o AN

Kadın, kokusunu saçlarından yağdırarak kalktı adamın yanından. Adam, yatağa sırt üstü uzanıp gözlerini kapattı. Avuçları, çarşafın üzerindeki ıslak sıcaklığı okşarken, bir kaç saniye önce kadının yağdırdığı yağmuru kokladı..

Düş müydü?

Yoksa düşüş mü?

YaşanANlar, gözlerini kapattığında cANlandıramadığı kadar inANılmazdı..

Soluğunun kesilişi.. Kalbinin duruşu.. Kanının damarında donuşu.. Ve sonra , kadının herşeyi misliyle geri veren, öpüşü, sarılışı, dokunuşu..

Ruhunun , tenini terkedip, miraca yükselişi, zerrelerinin semaya dağılışı ve bir ANda sadece bir ANda ,yeni bir varoluşla, herşeyinin eksiksiz hatta fazlasıyla yeniden bütünlenişi..

“Neydi bu ?” diye sordu kendi kendine..

Adını koymadı..Koymak istemedi.. Bildiği bütün kelimelerin, varolANın yanında ,sesli harfleri dökülmüş kelimeler gibi kaldığını farketti..

Muzır bir gülümseyişle döndü, yüz üstü uzandı yatağa. O’nun değdiği her yere, her şeye değmek, O’na bulANmak istedi..

Sadece, O’ndan ibaret bir mekânda, sonsuza dek kalabileceğini hissetti. Ebediyen, O’nda kalabilirdi.

Sonsuzluğu düşledi. Düşledikçe, parmak uçlarına değecek kadar yakınına geldi sonsuz.. Bitimsiz olduğunu bildiği bir sonsuzun, sonu olabileceği ve O’na doyamayacağı endişesiyle kıvranmaya başladı ruhu..

Yatağın içinde, huzursuzca kıvranırken, ENsesine değen, yağmur damlasıyla titredi.. Döndü.. Nefesinde orman, teninde güneşle geldi Kadın.. “Cennet bu kadar güzel olabilir miydi?”

Kadının dudakları aralandı.. Sarhoş eden bir nefes değdi Adamın yüzüne..Dudaklarında başlayıp , saçlarında sonlanan bir rüzgardı bu..

“Seç “dedi Kadın.. “Hangisini istiyorsun? Ezeli mi? Ebedi mi? Yoksa ANımı?”

Beklenmedik bu soru karşısında sarsıldı Adam..Benzi sarardı.. Ne demekti bu?

Kadın, Adamın şaşkınlığını yakaladı gözbebeklerinin titreyişinde..”ANdayız şimdi” dedi.. “Şu ANda..Ve sen seçeceksin güzergahımızı.”

Adam, Ezeli ve Ebedi düşündü ve ANı..Ve bir kaç saniye önce zihninde çağlayanları hatırladı..”Ebediyen O’nda kalabilirdi.”

“Ebed” diye haykırdı, doğruyu seçtiğinden hiç şüphe duymaksızın..

Kadının yüzü gölgelendi. “Ama neden?” dedi, yalvarırcasına..

“Çünkü” diyip kaldı adam..”Çünkü”.. Gerisini getiremedi önce.. “Ezel değil çünkü” diyip başladı yeniden. “Ezel değil çünkü; şu ANsa eğer, ve ezel, şu ANdan öncesi ise.. Öncenin öncesi ise, sonsuz öncesi ise, ANa vardığımız şu ANda bitti bizim için Ezel” dedi..

“Ya Ebed ? ” dedi ve sustu kadın..O AN, bir terslik olduğunu hissetti Adam.. Bütün vücudunu buz kesti.

“Neden” dedi kadın yeniden.. Nefesi boğuldu.. Adam, gözlerinde korku ve şaşkınlık öylece bakıyordu sadece.

Kadın, bütün gücünü toparlayıp başladı yeniden.. Bu kez sesinde sitem vardı..”Çünkü sen ,Ebedi, adına Ebed dediğin şeyi, ANdan ötede , şu ANdediğin şeyin sonsuz ötesinde, yıllar, yüzyıllar, bin yıllar, milyon yıllar ötesinde sanıyorsun değil mi?”

Adama döndü, gözlerinde boşalmaya hazır bulutlarla devam etti konuşmaya:

-Basit bir sayı doğrusu sanıyorsun değil mi zaman dediğini ? Bilmediğimiz bir Ezelle başlayıp, ANda milatı bulan ve ondan, sonsuz uzaklıktaki Ebede uzanan..”

Adam, zihninden geçirip , ifade edemediği cümleleri Kadının ağzından duyunca rahatladı birden.. “Evet bu” dedi.. “Bu işte.. Ebedi seçmemin sebebi bu.. Seninle, milyonlarca yıl birlikte olabilmek.”

Kadın sustu.. Sonra döndü Adama, herşeyi mahvettin dercesine baktı.. Dişlerinin arasından, mecalsiz bir cümle döküldü : “Peki.. eZelden, eBede giderken, eCelin yolunu kesebileceğini de mi düşünmedin? Bu kadar düz, dümdüz düşünebilen mantığınla , bunu , bu kadarını da mı akledemedin?”

Kadın, elleriyle sırt üstü uzanmış hâldeki adamın gözlerini örttü.” Korkma” diye fısıldadı..Bir Anda, karANlığın içinde, iki uçlu fitili ateşlenmiş bir dinamit belirdi..Ezelden ve Ebedden aynı ANda başlayan iki uçlu yangın, bir tek noktada birbirine kavuşup patladı..

ANdı.. AN , ezelle, ebedin birbirinde eridiği , yok olduğu ANdı..

Adam, ANladı, ANlamanın öneminin kalmadığı ANda..

Gözlerini açtı..

Yatağın üstünde sırtüstü uzanmış yatıyordu..Çarşaftaki ıslak sıcaklık da dahil herşey kaybolmuştu.. Hiç varomamışcasına..

YaşANmış ve bitmişti, bitimsiz olmasını istediği için belki de..

Üryan

an o AN

kaybedenler kraliçesi -1/3-

Burda çalışmaya başladığımın ilk günüydü.Masalar yavaş yavaş boşalmaya başlamıştı. Kazananlar yüzlerinde aç gözlü bir gülümseme, kaybedenlerse “yarın mutlaka” diye söylenerek yavaş yavaş kumarhaneyi terketmekteydiler. Mekancı saate baktı, nereseyse dörde geliyordu. “Birazdan gelir” dedi kendi kendine.
-Kim?
-Kaybedenlerin kraliçesi.
-Kaybededenlerin kraliçesi mi?
-Gelince görürsün..
Bir kaç dakika sonra kapı açıldı. Şimdiye kadar gördüğüm en yorgun yüzün sahibiydi gelen. Kadın olduğunu masaya yaklaştığında ancak farkedebilmiştim.Hoyratça kırpılmış saçları ve çelimsiz bir oğlan çocuğunu andıran vücuduyla, ayaklarını sürüyerek masaya ulaştı.”Erkelere mahsus” bu mekanda gördüğüm tek kadındı.
-Ama,, Bu bir kadın..
-Şşşşttt.. Sakın müdahale etme..
İçeri girdiği andan itibaren bütün gözler ona mıhlanmış gibiydi. Zar, pul, kağıt ve diğer tüm sesler donmuştu. Masaya oturmasıyla beraber meraklı bakışların sahipleri, bir büyünün esrarına çekilenlerler gibi halka oluşturdu çevresinde.
Gözlerimi yüzünden alamıyordun. Aynı anda bu kadar tezat ifadeleri yüzünde birleştirmeyi nasıl başarabilmişti. Çocuk değildi, kadından eksik, erkekten fazla, öfkeli ama bir okadar merhametli, çaresiz ama bir o kadar muktedir.
Ürperti.. Evet, tek hissettiğim buydu.. Biraz sonra Tanrılar için kurban töreni başlayacak gibiydi.. Neden böyle düşündüğümü bilmiyorum …
Siyah pelerininin çebinden, kadife bir örtü çıkarıp masaya fırlattı.. Örtü açıldı.. Bir zarın açılmış görüntüsü… 1’den 6′ ya kadar sayılar.. Neredeyse parçalanmak üzere olan bu garip örtüye hiç bir anlam verememiştim.
Bir sigara yaktı ..Elleri siyah eldivenin içinde o kadar küçüktü ki.. O an o elleri görebilmek için bir haftalık yevmiyemi feda edebileceğimi düşündüm..
Mekancı güçlükle duyabileceğim şekilde fısıldadı:
-Sadece 3 oyun.Tek başına.. Ve yine kaybedecek…
Ceplerinden beş kırmızı kese çıkardı. Ve her birini özenle yerleştirdi.
1-5-2-3-6 .. Sadece 4 ü boş bıraktı.
Avuçlarının içinde birden beliriveren zara baktı.. Tek bir zar.. Bu nasıl bir oyundu.. Kime karşı oynanıyordu.. Örtüdeki beş sayıya kese bırakılmıış, biri boş.. Hiçbir şey anlamıyordum.
Mekancı ile göz göze geldiler.Sigarasından derin bir nefes çekti.. Zarı kadife örtünün üzerine fırlattı.4….
sessiz kalabalıktan ” Ooooooo” sesi yükseldi.
Mekancı örtünün üzerindekileri toparladı..
Tekrar beş kese… 2-6-1-4-3. Bu defa 5 boşta.. Zar tekrar atıldı.. 5…
Örtüdekiler toplandı.. Ve 3. oyun.. Keseler 5-4-2-6-1 e yerleşti.. 3 boşta .. Zar atıldı..3..
Her defasında sessiz kalabalık mucizenin gerçekleşmesine hayret edercesine ” Ooooo” diyordu..
Mekancı örtüdekiler topladı.. Yüzünde sevinç yada üzüntü belirtisi bir ifade aradım. Yoktu.. Ve içeri girdiği gibi ayaklarını sürükleyerek çıkıp gitti.
Bu oyun günlerce sürdü.. Günlerce geldi ve her defasında cebindeki beşerden toplam onbeş keseyi bıraktı ve gitti.
Kimdi ,ne yapmaya çalışıyodu bunları öğrenmek arzusu ile çıldırıyordum..
O gace de sabaha karşı geldi ve kaybetti.. Peşi sıra çıktım .. Olanca sessizliğimle onu takip ediyordum.. Bu esrarı çözmekle memur edilmiş gibi hissediyordum kendimi.. 4 katlı köhne apratmanın kapısından içeri süzüldü, ben de peşinden.. Işıkları bile yakmadan ilerliyordu.. Merdivenleri karanlıkta çıkabilme ustalığını edinmişti.. 3.katta bir daire kapısı, sessizce açıldı.. Kapıyı arkasından açık bırakması garipti..Öylece kaldım.. Kanımı donduran bir ses ile adeta emretti:
-Gir..
Yakalanmış bir hırsız gibi huzursuz olmuştum..
-Farkettin demek. diyebildim
-Biliyordum.
-Kimsin sen?
-… Merak ettiğin bu mu?
-Bu ve bir de…
-Kimim ben.. Hiç kimse.. yada herkes.. Bilmem.. Farkeder mi..
-Peki şu oynadığın oyun..
Gözlerinde korkunç bir öfke ile döndü..
-Oyun mu.. Ben oyun oynamam.. Hem de hiç.. Kumar…
-Kime karşı?
-Kendime..
-5 sayı dolu sadece biri boş.. Neden hepsine oynamıyorsun.
Alaycı bir ifade ile, isteksizce cevapladı..
-Kaybetme ihtimalini sıfırlarsan kumar olmaz ki..
-Peki ya keselerin içindekiler.. Onlar ne?
– Anlar.. Anılar.. Dün.. Bugün.. Gelecek..
-Peki bu kadar kaybetmekten korkmuyor musun..
Hiç birşey anlayamamama hayret bile etmeden baktı yüzüme..
-Korkmak mı.. Kaybetmekten mi.. Kaybetmekten korkan bir kumarbaz gördün mü sen…
Bu gece boyunca son konuştuğumuz cümle oldu..
Birden bütün ışıklar söndü.. Alkolün mü yoksa başka birşeyin mi etkisiyle bilinmez kendimden geçmişim. Belli belirsiz hatırladığım tek şey yatakta dönüştüğü şeyin şimdiye kadar görmediğim ve hissetmediğim bir şey olduğuydu..Bilmediğim bir tad, garip bir ürperti.. Bu sevişmek değildi.. Sevişmek böyle birşey değildi.. Bunun adı neydi.. Bütün bunların anlamı neydi? Kimdi? Yoksa aklım bana garip oyunlarından birini mi oynuyordu.. Bu hal kaç saat yada gün sürdü bilmiyorum. Kendime geldiğimde, devasa bir yatağın içindeydim.. Siyah pelerini ile gitmek üzere hazırlanmıştı.. Yataktan doğrulup ardından seslendim:
-Nereye?
Döndü .. Yüzünü son görüşümdü…
-Kaybetmeye…
Bir daha mekana gelmedi.. Bir daha o köhne apartman dairesine de gelmedi..
O gece rüya mıydı ,gerçek mi asla bilinmedi.

