Bir Aşkı Açıklamak

Bir aşkı açıklayacak sözcükler kaldı mı
Tüm sözcükleri yitirmedim mi tek tek insan yüzlerinde
Gözyaşı damlalarıydı her biri
Gözlerim kuruduğunda konuşmayı unuttum
Uzun savaşlar sonrası tükenmiş bir dünyada
Karşılaştığım insanlara ne söyleyebilirim
Her sözcük söylemek istediğimden başka bir şeyken
— Aşkı tanıdın mı
Aşkı tanıdın mı
Onu oturduğumuz bir masada bulmadık mı
Yüreklerimizi harmanlayıp yeniden paylaşırken
Bir bahar günü daha çiçeğimi aradım dallar arasında
Bir hayatın bir aşk için olduğunu düşünerek

Turgay Fişekçi
bir+aski+aciklamak Bir Aşkı Açıklamak

Su Isıt Sevgilim

Su ısıt sevgilim yıkanayım
Üzerimde dünyanın tüm kirleri
Onlardan arınmadan sana sarılma’yım
Su ısıt sevgilim yıkanayım

Şimdi dışardan geldim
Yalanlar söyledim, iftira ettim
Onurum yitti, para kazandım derken
Su dökmeden ekmeğe el sürme’yim

Alın terim bugün de soğuk, kuşkulu aktı
Gömleğim ıslandı ama tenim soğuktu
Tedirgin bu hayatın sınırlarından
Bekledim soluklanmaya akşamı

Sevgilim, kırlarda bir gece senin kokun
Beyaz yüzün, sarı gözlerin
İnsan yürekleri yetiştirdiğin toprak
Ben sana su, ekmek getiren

Sen böyle olmasan, böyle beyaz
Gözlerin böyle sarı bakmasalar
Hep ilk kez sarılıverecekmiş gibi
Ben başkası olurdum o zaman

Su ısıt sevgilim yıkanayım
Üzerimde dünyanın tüm kirleri
Bir sen varsın kalbimi koruyan.

Turgay Fişekçi
su+isit+sevgilim Su Isıt Sevgilim

Ah Nideyim Ömrüm Seni

Yok yere geçirdim günü, ah nideyim ömrüm seni
Seninle olmadım gani, ah nideyim ömrüm seni

Geldim ve geçtim bilmedim, ağlayıp güssa yemedim
Senden ayrılam demedim, ah nideyim ömrüm seni

Hayrım şerim yazılacak, ömrüm ipi üzülecek
Suret benden bozulacak, ah nideyim ömrüm seni

Gidip geri gelmeyesin, gelip beni bulmayasın
Bu benliğe sermayesin, ah nideyim ömrüm seni

Hani sana güvendiğim, güveniben yuvandığım
Kaldı külli kazandığım, ah nideyim ömrüm seni

Miskin Yunus gideceksin, acep sefer edeceksin
Hasret ile kalacaksın, ah nideyim ömrüm seni

Yunus Emre

gelip+beni+bulmayasin Ah Nideyim Ömrüm Seni

Buzda bir balık gibi hissedenler; Tezer Özlü ve Pavese..

Omuzlarından aşağıya dökülen uzun sarı saçlarına, Modigliani’nin kadınlarını anımsatan eğik duruşuna, uzun parmaklarının arasına sıkıştırdığı sigarasına, melankolik tebessümüne bakarken onun sesini duymaya çalışıyordum. Tütünle boğulmuş gibiydi sanki. Üstünde ‘Çocukluğun Soğuk Kış Geceleri’ yazan sararmış kitaptan henüz bir satır bile okumamıştım. Merakla yüzünü inceliyordum. Ansızın bir yerden hatırlayacakmışım gibi bakıyordum hiç yaşlanamayacak olan o genç kadına. 

Hayatı rüyalardan bilincime sızanlarla kavramaya çalıştığım uyurgezer yıllardı. Hani şu yeni yetmelerin ikindi vakti, deniz yorgunluğundan sonra serin çarşaflarda hayallerini dinlendirdikleri, sonra kalkıp buz gibi karpuz yedikleri, yerken çekirdekleri arsızca havaya tükürdükleri, tükürürken mutfaktan gelen kızartma kokularını içlerine çektikleri, akşamları ıhlamur kokan bahçelerde biraz daha fazla kalabilmek için evdekilere saçma yalanlar uydurdukları yaşların sonuna gelmiştim. 

