Övladlıq

Övladlığa götür məni
Yenidən öyrət mənə
yaşamağı,
gəzməyi,
susmağı.
Bütün bildiklərimi,
əzbərlədiklərimi,
təcrübə kimi qazandıqlarımı
unutdur mənə.

***
Adımı dəyiş
daşıması asan,
çox düşündürməyən başqa bir ada.
Tarixdə iz qoymamış,
gələcək vəd etməyən,
ölkədəki hər on şəxsdən birinin daşıdığı
soyadını ver mənə.
Bezmişəm
tələffüz etməkdən
Eyni hərfləri
soldan sağa,
sağdan sola…
***
Sanki bir az da yorulmuşam özümdən,
sözümdən,
mənə məndən xatirə hər şeydən.
Qutu-qutu əşyalarım,
Şəhər-şəhər həyatlarım,
Qucaq-qucaq sevgilərim
yorub məni.
Bütün inandıqlarım-
doğrularım,
yanlışlarım,
keçdiyim yollar,
olmaq istədiyim insan
gözümdən düşüb.
Özüm özümə köhnə gəlir bir az da.
***
Bir otaq ayır evində-
Əşyası az olsun,
özü də bapbalaca-
içəri hava və günəş işığı buraxan pəncərə,
birnəfərlik çarpayı.
Qabları da yuyaram,
evi də yığaram
Təki yaşaması asan,
məsuliyyəti az
bir həyat ver mənə.
***
Sil yenidən yazmağa başla məni,
yeni bir sima bəxş et,
gülüşümə, baxışıma özündən bir şeylər qat,
Qurtarmadan öl.
Malın-mülkün mənə qalsın
Övladlığa götür məni.

Məsumə Əhədova

hz_insane Övladlıq

Evlatlık

Evlatlık al beni
Yeniden öğret bana
yaşamayı,
gezmeyi,
susmayı.
Tüm bildiklerimi,
ezberlediklerimi,
deneyim kazandıklarımı
Unuttur bana.

Adımı değiştir
taşıması kolay,
çok düşündürtmeyen başka bir ad ile.
Tarihte iz yapmamış,
gelecek vaat etmeyen,
ülkedeki her on kişiden birinin taşıdığı
soyadını ver bana.
Bezmişim
telaffuz etmekten
Aynı harfleri
soldan sağa,
sağdan sola …

Sanki biraz da yorulmuşum kendimden,
sözümden,
bana benden hatıra her şeyden.
Kutu-kutu eşyalarım,
Şehir-şehir hayatlarım,
Kucak kucak sevgilerim
yormuş beni.
Tüm inandıklarım-
Doğrularım,
yanlışlarım,
geçtiğim yollar,
olmak istediğim insan
gözümden düştü.
Kendim kendime virane geliyor biraz da.

Bir oda ayır evinde-
Eşyası az olsun,
kendisi de mini mini-
içeri hava ve güneş ışığı bırakan pencere,
bir kişilik yatak.
Kapları da yıkar,
evi de temizlerim
Tek yaşaması kolay,
sorumluluğu az
bir hayat ver bana.

Sil yeniden yazmaya başla beni,
Yeni bir sima bahşet,
gülüşüme, bakışıma kendinden bir şeyler kat,
Kurtaramadan öl.
Malın-mülkün bana kalsın
Evlatlık al beni.

Masuma Ahadova
Kaynak: http://hzinsane.net/

Makber’in Mukaddimeleri

İlk Tab’a Mukaddime Birkaç Perîşân Söz

Makber -ki âsâr-ı mevcûdemin en âhiridir- fenâ bulmuş bir vücûdun bekâsı için yapıldı. Makâbirde mündemiç olan meâli-i şi’riyyeden Makber’de bir eser bulunmadığını bilirim. Makber bir feryâd-ı tahassürü şâmildir ki, hiçliğe müstenid olduğu için mütalaasından hâsıl olacak netice de hiçtir; lâkin bence bir şeydir.

Evet, bu kitâbı pâymâl-i mütalâa eden fikir bir kabristânı dolaşmış olur. Ve kabristânda vâki olduğu gibi, hiç bir şey anlamayarak, içinden çıkıp gider.

Bu kitâbın mukaddimesini görmekle neticesine vâkıf olmak, yâhûd mündericâtını okumakla ismini düşünmek birdir. -Bu kitap kabristânda yazıldı ki, bedbaht müellifini iyi tanıyanlara keder, tanımayanlara ise kelâl verir. Teessürâtımı yalnız gönlümde saklamak, yâhûd yazıp da bastırmamak mümkün, belki de evlâ iken, bu surette meydana çıkarmak lâzım mı idi, suâli vârid olursa, onun cevâbı hâzırdır:

Vâdi-i sükûta düşenlerin ecsâdından mürûr-ı zaman ile bir avuç toprak kaldığı gibi, gönülde olan en aziz bir yâdigârdan da mürûr-ı zamanla bir belirsiz hayâl kalır.

Ben o hayâle kani’ değilim.

Kitâbı yazıp da evrâkım içinde hıfzetmek ise efkâr-ı müteeyyise, yâhûd âzâ-yı meyyite gibi perîşânlığına hizmet eder.

Ben o perîşânlığa tahammül edemem.

Ya kitâbı meydana çıkarmak, yukarda ümit ettiğim gibi, bekâsına mı hâdim olacak? O da değil. Makber, hiç olmazsa, benden ziyâde muammer olacaktır. İşte bunun için neşrolundu.

Gönlümdeki feryâddan yapılmış bir mezardır ki, muhteviyâtını taşlara yazılmış sözler gibi isterim. Heyhât!

Makber’in hâvi olduğu feryâdlar ayrı ayrı birtakım kabirlerdir.

Fakat bunların hepsinde yalnız bir vücûd defin bulunuyor. O vücûd ise, bana sevdiğim bir yüzde tecelli eden insâniyyettir.

Ben, bu kitâbı kendim okuyayım diye yazdım. Zîrâ hissiyâtıma iştirak edecekler nâdir, belki dahi birkaç nevâdir olacağını bilirim.

Bir de zâten kimsenin şerîk-i teessürüm olmasını istemem. Korkarım ki o iştirak tecrübeye mütevakkıftır. Ben isterim ki, hâline ağladığım biçâre için yalnız kendim ağlayım. Bu yalnızlık, pek büyük bir azâb olduğu için bana ayn-ı tesliyet gelmelidir.

Mutâli’ görür ki, bu mukaddime dahi kendim için yazılmış bir kitâba benziyor.

Geçelim.

