Sincabın Sakladığı Sözcükler

yalnızca şiirin ayaklarıyla
bulabilirim evin yolunu

tek gerçek şiirsel duygu derin hüzündür
onun içinde tomurcuklanır gülümseme
gözyaşı olur damlar kahkaha

sağduyu dedikleri
yakıp yıkıyor her şeyi

bir gün dönüp arkama baktım
hiçbir şey yoktu görünürde

tarihin yüreğidir
eyleme geçen düşüncedir şiir

ışık ile gölgeden
ses ile sessizlikten
doğmuş yaratıklardır
şiirler

gecenin imleridir sözcükler
gölgeleridirler düşüncenin
kağıttan bir kışlada

kötülükten de kötüsü
korkaklığın aldığı ürpertici öçtür
kötülüğün kurbanlarından

heyecanın acımasızlığı değil
acının öfkeli yüreğidir
karşıt yıldızlar gibi bizi alevlendiren
boş sokaklardaki kimsesiz güzellikte

dünya ile çakışması gerekmez sanatın
ama dünyadan kaynaklanması gerekir

yalın ve güzel bir şey
söylemek isterdim
nesnelerin ışığı kestiği yerde
oluşan gölgeler üstüne

otların nasıl büyüdüğünü
rüzgarın nasıl estiğini
bildiğim yerlerde
oturuyorum en çok

her şey yapılmış değildir daha
ama olan her şeyi
değiştirmek isteyenden
gelmez yenilik; yenilik ancak
daha olmayanda olabilenden
gelir

çamurlu bir çayırda
topraklı kemik parçaları
yığınıyla oynayan
bir köpek gibi
sıçrayıp oynar şair
dilin içinde
sözcükler yığınıyla

eski defterleri karıştırmakla geçiriyor ömrünü insan
karıştırılan bir eski deftere dönüşünceye dek yaşam

şiir kör bir midillidir
dilin maden ocağı geçitlerinde
sırtında bir kanarya

dil bir tansıktır
en yırtıcısıdır çalılıkların

yazıdır
oluşturan
beni ben kılan

neresi olursa olsun
burası olmasın da

Şiir hiçbir şeyin başka türlü olamayacağı yerde başlar.

Şairler cennetin çocukları, cehennemin melekleridir.

Peter Laugesen

Sincab%C4%B1n_Sakladigi_sozcukler Sincabın Sakladığı Sözcükler

Dostlar

Fethi Naci’ye

Geldin mi, iyi
Yollarından yürüyüşler sızdıran sonbahar
Bir tenhalığı eskisinden çok sezmeyi
Bakımsız bahçeler mi olur, büyük ahşap boş odaları mı olur
Ne olur
Ey bana sevmeme gücü veren güzellik
Eski bir kadını eski bir park kanepesinde bırakan sonbahar
Aldatılmış bir yüzü yağmur oluklarında
O yüz ki bir denizin tekrar tekrar bittiği
Gece yarısı kokularında
Yosunlu bir kıyıda ancak
Dilinde çakılların ve derinliğin en son tadı
İşte
Bir vakit daha geçti, şimdi ne yapsak
Ne yapsak, bir vakit geldi ve geçti
Ey bana sevmeme gücü veren güzellik
Sonbahar
Sen mi kaldın bir
Yok birşey yapacak.

Bin dokuz yüz yetmiş bir yazı, ey unutulmayan yaz
Bıraktığın gibi mi kalsak
Bir çiçek milyon kere katılaştı eridi
Açtı dağıldı
Yaşamadı hiç belki
Bir ışık olsun yakmadı
Tuzlu ve ıslak bir ışık
Tankerler geçti kıyılardan gene
Suyu zonklataraktan
Gül koktu saçlarında taşıdikları benzin
Senin saçlarında
Alnın üstünden kuzular inen bir tepe gibi eğildi
Boynun bir uçurumdan çekiliyormuş gibi gergin
Bitti o yaz, şimdi
Yerleşti çoktan
Bize sevmeme gücü veren güzellik.

