Şiir ile Ankara

İstanbul’un kapısı hala Haydarpaşa’dır. Bir şehir nereye kapı açar, bir şehrin
neresinde kapı açılır diye aklınıza getiriyorsanız, Haydarpaşa’da akrar
kılmanız kaçınılmaz olacaktır. Trenden inersiniz, gar binasından geçersiniz ve
merdivenlerde bir an durup bakarsınız, işte o an kapıda geçtiğiniz andır, size
uzaktan baka biri, bu şehre kaçıncı kez geldiğinizi, kaçıncı kez o kapının
hayatınızın bir sınırı olarak ardınızdan kapandığını anlayabilir. O kapının
ardında birçok şehir duruyorsa da, onların arasında biri var ki, bu şehre
kaptırdıklarınızı kolay kolay geri alamaz. Fakat kahrından da yıkılmaz, bir
anne gibi kızlarını ve oğullarını gurbete göndererek yaşayacağını bilir,
bağrına taş basar, oturur. Ankara Ankara Güzel Ankara dedikleri o anne
şehridir, şehirlerin annesidir. İstanbul’la yarışı baştan kaybetmiştir demek
ona haksızlık olur. Ankara, yerini bilen şehirlerin başında gelir. Ankara’nın
İstanbul’la bilinen hiçbir mes’elesi yoktur, mes’ele çıkaran her zaman olduğu
gibi İstanbul’dur.

Bir şehrin kapısı her zaman hatıralara açılır, hatıralara kapanır.
Şehirler; hatıralar dükkanıdır ya. Hatıralar uzun zaman o kapının ardında
unutulur, şehirler gibi. Bir dükkanın kapısına kilit vurup açmamak gibi.
Üstümüze kapanan ne varsa biraz da yokluğumuzdur. Yokluğu çoğalta çoğalta
yaşadığınız bir yeni şehir ise, sizin eskiliğinizi gün be gün yüzünüze vurur.
Gün gelir, o yokluğun kapısını bir kez daha açmayı göze alırsınız. Gözünüzün
açtığı kapı, yokluğun kapısıdır, unutma kapısıdır, açılır bakarsınız dükkan
yeni mallarla tepeleme doludur. Kendinize ordan bula bula belki bir mendil
bulursunuz, hani olur a, gözyaşlarınız içinize akmasın diye, aksa ne olur
akmasa ne, bulduğunuz bir kağıt mendildir. Buradan açınız.

Ankara’ya başka türlü giremem, insan ardına bakmdan çıktığı bir şehre
hiçbir şey olmamış gibi, aradan neredeyse 15 yıl geçtikten sonra, bir kez
için bile olsa, yüreği titremeden girebilir mi? Gizlice girebilir ama, şehri
bulabilir mi? Bu yazı güzel olursa belki Ankara beni bağışlar ya da bu yazıyı
yazmamın tek sebebi, Ankara’ya tıpkı eskisi gibi gidebilmek içindir, çok var
ki Ankara için övgüden başka bir şey gelmiyor aklıma, hem Ankara, işime yarar
tek şeyin bir kağıt mendil olduğu o dükkan değildir, Ankara kendine mahsustur,
eskiye mahsustur, eski çocuklara mahsustur. Ankara’da vefa diye bir semt
yoktur, Ankara baştan aşağı bir vefa semtidir, onda vefa vardır, bizde vefa
yoktur. Hem vefa böyle bir şey değil midir, aşk gibi, birimizin aşkı ikimize
de yeter de, gün gelir insan yorulur. Ankara’nın yorulduğunu sanmıyorum. Vefa
aşktan da beterdir, aşkın bile bir sonu varken, vefa’nın hiç sonu yoktur,
vefasızlar oldukça vefanın sonu olmayacak!

İzmir. İzmir için yazabilir miyim bilmiyorum ama, İzmirliler için
mutlaka yazmalıyım. İzmirli olmak bilinmeyen bir şeydir benim için, hala.
Ankaralıların ortak özellikleri var mıdır, bunu da bilmiyorum, ama İzmirliler
için ortak özellikten bol bir şey yoktur. Fakat en ortak ve mühim özellikleri,
İstanbul’a yerleşen İzmirliler’in İstanbul’a yerleşen Ankaralılar’a “taşralı”
gözüyle bakmasıdır. Bu inanılmaz gelebilir ama, İzmirliler’de inanılmaz önemli
bir özelliktir. Çünkü İzmir sadece bir şehir değil, sanki Ege’nin başkenti
gibidir ve Ege’nin başka şehirlerinde oturanlar da İstanbul’a geldiklerinde
İzmir’i temsil ederler, Ankara’ya karşı İstanbul’un yanında saf tutarlar.
Fakat takdir etmek gerekir ki “kentlilik bilinci” İzmirlilerde pek yüksektir,
İstanbul’un geçmişine sahip çıkarak bize bir İstanbul nostaljisini yaşatanlar
arasında İzmirliler önemli bir yer tutar. Ankara’ya yüz vermemelerini ise
anlamak zor değildir. Çünkü hedef İstanbul’dur. Ankaralılarınsa böyle bir
hedefi olduğu söylenemez, onlar çoğunlukla “gelmiş bulunmuş”lardır. Anlaşılan
bu sözleri açmak ve açıklamak için bir İzmir yazısı şart oluyor, burda keselim
ve Ankara’ya dönelim.

İstanbul, Ankaralılar için bir buluşma yeri değildir. ankara,
İstanbul’a gönderdiği herkesi ayrı semtlere, ayrı kaderlere yerleştirmekle
vazifelidir sanki. Aynı trene bindirse de, yolculuk beraber geçse de, tren
Haydarpaşa’ya geldiğinde sanki herkes başka Ankara’dan geliyormuş gibi kendi
İstanbul’una doğru tek başına yürür. Onları Ankara’da buluşturan, birleştiren,
bir arada tutan şey neyse, tıpkı sudan çıkmış bir balık gibi, o şey İstanbul’a
kadar dayanır ve İstanbul’da alçı dağılır, Ankara paydos, burası İstanbul
olur.