Makber’in birtakım tekerrürâttan ibâret olan muhteviyâtı yalnız bir lakırdıdır. O lakırdı ise, yalnız mezardır: Bütün âvâzelerin neticesi yalnız son nefes olduğu gibi.

Makber’in âsâr-ı sâirem gibi, fenâ bulacağında şüphem yoktur. Zâten teessürümün muhafaza-ı şiddetine ebediyyet bile kifâyet etmez. Müellif Hâlık’ının huzuruna yüreğinden bu yaranın kanları cereyan ede ede çıkacaktır. Bazı kalblerde kederle sürûr birbirine cânişin olamaz. Kalb vardır ki perverde ettiği hüznü, dünyânın olanca haz ve meserretleri izâle edemez. Yine de o hüzün hiç bir mesrûriyete mâni değildir. Bazı gönüllerde ise, hüzün ve meserret müctemi bulunur. Bir hüzünde safâ bulunması, bir tebessümün keder-engiz olması bundandır. Fakat yine kalb vardır ki, muhafaza ettiği kederi sevinç tezyîd eder. Benim kederim bu ekdârdandır.

Kederimin artması için, sevinmek isterim. Bunu kimselere anlatamam. Bu hissin lisânı anlaşılmaktan berîdir. Sükût edelim.

Fakîrin bir eseri olduğu için Makber’i şiir diye telakki etmek isteyen, okursa, mütalaasında benim şâirliğimden bir nişan bulmaz. Ancak düşünür ise, bir feryâd duyar ki, isterse onu bir şiir zanneder. O feryâd, beşerin aczidir.

En güzel, en büyük, en doğru şiir, bir hakîkat-ı müdhişenin tazyiki altında hiçbir şey söyleyememektir. Makberise, hitâbet ediyor.

İnsan, bazı kerre, hâtırına gelen bir hayâli tanıyamaz, o kadar güzeldir.

Zihninden uçan bir fikre yetişemez, o kadar yüksektir. Kalbinde doğan bir hissi bulamaz, o kadar derindir. Bu acz ile bir feryâd koparır, yâhûd pek karanlık bir şey söyler, yâhûd hiç bir şey söyleyemez de, kalemini ayağının altına alıp ezer. Bunlar şiirdir.

Makber, gönlümden doğmuş bir teessürü hâvi iken, bazı taraflarınca benim, rivâyet olunan şâirliğimle büsbütün ecnebidir. Okuyan, birbirine benzemez iki lisân bulur ki, Makber’in belki iki adam tarafından yazıldığına zâhip olur.

Hele yazdığım şeylerin bazısı o kadar benim değildir ki, mânâlarını kendim de anlayamam.

Hikâye-i mazîye dair olan cihetleri -ki en harab yerleri olduğu halde, en sevdiklerimdir- beni şair sayanları giryân, yâhûd saymayanları daha ziyâde râst-beyân eder.

Bazı vâdileri de yine benim şiirime değil de bir tâze kızın mezarına benzer. Birincisi nakâyıs-ı edebiyyeden, ikincisi nakâyıs-ı insâniyyedendir.

Tasvir-i fezâile taalluk eden cihetlerine gelince, pek nâkıs, yâhûd pek nâ-kâfidir.

Bazı tarafları da, feryâd hâlinde olduğu için, o kadar yerde kalmaz.

Makber, umumiyyeti itibariyle pek çok nazarlar için soğuk bir eserdir. Bu soğukluk, yalnız benim kalbimi ihrak eder.

Âlem-i edebiyyatta bir âhiret lâzımdır. Makber, o âhiretten nişandır.

Makber, hayat-ı edebîmizin kabristânıdır, benim zevâlimdir.

Makber, bir fikri birçok tarz-ı beyanda söylüyor. Elfâzı havâs için hiç, mânâsı havâs ve avâm için hiç, vücûdu bir merhum için mezar, binaenaleyh bence bir şeydir.

Makber, uğradığım felâketin ağırlığına nisbetle hafif, derinliğine nisbetle tehî, şiirliğine nisbetle hiçtir. Fakat, bana nisbetle bir şeydir.

Makber, makber değil, bir türbe; türbe değil bir mabed; mabed değil bir küre; küre değil bir fezâ-yı bî-intihâ olmalıydı. Hâlbûki bir makber bile değil. Makber, nûr-ı ilâhînin indiği, fikr-i insânînin çıkamadığı bir minber olmalıydı.

Makber, bir mahşer olmalıydı. Heyhat!..

Fikir çıkmamalıdır demem; çıkamaz bir hâlde bulunmalıdır. Makber’de iniyor, müebbeden iniyor!.. Bu ebedî iniş bir derinliğe dâl olsa bile, hayfâ ki, yine makber olmaktan başka bir şey değil. Makber’in mânâsı makâbirin zevâhirinden ibaret.

Nakâyıs-ı edebiyye, nakâyis-i insaniyye demiştim. Evet, ne yapalım?

Hatâyı tashih için, ne yapalım ki, en büyük hatâ musahhihten sâdır oluyor!.. Güzel çehreler nâmına, büyük nâmlar ashâbına heykeller yapıldığı gibi, güzel fikirler, büyük vak’alar için de beyitler yapılmalıdır. Mezar, Allah’ın yaptığı bir heykel. Biz onu nasıl tasvir ve tecsîm edebiliriz?

Hangi şâir bir güzel kıza onu görmeyenlerin nazarında tecsîm edecek kadar cismâniyyet vermiş? Hangi kalem mehâsin-i tabiiyyeyi hakkıyla taklîd etmiş? Bizim yazıp da en güzel bulduğumuz şiirleri bize ilhâm eden tabiattır. O şiirler, suda görülen akse benzer ki, mutlaka hâriçte bir müsebbibi olur.

Bazı ekâbir-i edeb, bir şairin meziyyâtı kendi beyninde tevellüd ettiğini iddia ederler. Ben bu fikirde değilim. Benim, eğer varsa, mehâsinim dağların, bayırların, güzel yüzlerin, çiçeklerindir. Seyyiâtım benimdir.

Bitirmeden evvel şunu da söyleyim:

Makber’in bende vukuunu haber verdiği musibet, her halimle beraber, eş’ârıma da bir büyük inkılâp getirdi. Bu inkılâbın sadmesiyle fikrimin ettiği hareket, tedenni, yahut terakki midir? Orasını ihvânım temyîz eder.