Tenha bir meyhanede oturuyorduk sevgilim
İzmir’in eski rıhtımında
Bilirsin, severim çok İzmir’in eski rıhtımını
Hani bir çesit kuşlar vardır bulanık denizinin
İnsanlar gibi konuşur o kuşlar bazen
Ve unutulmuş diller gibi pek anlaşılmaz ne konuştukları
Millerce yıl öteden bir tenhalığı sözlendirirler
Hatırla
Ne demiştim o gün ben sana
“Her tenha semtte kurulmamış bir saat yakışır”
Benim o bunaltılı günlerimden kalma bir mısra
Ve sense bana Aragon’un
-Parisli şair, yüzü aslan dolu-
Sımsıcak, dipdiri bir mısrasını anlatmıştin
Seninle ve parmaklarınla
Bardakta duran suyun bir akarsuyu
Nasıl kıskandığını anlatmıştın boyuna
Nasıl mı
Dedim ya, seninle ve parmaklarınla
Neden olmasın, yeni yakilan bir sigarayla da anlatılabilir şiir
Apansız bir yolculukla da
Bir karpuzu ikiye bölmekle, bir portakalı dilim dilim ayırmakla
Anlatılabilir
Ama bizim memleketimizde şiir
Yazık ki ölümle anlatılır biraz
Ölümle anlaşılabilir
Olsun, diyeceksin ne çıkar bundan
Biz hayatı şiirden
Şiiri hayattan özümlemedik mi
Ölümde girse araya
Sahici aşklar kurmadık mı seninle
Tertemiz, dosdoğru aşklar
İzmir’de
İzmir’in eski rıhtımında
Unutmak için şimdilik
Kolayca unutulmaz ya
İçimizdeki bin dokuz yüz yetmiş bir yazını.

Yeni bir yüzmüydü ne
Kuru bir bozkırı çıkarıp göğsünden
Yeni yazdığı bir şiiri düzeltiyordur Ahmet Oktay
Alnını dayayaraktan cama
Kalemsiz kağıtşiz yazar çünkü Ahmet Oktay
İçinden geldiği gibi
Ve mısra çeker durmadan, hafifçe eğri sırtını doğrultarak
Nemlenir kimi zaman da gözleri
Şiir yürür, şiir sever, şiir içer mi
Şiir mi
Yürür de, sever de, içer de elbet.

Kocaman bir sevgi miydi ne
Dünyanın bütün zamanlarını dolaşan
Bastırıp gögsüne bozkırın
Ey, baksana, diyor, ne biçim kent bu
Geçerek caddelerinden
Dalarak meyhanelerine
Ne biçim kent bu
Bilmiyor ki nice insan kolsuzdur
Sevgisizliğe, bir sevgisizliğe kullanırlar kolu.

Hohlayıp siliyorum iyice
Gözlüğümün camlarını
Göğe bakıyorum gözlerimi kısarak
Güneye gidiyor bir leylek sürüsü

Yeni Caminin üstünde
Son bir defa daha süzülerekten
Erimeye yüz tutuyor kentin pembe kapıları
Günbatımı!
Günbatımı! yeni konuşmaya başlayan bir çocuğun diliyle
Kolumu tutuyor Fethi Naci, şu manzaraya bak, diyor
Tam Galata Köprüsünün üstünde
Diyor ya, biz alıştık, yüreklerimize bakıyoruz gene de
Uykusuz gecelerimize bakıyoruz: onurun uykusuzluğu
Susturulmanın
Ve gün batımıyla leylek sürüsü
Hüzünlü bir görüntüyü akıtıyorlar Nacinin yüzüne
Kırılmak ama birlikte
Birlikte, ama kırılmamak
ve sanki kalplerimiz her yani dökülen bir otobüste
Öyle
İşte son damlalarını da bırakıyor güneş
Karanlık bastiracak neredeyse
Tırmaniyoruz Yüksekkaldırımı
İyi biliyoruz, sevgimiz de öfkemiz de yalnız bizim olmamalı
Güneş çekiliyor iyice
Ne manzara kalıyor, ne göğün evlerindeki kızartı
Ak bulutlar kara bulutlar
Ötede bir bulut yavrusu
Bilinmeli, diyoruz yeniden
Yeniden başlamalı, yeniden
Dostum, görüyorsun ya işte
Bozuldu birkere umudun ordusu.

Gelsene , diyordu İzmir’deki sevgilim
Son mektubunda
Kemetaltındaki kahveleri anlatıyordu
İnce belli çay fincanlarını
Kim bilir, belki de avutmak istiyordu beni
Unutup kendi mahzunluğunu
O kadar çabuk yeşerir ki, diyordu umut
Öyle çabuk çiçeklenir ki
Güçtür çünkü, herşeyden daha güç
Denize, göğe toprağa karışmış bir kalebentlik
Üstelik biliyorsun da
Öfkeliyiz, öfkeyse sonuçtur er geç
Bir aşk gibi yaşamak gerek öfkeyi
Sevginin ağıtıdır bir bakıma
Ve bir gün de gelebilir ki sevgilim
Kapkara bir davet olabilir kin
Zulmün ve tutsaklığın diyeti olabilir
Sen bunu bilemezsin
Bilsen de şairsin, havalar da, soğudu, kendine iyi bak
Ve sakın unutma: sıra öfkenin.

