Sarâhaten acaba söylesem darılmaz mı?
Darılmak âdeti bilmem ki çapkının nazı mı?
Desem ki: “Ben seni…” yok, dinlemez ki, hiddet eder.
Niçin? Bu sözde ne var? Sanki hiddet etse ne der?
Desem ki: “Ben seni pek…” ya kızar konuşmazsa?..
Derim: “Bu çektiğim insaf edin, eğer azsa?..
Desem ki: “Ben seni pek çok…” hayır, kızar, bilirim.
Tereddüdüm acaba hiddetinden az mı elîm
Desem ki: “”Ben seni pek çok…” sakın gücenme emi;
Sakın gücenme, eğer anladınsa sevdiğimi.
Şub 23
Tereddüt
Şub 23
Bıçak
bendim şehre duyulmamış öyküler anlatan
nereye gittiğini bilmeden bindim gemiye
soğuktu, ıslaktı, karanlıktı gözlerimi kapadım
uyuduğum yalnızlığımmış
trenlerde tabut taşıma tarifesinin olduğunu
öğrendiğim gün yalnız kaldım
oturup bir evin kiremitlerine
yıldırım bekledim
fazladan boş bir sayfaydım kitaplarda
ne zaman kuracağımı bilmediğim bir düşe inandım
boyum yetişmiyor çivilere
çivi dedim de
bilmiyorum hala yüzümdeki yaranın adını
körsen renkler giyme derdi annem
“gülüşünü zedeler”
bildim mat bir yalnızlıktı benimkisi
siz ne kadar severseniz o kadardım
koparıldım; katlanıp bir cepte saklandım
yalansız ama yanlış bir cümleydim boş sayfalara rastlayan
kaç kere karalandım saymadım
korkardım fotoğraflardan
olsam olsam siyah beyaz bir ömürdüm
hangi sabahçı kahvesiydi
uyudum mu hiç yüzümü masalara gömüp
sahi hiç söylememiş miydim adını
zaman acıkır; biri ölür Helen
söyledim işte; öylesine bir cümleydim, okunmadan yırtıldım
yüzümün yarısı göz izi yarısı kara
ben diye başlayan şiirler yalnızlık diye bitiyor
kimi sevsem aynı çakıl taşı büyüyor içimde
ilk kez bir kadının ağzından duydum adımı
sessiz fısıltıları öper gibi söyledi
sığamadım kendime, öp ve küçült beni
göz ucumda toplanıyor yaşam
hüzne yakışan bir mevsimden ekledim sesime bu sarıyı
eskidim, eksildim, sarardım beni cebinde unuttun Helen
acemi bir sihirbazdım, çalışsam çabalasam
belki düşünüzden bir ipek çıkarırdım
bana fısıldayan akıl; çözemedim kum saatinin sırrını
şimdi çöl, gövdendeki çatlaktan sızıyor içime
okuma bilmeyen kitaplık bekçisi kadar yakışıyorum yaşama
cepte taşınan bıçak kadar sıcağım
arada bir el açıp kapıyor paslanan ağzımı
sessizce korkuyorum çünkü her bıçağın bir ölümü var Helen
boş bir sayfaydım kitaplarda unutulan
sustuğum yalnızlığımdı
Abdullah Eraslan
Şub 23
İncelik
her insanın yalnız olduğunu anladım
ömrümden geçerek geldim uzun bir yolu
sokak lambasının ışığından baktım dünyaya
sonra, aklımdan geçirdim seni usulca
depremler geçti içimden, çığlar
ve boynunun inceldiği yer, susma
bana kendini öğret
sevdiğim şehirlere benzettim seni
biraz yalnızlık aldım gecenden
adını söyleyerek avundum
olmadık zamanlarda
düşürdüm gözlerimi yollara
ahh taşımaz artık bu yürek
ben dediğim bu gövdeyi
usulcacık ve boynunun en ince yeri işte