Mukaddimede bile iki sözü bir araya getiremediğime dikkat buyurulsun. Dediğim inkılâp, sema ile mezarın müsademe edecekleri bir noktada, yâhûd bir fezâ-yı nâmütenâhide bulunmaktır. Kalbim, müddetlerce, bu iki kuvve-i hârikulâdenin arasında kaldı. Bunlar yakınlaştıkça ben tesliyet bulur, ayrıldıkça nevmîd olurdum. Nihâyet birleştiler. Ben ezildim. Makber çıktı!… Bu, şiir midir?. Ne mümkün!.. Sema ile mezar birleşmemeli, daha doğrusu, ayrı kalmalıydılar. Ben iftirak ve istiğrak ile figan etmeliydim. O, şiir olurdu.

Makber’den evvel yazdığım şeylerin pek çoğunu beğenmem, bazısını pek az beğenirim. Makber’i ise hiç beğenmiyorum, çok seviyorum.

Beğenmediğim şu sebepledir ki, bu kitâbın edebiyyât ile pek az münasebeti var. Sevdiğim şunun içindir ki, bu kitap odur.

Bütün mevcudâtı şiir görenler nazarında, belki Makber de bir şiire benzer. Bence bir şâireyi andırır; o şâire Sâni’-i Kudret’in bir şiiri idi. Makber’in muhteviyâtı, bunca nakâyisi, haşviyyâtıyla berâber, bir merhumenin ruhâniyeti, bir ruhun mâneviyâtıdır.

Makber onun hâli, onun resmi, onun hayâli, onun heykeli, onun mezarıdır; onun hiçbir beğenilecek yeri kalmayan hayatıdır. Yine tekrar edeyim: Makber odur. Bunun için severim.

Lâkin Makber, edebiyât nokta-i nazarına karşı çirkin bir çocuktur. Ma’sum, fakat güzel değil; hakîr bir feylesoftur; hikmet, fakat şüpheli; kusurlu bir hüsündür; feryâd, fakat musanna; ma’mûr bir mezardır; hazin değil, fakat mezar; bir magrib, fakat parlak; bir güzel, fakat sevimsiz; bir şiir, fakat kafiyeli.

Bunun için de beğenmem.

Fikrin serhaddi memât olduğu gibi, şiirin de elfâza intikalde hududu kafiye oluyor. Ne yapalım!..

Makber için bir fikr-i şer’i beyan etmek lâzımsa, işte bu kitâb bir merhumenin mezarıdır.

Zâirinden Fâtiha niyaz ederim.

Abdülhak Hâmid Tarhan

makber_mukaddimesi Makber'in Mukaddimeleri
Son Tab’a Mukaddime

Makber’le Ölü sükût ile feryâddır. Yâhûd birer sükût-ı enîn-âlûddur.

Makber dediğimiz leyl-i muzlimden doğan bu ölü, âtide bir gün hakîkat gibi uryan veya kefen-pûş-ı acz ü isyan, bir tayf-ı şebrev hâlinde, eminim ki, bir Hacle’ye de girecektir.

Bu mevlûd-ı hissiyât-velûdun sadâsı işitilmez, fakat duyulur. O mehd-i sermediyyet-ahdin sükûtu bir nevi’ ilhâmdır. Meâline akıllar ermez, fakat kalblerde mânîdâr olur.

Ben ihtiyarladıkça Ölü tazeleşecek, Makber tazelenecektir. Niçin mi? Arzedeyim:

Makber’i edebî hayatımızın kabristânı gibi yâd edişim mahzâ edebiyat nokta-i nazarından bir tevcîhdir.

Yoksa bu mahşer-i dünyevî-i beşerde hayât ile memât bâki oldukça, bu kubbe-i nîlgûn-ı hilkatte sükût ile feryâd devam ettikçe ve insanlarda hissiyât bulundukça Makber’le Ölü’nün hayâtı, yâhûd bu iki eserin muhteviyâtı için zevâl ü fenâ tasavvur olunamaz.

Her ferd-i zî-rûh bir gün benim gibi musâb u mecrûh olacak, benim gibi hissedecek, benim gibi ağlayacak ve hiç görmemiş, ziyaret etmemiş olduğu Makber’le Ölü’yü kendi kendine ve mintarafillah okumuş, ezberlemiş bulunacaktır.

Makber her fâni için ebedî bir darbe, Ölü her dünyevî için mânevî bir türbedir. Bunlarda bir hüviyyet-i şi’riyye, bir tabiat-ı edebiyye, velhâsıl bir hayât-ı san’at taharrisine tasaddi nebbâşâne bir taaddi olur. O yolda bir zâir için Makber taş kesilir, Ölü sırıtgandır. Ve ben zâirin o yoldasını bir kahraman-ı hüner gibi telakki etmem. O bir edebiyat arslanı değil, belki bir mâneviyat sırtlanıdır.

Ömrüm vefa ederse Ölü ile Makber birçok âsâr-ı âtiyeye rehber olabilir. Ve onlar, tenkidât-ı edebiyyeyi kemâl-i fahr ile karşılayacak şeyler olmak ihtimâli vardır. Zâten bundan evvelki müellefât-ı hakîrânemin her sahîfesi küşâde ve mâlâmâl-i kusur u ihmal, her türlü taarruz ve tenkide âmâde bulunuyor, yırtıcı kalemlere açık sahîfeler!.. -Ancak ağlayanlara gülünmez, feryâd takbîh ve tevbîh edilmez.- Âh, Hâlık’la mahlûk arasında bir rast-gâhtır.

Bu iki kitâbın sâhibi mümkin ve muammer olup da meselâ yetmiş yaşına erdiği zaman, o iki âh-ı cangâh otuz yedi seneden beri rû-be-râh-ı İlâh olmuş olacak ve onlara, kim bilir, esnâ-yı seferde daha ne vâveylâlar katılacak, fakat bu kâfile-i iftirânın son rehrevi bir sükût-ı ebedî olacaktır.

Bunun için -sükût ile feryâd- bâki oldukça demiştim. Ve Ölü ile Makber işte yalnız bu itibar ile dâima taze vü ter kalacak; üslûbu, elfâzı ne kadar herem ve kıdem kesbederse etsin.

Diyebilirim ki Makber’le Ölü benim eserim değil, yâdigâr-ı rûzgârdır. Yâhûd benim eserimdir, hiçliktir, fakat pâydârdır.

Viyana, 15 Mayıs 1922

Abdülhâk Hamid

Bunu demek istememiştim

‘Bunu demek istememiştim.’

Birinin gayretle, ciddiyetle ve samimiyetle konuşup sonra da dinleyenine ya da dinleyicilerine dönerek ‘Ben bunu demek istememiştim.’ dediğini her işittiğimde çok üzülüyorum.