Bin dokuz yüz yetmiş bir yazı
Yok böyle bir sevgilim benim
Ama dayanıklı, ama gözü pek, ama umutla dolu
Olunca böyle bir sevgilim olsun isterdim.

Elimde bir çanta, şurda burda dolaşıyorum
Hep bir yerlere gideceğim sanki
Güvercinler konuyor saçlarıma bileklerime
Uçuşuyorlar
Bir çınar yaprağı düşüyor ayaklarımın dibine
Kupkuru
Elime alıyorum, çiziyorum üstüne kalbimi
Kalbim, diyorum
Yorgunsa da, yaralıysa da, hepimizin aşkına sevgili.

Edip Cansever

siir_yurur_siir_sever_siir_icer Dostlar

aşık olunabilecek bir erkeğin özellikleri

1980 başlarında bir yaz akşamı, Füsun Akatlı, Nimet Tuna ve Tomris Uyar, o dönemin gözde uğrağı Şadırvan’da buluşmuş, denizin tadını çıkarıyorlar. Konu bir ara aşka, sonra aşksızlığa, en sonunda da “aşık olunabilecek bir erkeğin özellikleri”ne geliyor ve bir oyuna dönüşüyor.

Nesnel davranmakta kararlı olduklarından masalarına gelen Edip Cansever ve Turgut Uyar’ın da görüşlerini alıyorlar. (Sonraları Ferit Edgü, Mürşit Balabanlılar, Aydın Emeç gibi “güvenilir” erkek dostlara da başvurulacak.) Böyle önemli bir konunun koşul sıralamasında ilk maddeyi fiziksel görünüşün ya da zekanın değil giyimin tutması oldukça tuhaf ama ne yapalım?

1- Adam, (o dönemin gözde terliği) Tokyo giymeyecek. Belki de böylelikle onun evde pijamayla dolaşmaması güvenceye alınıyor. Şort yasak değilmiş. Yatarken çorap giymesinmiş.

2- Ama kes giyip jogginge çıkması, pazar günlerini doğa budalalığıyla geçirmesi -sizi de yürüyüşe zorluyorsa- yasak.

3- Pamuklu, keten, yün gibi doğal elyaf giyecek. Naylon ve parlak kumaşlar kesinlikle yasaktır. (Ferit Edgü’nün önemli katkısı: fanila giymeyebilir. Turgut Uyar’ınki: ama don giysin.)

4- Herkes adamın haftada en az bir kere yıkanmasına razıyken Ferit, her gün yıkanmasında diretiyor.

5- Kesinlikle uykucu biri olmasın ama uykusuzluğundan da yakınmasın. Uykusuz gecelerini paylaşılan bin şölene dönüştürebilsin.

6- Alkolik olabilir de sarhoş olmasın. (Ferit’in katkısı: düşebilir ama çelme takmasın.)

7- Uyuşturucu kullanmasına izin var mı? Mürşit’e göre, “ikinci kişiliği gündeme gelmiyorsa kullanabilir.” Turgut’a göre, “hem içki hem uyuşturucu olmaz!” galiba, izin pek yok.

8- TV’de “makul miktarda maç seyredebilir” ama yorum yapmadan, sessizce. Boks ve güreş sevmesin. Turgut “buz patenini” de eklemiş.

9- Tatil günlerini eşya onarmakla geçirmesin. Elektrik sigortası attığında, musluğun contası yenileneceğinde hemen işe sıvanmasın. Bir usta ayarlayacak kadar bilgili olsun (Ferit). Cereyana kapılmayacak ya da evi havuza çevirmeyecek kadar zeki olsun yeter (Turgut).

10- Ya yüzmeyi ya dansetmeyi bilsin ya da herhangi bir sporu iyi yapsın.

11- Haftada en az bir kitap okusun. Mürşit: Red Kit ile Asteriks’ten haberli olsun. Turgut: Pardayyanlar ile Arsen Lüpen’den de. Ferit: şu altı yazardan birini iyice okumuş olsun -Kafka, Shakespeare, Balzac, Sait Faik, Sartre ve F. S. Fitzgerald ya da Hemingway ama İhtiyar Adam ve Deniz sayılmaz. Edip: şiir de okusun.