Üryan

kaybedenler+kralicesi kaybedenler kraliçesi -1/3-

gitme/sen

o değil de;
hani birgün gidersen,
bir gün,
beni öylece yolun ortasında koyup gidersen,
bu gece de bir ezberi tekrarlatır gibi, 
adınla voltaladığım sokaklara ne hesap vereceğim.
hani beni boşver diyorum,
mühim değil,
bilirsin zaten
ben hep, “beni boşver” derim,
ve bilirim aslında boş veremeyeceğini..
diyorum ya;
hani bir gün, 
sahiden boş veriverirsen beni,
aylak dikilişlerinmin paravanı kahve molalarıma,
ayak üstü yalandan bakındığım camekânlara
sahi ne diyeceğim seni sorduklarında.
tamam, 
gerçekten sorun değil,
yastığa ben sarılıp uyuturum da,
sesinin düştüğü çarşafı da yorganım ısıtır,
iyi de ,
hepsi kolay da,
Ya ,bizi pencereden izleyen Ay?
söylesene!
O’nu hangi masalla kandıracağım.
rahat ol sen ,
en çok uyumayıveririm bir ömür,
musallat olmasın diye karabasanlar rüyalarıma,
beynimin üzerine bastım mı paketteki son sigarayı,
belli mi olur 
seni de unuturum hem belki,
adımdan sonra.
farkındasın değil mi ne söylediğimin?
aslını istersen söyleyemediğimin,
hani bir gün diyorum….
bir gün gidersen hani…
hani diyorum ki…
GİTME/sen..
ya da;
dediği gibi kim olduğunu bilmediğim birinin
“Birgün beni bırakıp gidersen,
ben de seninle gelebilir miyim?”
Üryan

gitmesen gitme/sen

Ben, bu resmi çizebilirim Abidin / Sana inat !

Ben,
Bu resmi çizebilirim Abidin,
Sana inat..
Ve inadına, tepemde dolaşan akbabaların.
İstediği kadar , paletimi saklasın hayat,
Gökkuşaklarından renkler aşırırım..

Sen,
Beni bilmezsin Abidin..
Sen, benim inadımı da bilmezsin.
Öfkelenip, parçaladım diye tuvalimi
Sanırsın,
Sanırlar ki ; vazgeçtim..

Fırçalarımı mı kırmışım tek tek!
Ne gâm!
Bak ellerime Abidin!

Parmaklarıma iyice bak!

O parmaklar, ellerimde durdukça,
Çizemeyeceğim resim yok benim , unutma!

Ne sandın Abidin , sen beni?
Ne sandınız,
Sen ve senin gibiler?
İki hâyâl kırıklığına pabuç mu bırakırım !
Küser miyim hayata !
Sonsuz karalar bağlar mıyım !
Güldürme beni, Abidin!
Abidin, beni gülmekten öldürme!

Üç onluğu geçeli çok oldu inan.
Çok oldu geçeli “vazgeçmeler”i..
Senin beyaz tuvaline çizemediğin aydınlığı var ya..
Ben, bir avuç karanlığa bile çizerim..

Eşsiz bir maviye boyarım gökyüzünü,
Elma şekerleri asarım, çocukların saçlarına,
Pamuk şekerlere bularım ,şımarık dudaklarımı,
Bir de serseri nanik çakarım ki suratına..

Ben,

Bu resmi çizebilirim Abidin,
Sana inat..
Ve inadına, tepemde dolaşan akbabaların.
Ekibim ,sağlam benim Abidin..

Ben, bu sokaklarda yalnız değilim..

Önüm, arkam, sağım,solum ,sobe hâlâ..
O sağlam çocuklar yanımda oldukça,
Spray boyalarla boyarım ben

Sus! duvarlarını.

Sen,
Boyalarını, samur fırçanla karıştıra dur..
Tuvalini, en pahalı bezden hazırla..
Şövaleni, ışığına göre yerleştir..

Uğraş Abidin,
Uğraş ,ama boşuna..

Ben,
Öğrendim Abidin..

Öğrendim bu sabah..
Bu resmi çizebilmek için tek, gerek,
Adam gibi, mangal gibi ,bir Yürek..

Seyret beni Abidin!
Şimdi seyret!
Çatla, patla, öl, hasetinden..
Ben,
Bu resmi çizebilirim Abidin,
Sana inat..
Ve inadına, tepemde dolaşan akbabaların.

Sana bir sır vereyim mi Abidin..
Kulağını aç da iyice dinle:
“Simurg bir masal kahramanı değil..”

Seyret Abidin!
Gözünü ayırmadan seyret!
Sana bir Simurg göstereceğim..

Üryan
mutlulugun_resmi Ben, bu resmi çizebilirim Abidin / Sana inat !

Kırlangıçlar

Şehrin kıyısında, ufacık bir derenin kenarında, dalları suya sarkan ihtiyar bir söğüt ağacı vardır. İlkbaharın başlangıçlarında bu söğüdün dallarına bir dişi kırlangıç gelip kondu; derenin bir başından bir başına yıldırım gibi uçan, beyaz göğüslerini suya dokundurarak şeffaf kanatlı küçük böcekleri yakalayan diğer kırlangıçlara bakmaya başladı. Başını hafif hafif sallıyordu. Derin düşüncelere daldığı belliydi.
Söğüdün dalları hışırdadı. Bir erkek kırlangıç geldi, dişinin karşısındaki dala kondu.

Kırlangıçlar arasında pek teklif yoktur. Uzun uzadıya takdim filan edilmeden konuşmaya başladılar ve pek az sonra da ahbap oldular.

Evvela havadan, sudan bahsedildi. (İki kişi birbirlerini yeni tanıdıkları zaman havadan sudan bahsetmek adettir.) Fakat biraz sonra erkek bir iki dal ileri geldi, dişi daha az çekingen bir hal aldı.

Muhabbeti kaynattılar.

-Olur ya!- demeyin, iki kırlangıcın ilkbaharda, herkes dört tarafa koşup çalışırken bir söğüt dalında oturup yarenlik etmeleri gündelik işlerden değildir.

Bizim kırlangıçların ikisi de antika mahluklardı, yani öteki kırlangıçlara benzemiyorlardı. (Başkalarına benzemeyenlere antika derler.) Evvela dişi kırlangıç lafı derin tarafından açtı:

-Siz hiç çalışmıyorsunuz?-

Başka bir kırlangıç olsaydı hemen: -Ya siz neden burada oturuyorsunuz?- diye ikinci bir sorguya kalkışırdı. Fakat bizimki derin derin içini çekti ve sustu.

Ve dişi onun söylediği şeyleri anlıyormuş gibi başını salladı ve gözlerini aşağıda şıpırtıyla akan suya dikti.

Bir müddet daha sustular. Erkek birdenbire gözlerini dişiye dikerek söze başladı:

-Bakınız şunlara…- Ve aşağıda birbirini çaprazlayarak uçan ve dokuma tezgahının mekiklerine benzeyen kırlangıçları gösterdi. -Bakınız şunlara… Sabah akşam demeden, yaz kış demeden çalışıyorlar. Ben bunlara çok kere sordum: Neden böyle durmadan uğraşıyorsunuz, dedim, cevap vermediler. Omuzlarını silkip yanımdan uzaklaştılar.-

Dişi:

-Birbirimize sen diye hitap etsek nasıl olur?- dedi. Erkek okkalı sözlerine cevap olmayan bu lafı beklememekle beraber, bu tekliften hoşlandı ve tekrar başladı:

-Adeta utanıyorum…- dedi, -Bütün kuşları sıraya dizseler biz herhalde sonuncu gelmeyiz. Kılığımız, kıyafetimiz düzgündür. Aklımız, şu sabahtan akşama kadar avaz avaz bağıran bülbülden herhalde üstündür. Kanadımızı bir vursak en hızlı güvercinden daha çok yol alırız. Halbuki bütün kuşların en zavallısı bizmişiz gibi hiç durmadan didiniyoruz. Şu budala serçe bile üç günlük ömrünü keyifle geçiriyor da, biz, arasından uçtuğumuz ağaçları bile fark etmiyoruz.

