ruh söküğü

ruhlar incinir.
sürekli incinirler.
onları yaşatmak için günboyu çalışır bahaneler.
çok zayıf hafızaları vardır
güçlü doğarlar
yaşlandıkça daha unutkan olmak zorundadırlar, bu ölümlerini geciktirir.
Evet, evet
ruhlar ölürler.
o kadar hızlı ölürler ki
hiç yanmaz canları.
ruhların canları vardır,
bir değil, beş değil
milyon tane canları vardır.
hepsini birden bir kadında da bırakabilirler
sakat bir köpeğin bacağına da sarabilirler yüzlercesini.
bir bakarsanız hain bir masada kirli ellere bacaklarını sunup ölen ruhçuklar
görürsünüz.

ruhlar düşünmezler

her ruh iyi bir bedende ruh konağı bulmak ister,
iki üç gün refakat ederler değişik bedenlere,
olmadı mı olmaz
bedensiz ölen ruhlar vardır

bazı ruhlar bedenlerle valse kalkarlar
bu uyum diğer ruhları acıtır.
ruhlar acırlar.
birbirlerine, kendilerine, bedenlerine

güzellik ruhta değil, ruh güzellikte konaklar.
iyi bir ruh için iyi bir beden mükemmel olmak demektir.
bunu hep inkârda da olsalar
ruhların sırrı güzel bedenlerdir,
buna ulaşanı kıskanırlar.

bu yüzden bendeki ruhu,
hep dışladılar.

Özge Dirik

ruh+sokugu ruh söküğü

Sen kimin şeytanını taşlıyorsun?

Deli sorar: — Niçin şimdi durup dururken Paris’e gitmeye karar verdiniz? Kadın cevap verir:

— Galiba kendimizden kaçıyoruz.

Kocasının cevabı da kendincedir:

— Kimbilir belki de bir umutsuz boşluktan (from hopeless emptiness) kaçıyoruz.

— İşte şimdi konuştun, diye mukabele eder deli, ve hemen ardından şu harika tesbiti yapar:

— Çoğu insan boşluğun farkındadır, ama umutsuzluğu görmek gerçekten cesaret ister. (Plenty of people on to the emptiness, but it takes real guts to see hopelessness.)

Başrollerini Leonardo DiCaprio ile Kate Winslet’in oynadığı, Sam Mendes’in “Revolutionary Road” adlı filminden…

* * *

Umutsuz boşluk…

Yani sınırları bilinmeyen, görünmeyen bir boşluk…

Ötesine geçilme imkânı olmayan, aşılma şansı olmayan bir boşluk…

Umutsuz bir boşluk…

İnsanoğlu kendisini aslâ bu boşluğa teslim etmemeli… boşluğu görse de umutsuzluğa kapılmamalı… ne yapıp edip umudunun, umud etmenin yolunu bulmalı, çıkarmalı… mutlaka bir yerlerde aşılacak bir sınırın olduğuna inanmalı… öyle ki üzerinde mahsur da kalınmış olsa yüksek zirvelerden inilebileceğine… dibine bırakılmış da olsa derin kuyulardan çıkılabileceğine…

Umutsuz kalmamalı… umutsuzluğa teslim olmamalı… ve fakat her halukârda umudun/ümidin ne olduğu bilinmeli…

* * *

İrfan ustaları, hakikat yolcusunun heybesinde iki azık olmalı derlerdi: havf (korku) ve reca (ümit).

Havf, emn’in (güven’in), reca da ye’sin (ümitsizliğin) zıddıdır.

Hakikat yolcusuna güven de yaraşmaz, ümitsizlik de. Bilâkis hakikat yolcusu her adımında korku ile ümidi bir arada bulundurmalı, korkularını ümitle, ümitlerini korkuyla terbiye etmeyi, dengelemeyi öğrenmelidir.

Ne ki ümid’in mahiyetini ve hakikatini bilen azdır.

* * *

Kişi geçmişi, geçmişteki iyi hâlleri hatırlar ve sevinir; zikr ve tezekkür’ün faydası budur! Geçmişi anmak, zikr u tezekkür sayesinde keyiflenmek…

Geçmiş yerine şimdiki hâl ile keyiflenmenin adı ise zevk ve idrak’tir.

Mücerred olarak kişinin gelecekteki iyiliklere kavuşmayı beklemesine intizar veya tevakku denir.