12- Bir saz çalıyorsa çalsın ama dostlar toplantısında konser vermesin. Aynı şekilde isterse mavi yolculuğa çıksın ama dönüşünde dia gösterileri düzenlemesin.

13- Esprisi “humor”a dayalı olsun. Fıkra anlatmayı, “lazın biri,” diye başlamayı nükte sanmasın. Turgut: askerlik anılarını anlatmasın. Geçmişinden söz ederken, “Sene 1963…” diye girmesin söze. “1963’te filan. Ankara’dayken…” gibi başlasın.

14- Takside arka koltukta otururken de hesabı ödeyebilsin. Lokantada bahşişi yüzde ondan fazla bırakmasın. Garsonlarla bu koşullarda dostluk kurabilsin. Hesabı öderken cebinden tomarla para çıkarmasın. Diline dolamadığı sürece mali durumu önemsiz, yalnız arabası varsa, arabanın park yerine göre program düzenlemesin. Taksiye binebilsin. Çok istiyorsa yabancı sigara ve içki içebilir, tabi büyüklenmediği sürece. (O dönemde yabancı sigaralar kaçaktı.)

15- Edip Cansever’e göre, armağan almayı da vermeyi de bilsin. Her hesabı kendi ödemeye kalkışmasın.

16- Yemek masasında viski vb. içmesin. Masaya gelen çerezlere saldırmasın.

17- Hayatında en fazla 6 kere doktora gitmiş olsun (ameliyat sayılmıyor). Antibiyotiklere düşkün olmasın.

18- İlk gördüğü insanlar hakkında acele ve değişmez yargılar verecek kadar gözükara bir psikoloji uzmanı kesilmesin.

19- Politik görüşü sola yakın bir aydın olsun. Ama dahi yerine daahi demeyecek kadar düzgün olsun Türkçesi. Parti sloganlarıyla konuşmasın.

20- Omlet, makarna ve biftek dışında yemek pişirmeyi becersin. Kendine yetsin. Kısaca, kişiliğini öne sürmeyecek kadar kişilikli olsun ama belli etmediğini de belli etmesin. Giyiminden, zevklerinden, davranışlarına, günlük diline kadar her özelliğine karıştığımız (dikkat ederseniz, erkeklerin baskısı daha ağır!), bir yalnızlığa ittiğimiz bu adamcağızın fiziksel özellikleri pek önemli değil anlaşılan. Cinsellik konusunda ondan beklenen, “programlı olmaması, kendini bir şeylere zorunlu hissetmemesi, heteroseksüel olsa da homoseksüellerle dostluk kurabilmesi”.

Kaç yaşında bu zavallı acaba?

Nimet’e göre: 30, Füsun’a göre: 45, bana göre: 30.
Ferit’e göre: ideal olarak 25, Edip’e göre: 40, Turgut’a göre: 30-35, Mürşit’e göre: 35.

Son danışmanımız Aydın Emeç, “isteklerin oldukça ağır yine de mantıksız olmadığını” belirttikten sonra bir kahkaha atmıştı: “İyi ama bu adam zaten evlidir! Tutalım ki değil, kendini bunca eğitmek için bu toplumda nasıl hırpalandığını düşünürsek, sizin gibi vıdıvıdı kadınlar yerine güleç, uysal bir kadın seçmesi daha doğal değil mi?”

Tomris Uyar

asik_olunabilecek_bir_erkegin_%C3%B6zellikleri aşık olunabilecek bir erkeğin özellikleri

Karınca Kumu

Işıl’a

Yine gittin o karanlık odaya
Karanlık uykularına.
Sen hep gülerdin oysa, gülüverirdin
Bir bakardım eğilmiş su içiyor
Gamzelerinden kuşlar.
Bir bakardım gözlerinde
Güneşli ve sıcak iki hurma.
Bir bakardım hayata dikleniyor
Diktiğin horoz ibikleri saksılarda.
Biriciğim, kardeşim ne oldu sana?

Karşıyaka vapurunda alıştı dilim en çok acıya
Acı çaylar içer ve bakardım karanlık sulara
Bir balığın uykusunu düşlerdim
Karanlık sularda kaybettiği rüyaları,
Sigaramdan kopup giden iki kıvılcım
Merak ederdim ne konuşurlar aralarında?
Sen beni hep merak ederdin,
Sen beni hep yemeğe beklerdin,
Seni sıcacık evimizde bulduğumda
İki kıvılcım buluşmuş gibi olurdu
Balığın karanlık uykusuyla.
Bir kesmeşeker koymuş gibi olurdun sanki
Dilimin ucuna.