İş bana kalsa, insanoğlunun yazdığı her kitabın, heykeltıraşın yaptığı her heykelin, ressamın çizdiği her tablonun, hatibin yaptığı her konuşmanın ve herhangi birinin ağzından çıkan her ifadenin sonuna şu üç kelimeyi yazardım: Bunu demek istememiştim. Neden mi? İnsanların ifadesi ne tür olursa olsun, ne kadar ince ve hassas olursa olsun, hâlâ bütün duygu ve düşüncelerini ifade etmekten uzaktır. Çünkü onlar, harfleri doğru dürüst telaffuz edemeyen çocuklar gibidirler sanki. Ben ise bu anıları insanlar için değil, kendim için yazmama rağmen sonuna ‘Bunu demek istememiştim.’ yazacağım.

Doğruluk niyetle olur, ifade ile değil. Çünkü ifadeler niyetleri örter. Bunun için insanlar, doğrucuları ve yalancıları birbirine karışık sürekli bir azap içindeler. İnsanların suskunlarından olan ben, nasıl yalan söyleyebilirim? İyi niyet, ancak doğru olmayan ifadesi ile yalan söyler. Kötü niyet ise doğruyu taklit eden ifadesi ile yalan söyler.

Sözler doğru ve yalandan ibarettir. Susmak ise hilesi ve yalanı olmayan bir doğrudur.

Bunun için insanlar konuşurken ben hep sustum.

***

İnsanlar, konuşanlar ve susanlar diye ikiye ayrılır. Ben suskunlardanım. Benim dışımdakiler habire konuşurlar. Dilsizler ve bebekler ise Allah’ın ağızlarına vurduğu mühür dolayısıyla konuşmazlar. Oysa ben, kendi ağzımı kendi elimle mühürledim. Ben susmanın tadını anladığım halde, konuşanlar konuşmanın acılığını anlayamadılar.

***

Ben, onların düşüncelerini konuştukları ile değil konuşmadıkları ile kavrıyorum.

***

Fikir bir yerde durmaz, rüzgar gibidir. Meralar üzerinde eserse mera kokusu, çöplükler üzerinde eserse çöp kokusu alırsın.

***

Ona ne cevap verseydim? Ona, hayatta başkalarının cebinden kendi cebine para aktarmaktan başka bir düşüncesi olmayan bir insana, yıldızları temaşa ettiğimi mi söyleseydim? Yıldızları ve dalgaları seyretmenin, kavhe pişirip müşterilere vermek ve onlardan para almaktan daha iyi olduğunu nasıl anlatabilirdim? Bedenin kanaat getirmesi fazilet, ama ruhun kanaat getirmesi suç.

***

Cahilin tanrısı cehaletidir. Bilmediğini inkâr etmek, insanın doğası gereğidir. Öyleyse insanoğlu, niye kendini inkâr etmiyor? Yine sadece duyu organlarıyla bilgilenmeye çalışması, insanın cehaletindendir. Oysa bu organlar işin gerçeğini kavrayamaz. Duyu organlarının algıladığı her şey, kapalı ve sınırlıdır, aldatıcıdır; algıladığı her şey aldatıcıdır. Göze, kulağa, ele, buruna ve dile dayanmayan duyular ise insanların anlayışına göre kuruntu ve karışık düşlerdir. İnsanoğluna gönül gözünün, etten ve kandan olmayan bir kulağının olduğunu; derin düşünme ve sessizlik sayesinde gözünün görmediğini görebileceğini, kulağının duymadığını duyabileceğini söylesen sana ahmak ve deli der. Öyleyse insanların görmediğini gören, duymadığını duyan, insanların gözünde deliden başka ne olabilir?

***

Eğer bir vatanım olsaydı, bir an önce ondan kurtulurdum. Çünkü ben, yer diye adlandırdığınız küçük bir geminin değil, uçsuz bucaksız dünyanın çocuğuyum. Bütün yeryüzü benim olsa, sonra da Afrika’dan bir zenci gelip bir köşesi benden istese, hepsini ona verirdim.

***

Savaşın en büyük kötülüğü, bedenden önce ruhu öldürmesi. İnsanın gücünü, içindeki düşmanından dışındaki düşmana yöneltmesidir. Aslında insanın, kendinden başka bir düşmanı da yok!

***

Alışverişte insanın mutsuzluğu yatar. Alıp vermede ise kurtuluşun anahtarı.

***

Serap, susuzluğu sudan daha iyi giderebilir.

***

Köle, köle pazarında alınıp satılan değil; kalbi köle pazarı olandır.

***

Acı, meyvesi bilgi olan bir ağaçtır.

***

Anne ve babanın kıymetinin olmadığı ve çocukların kendi arzulara göre hareket edip anne-baba tarafından yapılan en küçük bir müdahaleye bile katlanmadıkları bu zamana lanet olsun!

***

Bütününe fiyat biçilemeyenin her bir parçası da fiyat biçilemeyecek kadar değerlidir.

***

İnsanlar, niye birbirleriyle savaşacakları yerde birbirleri uğruna savaşan askerler olmuyorlar?

***

Allah’ım, beni bana unuttur!

***

Başına bir musibet gelmiş bir insanın başkasını değil de sadece kendisini kınadığını henüz duymadım. Herkes ya Allah’ı ya şartları ya da insanları kınar. Hepsini birden kınadığı da olur. Öyleyse niye birbirlerini itip çeken ve son derece mükemmel bir düzen içinde hareket eden yıldızlara hayran kalmazlar da birbirleriyle ve diğer varlıklarla itişip kakışan insanlara hayran kalırlar. Meydana gelen olay arzularına uygun değilse, o zaman sistemi ve sistemin Rabb’ini inkâr ederler. Eğer istedikleri gibiyse ya da istediklerinden daha iyiyse, bu kez de düzeni ve düzenin Rabb’ini yüceltirler. İşte Şin! Bütün insanlar onun gibi. kendilerini değil, gökyüzünü ve yeryüzünü kınarlar. O’nun kalp gözü açılsa herkesten ve herşeyden önce insanları değil kendini kınardı.

Bu dünyada takva sahibi olduklarını iddia edip, başlarına musibet geldiği vakit ‘O, Allah’ın bir sınamasıdır’ diyenler de var. Oysa bütün ihsanlar gibi onlar da Allah’ın sınamacı değil de öğretici olduğunu unutmuşlardır. O, ancak sınamanın neticesini bilmeyenleri sınar.

Allah, kendisinden korkanlara ve korkmayanlara eşit olarak öğretir. O’nun nazarında sevilen ya da sevilmeyen, ehil yada nâehil, asil ya da asil olmayan yoktur. İnsanlara bazen zevkle bazen elemle bazen lutfederek bazen de mahrum bırakarak öğretir. Oysa O, hala örneklerini, anlatım biçimlerini, zamanını ve mekanını çeşitlendirmektedir. Ve O’nun bizden ve bizim O’ndan ne anladığımızı idrak edebilmemiz için bize yavaş yavaş bilgi basamaklarını tırmandırmaktadır.

