum da: Gözlerindeki ışık sönmeye yüz tutuyor gibi geliyor bana.

40 yıldır sürdürdüğümüz savaşım bize bir ışık kaynağı bıraktı mı? Yayımladığımız göçmen gazeteleri için yazdıklarımı isteseler de okuyamayacak yeni kuşak temsilcileri. Ben, kalanlardan kalanlara ulaşamayacağım, kalanlardan bir şey kaldıysa, kalmasına izin verildiyse tabii.

Şimdi, bu yaşta ve bu durumda hayıflanmak gülünç oluyor, biliyorum. Bütün bu olup bitenlerin önüne geçmek için, bundan 40 yıl önce, 1990’larda daha uyanık, bilinçli, dirayetli, örgütlü olmamız gerekirmiş. Zemin, gözümüzün önünde kayıp giderken daha sorumlu, kararlı, yapıcı olmak varmış. Treni göz göre göre kaçırmış olmamız bağşlanır gibi değil. Bütün herşeyi biz hazırladık aslında. Gelişmelere göz yumulmasına göz yumduk. Vaktinde harekete geçip harekete geçiremedik. Buluşmamız, yanyana gelmemiz zorunluluk haline giridiğinde bile ayrıldık, ayrıştık, zayıfladık.

Basiretimizin bağlandığı, “bir şey olmaz” kolaycılığına sığındığımız, “birileri durumu düzeltir nasıl olsa” mantığına yenildiğimiz günleri acıyla, ağrıyla anımsıyor yaşlı belleğim. Kaybedilenler geri gelemeyecek artık. Karanlık, koyu karanlık kimbilir daha ne kadar sürecek, ışık bir daha egemen olamayacak belki de. Yerkürenin zifiri karanlığında yaşamak zorunda bırakılanlar, tarih boyunca aydınlık yakada yaşayanlara imrenerek yaşayıp ölmemişler midir?

Enis Batur / 1998
karabasan Karabasan

Fugue

Fugue IV

Ben daha yokum “Sizi kendi şehirlerime götürmeliydim” demişti adam. “Kendi sokaklarıma, çıkmazlarıma, durmadan taşındığım, hiçbirini unutmadığım evlere”. Donmuş gibi dinlemişti. Saydığı şehirlerin hepsini su ikiye bölüyordu. Andığı sokaklar hiçbir rehberde kayıtlı olamazdı. Evlere gelince: Onları belki unutmamıştı, ama bir daha uğramadığı nasıl da belliydi. “Ben yokum” demek istemişti birden, “ben daha yokum”. “Bu ev, bu sokak, bu şehir bu şehri ikiye bölen su daha yok.” Çoktan susmuşlardı oysa.

Fugue V

Bu çocuğu hemen aldırtmazsam

“İşaretleri bunca sevdiğine göre
ona yorulmadan işaret vermeliyim”.
Nasıl yorulmazdı: Kapısına götürüp
bağladığı beyaz at, aynı gün içinde
postaya attığı binbir mektup, beklenmedik
gecede beklenen bir güneş olmak –
verdiği her işaret hayatında birikmiş
büyük bir imgeyi söküp atıyordu ondan.
Kadın doymuştu oysa bu duygulara.
Beklediği işaretler değil işaretlerin
işaret ettiği yere çağrılmaktı.
Olmayınca o da yorulmadan işaret
verdi. Nasıl yorulsundu ki: Adamın
çakmağı bitince onu değiştirdi,
gömleğine sinmiş kokuyu benimsedi,
istedi ve isteklerini onun istediği
kadar göstermeyi öğrendi, kabul etti.
Yalnız kaldığında düşünüyordu: “Bu
çocuğu hemen aldırtmazsam, onunla
ölebilirim.” Zaman geçiyor ve çocuk

büyümüyordu oysa. Neden sonra içinde
kaskatı bir ur olduğunu farketti
ve onu sevdi.

Fugue XIII

Zaman da değil

Gidilebilse, ne çok iz kalıyor geride.
“Belki zaman”, diye düşünüyor adam:
“Zaman eksiltebilir birikeni”. Oysa ne
zaman, ne de ona benzer şeyler – ona
benzer şeyler? – silebiliyor mekana
sinenleri. Eşyalar değiştirilse de, yeni
badana yaptırılsa da değişmiyor ağrının
kurduğu sıra: Değişmiyor çünkü sokak
adları, değişmiyor şehirler ve insanlar,
dünden bugüne inatla yürüyen inatçı
mantık: Her mevsim, her dolunay,
yağmurlar, bahar aldatmacaları,
her kuyu, her kule, her balkon,
kadehler, mumlar, köpükler,
her kırmızı, her siyah, her gri,
her uyku, her düş, her uyanış
– yer etmişse – aynı çiviyi isteyen
bir delikte tıpatıp zonkluyor.
“Zaman da değil”, diyor adam,
kimse yokken, yüksek sesle.
Yeni bir iz kalıyor orada, o an.