Bu bir şehir yazısı değil, beni İstanbul’a gönderen benim Ankara’mın
yazısı. Ben öyle yazıyorum, Ankaralılar nasıl okur, İstanbullular ne der,
İzmirliler ne düşünür, bilemem. Hem bilinecek ne var anlatıyorum işte,
anlatabilme ümidiyle. Söylemiştim, Ankaralılar anlata/bilmeyi isterler,
anlamayı/bilmek üzre. Yoksa çok kırılarlar! Yok, o kadar da değil, Ankaralılar
da Ankara gibi yaralarını sarmayı, karanlıklarını saklmayı, onarmayı bilirler.
Ankara duyarlıdır, duygucu değil! Ne de olsa her şeyin bir mesaisi vardır,
şimdi yazı vakti, İstanbul’da da olunsa yazı vaktidir. Öyleyse bir pazar öğle
sonunu Ankara’da yazıya ayırır gibi yazma vaktidir. Ankara görünüşte ihmal
edilebilir, Ankara hakkında uzun süre susabilirsiniz, Ankara yok gibi
davranabilirsiniz, ama Ankara’yı gönlünüzün haritasından çıkaramazsınız.
“İnsan Yüreğinin Haritası” filmindeki eskimolu çocuk gibi, kurtulmak üzre
kaçarsanız, gider düşlerinizi gerçekleştirirsiniz, oysa en güzel düş
kurtulduğunuzu sandığınız yerdedir ve ir gün veya sonunda sakinliğin orada
olduğunu anlar, dönersiniz. Bu bir keşif değildir, olağan bir şeydir, sadece
kendinizi ihmal eder gibi orayı da ihmal etmişsinizdir, bir gün önünüzde bütün
kapıların açıldığını, başka kapı kalmadığını gördüğünüz anda, eski bir
anahtarın kilitte döndüğünü işitirsiniz, işte o unuttuğunuz kapı kendiliğinden
açılmak üzeredir size. Daha bekleyebilir misiniz? Daha ne duruyorum? Hayır,
Ankara’ya filan döndüğüm yok, daha erken, daha Ankara’nın beni beklediğini
hissetmiyorum, kilitte dönen anahtarın sesini duymadım henüz, beklemedeyiz.
Bekle beni Ankara diyerek çıkmadım ki o şehirden. Sadece unutulmamak için, ben
de senden geldim, ben de senin eski çocuklarından biriyim diyebilmek için,
İstanbul çekil aradan, Ankara ile konuşuyorum.

Orda benim neyim var? Bir lise, bir üniversite, birkaç ev, birkaç
eskiden sevgili, ki şimdi hiçbiri oralı bile değil, fakat orda benim şairlerim
var en çok; Metin Altıok ile Behçet Aysan var, onlar Sivas’a gittiler
biliyorsunuz, İstanbul’a gelenleri saymıyorum, Ankara’ya gelenleri de
saymıyorum, Ankara’da kalanlarım var, dönerse ıslık çalmasını istediklerim
var, Ergin Günçe var ya, “Güzel suçlar işledin bir tarih oldun artık” diyor,
Ankara’ya değil, gidip de dönmeyenlere, dönemeyenlere söylüyor olmalı bunu,
sevgili ‘Gezgin’im Metin Altıok’a söylüyor olmalı, şimdi akşam kimdedir,

“Gün bitti lambayı hazırla;
Işık kalmadı girecek odamıza.
çek perdeleri sevdiceğim;
Kanadı kırık bir akşam
Zonkluyor durmadan dışarda.”

Metin Altıok söyledi diyedir elbette bunu ve söylememiş bile olsaydı, Ankara o
küçük “Tragedyalar” başkenti. Benim ‘Behçet’im var, onun Sivas’ta bir işi yok,
bir suçu yok, fakat bilmediler, bilmiyorlar, hem bilseler bundan böyle neye
yarar?

“Kırgınım, saçılmış
bir nar gibiyim
(…)
sessiz akan bir ırmağım geceden
git dersen giderim
kal dersen kalırım.”

Kal deseydim kalır mıydın Ankara’da tabibim? Ankara’nın Almanya’ya ödünç
verdiği bir şair Gültekin Emre var,

“Öldükten kaç gün sonra kırılır sesin
Kaç gün daha uzar sakallarım, siyaha elvada
etin kemiğe sarılmasına kim engel olabilir
Ruhum uçan balonlarda çocukları sevindirir”

diyesiymiş Gültekin’in, bir de İzmir’e armağanı var Ankara’nın, Sina Akyol,

“Elmanın
nara değdiği gün
Kış
(…)
Nakşı derin bir kadın
Uyur ve işler
Dağ: Çömelir.
Geyik: Düşer.
Avcı: Vurur
Kurşun: Kaçar
(…)
Gölde maral
sesi büyür.”

Sina’nın Ankara’da “Lokman’la Geçen Şen Günleri” var. İyi ki Ankara’nın
kimselere vermediği, ölümlere kaptırmadığı, armağan etmediği, gurbete
göndermediği şairler var, onlar olmadan ben Ankara’yı nasıl özlerim, nasıl
severim? “Bir Denizin Çekildiği Bütün Kıyılar”da ve “Arka Oda”da Mehmet Taner
var, onun “mis!” gibi bir şiiri var:

“mis gibi şeftalinin sırasıdır şimdi
Haziran maziran derken o da çıkacak
(…)
aldatılmış ruhum çıkacak
(…)
Adım deliye çıkacak”

Ali var, “Ankara Ankara Güzel Ankara”nın şiirini yazdı, şairlerin alisi ki
Ankara delisi olmalı diye düşünüyorum onu ya da vefa delisi: Ali Cengizkan.
“Ankara Ankara Güzel Ankara” kitabının başına aldığı küçük yazıyı, benim
yazımın yerine de okuyabilirsiniz, ondan izin isteyerek yazıyı buraya
alıyorum:

“Ankara bir düşler kentidir, kentin kendisi insanları düşler dünyasına
taşıdığından değil: İnsan Ankara’da düş kurmadan yaşayamaz da ondan. Ya
yönetimle ilgili bir düşünüz olmalı, ya mutlulukla ilgili, ya iyi insanlıkla
ilgili bir düşünüz olmalı, ya da iyi sanatçılıkla ilgili. Düşlersiz yaşanmaz
Ankara’da: Çünkü ufuklar sınırlıdır dağlarla, geniş bir ufuk düşünüz yoksa.
Çünkü dereler sığdır ve ‘denetim altındadır’ göğsümüzde yüreğimiz bir
çağlayana bir kaynak oluşturmuyorsa. Çünkü kale terk edilmiş gözükür uzaktan,
içimizde taht kuran/hüküm süren, astığı astık/kestiği kestik ama sırasında
kendini de kesen bir yönetim yoksa. Çünkü ilişkiler köhnemiş, ‘memurin’ ve
hesaplıdır, yaptığınız her şeyi karşılıksız yapmıyorsanız. Onun için de Ankara
bir düşler yatağıdır. Onun çorak bir ülke, tozlu bir kent, kısır bir yaşam ve
çeşnisiz bir toprak olduğu bir yana bırakılırsa /…/ işte bu şiir bu düşleri
anlatır. Ve aşk delileri, mal delileri, göz delileri, yorgan yüzlüler,
melekler, körler, sağırlar, dilsizler, sıkmabaşlar, açık bacaklar, şaşılar,
uygun adımlar, beyin sevenler, yarım pabuçlar, zenneler, kırık boyunlular,
boksör köpekleri, telli bardaklar, yaylı sazlar, dost ölüleri ve diğerleri
adına ve onlar için yazılmıştır,”

dedikten sonra “Solfasol Otobüsü”ne bindirir şiiri:

“Hadi gel, bir kere daha deneyelim,
Mutluluk hakkını kaptırma başkasına.
Solfasol otobüsüne binelim sıkışıktır,
Yakın olmanı istiyorum bana.
Asu gel, bir kere daha deneyelim.”

Adana’yı Ankara’ya tercih eden, şimdi orada bir Ankaralı gibi davranan Hüseyin
Ferhad var, “Geceyarısı Sularında” Ankara’yı ve arkadaşlarını anlatıyor:

“Hamamönü paslanıyor, Yenişehir, Tandoğan
Şakaklarıma kar yağıyor usuldan
gençliğim ve gençlik arkadaşlarım ivmeyle yaşlanıyor:
Duran Er, Ahmet Erhan, Adnan Azar, Yaşar Miraç,
Neşe Yaşın, Haydar Ergülen, Ali Cengizkan
Ağzımda yanık çayır kokusu,
Saçlarım yüzüme dökülüyor,
gözlerimi çırmalıyor ‘gaflet’ uykusu;
ben iyi bir kaptan değildim zaten, teknem battı, kayboldum
geceyarısı sularında.”

Biz kara ahalisi değil miydik, aramızdan iyi bir kaptan çıkmazdı nasılsa! Olsa
olsa ‘tayfa’ olur bizden, o da olmazsa ne gam, belki bir gün doluşuruz kürkçü
dükkanı olan Ankara’ya Ahmet Telli’yi unutmamalı, ki o da ‘vahim Ankaralı’lar
arasında birinciye gelir. Ona tesadüf bile edemezsiniz İstanbul’da. Bunları
okusa eminim içinden “Çocuksun sen” der, ama kibarlığından söylemezdi bana:

“Bir de belleğim başıma bela hazin ve komik üstelik
Hatırla eskiyen meydan saatini, çocukluğundur
Tayyare pulları getirdim sana evden kaçışlarım
İstersen yok say bunları tesbih de yapabilirsin.”

Adnan Azar, ilk şiir kitaplarımız birlikte çıkmıştı, çok sevinmiştik, nerdeyse
koşarak İstanbul’dan Ankara’ya gidebilirdik, o gitti, ben kaldım, bakın eğer
hala bilmiyorsanız, size Adnan Azar’dan çok güzel bir şiir armağan ediyorum,
adı “Okuntu”,

“Mevsimlerden denizi, inceliklerden en çok geçmişi
özlediniz. Sevgiyi kavramanın ağırlığı başlayınca
bizim gibi kaçmadınız. Belki biraz ağladınız; bir
gözyaşı izi boyunca kanadınız. Akşamlar ve parklar
arasında dünyaya en çok siz yaraştınız
(…)
Şimdi sizi çok özlemişiz. Bir akşam bize gelirse
niz, geniş koltuklarda otururuz, susarız.”

“Öteki Şiirler” adlı kitabının arka kapağına şunları yazmış Ahmet Erhan:

“Sanki söylenecek her şey söylenmiştir. Meyhanede arkadaşlarla bir veda
partisi. Eski bir sevgili aranmış, çocuklardan ve eğitim düzeninin
çarpıklığından konuşulmuştur. Eski fotoğraflara bakılmıştır. Sonunda orta yaşa
gelinmiştir. Şarlatanlar ve düzenbazlar kazanmıştır. Ve şiir, artık gülünç bir
şeydir onlarca; sence, bütün yenilgilerin toplamı olmuştur.”

Öyle olmuştur sevgili Ahmet Erhan, gülünç olmak pahasına yazan şairlerse iyi
ki kalmıştır. Hem sen de öyle ya da böyle, buna benzer bir şey demiyor musun?

“Reis, bu şiir böyle bitmez
Aç bir daha oku uyak sözlüğünü!”