çiy düşecek içimdeki boşluğa
ellerine ve bileklerine bakacağım
ellerin yüzümdeyken bakacağım
ve ellerin dokunurken tenime
sesin de dokunacak, susma
içimdeki yağmuru öp gözlerinden
önce dudaklarınla,
sonra boynunun incelen yeriyle, bileklerinle
biraz daha incelsin parmakların
çiy düşsün üstümüze, tek tek yıldızlar
iki yakalı iki şehir kadar hüzünlü
ahh biliyorum bazı aşklar acıdan
bazıları ayrılıktan yapılır
ağaçlar kuşlar sokaklar şehir,
sevdiğim şehirde bu şehirde yaşıyor artık
ve hep bir incelik taşıyorum içimde
yüreğinden yüreğime eklediğim ince çizgiyi
susarsak derinleşir içimizdeki boşluk
biraz daha sessizlik alırız herkesten, susma
biraz daha tenhalaşırız
aşksın kısacası
bir de “ben”, yalnızlığın öteki adı yani
konuştukça incelsin bileklerin
parmakların içime dökülsün
ahh biz iki sevdaya benziyoruz
farkında olmadan çok seven
Abdullah Eraslan
Şub 23
Sevgiyi Boyutlandırmak
Göl kıyısında gölü esenlemekle başladık
Öpüştük bir
Ölü suda maviyi uyandırdık.
Sözü geçersiz kılan bir uçuk sevgilenmede
Suskunluğu
Yeni oylumlarla uyandırdık.
Kars kaşarı kalçaların ve verimcil göğüslerinle
En kara soğuklara karşı bile
Tandırdık.
Tüm yasakları şöyle en özünden yaşayıp
Seninle
Günahı uyandırdık.
Bir yaygı gibi yaydığım o gül güzelliğinde
Seviştik
Sevgiyi boyutlandırdık
Şub 23
An ve Anlam!
aşkla tanımlar kişi kendini
ipini çeker sonra darağacında
mezarında kükrer yeniden
kül kalıntıları sorgular tinden
ateş kuşu
şiir tanrısı ve
magmada son bulur serüven
harf aldatmaz bir tek!
yontar sesini çığlığın bilirim
ışıltısını saklar sözün hamurunda çünkü dil
kristal nidalarda
kesif bir hüzün kuşanır narin kırılmalar
bıçak ezgilerde nihayetlenir çıkmaz sokaklar
yorgun sahafların
gürgen kokulu eskimiş raflarında veya
aşka yarılır sözün mücerret tohumu
geç kalmış bir bahar gecesinde
zifir gibi!
iblisini karşılar insan
bir yüz düşer ansızın yüzüne
çehresinde yırtılır beklenen tan
o an ki ışık yüklüdür
ve yaşam
aşktan anlamlanan!
Şub 23
Tehlikenin Yönü
baktığında görebileceğin bir şey değilim ben
en çok sevdiğin yanım hep tuzak sana
tanrının çarkına çomak soktum ben
öykülerimi çaldılar diye
günahsa bu günah
bir çocuk nasıl kandırılır
daha kayıtlara alınmış tek bir sevişmesi bile yoksa
kendini dolu dizgin inandırabileceği bir yalanı
bu kenti yazıyordum seni fark ettim
tehlikenin yönü değişti o gün bu gündür
kimse bilmiyor susma şiddetinin neye mal olacağını
başka acılara dönüyor mevsim
baştan sona sis çöküyor içinden geçtiğim zamana
bir büyü bilsem hayata geçireceğim tereddütsüz
şimdi düşlerimde büyüttüğüm bütün çocukları geceye salıyorum
sana birkaç emanet..
bana aslı olan bir şeyler desene, birşey bu yüzyılı yaşanabilir kılacak
tehlikenin yönü değişti kaç zamandır
bütün ihtimal hesaplarında sadece bir tek gerçek var payıma düşen.