İnsanın, paranın hayatta hiçbir önemi olmadığını veya bütün yaptığı işlerin kendisine yaradığını anlaması ve bunlardan bir ibret alması, tüm hayatındaki en önemli noktadır. Kim bir ibret alırsa tecrübe kazanır ve başka sınavlardan geçer. Ve kim ibret almazsa değişik şekillerde sınavlarla karşılaşır. Bunun için de her çeşidiyle ızdıraplar, insanların ayrılmaz bir parçası olur. Çünkü onlar, ızdıraptan mutluluğa kaçmanın ızdırabın diğer bir yüzü olduğunu, anlamadıkları bir sınavdan yine anlamadıklar başka bir sınava kaçmak olduğunu ve yine ızdıraptan kaçmanın, Büyük Öğretici’nin bizden ne istediğini bilmek ve onu uygulamak olduğunu henüz öğrenememişlerdir.

Mihail Nuayme

mihail_nuayme Bunu demek istememiştim

İki dosttan

Selam
İki gözüm azizim
Roj baş…
Zebanileri merhametten arındırana hamdolsun,
Kendir satılan çarşılardan kenevir kokusunu kaldırana hamdolsun,
Kararmış daldan harikulade kiraz çiçekleri açtırana hamdolsun,
Ümitlerimizi yeniden yeşertene hamdolsun,
Bulanıklaştıktan sonra durulmamıza mühlet verene hamdolsun,
Yüreğine çok azına verilmiş üstün meziyetleri yerleştirene hamdolsun,
Ya Fettah
Rahmet bereket afiyet ve Hikmet kapılarını sonuna kadar aç ve lutfet 
Sen latifsin 
Kereminle marufsun
Lûtfet lûtfet lûtfet…
Yakın zamanda görüşmek ümidi ile..

Yaşar Uygan

yasar_uygan İki dosttan

Merhabalar,

Geçen yıldan beri ne zaman ki internet üzerinden şiir okumak istesem, ilk aklıma gelen sizin arşivleriniz oluyor. Oralarda, o güzel şiir ve fotoğraf paylaşımlarınız arasında dolanıp duruyorum saatlerce. Ve bu güzel gezintileri sunduğunuz için teşekkür etmek istedim artık. Bu kadar nankör olup böyle geç kalmış olmam da ayrıca ayıp ama işte ne yapalım, insanız.

Şiire ve edebiyata yönelik zevkleriniz, uğraşlarınız ve emekleriniz olağanüstü. Edebiyata ilgi duyan bir acemi ve aynı zamanda bir Türkçe Öğretmenliği bölümü öğrencisi olarak sizi tebrik etmemek ve size imrenmemek akıl kârı değil. Ne diyeceğimi pek bilemiyorum, bağışlayın. Sadece bir vefa borcum olduğunu düşündüm ve size ulaşma gereği duydum.

Değerli vaktinizi de fazla çalmadan, çalışmalarınızda ve hayatınızda şiir gibi güzellikler diliyorum.

Şiirle kalınız. Saygılar…

R.G.
hayatin_balkonundan İki dosttan

Hepsi Bu

tercih yapan tercihini yapmıştır,
yapılan tercih yanlışsa da, yanlıştır..
kimsenin alacağı önlem kalmamıştır..

hepsi bu..

Sibel A. Kuruca

hepsi-bu Hepsi Bu

Sis

Sarmış yine âfâkını bir dûd-ı munannid,
Bir zulmet-i beyzâ ki peyâpey mütezâyid.
Tazyîkının altında silinmiş gibi eşbâh,
Bir tozlu kesâfetten ibâret bütün elvâh;
Bir tozlu ve heybetli kesâfet ki nazarlar
Dikkatle nüfûz eyleyemez gavrine, korkar!
Lâkin sana lâyık bu derin sürte-i muzlim,
Lâyık bu tesettür sana, ey sahn-ı mezâlim!
Ey sahn-ı mezâlim…Evet, ey sahne-i garrâ,
Ey sahne-i zî-şâ’şaa-i hâile-pîrâ!
Ey şa’şaanın, kevkebenin mehdi, mezârı
Şarkın ezelî hâkime-i câzibedârı;
Ey kanlı mahabbetleri bî-lerziş-i nefret
Perverde eden sîne-i meshûf-ı sefâhet;
Ey Marmara’nın mâi der-âguuşu içinde
Ölmüş gibi dalgın uyuyan tûde-i zinde;
Ey köhne Bizans, ey koca fertût-ı müsahhir,
Ey bin kocadan arta kalan bîve-i bâkir;
Hüsnünde henüz tâzeliğin sihri hüveydâ,
Hâlâ titrer üstüne enzâr-ı temâşâ.
Hâriçten, uzaktan açılan gözlere süzgün
Çeşmân-ı kebûdunla ne mûnis görünürsün!
Mûnis, fakat en kirli kadınlar gibi mûnis;
Üstünde coşan giryelerin hepsine bî-his.
Te’sîs olunurken daha, bir dest-i hıyânet
Bünyânına katmış gibi zehr-âbe-i lânet!
Hep levs-i riyâ, dalgalanır zerrelerinde,
Bir zerre-i safvet bulamazsın içerinde.
Hep levs-i riyâ, levs-i hased, levs-i teneffu’;
Yalnız bu… ve yalnız bunun ümmîd-i tereffu’.
Milyonla barındırdığın ecsâd arasından
Kaç nâsiye vardır çıkacak pâk u dirahşan?

Örtün, evet, ey hâile… Örtün, evet, ey şehr;
Örtün ve müebbed uyu, ey fâcire-i dehr!..