Ankara’da kim kaldı, kim kaldı, Akif Kurtuluş kaldı, hak’katen şairdir,
bilirsiniz, yazmadığı kadar çok şiiri vardır, ki buna yazdıkları dahil
değildir, Ankara’da da şairlerin var olduğu bilinsin diye kalmış gibidir:

“tren ayrıldı, unutulan bir takvimin son yaprağında
kum saatinde bir ‘yitik çocuk’ olarak kaldım
zaman’ın dışında yer verilmişti, ne kadar sevsen de
sevgilimin gözlerine bir leke gibi bıraktım sessizliği
(…)
yazdıklarımdan o’nun kumral hayatına sızmayacak kadar usluydum
(…)
tren ayrıldı, tuttum koyu bir karanlıkta yırttım kendimi
resim oldum, ürkek bir anı oldum, artık kim olsa kırar beni”

Ve Ankara’yı uzun uzun kimsesiz bırakan, şimdi Ankara’da onun varlığını
bilmekten sevinç duyduğum ‘büyük bir adam’ var, hem şair, hem adam, şimdi zor
bulunur, Ankara’da bulunur: Orhan Tekelioğlu, “Sonra beni bana bırak sevgilin
ol sevgilim” dediydi, bir de “bir adam zor bulunur yalnızlığa” dediydi, kime,
‘son dostlara’. İşte böyle Ankara, işte Ankara’da çok adam var, çok şair var,
Ankara’dan çok adam, çok şair geçtiği de unutulmamalıdır, derim.

Adamlardan biri Tanpınar’dır. Onun Ankara’sı

“Bazen geniş sağrısını rüzgara vermiş bir harp gemisi gibi zaman ve
hadiselerin denizinde çevik ve kudretli yüzer, bazen bir içkale, bütüm
ümitlerin kendisinde toplandığı son sığınak olur, bazen bir kartal yuvası gibi
erişilmesi imkansız yükselir.”
(Beş Şehir, s.3)

Ahmet Hamdi Tanpınar’a göre bir ‘zıtlar mecmuası’dır Ankara. Tanpınar, “Beş
Şehir”in Ankara’sını şu sözlerle bitirir:

“Ankara Kalesi bu akşam saatinde bana bir milletin tarihin ne kadar uzun
olursa olsun, birkaç ana vak’anın etrafında dönüp dolaştığı, birkaç büyük ve
mübarek rüyaya, yaratıcı hamlenin ta kendisi olan bir imanın devamına bağlı
olduğunu bir kere daha öğretti.” (a.g.e., s.20)

Bana da şiire beraber başladığım ve şimdi pek azı orda kalan Ankaralı
arkadaşlarım öğretti desem, Tanpınar’ın bu tespitine halel mi getirmiş olurum?
Olmam zahir!

Şair Ahmet Erhan’om, keşke bulup da okuyabilseniz, “Ankara-İstanbul Karatreni”
(Edebiyat ve Eleştiri, MAyıs-Haziran 1993; sayı:8, s.46-51) adlı bir yazısı
var. Aynı Ankara’yı terennüm ediyoruz, o Ankara’dan İstanbul’a göçü anlatıyor,
ben de şimdi buradan Ankara’ya bakmaya çalışıyorum. Demek ki yanyolda,
Eskişehir’de buluşabiliriz. Ahmet’in yazısında, bir kez daha anmıştım, ilginç
saptamalar ve samimi itirazlar var, örneğin

“Türkiye edebiyatının en önemli atılımları önce Ankara’da başlamış, daha sonra
İstanbul’a tedbil-i mekan ederek ve ferahlar gibi görünerek ölmüştür. İşin
ilginç yanı, göç edenlerin hepsi de sonradan kanlı bıçaklı İstanbullu
kesilmişlerdir.” (agy, s.48)

Ben önce Eskişehirli, sonra Ankaralı ve sonradan İstanbullu olduğum için,
galiba bir de şimdi bu yazıyı yazmakta olduğum için, alınganlık
gösteremiyorum. Fakat şu yazdıklarında derin bir haklılık payı buluyorum,
kendi adıma da:

“…varolma nedenleri belli bir edebiyat türünde bir şeyler yaratmak olan
insanların İstanbul’da yokedici bir çelişkiyi yaşamamaları mümkün değil. Bu
anlamda yazar-şair takımının beyin göçü aslında aldatıcı, kendi alanlarıyla
varolamadıkları, ya da çarpıtılmış alanlarda kaydıkları bir göç türü.” (agy,
s.50)

Ve yazının o güzel, dokunaklı finalini bir kez daha alıyorum buraya, bana da
çok dokunduğu için:

“Ankara garından İstanbul’a günde beş tren kalkıyor: Mavi Tren iki kez,
Anadolu-Boğaziçi iki kez, Fatih Ekspresi bir kez… Karatren yok, diyorlar.
Arkadaşlarımı götüren trenin adı tarifelerde geçmiyor.” (agy, s.51)