Enis Batur
enis_batur_fugue Fugue

Misafirlik

Ben yağmuru misafir ettim odamda
Gittiğinde
Bir kır çiçeği bıraktı bana
Ben güneşi misafir ettim odamda
Gittiğinde
Küçük bir ayna bıraktı bana
Ben ağacı misafir ettim odamda
Gittiğinde
Bir tarak bıraktı bana
Evet, ey güzel kız ne zaman ki
Misafir oldun sen odama
Gittiğinde
Kendinle, gül, ayna ve tarağı götürdün
Fakat ardında
Çok nazlı bir şiir bıraktın.

Şerko Bekes

misafir Misafirlik




Mêvandarî

Min baran kir mêvan li oda xwe
Dema ku çû
Kulîlkek ji min re hişt
Min tav kir mêvan li oda xwe 
Dema ku çû
Neynikek biçûk j imin re hişt 

Min dar kir mêvan li oda xwe
Dema ku çû
Şehek ji min re hişt
Belê, wextê ey keça delal!
Tu bûy mêvan ji oda min re
Dema ku çûy
Bi xwe re, gul neynik û şeh birî
Lê li pişt xwe
Şiîreke gelekî nazdar ji min re hişt.


Şerko Bekes


Sızı

Ben uzun boylu bir sızıyım
Başka bir acının omzuna konmadan;
Yaralar nerede ise beni bulur,

Yoksullar da neredeyse ben onları bulurum.

Şerko Bekes

serko_bekes Sızı

Darp

Bana göre
Şiirin ve çivinin
Başı birbirine benzer,
İkisinin de,
Sivri uçları dalınca derinlere,
Şiirin üstünde acının
Çivinin üstünde ise çekicin izleri kalır.

Şerko Bekes

havuz_problemi Darp

Ömürsüz Mavi

Seni ben uzun uykulu bir vadinin
Sessizliğinde buldum.
İçine kapanmış bir kayanın dilsiz koyuluğunda
Ve serinliğinde gövdeyle taş olmak arasındaki kararsızlığın
Düştüm ben
Çırılçıplak düştüm aşka.

Beyaz olmak meleklerin elleriyle okşanmaksa
Okşandım ben

Melekler okşadı ve inceltti tenimi
Ruh kattı

Aşka gitti.
Aşkın buruk yalnızlığına.
Sanıyordum ki ben
Aşık olursam. ruhum uçacak.
Sanmakla kalmadı
Uçtu ruhum
Ve bir kelebeğin mavi kanatlarına
Gizlendi.
Bir kelebeğin
Ömürsüz mavi kanatlarına.

Bundan böyle bir aşk için
Ne varsa burada.
İki kanat
İki mavi
Ve bir ruh
Herşey tamam
Uçurup tenimi
O ölümü de yenebilirim.

Bejan Matur

bir_cift_gogus Ömürsüz Mavi


Her sabah ezanında duamdı Tanrı’ya/ onu içimden sök al, huzur ver yerine/ her gece geri aldım duamı/ dayanamam o boşluğa, huzur dediğim ne

Kadim şehri kucaklayan camilerin kuşattığı bir meydanda yaşlanan çınarların altında mırıl mırıl konuşuyorduk. Titrek yaprakların kızıl taş duvarlara yansıyan gölge oyunlarını seyrederken işittiğim boğuk sesten memnundum. Odunkömürüyle yanan tütünü içime çektiğimde gündelik sıkıntılar nargile şişesinin içinde bir süre fokurdadıktan sonra dudaklarımın arasından, burnumdan yavaşça çıkıp bir daha hiç gelmemek üzere bedenimden, zihnimden uzaklaşıyordu. Kalabalığın uğultusuna rağmen hırçın ruhum da uysallaşmıştı sanki. Üzerinde oturduğumuz gülünç tahtlar beni hem eğlendiriyor hem de garip bir güven hissi veriyordu. Arada hortumların uzantısındaki uzun ince gövdeleri kucağımıza koyup hayatı zorlayan dertlere karşı dervişçe susuyorduk. Bir an hayat hep öyle kadife gibi yumuşacık olsun, kendiliğinden akıp gitsin istedim. Serince bir bahar esintisi, samimi sohbetiyle sağlam tutan bir dost ve derin fokurtulara eşlik eden düşünceler…