Ey debdebeler, tantanalar, şanlar, alaylar;
Kaatil kuleler, kal’alı zindanlı saraylar;
Ey dahme-i mersûs-i havâtır, ulu ma’bed;
Ey gırre sütunlar ki birer dîv-i mukayyed,
Mâzîleri âtîlere nakletmeye me’mûr;
Ey dişleri düşmüş, sırıtan kaafile-i sûr;
Ey kubbeler, ey şanlı mebânî-i münâcât;
Ey doğruluğun mahmil-i ezkârı minârat;
Ey sakfı çökük medreseler, mahkemecikler;
Ey servilerin zıll-ı siyâhında birer yer
Te’mîn edebilmiş nice bin sâil-i sâbir;
“Geçmişlere rahmet!” diyen elvâh-ı mekaabir;
Ey türbeler, ey herbiri pür-velvele bir yâd
İykâz ederek sâmit ü sâkin yatan ecdâd;
Ey ma’reke-i tîn ü gubâr eski sokaklar;
Ey her açılan rahnesi bir vak’a sayıklar
Vîrâneler, ey mekmen-i pür-hâb-ı eşirrâ;
Ey kapkara damlarla birer mâtem-i ber-pâ
Temsîl eden âsûde ve fersûde mesâkin;
Ey her biri bir leyleğe, bir çaylağa mavtın
Gam-dîde ocaklar ki merâretle somurtmuş,
Yıllarca zamandan beri, tütmek ne…unutmuş;
Ey mi’delerin zehr-i tekâzâsı önünde
Her zilleti bel’eyleyen efvâh-ı kadîde;
Ey fazl-ı tabîatle en âmâde ve mün’im
Bir fıtrata makrûn iken aç, âtıl ü âkim;
Her ni’meti, her fazlı, her esbâb-ı rehâyı
Gökten dilenen züll-i tevekkül ki.. mürâyi!
Ey savt-ı kilâb, ey şeref-i nutk ile mümtâz
İnsanda şu nankörlüğü tel’in eden âvâz;
Ey girye-i bî-fâide, ey hande-i zehrîn;
Ey nâtıka-ı acz ü elem, nazra-i nefrîn;
Ey cevf-i esâtîre düşen hâtıra: nâmus;
Ey kıble-i ikbâle çıkan yol: reh-i pâ-bûs;
Ey havf-i müsellâh, ki hasârâtına râci’
Öksüz, dul ağızlardaki her şevke-i tâli’;
Ey şahsa masûniyyet ü hürriyyete makrûn
Bir hakk-ı teneffüs veren efsâne-i kaanûn;
Ey va’d-i muhâl, ey ebedî kizb-i muhakkak,
Ey mahkemelerden mütemâdî sürülen hak;
Ey savlet-i evhâm ile bî-tâb-ı tahassüs
Vicdanlara temdîd edilen gûş-ı tecessüs;
Ey bîm-i tecessüsle kilitlenmiş ağızlar;
Ey gayret-i milliye ki mebgûz u muhakkar;
Ey seyf ü kalem, ey iki mahkûm-ı siyâsî;
Ey behre-i fazl ü edeb, ey çehre-i mensî;
Ey bâr-ı hazerle iki kat gezmeye me’lûf;
Eşrâf ü tevâbi’, koca bir unsûr-ı ma’rûf;
Ey re’s-i fürûberde, ki akpak, fakat iğrenç;
Ey taze kadın, ey onu ta’kîbe koşan genç;
Ey mâder-i hicranzede, ey hemser-i muğber;
Ey kimsesiz, âvâre çocuklar… hele sizler,
Hele sizler…

Örtün, evet, ey hâile… Örtün, evet, ey şehr;
Örtün ve müebbed uyu, ey fâcire-i dehr!…

Tevfik Fikret

tevfik_fikret_sis_siiri Sis
(Günümüz Türkçesiyle)

Sarmış ufuklarını senin gene inatçı bir duman,
beyaz bir karanlık ki, gittikçe artan
ağırlığının altında herşey silinmiş gibi,
bütün tablolar tozlu bir yoğunlukla örtülü;
tozlu ve heybetli bir yoğunluk ki, bakanlar
onun derinliğine iyice sokulamaz, korkar!
Ama bu derin karanlık örtü sana çok lâyık;
lâyık bu örtünüş sana, ey zulümlér sâhası!
Ey zulümler sâhası… Evet, ey parlak alan,
ey fâcialarla donanan ışıklı ve ihtişamlı sâha!
Ey parlaklığın ve ihtişâmın beşiği ve mezarı olan,
Doğu’nun öteden beri imrenilen eski kıralıçesi!
Ey kanlı sevişmeleri titremeden, tiksinmeden
sefahate susamış bağrında yaşatan.
Ey Marmara’nın mavi kucaklayışı içinde
sanki ölmüş gibi dalgın uyuyan canlı yığın.
Ey köhne Bizans, ey koca büyüleyici bunak,
ey bin kocadan artakalan dul kız;
güzelliğindeki tâzelik büyüsü henüz besbelli,
sana bakan gözler hâlâ üstüne titriyor.
Dışarıdan, uzaktan açılan gözlere, süzgün
iki lâcivert gözünle nekadar canayakın görünüyorsun!
Canayakın, hem de en kirli kadınlar gibi;
içerinde coşan ağıtların hiç birine aldırış etmeden.
Sanki bir hâin el, daha sen şehir olarak kuruluyorken,
lânetin zehirli suyunu yapına katmış gibi!
Zerrelerinde hep riyakârlığın pislikleri dalgalanır,
İçerinde temiz bir zerre aslâ bulamazsın.
Hep riyânın çirkefi; hasedin, kârgüdmenin çirkeflikleri;
Yalnız işte bu… Ve sanki hep bunlarla yükselinecek.
Milyonla barındırdığın insan kılıklarından
Parlak ve temiz alınlı kaç adam çıkar?

Örtün, evet ey felâket sahnesi… Örtün artık ey şehir;
örtün, ve sonsuz uyu, ey dünyanın koca kahbesi!