Ne ki elindeki tohumu betonun üzerine serpip orada çiçeklerin yetişmesini hayal etmek, aslâ “ümit etmek” demek değildir. Aksine hamakattir. Gurur ve hamakat…

Tohumu saksıya ekip onu güneşe çıkarmadan, suyunu vermeden, bakımını yapmadan o saksıda çiçek yetişmesini beklemek de “ümit etmek” değildir; sûfiler bu hâle ‘temennî’ derler.

Saksıya tohumları ektikten sonra onu güneşe çıkaran, suyunu veren, bakımını yapan kimselerin ancak umuda hakkı vardır. Ümit, yapacaklarını yaptıktan sonra iyi sonuçlar beklemek demektir.

* * *

Hamakat, temennî, ümit, istikbale ilişkin bu üç beklenti hâli birbiriyle karıştırılır, ve nedense varoluş yasaları nazar-ı itibara alınmaksızın mucize beklemenin adı ümit (recâ) olur.

Ümit etmenin bir bedeli vardır; hayrı beklemenin, hayra ulaşmanın… Korku’nun ümitle birlikte bulunmasının yararı da budur; ümit sahibi olabilmek için gerekli bedeli ödemek…

Hamakat ve temennî sahiplerinin eksiği korku’dur; beklentilerinin boşa çıkabileceği ihtimalini gözetmedikleri için, böyleleri korkmazlar. Emniyet içindedirler, hâllerinden de, istikballerinden de.

Şeytan’ın en sevdiği zaaflardandır; yolcunun bir kanadını kırar ve korkudan azad edip onu yola ümitle çıkarır; ümidini temennî derekesine indirir.

* * *

İbadetlerin zahiriyle bâtını arasında, ibadet edenlerce de kapatılamayacak genişçe bir mesafe vardır. Zahiriyle batını arasında, yani kendisiyle maksadı arasında…

Hakikatle mecaz, zahirle batın, ahkâmla esrar arasındaki mesafe kapanmadığı gibi, hakikat mecazın, zahir batının, ahkâm esrarın önünde bir perde teşkil eder. Çoğu kez.

Eldeki fener, aydınlatmak yerine karartmaya başlar.

* * *

Misâl olarak ‘şeytan taşlamak’tan söz edebiliriz.

Nedir şeytan taşlama?

Haccın safahatından olmak üzere Arafat’ta güya şeytana 70 taş atmak! Milyonlarca, milyarlarca hacı, asırlardır, güya şeytana, şeytanın temsil eden büyük taşlara küçük küçük taşlar atıyor.

Böylelikle şeytan hakikaten taşlanmış, müminlerin dünyasından kovulmuş, tardedilmiş mi oluyor?

Sadece lafzen “eûzu besmele” çekmekle, nasıl ki taşlanmış (recmolunmuş, huzurdan kovulmuş) olan Şeytan’dan Rahman-Rahim Allah’a sığınılmış olunmuyorsa, o küçük taşları muayyen bir mahalle gelişigüzel fırlatmakla da Şeytan taşlanmış olmaz!

Olur mu yoksa?

Hakikaten işe yarar mı? Yaradı mı?

İyi düşünmek gerek! Bir kez daha, yeniden ve iyice düşünmek gerek!

* * *

Şeytan taşlamanın hakikatini bilmek, önce taşlanacak şu şeytan’ı biraz tanımak gerekmez mi?

Kimi nereden ve nasıl kovacağız? Kovduğumuz Şeytan’ın gücü nedir, bizim gücümüz ne? Şeytan’ı ne kadar tanıyoruz, onun ayartmalarına karşı ne denli hazırlıklıyız? Marifetimiz nedir? Nefsimize ârif miyiz? Marifetullahtan nasibimiz ne nisbette?

Şeytan denince, o mücerred, boynuzlu, kuyruklu, sürme gözlü mahluku tahayyül edersek, taşlamak deyince de yerden küçük küçük taşlar toplayıp bir mahalle atmayı anlarsak, acaba nefsimizden Şeytan’ı uzaklaştırmayı başarabilir miyiz?

Şeytan sadece Arafat’ta ikamet etmediğine göre, meselâ İstanbul’daki şeytanları taşlamak için gerekli taşları nereden bulacağız?

Arafat dışında taşlayacak şeytanlarla nerede karşılaşacağız?

* * *

Ey talib! “Bu umutsuz boşluktan bizi çıkarabilecek geçidi nasıl bulacağız?” diye soruyorsun.