Arada tahtımıza uğrayan ateşçi sönen korları yenilerken, dünyanın bildik ritminden azade, binlerce yıldır kirletilen ‘dilden’, genetik kodlarla alışkanlıklarını miras alan insanın tutsaklığından, ‘kavuşamamanın’ dayanılmaz çekiciliğinden ve buna benzer birbirlerine uzaktan dokunan mevzulardan bahsedip durduk. Bir ara yolda okumaya başladığım, ismi güzel (Öğle Uykusu Bir Sanattır) akademik dili nedeniyle kendisi biraz sıkıcı olan kitabın çağrıştırdığı hislerle iyice gevşedim, göz kapaklarım ağırlaştı. ‘Öğle uykusu hazzının’ çocukluk yıllarına, tembelliğe, ülkelerin coğrafi özelliklerine hapsedilme koşullarını düşünce, anaokulu yıllarımda öğle uykusuna direnen küçük kızın beyaz pikenin altındaki hülyalı saatlerini ve onun geleceğe dair puslu hayallerini hatırladım. O günler hem çok yakınımdaydı, hem de çok uzakta… Çok uzun gibi görünen bu ‘aralıkta’ olabilecek ne varsa yaşayıp görmüştüm; buna biraz çocukça ama içtenlikle inanıyordum hakikaten o anda. Ürpertici bir kesinlikle, “yine de güzeldi” dedim kısık sesle.Kısa sessizliklerde, öğle uykularına yakışan romanların yazarlarını zihnime çağırırken Anatole France, konuşmamıza uygun, basit ama iç burkan hain cümlesini söyleyiverdi: “İnsanlar doğar, acı çeker ve ölürler.”

Yıldızı hiç sönmedi…

Geçen yüzyılda sanat, felsefe, tiyatro, anı, hikaye, şiir, roman gibi farklı türlerde pek çok eser bırakmasına rağmen, en çok Kırmızı Zambak isimli romanıyla hatırlanan Anatole France, itibar edilen bir edebiyat eleştirmeniymiş. 1875’ten itibaren Le Temps’da yazdığı eleştiriler sonradan Edebiyat Hayatı başlığıyla dört cilt halinde yayımlanmış. Türkçeye çevrilen bütün romanlarını eğlenceli bulduğum ironik yazarın hırçın eleştirilerini de okumak isterdim doğrusu.

Dreyfus olayı başladığında Emil Zola’nın hazırladığı bildiriye ilk imzayı atan yazar, 1921’de Nobel’i aldıktan sonra Fransa’nın önemli düşünürlerinden biri olarak hatırlanmış, ancak birinci dünya savaşından sonra unutulur gibi olmuş. Kitabın çevirmeni Tahsin Yücel, onun ne Balzac gibi hep aynı ilgiyle okunan büyük yazarlardan, ne de eleştirmenler ve okur tarafından yüceltildikten sonra yıldızı sönenlerden biri olduğunu söylüyor.

Kırmızı Zambak, evlilik ve sanatçılar hakkındaki tartışmalarıyla, siyasi hayata ayna tutan portreleriyle dönemin sosyolojik fotoğrafını da çeken bir roman, dolayısıyla sadece trajik bir aşk hikâyesi diye tanımlamak doğru değil. Üstelik gerçeğe dayanan dedikodulu bir hikâyesi de var. Bu romanı Paris’in ünlü edebiyat salonlarından birin sahibi olan Madam de Caillavet ile yaşamaya başladıktan sonra ondan esinlenerek yazdığı söyleniyor.

Aşk da sofuluk gibidir…

Genç yaşında zorunlu bir evlilik yapmak mecburiyetinde kalan bir kadının yaşadığı tutkulu ilişkileri anlatan bu kitabı hayatın hakikatine dokunan dili ve can acıtan mizahıyla hatırlıyorum. Bu romanın bende bıraktığı en kuvvetli iz, ‘kontrolsüz büyüyen ihtiraslı aşkların insanı nefes alamaz hale getirip bir gün ansızın mantıklı hiçbir neden olmadan uçup gittiği’ gerçeğiydi sanırım. İnsanın yıllar sonra neden bittiğini bile anlayamadığı ihtiraslı ilişkilerin aksak ritmini, koyu hüznünü, şiddet içeren öfkesini hatırlarken hissettiği boşluğu, aklı küçümsemeyen güçlü bir duygu zenginliğiyle anlatan sahiciliğini sevmiştim.