Ey debdebeler, tantanalar, şanlar, alaylar;
Kaatil kuleler, kal’ali ve zindanlı saraylar.
Ey hâtıraların kurşun kaplı kümbetlerini andıran, câmîler;
ey bağlanmış birer dev gibi duran mağrur sütunlar ki,
geçmişleri geleceklere anlatmıya memurdur;
ey dişleri düşmüş, sırıtan sur kafilesi.
Ey kubbeler, ey şanlı dilek evleri;
ey doğruluğun sözlerini taşıyan minâreler.
Ey basık tavanlı medreseler, mahkemecikler;
ey servilerin kara gölgelerinde birer yer
edinen nice bin sabırlı dilenci gürûhu;
“Geçmişlere Rahmet! ” diye yazılı kabir taşları.
Ey türbeler, ey herbiri velvele koparan bir hâtıra
canlandırdığı halde sessiz ve sadâsız yatan dedeler!
Ey tozla çamurun çarpıştığı eski sokaklar;
ey her açılan gediği bir vak’a sayıklıyan
vîrâneler, ey azılıların uykuya girdikleri yer.
Ey kapkara damlariyle ayağa kalkmış birer mâtemi
sembole eden harap ve sessiz evler;
ey herbiri bir leyleğe yahut bir çaylağa yuva olan
kederli ocaklar ki, bütün acılıklariyle somutmuş,
ve yıllardır tütmek ne… çoktan unutulmuş!
Ey mîdelerin zorlaması zehirinden ötürü
her aşâlığı yiyip yutan köhne ağızlar!
Ey tabi’atin gürlükleri ve nimetleriyle dolu
bir hayata sâhip iken, aç, işsiz ve verimsiz kalıp
her nâmeti, bütün gürlükleri, hep kurtuluş sebeplerini
gökten dilenen tevekkül zilleti ki.. sahtadir!
Ey köpek havlamaları, ey konuşma şerefiyle yükselmiş
olan insanda şu nankörlüğe lânet yağdıran feryât!
Ey faydasız ağlayışlar, ey zehirli gülüşler;
ey eksinlik ve kaderin açık ifadesi, nefretli bakışlar!
Ey ancak masalların tanıdığı bir hâtıra: Nâmus;
ey adamı ikbâl kıblesine götüren yol: Ayak öpme yolu.
Ey silahlı korku ki, öksüz ve dulların ağzındaki
her tâlih şikayeti yapageldiğin yıkımlardan ötürüdür!
Ey bir adamı korumak ve hürriyete kavuşturmak için
yalnız teneffüs hakkı veren kanun masalı!
Ey tutulmıyan vaitler, ey sonsuz muhakkak yalan,
ey mahkemelerden biteviye kovulan “hak”!
Ey en şiddetlikuşkularla duygusu kö¨rleşerek
vicdanlara uzatılan gizli kulaklar;
ey işitilmek korkusuyle kilitlenmiş ağızlar.
Ey nefret edilen, hakîr görülen millî gayret!
Ey kılıç ve kalem, ey iki siyasî mahkûm;
ey fazilet ve nezâketin payı, ey çoktan unutulan bu çehre!
Ey korku ağırlığından iki büklüm gemeye alışmış
zengin – fakir herkes, meşhur koca bir millet!
Ey eğilmiş esir baş, ki ak-pak, fakat iğrenç;
ey tâze kadın, ey onu tâkîbe koşan genç!
Ey hicran üzgünü ana, ey küskün karı-koca;
ey kimsesiz; âvâre çocuklar… Hele sizler,
hele sizler…

Örtün, evet, ey felâket sahnesi… Örtün artık ey şehir;
Örtün, ve sonsuz uyu, ey dünyanın koca kahpesi!

Tevfik Fikret
sis_siiri Sis

Yat ve Uyu!

Bu karanlık, bu uzun kış gecelerinde…
Soğuk, buzdan bir perdeyle süslerken camı,
Dolaşırken birçok siyah gölge odamı,
Damarımda kurşunlaşıp donarken kanım;
Yine seni düşünmekle geçer zamanım…
Bu kimsesiz… Bu mahzun kış gecelerinde…

Serpilirken pencereme avuç avuç kar…
İçerimde hicranlardan bir nehir akar…
Karların da lambam gibi rengi sarıdır…
Onlar yırtık bir mektubun parçalarıdır:
Rüzgâr, sana yazdığımı geri getirdi…
Pencereden dondurucu bir nefes girdi…

Rüzgâr yaptı her çatıda ayrı bir makam…
Yine senin hayalini gördüm bu akşam…
Hançeremden alev gibi çıktı bu çığlık:
-Git istemem! .. Git istemem! .. Çık odamdan çık! ..
Ah! .. Ne dedim? . Hayır gitme.. Hayır gitme… Gel! ..
Ben git dedim, dedim ama sen işitme… Gel! ..

Sensin beni en onulmaz yerimden vuran,
Fakat sensin yine boş ömrü dolduran…
Bu çılgının senden başka muini var mı? ..
Gitme… Beni senden başka kimse anlar mı? ..
Gözlerimi sen ki başka bir ufka açtın…
Nerdesin ya? .. Nerdesin ya? .. Ah neden kaçtın? ..

Yapyalnızım… Etrafımda yok senden bir iz…
Odam sessiz… Dışarda yağan kar sessiz…
Bu geceler dayanılır gibi değil ki…
Ey şimdi bu satırları okuyan bil ki:
Istıraplar yüz katlı kış gecelerinde…

Fakat kızgın yanardağlar çıksa bağrımda,
Senin için ben her derde katlanırım da
Derim ki: ‘Bu gecelerin ızdırabiyle,
Ben ağlasam, harap olsam, çıldırsam bile;
Sen ateşli vücudunla ısınan rahat,
Yatağında bir rahibe saffetiyle yat…
Yat ve uyu! .. Bu tatlı kış gecelerinde…”

Sabahattin Ali

yat_ve_uyu Yat ve Uyu!

Saat On’da Kalkacak Vapur

Saat onda kalkacak vapur
biliyorum biliyorum
işte bavulum, yüreğim işte şurada
biletimi istiyorlar, uzatıyorum
güverteye çıkıyorum, hiç yoktan bir deniz daha
-saat onda mı kalkacakmış vapur
-gecikebilirmiş biraz, öyle diyorlar
desinler, desinler
hey kaptan! bana baksana
ben çoktan varmışım varacağım yere
bir edip daha bekliyor beni eski bir otelin kapısında.

üstümde sarı bir gömlek var, iyi ki sarı
içimi kapatıyor bana verdikleri oda
eşyalarımı yerleştiriyorum, öylesine ağırdan alıyorum ki bu işi
kocaman bir serüvenden ufacık bir parçayı
özenle sürdürüyorum sanki
uzanıp musluğa doyasıya su içiyorum
ilk damlası şuramda, son damlası çocukluğumda
dışarı çıkacağım, sıkıca kapatıyorum penceremi.

neden olmasın
üstüme pek uymayan bu yalnızlığı ben
taşımışım bir yolcu gibi çocukluğumdan bu yana.

her öğrenmek istediğimiz şey onu öğrenme alışkanlığımızda
çarşıyı iyi biliyorum, meyhaneleri bir bir
kimseler tutamaz benim bu kadehi tuttuğum gibi avucunda
ama öğretilemez de bana bir tarla kuşunun uçuşu
bu nehir akıyor mu, yüzüyor mu yoksa bir başına
odamdaki gece lambası neden bu kadar soğuk
ben öğretmedim ya
bir pervane nasıl da öpüyor onu öğrendiği uyumla.

akşam mı, evet akşam
her şeyi bir bir açıklama vakti
-öyle mi, peki
nedenini bilmiyorum, ayvalık’dayım
-ayvalığa mı
yeniden gösteriyorum biletimi
hatırlıyorum da, bir arkadaşım vardı benim
tarçından örülmüş bir suskunluktu dili
hey kaptan! sen bilir misin, var mı hiç görmüşlüğün
tam ayvalık gibiydi yüzü, şimdi karşımda
öldü
vardır ya her küçük şehrin bu yüzden
soluşuyla birlikte gözyaşları da.
önce gözleri boğulmuştu, elleri
kupkuru dudakları en sonra
dediler ki, içkiden öldü, yalan!
sevgisizlikti onu aramızdan çekip çıkaran.

saat onda kalkacakmış vapur
ister kalksın, ister kalkmasın, bana ne yolculuktan.