Ben seyyah değilim, şairim. Ankara’dan geçmedim, bizzat durdum orda, bakındım,
bekledim. Seyyah olsam işim kolaydı, beğenirdim, beğenmezdim, överdim, yergide
bulunurdum, anlaşılmazdı gelip konduğum, gidip durduğu. Seyyah olsam yerini
bilirdim, şimdi burası neresidir, şimdi orda kim var, şimdi ben hangi
şehirdeyim ve hangi şehir bende, benim kurulduğum şehir nerde, o yüzden benim
atmosferimde bir şehir değil, bir şiir öne çıkar, nerdeyse. Ankara o şiirle
kurulmuştu benim gönlümde, İstanbul dergilerinde yayımlanan ilk şiirlerimi
Ankara’da yazıp oradan postaya vermiştim, İstanbl’a şiirlerimi göndermiştim
önce. Haydarpaşa kapısından şehre girebilecekler mi bakalım endişesiyle değil,
adet olduğu üzre. Ankara şiir için iyi bir başkenttir, ama yayımlamak için
değil. Türk Dili, Yusufçuk, Tan, Yarın, Uçurum gibi, şiir yayımladığım için
onları anıyorum sadece, diğerlerini ve değerlerini bilmez değilim, güzel
dergileri oldu. Şimdi yayımlananları görüyorum, ama o eski hava yok gibi,
biraz taşra kokusu sinmiş gibi şimdiklerin üstüne, çünkü o eski, güzel
dergiler, Yazı’dan Oluşum’a, Yeni İnsan’dan Morköpük’e, Sözcükler’den
Doğu-Batı’ya, Türkiye Yazıları’na, Edebiyat Dostları’na ve unuttuklarım dahil,
Ankara’nın bir şiir başkenti olduğunu bilir ve gözlerini İstanbul’a
dikmezlerdi. İstanbul’a kavga etmek için çıkmazlardı, Ankara’da bir şiir
vardı, birçok şair vardı, onlar için çıkarlardı, şimdi üzülüyorum bu sinik,
tozlu taşralı tutuma, şimdi o dergilerde Ankara yok, Ankara’nın şiiri yok. Bu
sözlerime kızanlar olacak biliyorum ama, eskiden Ankara’da yayımlanan
dergilerin İstanbul’da da okur, yazar, şair müşterileri olurdu, üzerine
konuşulurdu, şimdi hangisi ve niye çıkıyor, bilmiyorum, bilinmiyor. Eski
Ankara ısrar bilmezdi, ısrar etmeyi sevmezdi, şimdilerde tuhaf bir inat var
gibi, Ankara’nın İstanbul’dan başka derdi yokmuş gibi davranıyorlar. Vahim
değilse de kadim bir Ankaralı olarak bu duruma üzülmemi de çok görmezler
herhalde. Şimdi Ankara’ya bu yazıyla kavuşmak üzereyken veda etmek gerekiyor.
Şairleri şiirin hallerine bırakmak gerekiyor, orda duran bir kaç ahbaba,
birkaç şaire, tren, mektup, şiir gibi eski moda haberleşme vasıtalarıyla,
belki bir yazıyla selam göndermek, gönülçelen olmamak gerekiyor, belki selamın
biri de Bursa’ya, Bursa’dan Ankaralı olmayı unutmayan Ramis Dara’ya gider,
gider mi gider, belki bu yazıyı da bir şehri şiirinden, ama daha çok
şairlerinden doğru özleyen, belki İstanbul’da, klasik deyimle Bizansların
çoğlamasından sıkıntı duyarak, Ankara’yı daha daha daha da özleyen birinin
sılasına yazmak ve gurbetidir diye okumak gerekiyor, belki bu yazının kusuru
olarak İzmirleri, İstanbulluları işin içine karıştırdığımızı, Ankara’nın buna
ihtiyacı olmadığı halde, demek ki Ankara’dan oldukça ve çok uzun zamandır uzak
kalmamızın bir göstergesi bu, onu bu yazıya alet ettiğimizi görmek gerekiyor,
öyleyse bu yazı için pulun sabırsızlandığını, zarfın açıldığını anlayıp demek
ki veda etmek gerekiyor artık. İki şartla veda ederim. İlki, o şiir
başkentinden uzak düşmüş biri olarak, o şehirde sevgili Funda Aras için
yazdığım şiiri yolu yok okuyacaksınız:

“haylaz bir serçenin sesinden ısındım bu ilkyaz göğüne
eskimeyen bir güneşin ışıklarıyla tutuştu gövdem
kadınım o çocuk yüreğin nasıl yoksul komadıysa hayatımı
ela gözlerin de birer yıldızdır bu lacivert geceye düşen”
(Funda İçin, 1 Nisan 1981)

İkincisi ise, Cemal Süreya’nın “Oteller Hanlar Hamamlar İçin Sürekli Şiir”inin
tamamını bulacaksınız, ben oradan kısa bir bölüm sunabilirim ancak:

“Biliyor msun başkentim nedense
Birbirimizden çekiniyoruz ikimiz de.
Sen yasların hiç yaslanmaz oldun
Ben acılarıma yeterince.
Tek boynuzlu yapılar arasında
iki katlı ve gözlüklü bir hayır evi
Dayandım ak bedenine öptüm öptüm
Aşkım değilsen haber ver benzerimi!”

Ankara: Benim şiirim, İstanbul: Herkesin şiiri, İzmir: Bazılarının şiiri.
Ankara için günün birinde bir yazı yazacağımı düşünürken, bunun şiirsiz
olmyacağını da düşünmüştüm, şiir gibi bir yazı olmadı, farkındayım, belki
uzaktan değil, yakından bakmalıyım Ankara’ya, belki baharların birinde, ilk
veya son gidip Ankara’da, Ankara için ya da Ankaralı ya da bir Ankara şiiri
yazmalıyım, kaç kişi kalmışsa Ankara Ankara’nın güzel şairleri, kendimi
onlarla eskisi gibi hissetmeliyim, belki orda yazdığım şiiri yine ordan bir
İstanbul dergisine postalamalıyım. Belki o şiir bana iyi gelir, Ankara için
yeniden bir yazı yazmayı deneyebilirim. Yazı şart değil, mektup da olur.
Ankara’nın yalnızca şiirleri değil, mektupları da meşhurdur. Elbette zarfsız
oldukları ve puldan başka bir şey taşımadıkları için. Şimdi işim zor: Hem o
şehri bul, hem o şairleri bul, hem o şiiri bul, mektubu bul, pulu bul, pul bul
pul bul pul bu, ve anla Ankara ben sana göreyim, gitme başımdan.