Biraz durdu, dişiye doğru yandan bir göz attı:

-Yarın öldüğümüz zaman birisi bize sorsa: ‘Dünyada neler gördünüz?’ dese herhalde verecek cevap bulamayız. Koşmaktan görmeye vaktimiz olmuyor ki…-

Dişi, gözlerinin içi buğulanarak:

-Ah- dedi, -tıpkı benim gibi düşünüyorsun.-

Erkek cevap verdi:

-Zaten seni burada tek başına görünce benim gibi düşündüğünü anlamıştım. Doğru değil mi ama? Şu dünyayı adamakıllı görmeden, dünyanın ne olduğunu adamakıllı anlamadan buradan gidecek olduktan sonra ne diye buraya geldik sanki? Yaşadığımızın farkına varmayacak olduktan sonra ne diye yaşıyoruz?-

Dişi tasdik eder gibi başını salladı:

-Etrafımıza göz gezdirince- dedi, -ben de senin gibi, dört tarafa koşan kırlangıçlardan başka bir şey görmüyorum. Ben de bunlardan mıyım, diyorum, sonra da bunlardan değilim galiba, diyorum. Onlar da beni pek istemiyorlar. Ne yapayım, burada oturup etrafa bakıyorum. Siz de, şey, sen de gelmesen böyle yapayalnız bu yazı geçirecektim.-

Akşama doğru lafları daha derinleştirdiler… Sonra ayrıldılar. Ve her gün buluşmaya başladılar.

Aman yarabbi, neler konuşmuyorlardı!.. Eğer kırlangıçlarda kitap yazmak adet olsaydı, bunların yazacakları kitaplar muhakkak ki üniversitelerde okutulurdu.

Gitgide birbirlerine daha çok alıştılar. Çok kere dişi daha evvel gelir, gözlerini suya dikerek erkeği beklerdi.

Bir gün çiçeklerden, bir gün yıldızlardan, bir gün öteki kırlangıçlardan bahsederlerdi. Hep düşünceleri birbirine uygundu.

Yalnız her ikisinin de içinde gizliden gizliye büyüyen bir korku vardı: Bir gün gelip ayrılmak korkusu.

Hiçbirisi bu korkusunu ötekine söylemeye cesaret edemiyordu. Kim bilir, belki öbürünün yanlış anlayacağından çekiniyordu. (Çünkü içten duyulan şeyler hep yanlış anlaşılır.)

İçlerinde bu ayrılık korkusu büyüdükçe bunu münasip bir şekilde diğerine söylemek için düşünmeye başladılar.

Mesela:

-Hiç ayrılmayalım, olmaz mı?- demek vardı, fakat bu pek geniş manalı ve müphemdi. Nasıl ayrılmayalım?.

-Bir yuva kuralım!- deseler, bu da pek bayağı kaçacaktı. Hem o zaman başka kırlangıçlara benzeyeceklerini sanıyorlardı.

Dünyanın geçiciliğinden, gökyüzünün sonsuzluğundan, sulardan ve diğer kuşların yaşayışlarından bahsederlerken, gözleri birbirine hasretle bakar ve: -Birbirimizden nasıl ayrılacağız?- demek isterlerdi.

Tesadüfün pek merhametli olmadığını ve birbirine böyle yakın olanları bir ikinci defa karşı karşıya getirmediğini biliyorlardı. Fakat konuştukları dil, diğer kırlangıçların diliydi ve bu dilde, söylemek istedikleri şeyleri söylemekten utanıyorlardı. Bu dil, onların içindeki şeylere uygun değildi.

Yavaş yavaş gözlerine ve bakışlarına bir gamlılık çöktü. Dostluktan filan bahsederken, sesleri titriyor gibiydi; yahut onlar böyle zannediyorlardı. Fakat böyle zamanlarda hemen birinden biri, bir kahkaha atar ve işi alaya bozardı: İçi burkulduğu halde… Nihayet günün birinde ikisi de bunun böyle sürüp gidemeyeceğini anladılar. İkisi de birbirlerine açılmaya karar verdiler.

Sabahleyin karşı karşıya gelince dişi söylemek istediği şeyleri gözleriyle anlatmak istedi. Tam bu sırada, üzerinde oturdukları söğütten sarı bir yaprak koptu, iki tarafa sallanarak aralarından geçti ve dişinin en manalı baktığı zamanda gözlerinin önünü kapattı.

Erkek bu bakışı göremedi.

Fakat her ikisi de sarı yaprağı gördüler.

Erkek ağzını açtı:

-Senden hiç ayrılmak istemiyorum…- demek üzereydi ki, buvvv diye soğuk bir rüzgar esti…

Dişi, erkeğin sözlerini işitemedi.

Fakat her ikisi soğuk rüzgarın sesini duydular.

Birbirlerinin gözlerine baktılar; artık yuva kurmak zamanının geçtiğini, sonbaharın geldiğini, ayrılacaklarını anladılar.

İkisi de içini çekti.

Tepelerinden birçok kırlangıçlar geçti: Sıcak yerlere dönüyorlardı.

Ayrıldılar… Ve bir daha birbirlerini görmediler.

Fakat ikisi de küçük derenin kenarındaki söğüdü ve orada geçirdikleri güzel ilkbaharı ve yazı unutmadılar.

Ve ikisi de, böyle bir yaz geçirmemiş olan diğer kırlangıçlara tepeden baktılar… (Çünkü azlıkta kalanlar çok olanlara nedense tepeden bakarlar.)

Sabahattin Ali

sabahattin_ali_kirlangiclar Kırlangıçlar

Evdeki

Bugün karşı arsaya yığılı kalasları kaldırdılar. Kocaman kamyonlar onca kalası iki saat içinde aldı gitti. Hiç ayrılmadım pencereden. Annem bir iki kere “ne oturuyorsun, ortalık süpürülecek” dedi: aldırmadım. On yıl önceki arsayı düşündüm durdum. Okul dönüşü bu pencereden top oynayan çocuklara bakardım.“Kız, koca mı arıyorsun orada?” derdi annem, utanırdım. On yıl önce annemi de severdim. Hem böyle kasabanın insanlarından korkmazdım. Ben de onlar gibiydim. Erkeklerin yanında uslu uslu oturur, kadınların dedikodusunu dinlerdim. Okulu bitirdiğim yıl karşıya kalasları yığdılar. Arsa sesini yitirdi. Pencereden hep o kalasları gördüm yıllarca. Kışın üstlerine kar yağdı, yazın güneşte esmer esmer yandılar. Bugün kaldırdılar onları. Şimdi içimde bir umut var. Top oynamağa gelecek çocukları bekliyorum.
Annem aşağıdan “Yemek hazır” diye bağırdı.