Berekettir diye hani geçen hıdrellezde
Karınca kumu toplayıp getirmiştin
Kimse bereketi öyle getirmedi bana
Küçük, küçücük bir torbada
Az gerçi cüzdanımda hala kağıtlar,
Ama bozuklar harmandalı oynuyor,
Zil oluyor parmağımın ucunda,
Küçücük insanlar şimdi cüzdanıma her bakışımda
Neşeli bir ateşin üstünden atlıyor.
Kardeşim, biriciğim, kimse yoksulluğu benim için
Böyle sevimli kılmadı şimdiye kadar.

Kötü rüyalar görürdüm durmadan
Bağırırdı bir yaşlı kadın:
Mavi alevlerin ortasına,
Bu kırmızı elbise giymiş kadın yakışır.
Sanırım birileri beni yakacak
Diye tuttururdum sabahları.
Ateş iyidir derdin sen, başarıdır,
Çok şeyler başaracaksın.
Kardeşim, biriciğim sen olmasan,
Ablanın kâbuslarını kim hayra yorardı?

Yine gülsen, gülüversen,
Ben böyle saymazdım
Çarşafımdaki kırmızı gülleri o zaman,
Sayıyorum, sayıyorum
Hiç bitmiyor güller,
Sensiz hiç bitmiyor zaman.
Çıksan o karanlık uykudan,
Kilerde fazla güneşimiz kalmış mı bir baksan.
Bütün serotonin geri alım inhibitörleri birleşseler
Geri alamazlar çünkü,
Hayra yorulmuş bir rüya kadar sevinen hayatı,
Geri alamazlar bir avuç karınca kumunun huzurunu.

Didem Madak

didem_madak Karınca Kumu

Saklı

uyurdum,
dokunduğum camlar kırılırdı derinliğinde uykumun.
Nil, gözlerimden geçsin diye
güne kirpiklerim kırılırdı.
oysa, saklambaç oynayan bir çocuktu büyüttüğüm;
babasının dudaklarına sıkışmış ve unutulmuş…

sobelendim, saklandığım saydam düşlerin ardında.
sunacak başka birşeyim yoktu, bir çocuğun
bayram sabahındaki beklentisini sundum yaşama
ve tedirginliğini oğlu savaşta bir annenin.
uzak ezgisini dinleyerek bırakıp gitmelerin.

nil güne akarken şubat gibi biriktim;
dört yıl topladığı acısını
yirmidokuzuncu adımında gösteren.
ve çıktım yaşama
onun sakladıklarını sunarak saklandığım yerden.
sonra kendime dönüp dinledim
yeniden acılarıma sordum:
yaşamın neresinde saklanmalı ozan,
yada nasıl saklamalı yaşamı?

Zafer Ekin Karabay

zafer_ekin_karabay Saklı

Yara Bandı

Gün gizini sürdü sessizliğe, konuğunu
Bütün gece bekleyen sokak ışıklarına,
Kaldırımlara. Ben sesini duydum yüzünde
Ağlayan kedinin, acısını anladım ve annemi
Anımsadım, bacağını saklayan basma eteği
Görünce yara bandı satan kızın.

Sarıydı teni ve kirliydi elleri. Bir gecenin
Kondusu yürümüştü gözlerindeki kısa
Patikada. Çocukluğunu oyuncak bir trenden
Çıkarıp taşını sulamıştı kaldırımların.
Ve anlamıştı: insanlığın yarası olan
Varlığıyla en çok yarasını sarmayı
Gereksindiğini insanların.

“Yara bandı alın” mı diyordu yoksa
“beni sarın” mı? Anlayamadım.

Zafer Ekin Karabay
zafer_ekin_karabay_siiri Yara Bandı

Yara bandı satan bir kız için, gündeliğe giden bir kadın için şiirler yazmıştı. Ve hayatın çürümüşlüğünü öyle kendi kabuğunda, çok uzak dünyalardan değil, içimizde, bizimle görmüş, yaşamış ve arka bahçelerini bellemiş biriydi. Onların acıları pahasına mutlu olamamıştı işte bir türlü. Hayatın acıları karşısında insanın hafifliğini kabul etmedi. “Hayat işte ne yaparsın” diyerek geçiştiremedi. Güzel bir eşi vardı, iyi bir üniversitede akademisyendi, güzel dostları vardı yani her şeyiyle “varlıklı” bir adam olarak görülebilirdi dışarıdan. Ama kendisi yoktu, kendini var edememişti.