İftar sofralarını protesto etmekle işe başla! Hani şu lüks restaurantlarda, beş yıldızlı otellerde, dindar haramzâdelerin sofralarında verilen o şa’şalı, o debdebeli, o tantanalı, o kallavî iftar sofraları var ya, önce nefsini o fısk dolu iftarlardan koru, o masalarda iftar yapmaktan utan, o iftar tarzının orucunun hakikatini bozacağından emin ol! Sonra o fısk sofralarına bir taş at da bak bakalım, şeytanın asırlardır açıkta kalan o tek gözü bu sefer gerçekten de kör oluyor mu, olmuyor mu?

Yapacağın en son şey, ey talib, şeytanı hafife almak olsun!

Şeytanını!

Dücane Cündioğlu

umutsuzlugu+gormek+gercekten+cesaret+ister Sen kimin şeytanını taşlıyorsun?

Kum ile Su

Ben, duvar diplerini giyineceğim
Kimseye kapısından yakın olmayacağım
Ağzımı kuyulara vereceğim
Beni kim beklemiyorsa ona gideceğim
Otların ıssız mevsimini seveceğim
Bir yağmur hükmü olacağım
Mutluluğu pişmanlığı bir bileceğim
Sitemlerinizden eksileceğim
Kum sahiplerine suları göstereceğim
Kimin uzağı varsa kalbi var diyeceğim
Kirpilerin sevgisini soracağım size
Kılavuzum yalnızlık olacak
Ömrümü hiçbir yakınlıkla örtmeyeceğim
Babamı bende yaşatmayacağım
Güven duygunuzdan tiksineceğim
Çocuklarımdan çekileceğim
Hayalden başka gerçeğim olmayacak
Sevginizle yatışmayacağım
Bir tek alın çizgisine eğileceğim
Zaman hep sizi çoğaltacak
Bir harf bile etmeyecek kalbimden geçenler
Beni sevmeyeceksiniz bileceğim
Işıkları tarif edeceksiniz durmadan
Düzgün cümlelerinize yenileceğim
Sevincin yoksulluğunu göstereceğim size
Ayrılığın özgürlüğünü öğreteceğim
Aralık kapılarda fotoğrafınızı alacağım…
Kirpiklerimden çırpıp kalabalığın zamanını
Ey buğusuz taşlar
Size geleceğim…

Şükrü Erbaş

kum+ile+su Kum ile Su

128 Dikişli Şiir

İlk defa bu kadar sağlam yazıyorum.
Haç şeklinde 128 dikişle.

Galiba ahbap artık sana ulaşacağım.

Yeteneğim geri geldi,

göreceksin artık kutsal dizeler yazacağım.

Hiç yapmadığım şeyler yapıyorum ahbap

Maç seyrediyor ve devamlı topa bakıyorum

Telepati yapıyorum.

Hey ahbap ben arada bir fikir buluyorum.

Kuşlar için küçük şemsiyeler yapabiliriz

Böylece yağmurda ıslanmazlar

Ve içimdeki ağır sözler için de şemsiyeler

Böylece paraşütle iner gibi hafiflerler

Şiirin içine girerken

Bana bazı şarkılar lazım ahbap

hafif şarkılar, acı olmayan şarkılar

çok şarkıya ihtiyacım var

Tutam tutam saçlarımı savuracak şarkılar

Saçlarımla ne yapacağını bilemeyenler

Bir gün onları kaybederler

Böyle bir şey yani ahbap

Çok acıyor. Saçlar zaman zaman

Bana neşeli şarkılar

B harfine notalardan sütyen yapan şarkılar


Bir mutfak cadısıyım şu sıralar

Çeşitli şeyleri çeşitli şeylere karıştırmak

Ve seni düşünmek, mırıldanmak

Bazı büyülü yemekler yapmak

Bazı şifalı yemekler yapmak

Ve kalmak istemek ahbap…


Füsunun yeşil ela gözleri var

Ve pembe plastik fincanı ile kahve getirişi var

Ve bana anne deyişi var

Benim pembe fincandan pembe kahve içişim var

Bu kahveleri seviyorum ahbap

İçimi pembe bulutlar kaplıyor

Şekerli ve tatlı bir biçimde havalanıyorum.


Sonra ağrılar, sonra hastaneler ve sonra doktorlar…

Şeker donup yapışıp kalıyor bir kağıda


Acı bazen öyle yoğun, çok yoğun

Patlak gözlü bir kurbağa

tarifsiz çirkin ve kel.