—Acıkmadım daha. Bekleme sen, ye! dedim.
Sokağa bakıyorum. Tek tük geçenler var. Çoğu kadın. Yüzleri asık, adımları sert. Bir yerden kavgadan geliyorlar, ya da bir yere kavgaya gidiyorlar sanırsın… Kös kös yürüyorlar. Hepsi de kendine güvenen kişiler, belli. Kusur bağışlayacak göz yok bunlarda. Büzülüyorum; içimi bir korku kaplıyor. Şu tokmak gibi herif bizim sokakta oturan kasap değil mi? Öğle yemeğine geliyor olmalı. Kime bırakmış dükkânı? Yetişkin çırakları vardır. Ceketi yamalı bir adama kemikli yerinden yarım kilo eti onlar yutturur şimdi. Bu adamlar namaz kılar mı acaba?
Bir kadın geçiyor. Tanırım onu, evleri bize yakın. Kocası bir bankada çalışıyormuş. Kıpkırmızı boyanmış. Neler söylüyorlar onun için komşu kadınlar, ne kötü şeyler. İnanmıyorum onlara. Hep birini çekiştirirler. Gözleri ışıldar anlatırken. Onların yanındayken kalkıp gitmekten korkarım. Gider gitmez beni çekiştirecekler sanırım. İnanmıyorum onlara ama bu kadını da sevmiyorum. Çok konuşur. Ara sıra bize gelir. ‘Bizimki’ dediği kocasını anlatırken bir bakışı vardır bana, evlenmedim diye eğlenir gibi, acır gibi bir bakış, sinirlendirir beni. Gene de bir şey demem; anlamamış gibi dururum. O boyuna konuşur. Müdürlere gitmişler geçenlerde. “Bir kızları var kardeş, bu kadar da olur mu? Neredeyse kucağına oturacak bizimkinin…” O kıza da acırım ben, şu kadına da, kendime de. Neden bu daracık kasabadayız sanki. Yoksa bütün dünya mı böyle. Kitapların dediği yalan mı?
Kapı açıldı. Baktım annem. Canım sıkıldı. Ne işi var burada? Yanımda olmadı mı serin kanlı düşünüyorum; acıyorum ona. Yaşlı kadın, onun dünyası da bir türlü diyorum. Yanıma geldi mi tepem atıyor. Ayıpmış, umurumda değil, sedire oturdu.
—Yarın Fatmahanımlar gelecekmiş seni görmeğe, dedi.
—Yarın evde yokum ben.
—Nereye gideceksin?
—Hiç, ama yokum evde. Çıkmam. Kaç kere söyledim sana, evlenmek istemiyorum ben.
—Elalem ne diyor biliyor musun? Eksiği var onun, diyor.
—Ne derlerse desinler. İstemiyorum. Kaçıncı bu? Üstüme varma benim. Kaçarım yoksa. Satarım babamdan kalan bağı, tarlayı; alır başımı kaçarım.
Gözleri büyüdü. Kalktı, kapıyı çarpıp gitti. Dışardan sesini duyuyordum. Rezil etmiştim onu ele güne. Herkes kendini düşünüyor. İleniyor bana, sesinden belli ağlıyor da. Ben de ağlamak istiyorum.
Kiminle evleneceğim bu kasabada? Kim anlatıyordu geçende. “İçip içip gecenin bir vakti gelir eve. Ayağını önüme uzatır. ‘Çıkar şunları’ der. Leş gibi kokar ayakları.” İçim bulanıyor. Nasıl yatılır böyle bir adamla?
Sokak kapısı açılıp kapandı. Eğildim baktım annem. Kim bilir hangi kocakarıya gidiyor? Yakınacak benden, içini dökecek, rahatlıyacak. Bense hep burada kalacağım, kendi kendimle. İnsan kendine acır mı? Ben acıyorum.
Kalktım aşağı indim. Ayakyoluna girdim. Çıkınca mutfakta ellerimi sabunladım. Yemek dolabında taze baklayla pilâv var. Bir tabakta yoğurt. Yoğurtlu pilâv yedim biraz. Pilâv soğumuş. Olsun, soğuğunu severim ben. Sonra gene odama çıktım. Şimdi daha iyiceyim. Dolaptan bir kitap aldım. Sedire uzandım. İlk yaprakta dayımın adı yazılı. Çoğu onun bu kitapların, bana verdi. İki yıl İngiltere’de okumuş. Bana İngilizce öğretirdi. Severdi beni. “Kız, erkek olsaydın seni oraya yollardım” derdi. Babamı hiç bilmiyorum. Dayım da liseyi bitirdiğim yıl öldü. Zaten her şey o yıl olmadı mı? Kalaslar bile o yıl geldi arsaya.
Nice sonra kapı çalındı. Kitabı bırakıp kalktım. Ayaklarım uyuşmuş. Annem anahtarı mu unuttu acaba? Basamaklardan ağır ağır indim. Necati mi yoksa? Ara sıra gelir, İngilizce ödevlerini yaptırır. Kapıyı açtım. Oymuş. Dümdüz taramış saçlarını. Sarı yüzünde hep o ergenlikler.
—Nasılsın abla? dedi.
—İyiyim. Girsene.
Girdi. Kapıyı kapadım.
—Halam nerede? diye sordu.
—Bilmem. Komşuya gitmiştir.
Dayımın oğlu bu Necati. Babasından öğrendiğimi oğluna satıyorum. Yukarı çıktık. Sakal tıraşı da mı oluyor ne, kötü kötü kokuyor. Baktım burun kanatları oynuyor, kokluyor. Bu oda evde kalmış kıza kokar sanırım. Alışmışım ben, duymuyorum. Masanın önüne oturdum.
—Otursana, dedim.
Karşıma oturdu. Kitabını, defterini masaya koydu. Bu yıl sık sık geliyor bize Necati. Eskiden pek uğramazdı. Hem üstünde bir sıkılganlık. Odaya girince hem seviniyor, hem utanıyor gibi. Büyüdü artık, liseye gidiyor.
—Ödev mi var? dedim.
—Evet dedi.
Kitaba uzandı.
—Biliyor musun, karşıdaki arsadan kalasları taşıdılar. Eskiden çocuklar top oynardı arada, dedim.
—Sahi, dedi. (O yana baktı.) Söyleyeyim arkadaşlara. Biz de gelir oynarız.
Kitabı, defteri açtı. Çalışmaya başladık. Ben okurken, farkındayım dinlemiyor pek. Şurama, burama bakıyor. En çoğu göğsüme. Alt dudağı ağır ağır sarkıyor. Hele gözlerindeki bulaşık bakış. Bu mu istek dedikleri? Kitabı uzattım.
—Şimdi de sen oku bakalım, dedim.
Toplandı, önce dudağı geldi eski yerine; ama gözlerindeki o bulaşıklık güç arındı. Okuması kötü değil. Ben gözlerine bakıyorum. Yeşil, yeşil ya, çipil bir yeşil bu. Tatsız. Nasıl denir? İşte kurbağa yeşili, soğuk. Ergenlikleri de var. İnce keskin dudakları. Ne çirkin çocuk. Çirkin ama bir çocuk körpeliği var onda, ya da bir genç erkek duyarlığı. Bacağımı ondan yana uzatsam diyorum. Uzattım. Kıpırdarken dizi bacağıma süründü. Bir kelimeyi yanlış okudu.
—İyi bak o kelimeye, dedim.
Düzeltti. Yüzüne kan çıkıyor. Şimdi kalksam, arkasına geçsem, kitaba eğilsem, göğsümü sırtına bastırsam. Kıpırdamıyorum. Ağır bir hava var odada. Oysa ilkyaz daha. Bungun, ağır, sıkıntılı bir hava bu. Necati hep okuyor. Kurbağa sesi gibi. Nasıl da benziyor kurbağaya. Bir tiksinti, bir bulantı kabarıyor içimde. Kendimden iğreniyorum. Ses kesildi.
Kalktım pencereyi açtım. Şu sıkıntılı hava dağılsın.
—Bugün hastayım ben Necati, dedim. Sen gelmeden yatıyordum. Okuyuşun çok iyi. Çevirisini sen kendin yaparsın.
Kalktı.
—Peki abla, dedi.
Gözlerinde o bulaşıklık yok artık.
Hava kararırken annem geldi. Aşağı indim. Mutfak masasında yemek yedik. Hiç konuşmadık. Evin içinde yalnız bulaşık çanaklara musluktan damlayan su sesi var; şıp, şıp, şıp… Neden böyle olduk biz? Ana – kız değil, sanki yabancıyız. Sebebi ne bunun? Garip töreleriyle bu kasaba mı, başkaları ne der tasası mı?
Yemekten sonra radyo dinledim. Geç yattım. Yatakta kendi kendime yalnızım. Uyuyamıyorum. Oda karanlık. Pancurlar kapalı. Gene de bir çocuk ağlaması duyuluyor. Uzak, çok uzak bir yerden gelir gibi. Sıkıntılı. Sanki gelecek günlerine ağlıyor. İçim daralıyor. Yorganın altında büzülüyorum. İyi şeyler düşünmek istiyorum. Uyusam da bari düşte çıksam bu kasabadan. Olmuyor. Biliyorum, bu gece uykumda üstüme bir kurbağa sıçrayacak, uzanıp uzanıp öpmeğe çalışacak beni.
Dışarıdan ayak sesleri geliyor. Bir sarhoş bağırıyor. “Uyyy, koca çarıklı Allah, uy!” diyor. Neden tam burada bağırdı bu adam? Korkuyorum. Öyle bitkin, öyle çelimsizim ki. şimdi insanlar bana ne isteseler yapabilirler. Sarhoş pencereyi açıp yanıma uzanabilir. Ama gelmiyor. Sesi uzaklaştı. Köprüye varmıştır. Ne dediği anlaşılmıyor. Yalnız sıkıntılı, adamın içini kurutan bir “Uyyy.” sesi duyuluyor.
Yusuf Atılgan

evdeki Evdeki

Son Kuşlar

Kış, Ada’nın her tarafında yerleşebilmek için rüzgârlarını poyraz, yıldız poyraz, maestro, dıramudana, gündoğusu, batı karayel, karayel halinde seferber ettiği zaman; öteki yakada yaz, daha pılısını pırtısını toplamamış, bir kenara, oldukça mahzun bir göçmen gibi oturmuştur. Gitmekle gitmemek arasında sallanır bir halde, elinde bir pasaport, çıkınında üç beş altın, bekleyen bu güzel yüzlü göçmen tazeyi benden başka bu Ada’da seven hemen hiç kimse yoktur, diyebilirim. –Övünmek için değil-

Herkesin yeni başlayacak olan altı-yedi aylık soğuk hayata kendini şimdiden alıştırmak ve hazırlamak için bir şeyler yapmaya çalıştığı öyle günlerde ben, tembelliğim, hep kaçanı kovalama huyumla yazın, o güzel göçmenin peşine düşmüşümdür. Nerede yakalarsam orada kucaklarım onu. Kimi bir çamın gölgesinde durgun ve güneşsizdir. Kimi bir çalılığın kenarındaki çimenlikte bütün eski ihtişamıyla daha yeni başlamıştır.

Yazın daha parça parça, lime lime, bohça bohça eşyalarıyla gitmek için fazla telaş etmediği Ada’nın bu yakasında, hiçbir ev yoktur. Yalnız bir tek kır kahvesi vardır.

Bir küçük koyun hemen beş-on metre yukarısında, bir apartman terası kadar ufak bu kır kahvesinin tahta masaları üstünde, hâlâ karıncalar gezer. Hâlâ sinekler kahve fincanının etrafına konarlar. Bütün sesler kesilmiştir. Kimi gökyüzünden bir uçak homurtusu gelir. İçindeki, şimdi Yeşilköy’e inecek yolcuları düşündüğüm, yalnız bu yazıyı yazarken oldu. Ondan evvel de uçaklar geçmişti. Ama, hiç içindeki Yeşilköy’e neredeyse ineceklerini, daha şu iki satırın sonunda inmiş bile olduklarını düşünmemiştim.

Kahvecinin kendisi sevimsiz bir adamdır. Kahveciden çok, ters bir devlet memuru hüviyeti taşır. Hastalıklı olmasa, doktorlar fazla yorulmamasını salık vermemiş olsalar, dünyada kahveci olmazdı. Tersine, ben ömrümce iyi bir kahve bulamadığım için, kahveci olmamışımdır. Bir kır kahvesi, bir köyün kahvesinin üç-beş gediklisi… bundan güzel bir ömür mü olur, elli-altmış senelik yaşam, bundan güzel .

Ağaçtan ağaca serilmiş beyaz çamaşırlar bu kadar durgun, güneşsiz, ıslak bir şekilde ılık havada hiç kurumayacaklar. Bu kedi, tahta masanın üstüne çıkmış, köpeğime durmadan homurdanacak mı? Sandalyenin üstündeki vişneçürüğü rengindeki delik çoraplar… Asmanın yaprakları daha yemyeşil. Bizim bahçedeki kurudu bile.

Deniz, Bozburun’a doğru başını almış gidiyor. Uzaklarda görünen, İstanbul’un neresi kimbilir? Sesler neden gelmiyor?

Bir başka uçağın sesi gelmeye başladı. Bizim Ada, uçakların geçtikleri bir yol güzergahı olmalı ki, hep ya üstümden, ya da solumdan geçip gidiyorlar. Kedi sustu. Köpeğim gözünü kapadı. Karga sesleri geliyor şimdi de. Vaktiyle bu Ada’ya bu zamanda kuşlar uğrardı. Cıvıl cıvıl öterlerdi. Küme küme bir ağaçtan ötekine konarlardı.

İki senedir gelmiyorlar.

Belki geliyorlar da ben farkına varmıyorum…

Sonbahara doğru birtakım insanların çoluk çocuk ellerinde bir kafes, Ada’nın tek tepesine doğru gittiklerini görürdüm. İçim cız ederdi.