Şub 23
Fotoğraf
meydanlar parklar alanlar heykeller
saatin hızına aldırmadan iniyor akşam
usul usul yürüyorsun
o baş aşağı denize inen sokakta
dilinde kilitlenmiş ıslık ellerin ceplerinde
bir şehir ötekine karışıyor sessizce
çocukluğum geçiyor aklımdan
serin gölgeler akşam üstleri uçurtmalar saklambaçlar
anımsa son oyunda bu yana bulunamadığını
işte ulaştın sokağın sonuna
geçtiğin sokağın adını bilmesen de olur
susmak biraz da ölüme dipnottur belki
“hiç” koymuştun içindeki boşluğun adını
bırak damla damla dökülsün bileklerinden
32 yıldır içinde biriktirdiğin zaman
bekleme son dizenin söylenmesini
mutlaka biri var aklında
bak
gene silik çıktın fotoğrafında
Abdullah Eraslan
Şub 23
Şiir
bir nakıştır şiir
insanı kurmak yeniden
ilmekleyip işleyiş sözcüklerin aşında….
bir çiğ tanesi şiir
nazlı bir umutlanış
bebeklerde büyür yalnızlığın gözyaşında…
tomurcuğa dönüşür
ilkyazın ta başında
ve hüzünlü bir bitiş dizeler savaşında…
erguvan bahçelerde
veya bir çöl yazında
çekingen bir serzeniş aşık`ın omuz başında….
son nefesi şairin
hazin bir veda ediş
sonsuza gülümseyiş bir musalla taşında….
Naime Erlaçin
Şub 23
Salihat-ı Nisvandan Saffet Hanımefendi’ye
Hatırlarım bir akşam bir yokuşa durmuştum;
İri atlarımız macardı, dantellerimiz alman…
Ne Göksu’da bülbül dinlemek ne Abdülhak Şinasi Bey…
Ipılık bir sevgi geçerdi ara sıra içimden o zaman.
Siz ne zaman öldünüz Allah aşkına; yani ne zaman?
Kirli karlar bile erimemişti; haber yoktu nisandan!
Rüştü paşaydı, ‘Deli Rüştü’ye çıkmıştı adı Osmanlı ordusunda.
O zaman Hamit’ti padişah, kocaman bıyıkları kocaman…
O günlerde her şey akıp giderdi biz de şaşardık;
Hürriyet meşrutiyet otuz bir mart falan filan…
Bıyıklarını burardı, umursamazdı paşa kocam o zaman.
Rüştü Paşa’ydı, sakallıydı belki, sadece sakallıydı;
Ki sakallar geçmişinde her halde bir orman!..
Uykularım bölünüyor, artık şu konağı bekliyorum.
Söyle ey muhabbet kuşunun tüyü, söyle, ölüm ne zaman?
Hep bir şeylere baktım, bir şeyleri korudum, kızdım…
Kızgındı; haremi vardı; sakallıydı Rüştü Paşa o zaman.
Hatırlarım, bir akşam bir yokuşa durmuştum.
İri atlarımız macardı, dantellerimiz alman…
Bahriye nazırı Tevfik Paşa, mütarekeler falan…
Dünya nasıl çekilirdi ayaklarımın altından!
Annemin sonsuz giysileri, bir telaşı bileyen tramvay….
Ben ne güzel çocuktum yalnızlıkların ardından!
Rüştü Paşa’ydı adı, Yıldız’da ve Dömeke’de kahraman…
Herkes ne zaman ölür; elbet gülünün solduğu akşam!
Aldım anlayamadım; öldüm anlayamadım almadığım bir akşam…
Daha önce hiç ölmedim temmuzum ve incilerimle!
Göksu’yu ışıklarla teşrif ettiğimiz akşam…
Ne zaman gülüm solar, ne zaman deniz, ne zaman akşam?
Ne zaman gemilerdi, ne zamandı paşa kocam?!
Artık başucum dinlendirir bir şamdanın süsünü…
Söyle ey Göksu akşamı, Hafız Burhan, ölüm ne zaman?..
Mevlutlar okunur, dalgalar kalır bir geminin ardından;
Öldüm ben, Saffet Hanımefendi, salihat-ı nisvandan!..
Turgut Uyar