Edip Cansever

banane Saat On'da Kalkacak Vapur

Çiçekleri Sulasan

çiçekler sulasan, kurumuş yaprakları kessen
sözgelimi tırnaklarını yemesen
akşamları erken yatsan iyi olur.

iyi olur elbet
yani şu süsenler, kır menekşeleri yok mu
ne desem
denizin bir tenhalıkla uyumu
kayboldu
kış çoktan unutuldu da ondan. bir akşam
bir manav bütün hüznüyle konuştu
salatalara vuran bir ışığın altında
sanki Ortaköy’de yarısı yanmış bir kışla
gene böyle bir sonuçtu
kış unutuldu kardeşim. artık
hiçbir ayak sesi birbirine benzemez.

Bingöl’le İstanbul arası
otobüsle kaç saat
yani İstanbul’la Bingöl arası
kaç saat otobüsle
kimine göre günlerce
kimine göre birkaç saniyedir
çünkü özlemler çeşit çeşit
özlemler ki binlerce
ah sevdadır ancak onları birleştirir
Sündikan dağlarından aşağı
Isparta biraz gülümser
Isparta’nın ortası denizli çarşı
balıklar cansız yüzer
ey ülkesiz özlem, sen şimdi biraz dur
bir kadın neden olmayasın ya da yitik bir erkek
ah evet
size de sormak gerek
ey uçurumlar, köprüler
kış neden unutuldu.

Mersin körfezinde batık bir gemi
ütünde kuşlar yüzen bir gemi
kaptanı Seyhan suyunun başında
keklikle rakı içer
atar ruhunu bazen sulara
akışına suların
yani eliyle Kars’ı gösteriyordur Kars’ta
Erzurum da Erzurum’u
bazen de
kör bir tüfeğin ucuna o ruhu
kuşlardan kuşlar çıkarır, kuşlara kuşlar ekler
yepyeni bir kuş yaratır
tüyleri kalbini saran
Seyhan suyunun başında
ne olursun yolcu dokunma ona
bak, kan kırmızısı gözlerinin kenarı
benimle konuş istersen
dedim ya benimle konuş
yolcu
üsteleme kardeşim hangi kış unutuldu.

iyi olur, iyi olur
Bartın’dan Devrek’ e yürüyen tavşan
bir kırk yılı beyazlatır durur
kırık yılda kırık kış işte, yok sayarsak ölümü
şuramızdan bir karakış savrulur
ben derim iyi olur, sen dersin kötü olur
bir ölü ovunurken bir başkası ovunmaya soyunur
kış durur.

İzmir çarşısında bir kadın
güpegündüz bir kadın
gecelerini bilen, iç çamaşırlarını bilmeyen
dudaklarını bilen, öpülmeyi bilmeyen
çocukları olan, ama çocukları olmayan
güpegündüz bir kadın
tabancasıyla üç yerinden vurulur
yaz düşer yaprak yaprak
kan donar söylene söylene
kırılmış sırça gibi dökülür yerlere yaşamak
bir minibüs Milas’a kalkar
bir minibüs bir daha Milas’a kalkar
çakılır durur
söylesene ne olur, konuşsana ne olur
kış nerdeydi o vakit kime sorulur
ısıt şu ekmeği avuçlarında
ufacık dünyanı ısıt ısıt
yoksulsun ya ölümün daha büyük
entarin sümbüllü basma
sümbüller binbir delik
eh neden acısındı artık sana
unutuldu acımak
unutuldu bir kış daha.

(o kış mı, iyi bilmiyorum, o kış mı
salataların buza kestiği o kış mı
yalnızlığın, yoksulluğun bir salgın gibi
kente yayıldığı o kış mı
dükkanların erken kapatıldığı, şekerle tuzun birbirine karıştığı
-ve neydi, gene neydi bir hüznün özgül ağırlığı-
bütün yüzler birbirine benzerdi
bütün yüzler birbirinden doğardı
o kış mı, o kış mı
evlerde sokaklarda, fabrikalarda
hemen hemen her yerde
sanki herkes birbirine ağlardı.)

ey sonuç
neyin sonucu
alfabeye koydular ölü bir kuşun yavrusunu
-ah neydi gene neydi ölümün özgül uzunluğu-
ve neydi
bir ayvayla bir ayvanın arasında tüten sarılık
böceklerin uzun uzun yıkandığı sarılık
o zaman ki kar yağdı, kimse bir şey anlamadı
kapıları pencereleri sıkıştırdık
o donuk kanla, donuk olmayan kanla
ve ne çıkardı boz bir gökyüzü bizim olduysa
kalsak kalsak biz ikimiz kalırdık ki ne çıkardı
kirlilik yürürlüğe girmişti bir kere
aramızda hiç yoktan bir acımasızlık
üstelik karaciğerim, kalp çarpıntıları, vesaire
her neyse şuydu buydu
ben unuttum hangi kış unutulduydu.

Edip Cansever

cicekleri_sulasan Çiçekleri Sulasan

Aylı Karanlık

saklı tuttun saklı tutmanı sevdim
en karanlığa açılan kapını sevdim
yüzümü döndürmek için az mı
denizler dalgalar az mı yangınlar bulutlar
geldi savruldu üstüme geldi yıkıldı

bir nice batık taşlara gemilerim
yıkılmış ağaçlara bir nice gölgelere
gemilerim dedim beni alır götürür
koskoca bir uykunun ardında
bir ormanın ardında karıncaların

olmadı mı en çok onu sevdim
saçlarını kurutmağa yaz güneşi
olmadı mı ellerini sevdim gülüşlerini
ateşler yaktım ısındım karanlığında
yoluma çıktıkça gözlerinin akşamı
ne ürkek ne büyük olduklarının akşamı

sevdim çağrıladım ben seni geceler
günler yalnız olduğumun kıyılarında
aydınlığı sürüp giderken yan yana gelmelerin
dedim elleri kim bilir kimin elinde
saçları dudakları kim bilir kimin…

Kemal Özer
sakli_tutmani_sevdim Aylı Karanlık