Büyüklerin ellerinde birbirine yapışmış, pislik renginde acayip çomaklar vardı.

Bunlarla bir yeşil meydanın kenarına varır, bunları ufacık ağacın altına çığırtkan kafesiyle bırakırlar, ağacın her dalına ökseleri bağlarlardı. Hür kuşlar, kafesteki çığırtkan kuşun feryadına, dostluk, arkadaşlık, yalnızlık seslerine doğru bir küme gelirler. Çayırlıkta bir başka ağacın gölgesinde birikmiş çoluklu çocuklu kocaman, bir müddet bekleşirler. Sonra kuşların üşüştüğü ağaca doğru yavaş yavaş yürürlerdi. Ökselerden kurtulmuş dört-beş kuş, bir başka ökseye doğru şimdilik uçup giderken, birer damlacık etleriyle birer tabiat harikası olan kuşları toplarlar, hemen dişleriyle oracıkta boğarlardı. Ve hemen canlı canlı yolarlardı.

Hele bir tanesi vardı, bir tanesi. Çocukları bu işe seferber eden de oydu. Ökseleri cumartesi gecesinden hazırlayan da… Konstantin isminde bir herifti. Galata’da yazıhanesi vardı. Zahire tüccarıydı. Kalın, tüylü bilekleri, geniş göğsü, delikleri kapanıp açılan üstü kara kara benekli bir burnu, deriyi yırtmış da fırlamış gibi saçları, kısa kısa yürümesi, kalın kalın bir gülmesi.

O esmerle sarışın arası isketelerin bir damlacık etlerinden yapacağı pilavın hazzıyla pırıl pırıl yanan krom dişleriyle nasıl koparırdı kuşun imiğini, bir görseydiniz…

Hani sessiz, zenginliğini bile belli etmez, mütevazi adamdı da… Konu komşusu da severdi hani. Hiçbir şeye, hiçbir dedikoduya karışmazdı. Sabahleyin işine kısa kısa adımlarla koşarken, akşam filesini doldurmuş vapurdan çıkarken görseniz; iriliğine, sallapatiliğine, Karamanlı ağzı konuşuşuna, basit ama, hesaplı fikirlerine, iki kadeh atmışsa yine basit, sevimli şakalarına karşı, hakkında kötü bir hüküm de vermezdiniz. Kendi halinde, işi yolunda, hesaplı yaşayan bin bir tanesinden bir tanesiydi.

Havada ve denizdeki tirşe maviliğin üstünde birtakım esmer damlacıklar görünürdü. Sağa sola oynarlar, sonra bir istikamet tutturur, bu esmer lekecikler geçip giderlerdi.

Konstantin Efendi onların çok uzaktan geçtiklerini görebilirdi. Gözlerini kısardı. Esmer lekelerin Adalar istikametinde gittiklerini görür, etrafına bakar, bir tanıdık görecek olursa gözünü kırpar, gökyüzüne bir işaret çakar:
-Bizim pilavlıklar geldi! derdi.

Kuşlar pek yakından geçmişse, seslerini taklit ederek kalın dudaklarıyla dişlerinin arasından onlara seslenirdi. Kuşların çoğunca aldandıklarına, bu sesi duyarak, dost sesi sanıp vapur etrafında bir dönüp uzaklaştıklarına şahit olmuşumdur
Havalar sertleşir, poyrazlar, lodoslar birbirini kovalar, günün birinde teşrinlerin sonlarına doğru, ılık, hiç rüzgârsız parça parça oynamayan bulutlu, tatlı, sümbülî günlerde, o, en çığırtkan kafes kuşunu nereden bulursa bulur, mahalle çocuklarını çağırtır; bin tanesi iki yüz elli gram et vermeyen sakaları, isketeleri, floryaları, aralarına karışmış serçeleri gökyüzünden birer birer toplardı.

Seneler var ki kuşlar gelmiyor. Daha doğrusu ben göremiyorum. Güzün güzel günlerini pencereden görür görmez, Konstantin Efendi’nin bulunabileceği sırtları hesaplayarak yollara çıkıyorum. Bir kuş cıvıltısı duysam kanım donuyor, yüreğim atmıyor. Halbuki sonbahar kocayemişleri, beyaz esmer bulutları, yakmayan güneşi, durgun maviliği, bol yeşili ile kuşlarla beraber olunca, insana, sulh, şiir, şair, edebiyat, resim, musiki, mesut insanlarla dolu anlaşmış, sevişmiş, açsız, hırssız bir dünya düşündürüyor. Her memlekette kıra çıkan her insan, kuş sesleriyle böyle düşünecektir. Konstantin Efendi mani oluyor. Zaten kuşlar da pek gelmiyor artık. Belki birkaç seneye kadar nesilleri de tükenecek. Her memlekette kaç tane Konsantin Efendi var kimbilir? Kuşlardan sonra şimdi de milletin yeşilliğine musallat oldular. Geçen gün yol kenarındaki yeşilliklere basmaya kıyamayarak yola çıkmıştım. Konstantin Efendi’nin günlerinden bir gündü. Gökte hiç kuş gözükmüyordu. Evden çıkarken isketemin kafesine bir incir yapıştırdım. İsketem tek gözünü verip bana dostlukla bakmış, incir çekirdeğini kırmaya çalışıyordu.

Onu, ev duvarının bir kenarına çaktığım çiviye asmış, yola çıkmıştım. Kuşlar yoktu şimdi havada ama, yolun kenarında yeşillikler vardı ya… Baktım. Bu yeşilliklerin bazı yerleri sökülmüş. Biraz ileride dört çocuğa rastladım. Yürüyorlar. Yeşilliklerin en güzel yerlerinde duruyor, bir kaldırım taşı kadar büyük bir parçayı belle söküyorlar, bir çuvala dolduruyorlardı:

– Ne yapıyorsunuz, yahu?dedim.
– Sana ne? dediler.
Fukara, üstleri yırtık pırtık yavrulardı.
– Canım, neden söküyorsunuz?dedim.
– Mühendis Ahmet Bey söktürüyor.
– Ne yapacak bunları?
– Yukarıda deri tüccarı Hollandalı var ya hani, onun bahçesini düzeltiyorlar da…
– İngiliz çimi alsın, eksin; madem ki herif zengin…
– İngiliz çimiyle bu bir mi?
– Bu daha mı iyi?
– İyi de laf mı? Bunun üstüne çimen mi olur? Hollandalı öyle demiş.

Karakola koştum. Polislere haber verdim. Güya menettiler. Gizli gizli, gene çimenler yer yer söküldü. Mühendis Ahmet Bey’e ceza bile kesilmedi. Belediye talimatnamesinde, yol kenarlarındaki çimenleri sökmek cezaya mucip olmuyormuş.
Kuşları boğdular, çimenleri söktüler, yollar çamur içinde kaldı.

Dünya değişiyor dostlarım. Günün birinde gökyüzünde, güz mevsiminde artık esmer lekeler göremeyeceksiniz. Günün birinde yol kenarlarında, toprak anamızın koyu yeşil saçlarını göremeyeceksiniz. Bizim için değil ama, çocuklar, sizin için kötü olacak. Biz kuşları ve yeşillikleri çok gördük. Sizin içi kötü olacak. Benden hikâyesi.

Sait Faik Abasıyanık

son_kuslar_sait_faik Son Kuşlar

Mikail’in kalbi durdu

Mikail’in kalbi durdu. Soğuk ve yorgun bir hesaplaşma gecesinin sonunda, bakımsızlıktan eksilmiş dişleri bir türlü tamamlanamayan iki küçük çocuğunun ve dudaklarından kahırlı beddualar dökülen karısının hazin bir sessizlik ve fakirlik içinde oturdukları,duvarlarından acı sular sızan evinde; ağladığını değil, yenilmişliğin acısıyla ağladığını saklamaya çalışırken, ansızın kalbi durdu.

Onun kalbinin durduğu anı ben çok iyi biliyorum. Çünkü ertesi gün şehrin, hasta bir ciğer gibi iniltili ve derin soluklar alarak yaşayan, yorgun mahallesinde hemen yayılan ölüm saatine göre, tam Mikail’in kalbinin durduğu anda, terli ve adeta baygın bir uykudan, onun avucunda dura dura matlaşmış, küskün bıçağı değil, küskün gözleri kalbime battığı için, korkuyla uyandım. Yanımda, aldığım bu derin yaradan habersiz, içki kokulu sıcak nefesler vererek uyuyan Semiramis’e baktım.

Mikail’in kalbi durdu, dedim fısıltıyla. Sonra, bu uğursuz cümleye kendim de inanmak istemeyerek tekrar ettim: Mikail’in kalbi durdu! Semiramis duymadı, çıplak bacaklarını gevşek karnına çekti. Onun geniş, rahat yatağında büzüldüm, ufacık kaldım. Bir daha gözüme uyku girmedi.

O günden sonra uykuyu kaybettim. Buna huzuru kaybettim de denebilir. Uyumak, uykunun o derin ve lezzetli boşluğuna yuvarlanıp, hiç değilse bir uyku zamanı boyunca kalbimi kanırtan o acıyı unutmak istedim. Ama olmadı. Uyuduğum anlar o kadar kısaydı ki, ancak Mikail’in bir ağıt gibi incecik uzayarak, ölümcül bir tutkunun peşinde hızla yaşlanmış, durgun yüzünü ikiye bölen, modası geçmiş bıyıklarını unutmama yetti. Bir adak hayvanının çaresizliğini almış, bana kızgın olmaktan çoktan vazgeçmiş, kederli gözlerini aklımdan çıkaramadım.

Kısa kısa anlarda Mikail’i unutmayı başardımsa da, onun neredeyse benimle birlikte yaşadığına inandığım ruhundan bir türlü kurtulamadım. Her baktığım aynada, hep Mikail’in dokunaklı yüzünü gördüm. Bu solgun hayalete, garip bir anafora kapıldığımı, aslında yabancısı olduğum bir hayatın en kaynayan yerinde tesadüfen bulunmaktan başka bir suçum olmadığını söyledim. Ama yine de yatağımda acıyla dönüp durdum. Neden kesintisiz, tatlı ve huzurlu bir uyku uyuyamıyorum? diye sordum kendime.
Hemen cevapladım: Çünkü suçluyum. Ben bir şey çaldım. Benim için değersiz, hatta adi bir şeydi. Ama çaldım.