Edibin kurbağası yakup benimki seyfettin

Neden bilmem işte

Nereden çıktı şimdi seyfettin


Acı dindi diyorum bazen yağmur dindi der gibi

Öyle kendiliğinden ya da tanrı istediğinden

Yüzüklerim yok takmıyorum

kolyelerim yok istemiyorum


Öyle çok şimşek çaktı gece

Ben sonu Z harfi olarak düşündüm

Son harf olarak

Ben Zeni düşündüm ahbap.


Doğdum, doğurdum

Bir insan nasıl büyüyor gördüm

Hayatta kalmak için

Ve hayatta kalmanın yanında

İnandım şiir bir gevezelikti

Şimdi 128 harfli bir şiir var karnımda

Satırlar artık bomboş

Karnımda hissiz bir şiir var

İçimde durmadan bölünen şiirler

Birlikte yok olacağımız şiirler

Birlikte unutulacağımız şiirler

Hiç borcu olmamış şiirler

Ve bu yüzden çok acıyan şiirler


Acı aniden diner yağmurun dindiği gibi

Bazen sadece tanrı öyle istediğinden

Sadece bir mağarada resim çizerim belki

Rüyaların büyük harfle başladığı bir ülkede

Üstümden kaldırılmış bir ölü var

Ahbap senin istediğin o mu?

Didem Madak

aci+bazen+oyle+yogun+cok+yogun 128 Dikişli Şiir


Biz gamsız sarhoşlarız, aydın karanlıklarız

Biz gamsız sarhoşlarız, aydın karanlıklarız
Hem kadehle solukdaş, hem ayrılıklarız.

Sevgilinin kaşları eğdi kaderimizi
O günden bugüne dek düşmüş yaratıklarız.

Ey gülüm, sen daha dün parçaladın göğsünü
Ama biz ta doğuştan kızıl şakayıklarız.

Lale gibi ortada yalnız kadehi görme,
Şu yaramıza da bak, gör nasıl aşıklarız.

Şiirdeki renge, hayale bakma hafız,
Sadece boş levhayız, dokundukça çınlarız.

Hafız

Biz+gams%C4%B1z+sarhoslar%C4%B1z Biz gamsız sarhoşlarız, aydın karanlıklarız

İkinci Tesadüf

Bu gün o çehrede boş bir nazarla dinlendim:
Didişmeden geliyordum gam-ı hayâtımla;
Dedim ki sonra: Şu müz’iç te’essürâtımla
Önünde ağlayıversem… Ve olmasam nâdim!
O sanki fikrimi bilmiş de ihtirâz ediyor
Gibiydi; gözleri yerlerde, bakmadan geçti.
Güneş ufukta bu hâk-i sefîle bir ebedî
Vedâ eder gibi rikkatle ihtizâz ediyor,
Semâ bulutlanıyorken, onun civârından
Güzârı böyle soğuk bir yabancı tavrıyla
Bütün karârımı kâfî göründü ta’dîle…
Dedim ki: “İşte hakîkat bu, hep küsûru yalan;
Değil garâm-ı heves-perverâne mu’tâdım,
Bu dîdelerde fakat bir nigâh-ı aşk aradım!

Tevfik Fikret

ikinci+tesaduf İkinci Tesadüf

Kamış

Mevsim ince boyunlu ve hayat
Bir parmak kalınlığında
Dizlerimize sokulan ay ışığı
Ve ayaklarımızı soktuğumuz unutulmuş su
İtiyor bizi gökyüzüne doğru

Islak bir mağaranın ağzında
Dünyaya saplanmış tığız da sanki
İşliyoruz kadınların nazlı oyalarını
Kıskanç bıçaklı keskin çingeneler
Kıyıya deviriyor gövdemizdeki yokuşu

Kuşakta divit, hokkada balık, sepette sabırlı örgü:
Kolumuzdan çıkmayacak kesik bacaklarıyla koşan ölü
Ruhunu üfleyecek içimize dudağımızdan öpen neyzen
Kabuğu kalkmış inlemeler ve rengi kurumuş günlerin
[sancısı
Akacak boğazımızdan, kız parmaklarıyla tenimiz
[kamaşırken

Yoksul göğsümüzle karşılıyoruz rüzgârı
Suyun sesini hatırlatıyoruz birbirimize
Kalplerimizden kırılıyoruz ve zaman
Ortası boncuklu iplerle asıyor bizi
Ölümün çengeline

Nuri Demirci

nuri+demirci Kamış

Uzak Bir Ülkedir Gülmek

Yağmurlar da diner, ölür gibi sonunda
Gecede bir yıldızdır hüzün yanar da söner
Acıya süreğen yurt olamaz insan
Bulut olup dağılır içimizdeki keder