Haydar Ergülen
ankara_haydar_ergulen Şiir ile Ankara

Elde Var Sıfır

   22 yıl reklam yazarı olarak çalıştım, bir yıl üniversitede araştırma görevlisi olarak bulundum, bir-iki başka işle birlikte, toplam 27-28 yıllık bir çalışma hayatım oldu. Son bir yıldır da ‘evdeki adam’ durumunda oturuyorum, Türkçesi işsizliğe çalışıyorum. Doğru bir Türkçe oldu mu emin değilim ama, işsizliğin Türkçesi böyle cümleler kurduruyor insana.
   Ordan burdan, hayattan, insanlardan, anılardan, şiirden, memleket ahvalinden dem vurarak bu köşeyi doldurmaya çalışıyorum. Bu her günü birbirinin tıpatıp aynı işsizlik zamanlarının ‘keyfi’ sürerken, bunu daha ne kadar yapabilirim bilmiyorum. Başta üstadımız İlhan Berk olmak üzere pek çok şair ve yazar, yazının bir cehennem olduğunu belirtir, fakat bir yandan da bundan aldıkları keyfi saklamazlar.
   Doğrusu ben de geçen yıla kadar bu cehennemdeki ateşin kelimeleri ısıttığını düşünüyordum. Ne var ki son aylarda cehennemin de soğuduğunu, yazıyı ve hayatı yeterince ısıtamadığını fark ediyorum. Evsizlerin soğuk kış günlerinde hapisaneyi özlemesi gibi, ben de işsiz bir yazıcı olarak yazının o cehennem ateşini özlüyorum.
   Biraz yüzümün yumuşaklığından, biraz da hayli makul olan ihtiyaçlarımı karşılamanın ötesinde paraya gereksinim duymayışımdan, fazla para kazanamadım. ‘Memur’ ruhlu oluşumdan ötürü de çok çalıştım, ama bunun maddi karşılığını pek umursamadım. Galiba biraz da ‘Yetinmek sevindirir’ şiarıyla yetindim. Bundan pek şikâyetim yok. ‘Hakkı yenmiş’lik duygusu bana hep uzak oldu, öyle bir kıskançlığım da olmadı. Sonunda da, çalıştığım ajans geçen eylülde kapandığında, bir anlamda başa dönmüş oldum, yani ‘elde var sıfır’ gerçeğiyle yüz yüze kaldım: “Gerçek olan tek şey gerçek/ para eden tek şey para”ymış meğer! Parayı fazla sevmedim, nasıl kullanıldığını da pek bilemedim, fakat ne gam, çalışıyordum, kazanıyordum, bu yeterliydi. Belki de artık biraz yazarak kazanabilirdim, öyle bir imkân doğmuştu işte. Bir yıl önce doğan bu imkân artık batmaya başladı. Bildiğim en iyi iş olan yazıdan biraz para kazanma hayallerim suya düştü. Yazı ve para. Bu iki sözcük şu kısacık cümlede bile yan yana gelmiş olmaktan ne kadar rahatsız, farkında mısınız? Bilmiyor muydun diyebilirsiniz pek haklı olarak, biliyordum da, durumun bu kadar vahim olduğunu anlamam için işsiz kalmam gerekiyormuş.
   Bu yazıyı ‘hal-i pür melal’ diye de okuyabilirsiniz, bir yazıcının dertleşmesi diye de. Belki para ve terbiye ilişkisine bakılabilir bu noktada. Dedim ya, parayı fazla sevmedim ama, onunla şımarıp terbiyesizlik de etmedim. Belirli bir saygı çerçevesinde süren ‘zorunlu’ ilişkiler vardır, birbirlerinin sınırlarını zorlamadan, edep ve terbiye dairesinde kalarak sürüp giden ilişkilerdir bunlar. Parayla böyle bir ilişkim oldu, o da, iş bitince, haklı olarak aynı edep ve terbiye dairesinde beni terk etti.
   Orta yaş aşkları vardır, 20-25 yıl önceki sevgilinizle yeniden karşılaşırsınız, eski zamanları hatırlarsınız, belki de orta yaş ‘cehennem’iyle içinizde bir heves uyanır, eksik mi kalmıştır, kötü mü yaşanmıştır, her ne halse artık, bir daha denemeye kalkışırsınız. Çoğu kere bir hayal kırıklığıyla sonuçlanır bu, onu yeniden kazanmanın imkânsızlığı bir yana, sonsuza dek yitirirsiniz. Benim de son bir yıldır yazıyla ve onun parayla ilişkisinde yaşadığım buna benzer bir durum.
   Yazı mı tura mı der gibi, yazı mı para mı ikilemine düşeli beri pek keyfim yok. Ne yazı tek başına yetiyor ne de para gelip yazıyı buluyor. Ekmek bedava değil ama, yazı bedava işte, hürriyet gibi. Kayıtsız şartsız hürsünüz. O zaman böyle yazıları kaleme almak da hürriyetin bir ifadesi oluyor. Bu kadar hürriyet de işsiz birine doğrusu biraz fazla geliyor.
   Hani bir uyarayım dedim, bu özgürlük ortamında günler geçmiyor!

Haydar Ergülen

elde_var_sifir Elde Var Sıfır

Kaçak Yaşamak

güz gelse yağmur yağsa yorgun olsak
özlesek uykuları yatakları yalnızca
bir anne gibi bizi oralara götürsen
hiç bir şey düşünmeden uyusak

biz çocuklar gibiyiz içli ürkek başıboş
yoruluruz günlerin gürültüsü içinde
bizi dizine yatırıp masallar söylesen
hiç büyümesek korkmasak belki de döğüşmesek
yaşama kavgasında

1962

Eray Canberk / Kuytu Sular

kacak_yasamak_ Kaçak Yaşamak

Yenidoğan

1

Mektupsuz koma beni.
Bir daha, bir daha yaz adını mektubun sonuna.
Bana güler yüzünü gönder.
Yenidoğan’ı anlat.

2

Günün hangi saatte battığını görememiştik,
tepelerin arasındaydık çünkü,
sen evlere bakıyordun,
yüzündeki o çocuksu cesareti inceliyordum ben.

Evler dağları sırtlanmıştı
korumak için kendilerini çaresizlikten,
ocaklar yeryüzünün çamurunu yakıyordu.

Klarnetçiler, matbaa işçileri, bakkal karıları dolaşıyordu
günün battığı saatten sonra sokaklarda.

3

Saçlarının her teli bir dinamit fitilidir
yokuşları çıkıp yorgunluğa bıraktığın an gövdeni.