Hiç kimsenin bilmediği, ama kalbimi incecik kanatan bu acıdan kurtulmak için, önce Semiramis’i terk ettim. Yıllardır benimle birlikte dolaşıp kendine huzurlu ve sakin bir karyola altı arayan bavuluma eşyalarımı doldururken, kasvetli sokağın sefil apartmanlarından uzanmış, bakımsız kadın başları Mikail’in birkaç sokak ötedeki evine solgun yüzlü yoksul akrabaların girip çıktığını, tenha ve fazlasıyla sade bir cenaze töreni boyunca iki çocuğunun ellerinden tutmuş zayıf karısının, ben şimdi ne yapacağım, diyerek mütemadiyen ağladığını, en yürek paralayan kelimelerle anlattılar. Bu sefil ölümün Mikail’in kaderi olduğunu söylediler ve gözleriyle pencerede Semiramis’i aradılar. Ben, bavulumu kalbimde derin bir sızıyla, ağır ağır doldururken, Semiramis kal demesinin fayda etmeyeceğini biliyor, susuyordu. Hiç konuşmamış olsak da, Mikail ile aramızdaki garip kavganın farkındaydı.

Bu sessiz düşmanlıkta Semiramis’in çok suçu var. Mikail’i ilk gördüğüm gece, yüzünde beliren hain tebessümle beni bu acıklı kavgada taraf olmam için tahrik ettiği söylenebilir. Bu, benim kendime bulduğum bir mazeret de olabilir. Semiramis kendince doğru yapmış da olabilir. Yanlış olan belki de sadece benimdir. Mikail’i gülünç kıyafeti ve demode bıyıklarıyla ilk gördüğüm gece, ona tepeden ve kibirli bir edayla bakarken, beni bir gün böylesine yaralayacağını bilseydim, ait olmadığımı kesinlikle bildiğim, ama gösterişli bir yabancılıktan fazlasıyla hoşlandığım için, bir türlü çıkıp gidemediğim, abartılı neşeleri samimi acılarla örülmüş bu karanlık insanların dünyasında kalmaz; gitmenin tam zamanı olduğu halde, tembelliğin tadında kendimi unutarak gidemediğim zamanların birinde, çekip giderdim.

Mikail’i ilk kez şehirdeki bütün pencerelerin ardına kadar açık olduğu, yaprak kıpırdamayan, müthiş sıcak bir yaz gecesi gördüm.

Semiramis’in, binlerce kalp yarası ve onur kırıklığı yaşadığı yoksul zamanlarında, onu irinle sızlayan bağrına bastığı için sadakatle bağlı olduğu bu acayip semt sıcaktan inliyor, her gece dayak yiyen kadınların kırılan burunlarından akan kanın kokusu, güçlünün zayıfa çok olağanmışçasına, tereddütsüz gösterdiği şiddetin yankısı hiç duyulmuyordu. Semtin gaddar ve günahkar gece hayatına ara verilmiş gibiydi. Sokak köpekleri sessizdi, sokak çocukları gün boyunca ısınmış taşlara boylu boyunca uzanmışlardı. Sinekler bile uçmuyordu.

Yüksek tavanları bir parça ferahlık hissi veren salonda, kanepeye uzanmış votkalı bira içiyorduk. Semiramis’in artık iyice yumuşamış, iri göğüslerine başımı dayamıştım. O, zevksiz ama pahalı yüzüklerle süslü parmaklarıyla saçlarımı karıştırarak, Semra olan adını neden Semiramis yaptığını anlatıyordu. Onu dinlerken asla aynı hamurdan olmadığımızı, olamayacağımızı düşünüyordum. Bunu düşünmek çok hoşuma gidiyordu. Kendimi ait olmadığı mekanlarda pervasızca dolaşan, cüretkar bir suçlu gibi hissediyordum.

Vaktiyle çok güzel olduğu eski fotoğraflarından ve geçkin yaşında bile kendine duyduğu güvenden anlaşılan Semiramis, bir müzikhol ortağının olması gerektiği kadar sarhoş olmuştu. Borçlarını günü gününe ödeyen, güzel ve sağlam evlerde oturan, kendilerini çok düzgün bulan insanların hiçbir zaman anlayamayacakları gecelerin dünyasında, vücutları taze olduğu sürece var olabilen kadınlardan çok daha akıllı olduğunu, kendi aleminde söz sahibi olmayı başararak ispat etmiş olmanın verdiği güvenle, yeni tanıdığı ve şehveti, kadınlığı, sorumsuz bir boşlukta alabildiğine yuvarlanmayı vaat ederek elinde tutmayı tasarladığı bana, hayatını anlatıyordu.

Hayatına çok erkek girmiş. O hiçbirini sevmemiş ama hepsinden işine yarayacak bir şeyler kalmasını sağlamış. Kiminden akıllıca öğütler, kiminden rahat rahat harcayacağı kadar para, kiminden hastalıklı bir tutkunun biraz daha yaşanması için gözden çıkarılmış birkaç mücevher, kiminden birkaç tatlı anı. Kimiyle yaşadıklarından da ders çıkarmış. Şimdi yaşadığı ve pek memnun olduğu debdebenin henüz izini sürdüğü sıralarda metresi olduğu, yaşlıca, okumuş, biraz çirkin ve huysuz olmakla beraber, çok güzel kokan bir adam, ona aynen şöyle demiş: Semiramisler Semraların küçük didinmelerle kurdukları, mutlu görünen, sakil yuvaları dağıtırlar.

Böyle parlak cümlelerinin metreslerinin kafasına kazınmasını arzulayan, kaçık bir adamdı da, ona zorla mı ezberletmişti bu cümleyi, yoksa Semra’nın taşralı uysallığından belli belirsiz bir tiksinti duyan Semiramis isteyerek mi ezberlemişti, bilmiyorum. Ama bilerek ve isteyerek “kötü kadın”lığı seçen Semiramis’in ağzından bu cümlenin çıktığı sırada, zil uzun uzun, acıklı bir ısrarla çaldı. Şefkatli duygulara yakışan Semraların yüzünde bulunması pek mümkün olmayan o hain tebessüm Semiramis’in yüzünde çok kısa bir an belirip kayboldu. Kapıyı niye açmadığını merak ederek ona baktım. Mikaildir bu, dedi. Çalar çalar gider.

Açılmayan bir kapının zilini yalvarırcasına çalıp çalıp giden bir adam. Mikail. Semiramis yerinden tembel hareketlerle kalktı, tanıdığı erkekleri ve onunla birlikte yaşadığıma göre beni de bayağı bir zevke sürükleyen siyah iç çamaşırlarıyla, hala çekici olan vücudunun, sıcağa rağmen ahenkli hareketleriyle banyoya yürüdü. Mikail’e kapıyı açmamaktan müthiş bir zevk aldığını hissettim. Duşa girdiğini duydum. Suyun sesi ruhuma bir serinlik verdi. Semiramis’in o bir anlık hain tebessümünü hatırlayarak, bir zamanlar muhtemelen ardına kadar açılan kapı artık açılmadığı için gitmek zorunda kalan bu adamı, Mikail’i görmek istedim.

Bu kapı hiçbir şey vaat etmediğim halde bana açılmıştı, istediğim kadar açık tutabilirdim. Ama bunun benim için hiçbir önemi yoktu. Semiramis. Akıllı ama bayağı bir kadın, istediğim zaman bırakıp gidebileceğim, ardımdan ağlasa da beni çabucak unutabilecek kadar feleğin çemberinden geçmiş, yaşlı bir yosma. Gitmiyorsam bunun sebebi, Semiramis’in bütün varlığıyla bana teslim olması değil, gidecek yeni bir yer, bir mekan, bir başka alem aramaya üşeniyor olmamdı. Kayıp çocuklardan biriydim. Yenilmişliğin, geleceksizlikte kaybolmuşluğun hastalıklı duygularına varlığımı teslim etmiştim.

İnsanın ruhunu tamamiyle kaybettiğini sandığı bu derin boşlukta, belki de yaşanabilecek en son duyguydu kibir. Yine de kibirlenmekten kendimi alamadım. Mikail’i görmek, hatta kendimi ona göstermek için pencereye çıktım. Mikail az önce ümitli ve atak adımlarla çıktığı merdivenlerden; muhtemelen kırılmış, başı önde inmiş, böğründe barındırdığı acılarla katılaşmış dar sokağa çıkmıştı bile. Artık adım atamadığı bu evde, bir başka erkeğin yaşadığını düşünerek, yerini alan o yüzü görmek için mi tam gidecekken başını kaldırıp pencereye baktı? Bilmiyorum. Sokak lambasının ışığında göz göze geldik.

Kara gözlerini gördüm. Yüzündeki gergin ve sert ifadeye rağmen çok mahzun bakıyorlar gibi geldi bana. Yazlık, siyah bir ceket giymişti. Beyaz gömleğinin yakalarını dışarı çıkarmıştı. Bana birkaç saniye baktı, bıyıklarına dokundu ve alelacele birkaç adım atarak kapının önüne park ettiği, içinin satılık mutfak eşyalarıyla tıklım tıklım dolu olduğunu o sırada bilmediğim, steyşın Anadol arabasına bindi. Beni görmemezlikten gelmeyi tercih ettiği çok belliydi. Ben kendimi hayatın akışına bırakmış, garip bir sarhoşluk içinde, hiçbir rekabet ve aşk duygusu taşımadan, öylesine bakıyordum. Biraz önceki kibirli halim de geçmişti. Sıkılıp pencereye çıkmış, komşuların ışık sızan pencerelerindeki gölgeleri gözetleyen yaşlı kadınlardan bir farkım yoktu. Oysa Mikail’in beni hasmı olarak gördüğünü, ikinci karşılaşmamızda anlayacaktım.

Halinde acıklı bir telaş, acemice örtmeye çalıştığı bir kırgınlık vardı. Bütün sokak onun çaldığı kapının açılmadığını biliyormuş gibi utanmıştı. Sanki beni görmemezlikten gelerek bana ve Semiramis’e bir şans daha veriyor, kendince büyüklük gösteriyordu. Bu yüzden bir an önce sokağı terk etmek istedi, Aramızda yaşanan o kısa göz buluşmasını derhal unutmak ve unutturmak arzusuyla arabasına bindi. Anahtarı çevirdi, ama gün boyunca sokak sokak dolaşmış yorgun Anadol çalışmadı. Onun avuçlarının terlediğini, kontak anahtarını defalarca çevirdiği halde, yaralı bir kuş gibi cik cik öten, ama bir türlü çalışmayan araba yüzünden fena halde küçük düştüğünü hissettim.