O GÜÇLÜ YAZMA İSTEĞİ… 

“İnce bacaklarımla aydınlık yaz günlerinde yokuşu koşuyorum” diye başlayan sert hayat hikâyesini okuduktan sonra çatlak ruhum bir daha huzur bulmadı. Sadece kitap yüzünden değil, büyüyordum. Kalabalık bir plajda, ‘ince bacaklarıma’ yapışan kum tanelerine, zamana, insanlara aldırmadan okuduğum kitap, ‘makul’ hayatın dışına sıçrama eşiğim olmuştu. O ‘yalnız’ kadını, onun sevdiği ‘yalnız yazarları’ ve hakiki yalnızlığı anlayabilmem için daha çok büyümem gerekiyor sanıyordum. Çok uzun sürmedi. 

Onun öldüğü yaşa geldiğimde hakkında bir yazı yazacağımı hiç düşünmemiştim doğrusu. Neden düşüneyim, insan o yaşta böyle şeyler düşünmüyor ki… Sadece bende açlık, susuzluk gibi güçlü bir yazma isteği uyandırdığını hatırlıyorum. Sonra onun kadar cesur olmadığım için yazamadığımı da… 

Tezer Özlü’nün yazdıklarını gençken okuyanların pek çoğu, çocuksu bir heyecanla kendi hayatında iz bırakanları yazmak istemiştir muhtemelen. Onun orta sınıfın alışkanlıklarına, beğenilerine aldırmadan, sözcüklerin uyumunu pek düşünmeden, insanlara nasıl dokunacağını hesap etmeden yazdığı ‘kolay’ cümlelerini okuyunca yazmanın çok basit olduğunu düşünürseniz fena halde yanılabilirsiniz. Öyle can yakan, sade bir üslubun kendiliğinden akışını sezebilmek, doğallığını anlayabilmek için, bir yazarın kendisiyle acıları arasına koyduğu mesafenin derinliğini de hissedebilmek gerekiyor çünkü. 

BEN ASLINDA SÜREKLİ ÖZLÜYORUM 

Onun durduğu uçurumun ucundan korkusuzca hayata bakabilen bir kadın olduğunu kendisi hiç gizlemeden anlattığı cümlelerde görüyorsunuz: “Ben çılgınlık dünyasına en derin, en sonsuz yolculuğu yaptım. En acı veren yolculuğu yaptım… Çılgınlık yoluyla kurtuluşumu ne büyük bir cesaretle tamamladım. Tüm acılardan, gövdelerden, güneşlerden, ana babalardan ve çocuklardan, güvenden ve güvensizlikten, tüm düzenlerden. Bir insanın yaşamı kırk yıl da olabilir. Olmalı. Bir ölüm özlemi değil bu. Ben aslında sürekli özlüyor ve bir özlem durumunda yaşıyorum. Bu yüzden özlemlerim yok.” 

Bu cümleler, yazarın son döneminde yazdığı kısa notlardan oluşan kitabından. Düzeni ve güveni ürkütücü bulan bu ‘dikenli’ kadın, hayata tutunma biçimlerini, yalnızlıklarını sevdiği yazarların peşinde koştuğu yılları anlatan bir kitap yazmıştı. Kafka, Svevo ve Pavese’nin izini sürdüğü bu uzun yolculuğun başında “Kentten ya da ülkeden ayrılmadığım günlerde oteli değiştiriyorum. Kendi kendimden böyle bir rahatlıkla çekip gitmeyi nasıl isterdim” diyor. O bir başka yazarın izini sürerken sığındığı sözcüklerle kendinden hep çekip gitti aslında. Mırıldanır gibi yazdığı defter notlarında, yalnızlığının ürkütücü görüntüsünü Pavese’yle hatırlıyor: “Çocukluğum. Dün, buz gibi bir gölde, ördeklerin yüzdüğünü gördüğümde, aklıma Pavese’nin kız kardeşine yazdığı son mektuptan sözler geldi: ‘Kendimi buzda bir balık gibi hissediyorum.’ Ben de, kendimi buzda bir balık gibi hissediyor. Söyleyemiyordum.” 