O daha gencecik yaşında dünyayı bırakırken, son demlerini sürdürdüğü hayatındaki ailesi, dostları bir gün gideceğini biliyorlardı. Öyle bir anlık cinnet değildi onun gidişi. Göz göre göre, göstere göstere gitmişti. Kendiyle barışıp, haksızlığa alışarak yok olmaktansa,…

http://yazikarakteri.blogspot.com.tr/2011/09/daha-ne-kadar-dayanabilirdim-herkesin.html

Şairin İntiharı

Bir süredir masamın üstünde tek sayfa bir mektup duruyor.
“Şuna bir göz at” diye elime tutuşturulmuş bir mektup…
13 Eylül 2002 tarihli… Düzgün bir el yazısıyla yazılmış.
En üstte büyük harflerle “Aslında bütün mesele neydi?” yazıyor:
“Hani, ‘Hayatın neresinden dönülse kardır’ dizesi var ya Nilgün’ün, canım benim, ben yaşamın neresinden döneceğimi çoktan belirlemiştim. Nilgün Marmara’nın 29 yaşında, S. Plath’in şubat ayında intihar etmesi, benim de 29. yaşımın 29 şubatında intihar etmemi gerektirmezdi. Ama madem ki yaşamda kalmaya kendimi ikna edemiyordum, o zaman bir tarih belirlemeliydim ve 29. yaşımın 29 şubatını seçtim. Bu yüzden ‘Şubatta Saklambaç’a bir yığın başka sırla birlikte intihar edeceğim tarihi de gizlemiştim. Ne var ki, kitabımı bir türlü bastıramadım (o kitabı görmeden ölmek bana nasıl acı veriyor bilemezsiniz). Ama şimdi…”
İlk okuyuşumda burada durdum. Devam etmeye korktum.
Sonra merakım yendi korkumu…
Okudum:
***
“Ama şimdi yaşamımın bu ayrım noktasında hiçbir yerde huzur bulamadığıma göre bu tarihi bekleyecek gücüm de kalmadı. Hem Zebercet de belirlediği tarihten önce intihar etmemiş miydi? (Kimbilir belki kendimle barışabilseydim…)
Yerleşik Yabancı’ydım her yere Metin Abi… Sen yanarak öldün ve ben ne yangınlar geçirdim sana ulaşabilmek için.
Daha ne kadar dayanabilirdim, herkesin bir başkasının acısı pahasına mutlu olduğu yaşama?
Tüm arkadaşlarımı ve sevgilim Meral’i çok seviyorum.
Beni affedin.”
***
Mektubu ileten arkadaştan öğrendim sonrasını…
“Şair – yazar – akademisyen Zafer Ekin Karabay o mektubu yazdığı gün, Eskişehir’de intihar etti.”
Neden peki?
“Aslında bütün mesele neydi?”
“Şiir hem yitiş, hem kurtuluştur” diyen bir şair, niye 29’unda kemerine asar kendini?..
“Yaşamdan daha büyük olma isteği mi? 30 yaş kırgınlığı mı?
Mağrur bir an mı?”
Hayır!
Mesele (Mayakovski’den Kaan İnce’ye, Van Gogh’dan Nilgün Marmara’ya, Jack London’dan, Hemingway’e kadar) bütün sanatçıların, vicdan sahiplerinin, hayatı sevenlerin meselesi:
Ozanın, başkalarının acısı pahasına elde edilen mutluluğu kabullenememesi…
Alaattin Topçu’nun deyişiyle “hayatın ağırlığı karşısında insanın hafifliğini”, “N’apalım, dünya böyle” diye geçiştirememesi…
Sokaktaki tevekkülle baş edememesi… Sokaktakilerden olmayıp, onları dönüştürmeye de gücünün yetmemesi…
Ve “kendiyle barışıp” haksızlığa alışarak yok olmaktansa, intihar ederek var olmayı tercih etmesi…
Nilgün Marmara da “Ey, iki adımlık yerküre/ senin bütün arka bahçelerini gördüm ben” deyip gitmedi mi?
***
“Son mektup”un üzerinde bir not var:
“Bunu Kül’de yayınlarsanız sevinirim” deyip muzipçe soruyor:
“Nasıl sevineceksem?”
Sonra da bu talepteki tutunma çabasına dikkat çekiyor, parantez içinde:
“Bu da hâlâ yaşamak istediğimi mi gösteriyor nedir?”
Son kitabını göremeden ölmüş bir ozanın son mektubunu yayımlatma isteği… Vahşeti yüreğinde hisseden “yabancı”nın dayanılmaz bozgunu…
“Kaçış değil onlarınki, reddediş”, biliyorum.
Ama yine de “Bu reddiyenin başka yolları olmalı” diyorum.
Bunca haksızlığı ve bizim onca haksızlığa alışmışlığımızı böyle yumruk gibi yüzümüze vurmadan, canına kıymadan…
Bizi şiirsiz, şairsiz koymadan…
Hayatla başa çıkmanın ozanca bir yolu olmalı…
Çünkü Karabay’ın dediği gibi;
“Yolculuğa çıkmışlar için hem limansa şiir, hem de gemi…”
O gemiyi en son şair terk etmeli…