Arabayı çalıştıramayınca inmeye mecbur oldu. Yüklü olduğu için yerinden çok zor kıpırdayan Anadol’u, bir eliyle direksiyonu tutarak, kan ter içinde itmeye başladı. Park edildiği kapı önünden memnun, ebedi bir huzur içinde dinlenmek istiyormuş gibi görünen bezgin Anadol, nihayet yokuştan aşağı kaymaya başladı. Mikail komik adımlarla koşarak arabaya bindi. Anadol gözden kaybolmak üzereyken çalışmak niyetiyle biraz homurdandı, sonunda çalıştı. Eski motorun kocaman gürültüsü sokakta yankılandı, giderek duyulmaz oldu. Sokak biraz önceki bayıltıcı sessizliğine dönmüştü. İçeri girdim. Mikail’in halini hatırlayıp gülerek, kendimi Semiramis’in kocaman yatağına sırtüstü bıraktım. Uyumuşum…

Şimdi düşünüyorum da, Mikail döküntü Anadolunu çalıştırıp caddeye çıktıktan sonra arabayı durdurmuş, üstüne vinileks kılıf geçirilmiş direksiyonuna basını koyup, hırsından ağlamış olabilir.

Hayatın tanımlanabilir, ilkel duygularla, garip törenler halinde yaşandığı; ufak ayak sürçmelerinin bile, itibarları bir anda yerle bir ettiği raconlar dünyasında, Mikail’in düştüğü bu durum, ağır bir darbeydi. Hayat koşuşturmasından yorgun düşen Anadol kontağı ilk çevirişte çalışsa ve Mikail sokağı afili bir kalkışla terk edebilseydi; belki de aramızdaki bu sessiz kavga hiç başlamayacaktı.

Onu aşk rekabeti değil, başına gelen küçük aksilikler mahvetti.

Ben uyuyarak onu unuttum. Aklımdan tümüyle çıkardım. Bu yüzden birkaç gün sonra, Semiramis’in oturduğu sokakta tekrar karşılaştığımızda onu tanımakta zorluk çektim. Semiramis bir sahil şehrinde iş almış, müzikholde çalışan birkaç kızla birlikte turneye gitmişti. Sanırım döndüğünde beni bulacağını ummuyordu. Bu turneye bir aşk imtihanı gözüyle bakmış, onu terk etmemi istemediği için, buzdolabını bin türlü yemekle doldurmuştu. Gece hiç yatmamış, durmadan içmiştik. Sabaha karşı bir gün mutlaka onu bırakıp gideceğim için, uzun uzun ağladı. Onu avutmaya kalkmadım. İçkiden ve uykusuzluktan bitkindi. Otobüse biner binmez sızdı. Ben sebepsiz bir hürlük duygusuyla dolup taşarak şehrin uzun zamandır gitmediğim köşelerine gittim, çay bahçelerinde başımı masalara dayayarak uyukladım. Durgun sularda kendime baktım. Kendime dair küçük bir sevinç aradım. Yeni bir yol. Öyle sıcaktı ki hava, bulamadım.

Sokağa girdiğim sırada, gitmenin tam zamanı olduğu halde, pencereleri ardına kadar açılınca serinleyen bir odada tembel tembel esneyerek yatmak fikri, ya da düpedüz tembellik, hayata karşı derinden hissettiğim bu lezzetli tembellik; ayaklarımı yine Semiramis’in evine doğru sürükledi. Zaten yapışkan bir temmuz sıcağı altında inlerken değil ciddi bir karar almaya, basit bir program yapmaya bile imkan yoktu.

Dalgın adımlarla yürürken pencerelerden uzanmış, kara çekirdek çıtlatıp, kabuklarını sokağa tüküren kadın başlarına takılmıştım. Karşıdan eski, yorgun Anadol, inler gibi çalışarak ve büyük gürültüsüyle sokağı doldurarak geliyordu. Mikail apartmanın kapısına arabasını park edip indikten ve kendine şık bir duruş bulduktan sonra onu, o ilk gördüğüm gece de dikkatimi çeken bıyıklarından tanıdım. Bu karşılaşma için çalışmayan Anadolunu yaptırdığı, özenle giyindiği, hatta mahalleye sergilenecek gösterinin provasını yaptığı belliydi. Saçlarını boyamış, ama şakaklarındaki birkaç tel kır saçı, özellikle bırakmış olmalıydı.

O beni birdenbire gördü. Çok heyecanlandı, eli ayağına dolandı. Sonra kendini topladı. Göz gözeydik. Sustalı bıçağını çıkarmak için elini cebine attı. Ama cebini bulamadı. Yıkana yıkana çekmiş pantolon paçalarının örtemediği beyaz çoraplarını ve bu halinin o fiyakalı duruşu nasıl bozduğunu görünce, elimde olmadan gülüverdim. Adımlarımın ahengini hiç bozmadan apartmana doğru yürüdüm. Nihayet cebini buldu, sustalısını çıkardı ve açıp kapamaya başladı. Aramızda çok kısa bir mesafe vardı.

Mikail’in kalbimde görmek istediği bıçaktan hiç etkilenmedim. Ruhum boşalmış gibiydi. Bu keskin çeliğin pırıltısı benim için sokaktan hızla geçen bir kedinin kuyruğu kadar anlamsızdı. Hatta ben, bizzat o bıçağa bir anlam katmak ve onu kalbimde hissetmek arzusuyla yürüdüm. Kayıp çocuklardan biri olmak hiç umurumda değildi. Öyle ki, o bıçak kalbime batsa bile, onunda gezip dolaşabilecek kadar gerçekdışı hissediyordum kendimi. Bu yüzden bıçağa doğru yürüdüm. Mikail’e karşı bir hareket olsun, raconlar dünyasında adım anılsın diye değil. Bıçağından aldığı güven kendine yetmiyordu, ellerinin titrediğini gördüm.

Bıçakla aramızda birkaç adım varken, karşı apartmandan çıkan, iri ve ağır küpeleri kulak memelerini yarmış bir kadın, eteğine yapışmış sümüklü bir kız çocuğunu sürükleyerek, Mikail’in yanına geldi, tam aramıza girerek, sende cezve takımı var mı? diye sordu.

Mikail’in hiç hesap etmediği küçük bir aksilik, bütün sahneyi mahvetti. Bir kadın kalabalığı, satılık mutfak eşyasıyla dolu olan steyşın Anadol’u çevreledi ve onlarca nasırlı, kızarık, şiş kadın eli, aralık duran bagaj kapağını açarak, içini karıştırmaya başladı.

Bir anda başrolünü oynadığı filmden çekip çıkarılmış, ellerine aldıkları tavaların, düdüklü tencerelerin, kepçelerin fiyatlarını soran, çekişe çekişe pazarlık etmeye hazır kadınlarla kuşatılmıştı. Alışveriş denen tutkunun azdırdığı bu kadın kalabalığını yarıp filme devam etmesine imkan yoktu. Mallarını kadınların ellerinden kurtarmaya çalışırken, düştüğü bu gülünç durumla eğlenerek apartmana girdim. Yukarı çıkıp pencereden baktım.

Onu izlediğimi biliyordu. Bu yüzden mallarını satmaya, üç kuruş kazanmak için dil döken, basit bir satıcı gibi görünmeye hiç yanaşmadı. Öyle öfkelenmiş ve öyle yaralanmıştı ki, hepsini sert hareketlerle toplayıp arabasına doldurdu. Hırsından titreyerek bindi. Kadınlar bunca zamandır mal aldıkları Mikail’in bu halinin sebebini anlayamadan, ona ağır sözler söyleyerek, hatta küfür ederek evlerine dağıldılar.

Bir önceki karşılaşmamızda çalışmayarak onu kahreden Anadol, bu defa korkunç gürültüler çıkararak çalıştı. Kapanmadığı için havaya kalkan bagaj kapağının tangırtısına aldırmadı. Sokaktan hızla geçerken, çocuklar çil yavrusu gibi dağıldılar, bir elektrik direğini sıyırdı, bir çöp bidonuna vurdu. Ana caddeye çıktığında, vurduğu çöp bidonu sokağın aşağısına doğru çınlayarak yuvarlanıyor, onun düştüğü bu hale yerlerde sürünerek gülen bir seyirciye benziyordu.

Bu olaydan sonra, uzun bir zaman Mikail’i görmedim. Hiç karşılaşmadık. Fakat bir süre sonra, onun beni izlemekte olduğunu hissettim. Temiz bir iş yapmak isteyen, profesyonel bir katil kadar sessizdi. Kendini göstermiyordu. Ama hep peşimde olduğunu biliyor, soluğunu ensemde duyuyordum. Öyle hoşlandım ki bundan, bazı geceler, yürüdüğüm yollardan ansızın geri dönmeye başladım. Bazen yakalanmamak için hızla koşarak uzaklaşan ayak sesleriyle karşılaştım. Bazen, derin bir sessizlikle. Beni takip etmediği geceler sıkıcı geçer oldu. Vehimlerle örülü, sonunu çok merak ettiğim tatlı bir oyunun içinde kaybolmuş gibiydim.
Başlangıçta beni korkutup kaçırmak istiyordu. Sonra sonra öldürmek istedi. Bütün istediği, ben olmasam da ona kapılarını artık kapatmış olan Semiramis’i tekrar elde etmekti. Defalarca zilini çaldırdığı halde kapının açılmamasının tek sebebi olduğumu sanıyordu. Bu çok gülünçtü aslında. Zaten Mikail’in halinde de, aramızdaki garip ilişkide de, aşırı gülme sonunda yakalanılan ağlama krizine benzer, acıklı, tuhaf bir şey vardı. Semiramis benim için hiçbir şeydi, onun için her şey. Mikail Semiramis için hiçbir şeydi, ben her şeydim.

Sırf beni takip etsin diye, her gece müzikhole gitmeye başladım. Bu durum Semiramis’i çok sevindiriyordu. Bunun bir tür bağlanmak olduğunu sanıyordu. Bağlanmaktı da aslında. Ama Semiramis’e değil. Celladıma.