Yazar, büyük aşkların nasıl tükendiğini okuru acımasız sona hazırlayarak anlatırken fettan kahramanı Therese, romanın içinde başka bir roman okuyor: “Aşk da sofuluk gibidir. Geç gelir. İnsan yirmi yaşındayken ne o kadar âşık olur ne de sofu. Özel bir eğilimi, bir tür doğuştan ermişliği varsa o başka. Bir kadın, tutkuya, yalnızlıktan ürkmez olduğu yaşta boyun eğer çoğu zaman. Tutku dindışı bir keşişliktir… Bunun için büyük tutkun kadınlar, büyük çilekeşler kadar ender görülür. Hayatı, dünyayı iyi bilenler, kadınların zayıf göğüslerine gerçek bir aşkın dikenli gömleğini seve seve giymediğini bilirler.”

Bu yarışta hep hayat kazanıyor…

Ben daha gençken ‘büyük çilekeşler kadar ender görülen tutkulu kadınların, erkeklerin’ o kadar az olduğunu bilmiyordum. Belki de hiç azalmayacağını sandığım hayat coşkusuyla hakikati görmeyi reddediyordum. Evet, bütün dünya hiç durmadan ‘ihtiras tramvayıyla’ seyahat etmiyordu ama edebilenlerin hikâyeleri çok özeldi ve bana göre onlar hayata kattıkları renkli anlarla her daim hatırlanmaya değerdi.

Onca yıl sonra inancım neden ve nasıl köreldi bilmiyorum. Galiba insan biriktirdiği ağır tecrübelerle en güçlü duyguların bile bir gün iyi hatırlanamayan rüyalar gibi silikleşebileceğini tevekkülle kabullenmek zorunda kalıyor. Kim kimi ikna edecek yarışında nedense hep hayat kazanıyor. France, bu kitapta “Kaygılı, oynak, bencil, tutkulu, kendini vermeye düşkün, geri çekilmesi çabuk, yeryüzünde rastladığı her güzel şey içinde kendini cömertçe seven bir ruhun içinde olup bitenleri nereden bilebiliriz ki” diye soruyor. Bu soruya asla tam olarak cevap veremeyen ‘insanın’ tam da bu nedenle yazarlar için hiç tükenmeyen çok zengin bir malzeme olduğunu düşünüyorum. Hepimiz biraz öyleyiz çünkü. Ruhun o loş odasındaki önemsiz gibi görünen müphem kıpırtıların nedenlerini, duyguların kırılma anlarını hissedemediğimiz için her seferinde hiç bitmeyecekmiş gibi başlamaya cesaret edebiliyoruz muhtemelen.

‘Onu içimden sök al..’

Nargile fokurtularıyla başlayan günün sonunda, mavi saatlere eşlik eden bir uysallıkla çöken akşama boyun eğip hiç acele etmeden sahile doğru yürüdükten sonra bodur ağaçlara asılmış ampullerle süslenmiş salaş bir lokantada oturduk. Karanlık denizin üzerinde menevişlenen renkli ışıklara bakarken insanın hayatta kalma içgüdüsünün muazzam gücünden bahsediyorduk. Bir ara “o büyük aşkların öfkesi bile çok azalıyor zamanla değil mi, nasıl geçiyor” dedim ona. “Eğer hakikiyse yine de izi kalıyor biliyorsun” dedi. “Biliyorum ama yine de sonrasında boşlukta boğulmamak için her şeye rağmen o güçlü duyguya tutunmak istiyoruz bazen. Sonra ansızın yorulup sarıldığımız ağaçtan aşağı bırakıveriyoruz kendimizi. Bir gün nefes alamayacak kadar acıyla içerden çürüyen insan nasıl hayata devam edebiliyor öyleyse, hangisi gerçek” diye sayıklıyordum çocuk gibi. “Bu sıkıntılı hissini anlatan dizelerim var, kitaba almamıştım. Bak yeri geldi” dedi hınzırca. Eve döndüğümde Birhan Keskin’den ‘elektrikli’ bir not aldım. Sadece o dizeler vardı ve bazen saatler boyu konuşarak ifade edemediğimiz duygu karmaşasını usta bir şair sadece iki dizeyle karın boşluğumuza sapladığı bıçağı çevirerek, usulca anlatıyordu: Her sabah ezanında duamdı Tanrı’ya/ onu içimden sök al, huzur ver yerine/ her gece geri aldım duamı/ dayanamam o boşluğa, huzur dediğim ne!

Kırmızı Zambak’ın ve o keskin dizelerin sancısıyla yatağa doğru giderken yüz yıl evvel yazılan romanının zavallı kahramanına aldırış etmemeye çalışıyordum; hiç durmadan son okuduğum cümleyi fısıldıyordu kulağıma: “Seni ancak sende unutabilirim, kendimi sadece sende kaybedebilirim.”

A.Esra Yalazan
esra-yalazan Her sabah ezanında duamdı Tanrı’ya/ onu içimden sök al, huzur ver yerine/ her gece geri aldım duamı/ dayanamam o boşluğa, huzur dediğim ne