Bir zamanlar ben de mutluluk harmanında
Dolanmıştım, sanki bıçkın bir döven
Topraktan ağan o hoyrat türkü
Ardımdan yankıyan bir ağıt oldu birden

Az çok ben de bilirdim sevda denen bilimi
Genişlerdi damarlarım bir ırmak yatağınca
Yolum düştendi; uzun; sevinç, yol arkadaşım
İşlikten işliğe koşan karınca

Sormayın artık, yanıtı yok nasılsa
Olmuş mudur bir kez kaygısızca güldüğün
Filistin’im, yurdum, canım sevgilim, benden uzakta
Gülmek uzak bir ülkedir artık benim’çün

Yağmurlar da diner ölür gibi sonunda
Tükenir gece, yıldızlar söner, güneşi çağırır hüzün.

Adnan Satıcı

uzak+bir+ulkedir+gulmek Uzak Bir Ülkedir Gülmek

EYVAY!

Sonra dünyaya döndüm; kredi kartlarıma, zaman aşımı faizine, icra memurunun insafına kalmış itibarıma, elektrik faturası kuyruğuna, dünyada ödenmesi gereken borçlarıma, döndüm, muhâneti muhannet edinmiş dostlarıma, kalpleri mühürlenmişlere

Sonra dünyaya döndüm; hatırlamadan olma gözyaşına, geceden başka çağ yok, biliyorum, yerinden çıkan tekrar dönemez yerine, bulamamışın yazgısıdır keder, böyle çizilirmiş kavis insanın yüzüne, döndüm, ah! iddiasını yitirmişin bakışına

Odam gözlerimdeki kederle rutubetli, uyku kokumu yitirmiş yatak, perde olmuş toz eşyadaki parmak izime, yalnızlığın bedeli yok, mutfakta mı dururdu kirli tabak su muslukta, döndüm ah!, olana olmuşa, giderken geride bıraktığım kayboluşa,

Sonra dünyaya döndüm; kendimle nasıl baş ederim kipine, ey ummak fiili, sudaki cilve çukuru, kalbimdeki süveydâ; vazgeçsem kim kalır boşlukta; günahsızlıktı terki terk ettiğim yer, ben dönerken göğsümde kalayını yitirmiş bakıra

Sonra dünyaya döndüm; oruçsuz yakalandığım iftar vaktine; muharrem ayının ilk on gününe, yakışmıyor şan pay gönderilmeyen mutfağa, seher vaktindeki ezan sesine, parmaklarım yokluğu yoklamakla perişan, ey zeminsiz yol! döndüm, ah! ayş-î dehrûza

Döndüm! döne döne kendime dönemeden döndüğüm yere döndüm!

Yücel Kayıran

eyvay EYVAY!

Kûfe’de Bir Hüseynî Akşam

Saplı kalsın göğsümde
kanıma teşne hançerin,
yaramdan damlar tekrar
nasıl olsa bir Hüseyin

Hüseyin bir ayna değil
ki kırılsın Yezid’e,
kan dökülsün ister hırkası
Yezid bir bahane

Sırrı aşikâr bir Hüseyin
aşka verir ser’ini,
tebeşir dairesinde Azrail’in
çözer zifaf düşmesini

Hüseyin kadar şivekâr
kaç isim var dilinde,
kimseye ve herkese ait
bir başka menkıbe

Sanır mısın ki Hüseyin
kumların fısıltısıdır bes,
yazılan sağdan sola
iki veya üç hecelik bir nefes

Hüseyin bir cinaslı avazdır
kişiye özel bir temrin,
bengisuda boğmak gerekir
onu öldürebilmek için

Hârelidir elbet Hüseyin
bir o kadar çocuk,
ateş çemberi değil ki bu çizdiğin
basbayağı bir boşluk

Hüseyin gece bir vakit
dokunmak gibidir güneşe,
eski yarasını Kûfe’nin
yıldızlar basmadan önce

Bencileyin külden bir Hüseyin
ezbere bilir ihaneti,
ruhuma sapladığın hançer
şehvetle ürpertir etimi

Hüseyin bir sırma kamerdir
tasviri nafile bir şehrayîn,
zaten Kerbelâ’ya uçar
sûreti haktan her Hüseyin

Hüseyin Ferhad
(Kaşgar 36, Ocak-Şubat 2004)

kufede+huseyni+aksam Kûfe'de Bir Hüseynî Akşam