4

Mektupsuz koma beni,
denizi deniz yapan sensin,
ormanı orman yapan sensin,
sensin tezgâhta kan dokuyan,
gözlerinde serçeler yanan,
bir aşktan bir dünya kuran sensin.

Samanyoluna karışır gün ortasında attığın çığlık,
hafta sonlarında yaktığın ağıt,
tabutların ardında yürüdüğün yol,
koparıp yüzüne attığın başak.

Mektupsuz koma beni,
yılların sana öğrettiğini sen bana öğret,
parmaklarının gölgesini gönder.

5

Sevgilim, sevgili dostum,
yaşamayı pekiştiren bir çelik çivi olacak
Yenidoğan’ın acısındaki maya.

Sen o mayadaki umudu gördün.

Yaslar donanmış babaların pencere önlerinde
çocuklarına saksı sulattıklarını gördün.

Damarlarını fabrikalarda bırakan kızların
nişanlılarında yeni bir yürek bulduklarını gördün.

Nasırların yanıbaşında tarlalar gördün.

Kopan derilerin altında gökyüzü gördün.

Gördün her şeyi,
topladın her şeyi,
acına renk katıldı çeyiz sandığında.

Gülüne dipdiri bir sap takıldı.

6

Mektupsuz koma beni.
Aşkını uzun uzun anlat, utanma anlatmaktan,
senin elin benim elimi tutsun,
birlikte sıçratsın ayaklarımız
Yenidoğan’ın çamurunu,
aynı duvar halısına işlensin ceylanlarımız.

Dostum benim, yokuşlu yolum, düzgün ovam,
günün hangi saatte battığını görememiştik seninle,
tepelerin arasındaydık çünkü,
üstümüze keder çiseliyordu çünkü,
saçak altlarına sığınıyordu çocuklar,
her evin eşiğinde sessizlik vardı.

O sessizliğin marşını öğret bana,
gizli bir pınar gibi toprak altında akan
ama bütün kıtaları dolaşan marşı.

Ülkü Tamer
belim_agriyor Yenidoğan
Ülkü Tamer’in yazdığı ‘Yenidoğan’ şiirinde ben üç yıl yaşadım:
Haydar Ergülen
Şiir Adımlı Bir Yolcu Haydar Ergülen / Sıddık Akbayır / Ferfir Yayınları

İnsanlar II

Her zaman, fakat bilhassa
Beni sevmediğini
Anladığım zamanlarda
Görmek isterim seni de
Annemin kucağından
Seyrettiğim insanlar gibi
küçüklüğümde…

Orhan Veli
 

annemin_kucagindan_seyrettigim_insanlar_gibi İnsanlar II

Bütün O Aşkları Yazdı Da Ne Oldu

Bütün o aşkları yazdı da ne oldu 

Gülleri çocukları denizleri tuttu da elinden 
Hep bir ceviz yaprağı gibi belirdi ince yüzü 
Bırakılmış gemilerin su kesimlerinden
Hilmi Yavuz
Bakış Kuşu, 1969
ne_kadar_gitsem_o_kadar_uzak Bütün O Aşkları Yazdı Da Ne Oldu

‘İkinci adresi’, Ankara, Bodrum değil, The Marmara’dır. Özellikle, yaz ikindilerinde Taksim’in akışan kalabalığını, kimi zaman ‘bir nehrin dalgınlığı’yla kimi zaman Orhan Veli’nin ‘İstanbul’un orta yeri sinema’ dizesinin şaşkınlığıyla seyreder. Gözlerinde, ufka çok bakmışların derinliği vardır. O derinlikte, şiirden yapılmış bir geçmiş okunur. İşte, o anlarda, anlaşılmayan bazı şiirler, her şeyden çok anlaşılır; ‘bütün o aşkları yazdı da ne oldu’ diyen bir adam, bir anda, karşısındakini bilmediği kokuların cennetine emanet edebilir.

Ne Kadar Gitsem Hilmi Yavuz O Kadar Uzak / Sıddık Akbayır / Ferfir Yayınları

Hastane Ciddi Bir Yerdir

Hastane, ciddi bir yerdir. Az önce söylendiği üzere, ölümü geciktirmeğe çalışanların yeridir orası. Sellemehüsselam girilmez. Girmenin haracını vermek gerekir; bu haracın hemen hemen tümü yüz suyudur. Ama, yüz suyunun da çeşitleri vardır. Hastane, ölümünü geciktirmeğe çalışanların, daha doğrusu yazgısının kendisine haksızlık ettiğini düşünüp, bu yazgının ancak değiştirilmek, en azından el katılmakla gerçek yazgı olarak gerçekleşeceğine inananların umut bağladığı, tıp adı verilen gizli dinin, hekimleri, hemşireleri, hastabakıcıları, laboratuvarları, gizemsel bir gizlilik içinde korunan karanlık ya da yarıkaranlık odaları, aygıtları, işçileriyle, sözün kısası, irili ufaklı kulları, rahipleriyle yürütüldüğü yerdir.

Bilge Karasu

hastane_ciddi_bir_yerdir Hastane Ciddi Bir Yerdir

Tutunamayan (Disconnectus Erectus)

Beceriksiz ve korkak bir hayvandır. İnsan boyunda olanları bile vardır. Yalnız pençeleri ve özellikle tırnakları çok zayıftır. Dik arazide, yokuş yukarı hiç tutunamaz. yokuş aşağı, kayarak iner. (Bu arada sık sık düşer.) Tüyleri yok denecek kadar azdır. Gözleri çok büyük olmakla birlikte, görme duygusu zayıftır. Bu nedenle tehlikeyi uzaktan göremez.