Can Dündar

Kum Saati

Rüzgârla bozduğun sessizliğini dinledim;
seni bırakan yaprağın sesini, kuma dokununca
ve çölde çizilmiş bir ağaç gibi resmini.
oysa süngerde kalmış damlasıydım sana
ulaşamayan suyun, yanında üşürken uyu-
yordum gözlerimde seni ve öylesine sustun
kuytusunda uykumun.
kumunu içine saklayan bir saatti çöl-
de bulduğun; ters çevrilmedikçe çalışmayan.
belki giden zamanı geri getirmekti
istediğin, saatini bana bırakıp gitimekti. sanki
bilmiyordun çölün kuma göre değil sana
göre yalnızlık olduğunu, yine de yanıbaşıma
kurdun bu saatli kumu.
bu yüzden uyanamıyorum, üstelik bilmiyorum:
hangi gerçek için bölmeliyim uykumu?

Zafer Ekin Karabay
zafer_ekin_karabay Kum Saati

Siyah

şüşa dile min şikest ! *

zafer ekin karabay içindir

işte! patlayan parantez, sırayı bozan ölüm
söndürüp ışıklarını karşıdan karşıya geçirmeye yarayan hayat
bilinsin ve süssüz siyah bilinsin istiyorum;
mutlak bir ekip çalışmasıdır
üç el oyuk bir yağış biçimidir ölüm

demişken diyelim ve öyledir;
olmayan davaların işi değildir divana kalmak
ya da aşkın ara sokağında balkondan sarkmak
çünkü çocuk oyuncağıdır harç taşımak
taş toplamak, kuyu kazmak
demişken diyelim ve öyledir;

işte! ben dolaylarında hayatını kaybeden eşim
önce aşk, sonra ara sokağında taş taşıyan şüphe yani
bilinsin ve süssüz siyah bilinsin istiyorum;
yok kimseye –makilerin orda- anlatacağım bir şey

demişken diyelim ve öyledir,
hala şüphe taşıyor her taş
süslü cami avlularında yalın ellere tapıyorum
öldüğünü bilmeyen iplerden
hala süslü siyah mektuplar alıyorum
günlerdir –makilerin ordan- yazıyorum;
sigara ve kahveyi saymazsak evde yalnızım
günlerdir söylüyorum;
sigara ve kahveyi saysak da evde yalnızım

aslında günlerdir çok ileri gittiğim de söyleniyor
ısrarla yüzündeki kışa benzediğim ya da
kış dediğim aynamızın önünde elek
günlerdir hoh taşıyorum
taş topluyorum deliklerine
yani ısrarla kuyuları güldürüyorum kendime

işte! ben dolaylarında hayatını kaybeden hayat
önce aşk, sonra ara sokağında taş taşıyan şüphe yani
bilinsin ve süssüz siyah bilinsin istiyorum;
yok kimseye –makilerin orda- anlatacağım bir şey

* ‘içimdeki şişe kırıldı’; annemin ölümü karşılama cümlesidir

Seyyidhan Kömürcü
seyyidhan_komurcu Siyah

Hasar

aslında sadece bunu diyecektim:
durmadan hurdayım yanımda özen ve ısrar
yanımda boyuna kızaran yüz, burası dağılan dikkat
aslında düşünün sadece, bellek buyurun
nerdeyim, tam görünmüyorum, yalanlar uğrayacaktı bana
nerdeyim, üstelik telaşım da yok ortada

bilinir ki sadece bunu diyecektim:
iki kış bir karış devletle burdayım aslında
burdayım, burası oğulluğumun özenle suya bırakılmış semender hali
sözdü nemlenmeyecektim, sözdü sadece eğilip suyu sevecektim
ahh, kalmayacaktım kimsenin kimseye bir tespih kadar olmadığı günlerde
yalnız yüzümün karışlarına kanıp o devlete asla surat asmayacaktım
kandım, kaldım ve anladım
önümde beş öğün yangın, sonumda Sivas’ı dökülmüş ülke
herkes en çok kendine diğeri, kendi kendine surat
şaş dedim son dedim
şaş! ve olma zurnası kırık babamın davul eli
sonunda annem, elinde onun vasiyet tefi
vur haa! vur haa! vur haa…
ahh, sonra pişman pişman
annem annem
yüzüm gözüm birer birer
beni vur! vurma cinnet ikizlerimi