Şimdi uzak, sakin ve tekdüze bir şehirde, hayatımın, düzgün insanların safına katılmak için gönülsüz bir çaba gösterdiğim ve karanlığın şarkısından elimi eteğimi çektiğim şu aşamasında, Semiramis’i değil; bayağı da olsa, kaba, hain, zavallı da olsa, hüzünlü nefeslerle yaşayan müzikholü özlüyorum. Karanlığın kötü bir şarkısıydı orası. Tıpkı, şarkıcı kızların seslerindeki pürüzler gibi, hayatın ağır darbelerinin yüzlerde derin izler bıraktığı, parlak ışıklarının sahteliğine sığınmış, ağlamaklı mekan…

Mikail’in beni korkutmaktan vazgeçip, öldürmeye karar verdiğini, bir gece müzikholde anladım. Semiramis muhtemelen eskiden metresi olduğu bir müşterisinin masasına oturmuştu, bir gözü bendeydi. Müzikholün ‘zamane’ olmak için sonradan yaptırılan, bu yüzden mekana benim kadar yabancı kalan barında, sahneye sırtımı dönmüş bir halde oturuyor, sessizce içki içiyordum.

Barın kalitesiz aynasında ifadesiz, yaşı belirsiz yüzüme bakıyordum. Bin yıl yaşamış gibi hissediyordum kendimi. Bundan derin bir üzüntü duydum. Hayatıma neden bu kadar yabancı kaldığımı sordum kendime. Daha çok şey soracaktım ama, Mikail’in adı geçince kendimden koptum, Mikail’den bahseden garsonla barmenin konuşmalarına kulak misafiri oldum. Onun bir zamanlar Semiramis’in sevgilisi olduğunu biliyorlar mıydı, bilmiyorum. Üçümüzü birbirimize bağlayan bu garip ilişkiler yumağının, ne kadarının müzikholdekiler tarafından bilindiği beni hiç ilgilendirmedi. Zaten Mikail’den başka hiç kimse beni ilgilendirmedi.

Barmenle garson onları dinlediğimi fark etmeden konuştular. Mikail bir silah almak için steyşın Anadolunu satmış. Ama parayı alıp, sana bir parabellum getireceğim diyen adam kayıplara karışmış. Acılı haykırışlarla çalışan yorgun Anadol’un sesini uzun zamandır duymadığımı, o anda hatırladım. Barmen bu hazin aldatılışa güldü. Kimi vuracakmış o silahla, diye sordu. Garson kim bilir dedi. Belki de kendini vuracaktı…

Mikail’le yaz sonuna kadar hiç karşılaşmadık. Beni eskisi kadar sık takip etmiyordu. Belki de silah getireceğim diye parasını alıp kaçan adamın peşine düşmüştü. Yine de onun beni takip edip etmediğini hissediyor, bazı geceler kapkaranlık uzanan sokaklarda yürürken, arada bir dönüp arkama baktığımda, giderek zayıflamış, incelmiş bir gölgenin apartman girişlerine sığındığını görüyordum.

Sonra yaz bitti. Onun beni takip etmekten usandığını sandım.

Bir ekim akşamıydı. Havada erken gelecek bir kış alameti vardı, ince, pis bir yağmur yağıyor, yaşamaktan bezmiş bu şehri, daha beter sıkıntıya boğuyordu. Semiramis yine o boktan turnelerden birine gitmişti. Sokaklarda dolaşıp, bu talihsiz şehrin ölümünü seyrettim. Üstüne ağıt gibi çöken bulutlara baktım. Yüksek tepelere çıktım, belki hala içinde temiz kanın aktığı bir damar görürüm, heyecanlanırım ve yeni bir yere gidebilirim diye. Hiçbir şey bana heyecan vermedi. Yüzümü, saçlarımı ıslatan, beni üşüten yağmur bile. Yeni bir başlangıç için gitmek fikri bana zor, hatta imkansız göründü. Semiramis’in, içinde hızla yaşlandığım evine dönüm.

Sokağa girdiğimde daha karanlık basmamıştı. Ara ara yağıp sokaklarda lüzumsuzca su birikintileri oluşturan yağmur dinmişti. Yine de ağırdı hava. Sokağın geleceksiz ve ümitsiz çocukları top oynuyorlardı.

Mikail’i Semiramis’in apartmanının girişinde buldum. İyice eskimiş ceketinin yakalarını kaldırmış, kapı önündeki taşlığa büzülüp oturmuştu. Başını duvara dayamıştı. Saatlerdir beni beklemekten yorulmuş, uyuyakalmıştı. Yanına yaklaşıp dikildim. Tıraşı uzamıştı. Halinde o eski havasından eser yoktu. Hafiften horluyordu. Uyanıp beni görmesini ve küskün bıçağını tam kalbime saplamasını istedim. Ama uyanacak gibi değildi. Eğildim, hafifçe omuzuna dokundum. Uyan demek istedim. Uyan ve bağrıma saplayacağın bıçakla bu bitmez tükenmez boşluktan beni kurtar! Uyanmadı.

O sırada çocuklardan birinin vurduğu top yüzüne geldi. Birden uyandı, beni görmeden yerinden fırladı, küfrederek çocukların üstüne yürüdü. Yakaladığı topu, kalbimde görmek istediği bıçakla yardı. O anda göz göze geldik. Top ve bıçak elinden düştü.

Doğrusu insanı intihara sürükleyecek kadar şanssızdı.

O günden sonra, beni takip etmeyi kesinlikle bıraktı. Yine de ara sıra karşılaşıyorduk. Beni görünce hızla sırtını dönüyor, aceleci adımlarla uzaklaşıyordu. Çok zayıflamıştı. Bu yenilgi onu bitirmiş gibiydi. Benim geçtiğim sokaklardan geçmiyor, benim bulunabileceğim mekanlara hiç uğramıyordu. Bir gün, bir semt pazarında karşılaştık. Küçük bir tabla üzerine birkaç düzine Paşabahçe bardak dizmişti. Gelip geçenlerin dikkatini çekmek için üç bardağı bir jonglör gibi havada çeviriyor, ona bakıp geçen kadınların arkalarından sesleniyordu. Beni görünce havada çevirdiği bardakları tutamadı.

Bu karşılaşmadan sonra durumunun daha da kötüleştiğini, çok yaşlandığını duydum. Galiba enine boyuna düşünmüş ve talihin benden yana olduğuna karar vererek, pes etmişti. Artık beni takip etmediği için müzikhole gitmeyi bırakmıştım. Hayata dair, insana dair ve Mikail’e dair, hiç de gülünç olmayan şeyler düşünerek vakit öldürüyor ve içki içiyordum. En büyük aşkını çalarak ve çaldığım aşkı ziyan ederek mahvettiğim adamın yokluğu beni fena halde sarsmıştı. Eskiden onu hatırladığımda gülerdim. Artık gülemiyordum. Bunun sıcak suyun içinde bileklerimi kesmek gibi bir şey olduğunu anladım. Bileklerimi keserken hiç acı duymamıştım, ama şimdi ruhum sızlıyordu.

Öyle çok içiyordum ki, bir gece evdeki bütün içkileri bitirdiğimi fark ettim. Gecenin çok geç bir saatiydi. Her yer kapanmıştı. Mecburen müzikholün yolunu tuttum. Karlı bir geceydi. Sokaklar buz tutmuştu. Şehrin en kirli kanının aktığı, en arka sokaklarından dolaştım. Teneke varillerde yaktıkları ateşlerde kirli ellerini ısıtan sokak çocuklarının, kuytu köşelere serdikleri mukavvaların üstünde yatmaya hazırlanan evsizlerin, zayıf ama sıcak sokak kedilerine sarılmış tinerci çocukların, dövüşen ya da dayak yiyen travestilerin, insanlardan korkmayı bile unutmuş, soğuktan ve açlıktan uluyan sokak köpeklerinin arasından geçerek yürürken, siyah ve sarkmış bir paltoyu takip ettiğimi fark ettim.

Barın en tenha köşesine oturmuş, başını öne eğmiş, bira içiyordu. Sessizce yanına gidip oturdum. Hiç kıpırdamadı, başını kaldırıp bakmadı. Beni tanıyamadığını düşündüğüm bir anda, gözlerini bira bardağına dikerek, titrek bir sesle: eskiden züccaciye dükkanım vardı dedi. Cam satardım. O çok şey isterdi, alırdım. Sonra sen çıktın. Şimdi hiçbir şeyim yok…

Bardağı başına dikti, titreyen elinin tersiyle ağzını sildi. Kızgın değil, düşman değil, öfkeli değil, müthiş acı veren bir sesle, keşke onu sevseydin dedi. Sevmedin, beni mahvettin.

Çıktı, gitti. Yerimden kalkamadım. Neden sonra ağladığımı fark edip dışarı çıktığımda, sokağın uçunda bir teneke varilin içinde yanan tahta parçalarının cılız ışığında, onun kara paltosunu sürükleyerek yürüdüğünü ve gecenin derin karanlığına karıştığını gördüm.

İşte o gece Mikail’in kalbi durdu.

1997

Ayfer Tunç

mikailin_kalbi_durdu_ayfer_tunc Mikail’in kalbi durdu

Uçurtma

İnci idi
Uçurtmanın adı
İpi kopmuş
Bir
Uçurtma gibi
Bir çocuğu
Nokta

Benim
Uçurtmam
Bir gün
Unuttu ipini
Kopardı gitti
Bilmediğim bir yere

Özdemir Asaf

ucurtma Uçurtma

Hayy, Dar!

Hayy, dar! Bu ten bana zar!
Kuşlar uçar… Uçmak ki tayy!
Gül ise dirimdir. Zamir, der
şaire her daim; hayy, dar!

Dil, şer şebeke, aşikar! Vehm
ettikçe, mayi endişe, varlığa
sızar. Sayy ki, boşa çaba, boşa
tebessümlerdeki o ince ayar.

Leyl akar. Hani serin bahçeler,
çılgın, sere serpe, hani köpük
köpük leylaklar? Anladım, şehre
kabul edilmek’ çin, herkes önce
öteki’nde uyuyan çocuğa kıyar!

Şeffaf örüntü. Bulutsu bağ, eksik
tay. İnsan riyâ, madde kâr. Ruhsa
zaman içre hep kırık bir fay!

Muhayyile, o işlek hızar! Fısıl-
dar: Nerde şimdi sözlerdeki eski
vakar? An gelir, sükût da insanı
yorar…

Şair! Ya git o çocuğu uyar, ya gel
beni bu tahammül mülkünden kurtar!

Vural Bahadır Bayrıl

Vural_Bahad%C4%B1r_Bayr%C4%B1l Hayy, Dar!