Genellikle başka hayvanların yuvalarında (onlar dayanabildikleri sürece) barınırlar. Ya da terkedilmiş yuvalarda yaşarlar. Belirli bir aile düzenleri yoktur. Doğumdan sonra ana, baba ve yavruları ayrı yerlere giderler. Toplu olarak yasamayı da bilmezler ve dış tehlikelere karşı birleştikleri görülmemiştir. Belirli beslenme düzenleri de yoktur. Başka hayvanlarla birlikte yaşarken onların getirdikleri yiyeceklerle geçinirler. Kendi başlarına kaldıkları zaman genellikle yemek yemeği unuturlar. Bütün huyları taklit esasına dayandığı için, başka hayvanların yemek yediğini görmezlerse, acıktıklarını anlamazlar. (Bu sırada çok zayıf düştükleri için avlanmaları tavsiye edilmez.) 
İçgüdüleri tam gelişmemiştir. Kendilerini korumayı bilmezler. Fakat – gene taklitçilikleri nedeniyle- başka hayvanların dövüşmesine özenerek kavgaya girdikleri olur. Şimdiye kadar hiçbir tutunamayanın bir kavgada başka bir hayvanı yendiği görülmemiştir. Bununla birlikte hafızaları da zayıf olduğu için, sık sık kavga ettikleri, bazı tabiat bilginlerince gözlenmiştir. (Aynı bilginler, kavgacı tutunamayanların sayısının gittikçe azaldığını söylemektedirler.) 
Din kitapları, bu hayvanları yemeği yasaklamışsa da, gizli olarak avlanmakta ve etleri kaçak olarak satılmaktadır. Tutunamayanları avlamak çok kolaydır. Anlayışlı bakışlarla süzerseniz, hemen yaklaşırlar size. Ondan sonra tutup öldürmek işten bile değildir. İnsanlara zararlı bazı mikroplar taşıdıkları tespit edildiğinden, Belediye Sağlık Müdürlüğü de tutunamayan kesimini yasak etmiştir. Yemekten sonra insanlarda görülen durgunluk, hafif sıkıntı, sebebi bilinmeyen vicdan azabı ve hiç yoktan kendini suçlama gibi duygulara sebep oldukları, hekimlerce ileri sürülmektedir. Fakat aynı hekimler, tutunamayanların bu mikropları, kasaplık hayvanlara da bulaştırdıklarını ve bu sıkıntıdan kurtulmanın ancak et yemekten vazgeçmekle sağlanabileceğini söylemektedirler. 
Hayvan terbiyecileri de tutunamayanlarla uzun sure uğraşmış ve bunları sirklerde çalıştırmak istemişlerdir. Fakat bu hayvanların, beceriksizlikleri nedeniyle hiçbir hüner öğrenemediklerini görünce vazgeçmişlerdir. Ayrıca birkaç sirkte halkın karsısına çıkartılan tutunamayanlar, onları güldürmek yerine mahzun etmişlerdir. (Halk gişelere saldırarak parasını geri istemiştir.) 
Filden sonra, din duygusu en kuvvetli olan hayvan olarak bilinir. Öldükten sonra cennete gideceği bazı yazarlarca ileri sürülmektedir. Fakat toplu, ya da tek gittikleri her yerde hadise çıkardıkları için, bunun pek mümkün olmayacağı sanılmaktadır. 
Başları daima öne eğik gezindikleri için, çeşitli engellere takılırlar ve her tarafları yara bere içinde kalır. Onları bu durumda gören bazı yufka yürekli insanlar, tutunamayanları ev hayvanı olarak beslemeyi de denemişlerdir. Fakat insanlar arasında barınmaları -ev düzenine uymamaları nedeniyle- çok zor olmaktadır. Beklenmedik zamanlarda sahiplerine saldırmakta ve evden kovulunca da bir turlu gitmeyi bilmemektedirler. Evin kapısında günlerce, acıklı sesleriyle bağırarak ev sahibini canından bezdirmektedirler. (Bir keresinde, ev sahibi dayanamayıp kaçmışsa da, tutunamayan, sahibini kovalayarak, gittiği yerde de ona rahat vermemiştir.) 
Şehirlere yakın yerlerde yasadıkları için, onları şehrin içinde, çitle çevrili ve yalnız tutunamayanlara mahsus bir parkta oturarak, sayılarının azalmasını önlemeyi düşünmenin zamanı artık gelmiştir.

Oğuz Atay

tutunamayan Tutunamayan (Disconnectus Erectus)

Geçen Şey

Kocaman yıldızlar altında ufacık dünyamız,
Ve minnacık bir “hane”:
Kokar kır çiçekleri gün ağarmadan,
Anısız, uykusuz,
Kokar nane.

Ta öncelerden beri mestolmuş herkes,
Bir bakıma her şey “mestane”.
Hayal edilir nazlı yar yönlerden,
Aşk ile kuşlar süzülür,
Değisir gökler şahane.

Farkında değil gönül,
Sanki hepten divane;
İçimizden, dışımızdan
Geçer vakit
Zalim, zalimane !

Fazıl Hüsnü Dağlarca

anisiz Geçen Şey

Dünyada Tükenmez Murat Var İmiş

Dünyada tükenmez murad var imiş
Ne alanı gördüm ne murad gördüm
Meşakkatin adın Murad koymuşlar
Dünyada ne lezzet ne tad gördüm

Ölüm var dünyada yok imiş murad
Günbegün artıyor türlü meşakkat
Kalmamış dünyada ehl-i kanaat
İnsanlar içinde çok fesat gördüm

Nusveran-ı Adil nerede tahtı
Süleyman mührünü kimse bıraktı
Resul-i Ekrem’in kanunu haktı
Her ömrün sonunda bir feryat gördüm

Var mıdır dünyaya gelip de kalan
Gülüp baştan başa muradın alan
Muradı maksudu hepsi yalan
Ölümü dünyada hakikat gördüm

Dönüyor bir dolap çarkı belirsiz
Çağlayan bir su var arkı belirsiz
Veysel neler satar narhı belirsiz
Ne müşteri gördüm ne hesap gördüm

Aşık Veysel

dunyada_tukenmez_murad_varimis Dünyada Tükenmez Murat Var İmiş