aslında sadece bunu diyecektim, burdayım ve bu bir oyuk
burdayım, burası hâlâ ve öylesine ağırlandığım durak günleri
dalgın yarımda şüphe, bıraktığı bıyıkta sebep arayan dedem
yanımda annem yanımda cinnet ve cinayet ikizlerim
yanımda savruk bir çift kabadayının dağılmış tespih taneleri

sorma, sadece oraya gidecektim, kötü çekilmiş bir fotoğrafa
o kimsenin kimseye bir devlet kadar kasrı yok günlerde
duası ezber, avluları dar ve toz
çeşmeleri ısrarla bozuklu çocukluğumun
orada değil, aslında durmadan burdayım burası çatık zamanda ısrar
burası özenle pişman, iki karış yüzümde terleyen telaş
sordum: sır kızıl, devlet unutkan, gördüğüm her surat tenha
sordum: törenler giz, zamanlar az, şakayla karışık:
hâlâ severken öldürülen o yavruya mı benziyor aşklar

ben buraya aslında kal diyen her yerden çıkıp geldim
şaştım, geçerken hiçbir hayata taşınmadan kaldım
taş attım kendime, kuyu kazdım
özendim kaldım geçerken uğrayan babanın çocuğuna
durmadan kendime geçtim, geçmeye devam
ben ısrarla uğrayanı özenle sevdim, sevmeye devam
elbet kendi kendine sağanak
elbet babadan kalma bir yağış biçimi
yine de ahh: gümüş ömürlerin altınkesimi
canım canım
teker teker
tane tane söyle babadan kalma oyuk günleri

aslında sadece bunu diyecektim. burdayım!
burası dövülmüş bir yüzün yüz üstü düşme hâlleri

Seyyidhan Kömürcü

hasar_ayini Hasar

Değişen Nedir Güvercinleri

Rüzgârın parmaklarımın ucuna düştüğü bir akşamüstü
hüznün yağmur damlası kül kokusuyla yüreğime düştüğü
alaca söğüt dallarının mavi su mağaralarına düştüğü
akşamın bir sesten bir sessizliğe düştüğü bir akşamüstü
Çınaraltı’ndan geçtim yüzümde bembeyaz güvercinlerle

Çınar
yine saçları ağarmış bulutların duldasında
yalnız.
Masalar
yine ayışığının korusunda yolunu yitirmiş yıldız kümesi
kimsesiz ve şaşkın.
Çay bardakları
Gece üç vardiyasında çalınmış yine yarım bırakılmış uykusu
çalınmış alınteri
çalınmış el emeği göz nuruyla bezeli bedeni
çalınmış aşk gücü iş bilinci.
Üç beş sandalye
bir kırık gönül
bir ufak tepsi
ayaza kesmiş merhaba
gençliğim
hayatın nakışlı sularından sulara vuran içimdeki yankıyı
saati soran, durmadan aşkın ve acının saatini
akşamın saatini soran gençliğim
ince bir hüzünden ince bir acıya rehinli
taş baskısı suretim

Sessizce oturdum bir masaya yüreğim bozarmış
bir bardak çay: demi sevda pınarından
bir resim: avucuna kuş konmuş acının resmi
bir yüz: geçen bıldırdan, yalnızlıktan incelmiş
bir sigara: akşam içilir kederle ancak
bir kitap: “Yokuşu Tırmanır Hayat”

Acının bir acıdan bir acının kırağına düştüğü bir akşamüstü
sevdanın bir sevdadan bir karasevdanın berzahına düştüğü
yalnızlığın bir sesten bir bilge aydınlığın avazına düştüğü
aşkın bir umuttan bir sevince düştüğü bir akşamüstü
oturdum Çınaraltı’nda yüzümde bembeyaz güvercinlerle

Oturdum sessizce sana sevdalı
Çınaraltı’nda
yalnızca beyaz güvercinler
yüzümde
yalnızca
beyaz bir hüzün

Oturdum sessizce bana karalı
Çınaraltı’nda
yalnızca beyaz çığlıklar
kalbimde
yalnızca
beyazı uçmuş yüzün

Refik Durbaş

degisen_nedir_guvercinleri Değişen Nedir Güvercinleri