Bu satırları okuduğumda onu kendisiyle aynı yaşta ölen Pavese’ye iten o güçlü duygunun tam olarak ne olabileceğini düşünüyordum. Torino’da küçük bir otel odasında intihar eden o huysuz, kapalı adamın sadece yazarlığını beğenmiyordu kuşkusuz. Üstelik kendisine göre epeyce ‘süslü’ olan romancının günlüklerindeki keskin yargılar da onun dünyaya aldırmaz bakışına biraz uzak duruyor gibiydi. Ama yine de onları birleştiren görünmez bir bağ vardı sanki. Hafif bir esintiyle birbirlerine dolanan uçurtmalar gibi yeryüzünün boşluğunda buluşmuşlardı. Zaman içinde Pavese’nin eksik, tutkulu hikâyeler anlattığı romanlarını okurken tuhaf bir ‘hiçlik’ duygusuyla karşılaştım. Çok sevdiği kırlardaki, çoğunlukla sıkıldığı şehirlerdeki hayatları bazen içinde sakin mısraların gizlendiği şiirli cümlelerle anlatıyordu ama bir şey olmuyordu. Nedense, onları bir kitapta, bir kasabada, loş bir otel odasında birleştiren kaderin, çocukluktan kalan o yoğun ‘hiçlik’ duygusu olduğuna inanıyorum. Acı değil sadece hiçlik! 

YERYÜZÜNÜN HİKÂYELERİ SONSUZDUR 

Altı yaşında kaybettiği babası ve hayatı boyunca kendisine kötü davranan kadınlar yüzünden karamsar olduğu söylenen Pavese, ölmeden önce mektuplarını ve notlarını yakmıştı. Ama belli ki on beş sene boyunca yazdığı günlüklerin yayımlanmasını istemişti. Tuhaf bir biçimde onu dünyada üne kavuşturan da şiirlerinden ve romanlarından ziyade ‘Yaşama Uğraşı’ adıyla yayımlanan günlükleri oldu. 12 Mayıs 1947’de defterine şunları yazmış: “Bir yazarın, şiire, edebiyata en büyük katkısı, yaşarken ona hayatının edebiyata en uzak görünen bölümlerini aktarabilmesidir. Ona sadece boşuna harcanmış gibi değil, aynı zamanda bir kötülük, bir günah, bir çöküntü belirtisi gibi gelen günlerini, alışkanlıklarını ve yaşantılarını… İnsanın hayatını böyle şeyler zenginleştirir. Her hayat hikâyesinin çocukluk dönemini düşün.” 

Tezer Özlü, o ‘çocukluk dönemini’, gençliğini, kafasına yediği elektroşokları, erkeklerini, deliliğini, sevişmelerini, sevemediklerini kendisini bile taklit etmeden güçlü bir yazı sezgisiyle anlattı. O yazmanın dünyaya, acılara karşı bir savunma biçimi olduğuna inanıyordu. Tıpkı ‘bu kahrolası yeryüzünün o büyük yalnızını ne kadar çok seviyorum’ diye anlattığı Pavese gibi. 

Beckett’in “Yeryüzünün gözyaşları sonsuzdur. Biri ağlamaya başladığında, bir başkasının gözyaşları diner” cümlesini, “Yeryüzünün hikâyeleri sonsuzdur. Biri anlatmayı bitirdiğinde, bir başka yerde, bir başkası anlatamaya başlar” diye değiştirmişti. 

Gitmek için biraz acele ettiler ama anlatmayı hiç bitirmediler aslında. Hâlâ kendi yalnızlıklarının izini sürenlerin, bazen ‘buzda bir balık gibi hissedenlerin’ yazılarıyla her seferinde biraz daha büyüyorlar.

A. Esra Yalazan

donmus+gol Buzda bir balık gibi hissedenler; Tezer Özlü ve Pavese..


İlk Aşk’la ‘Son Şans’ arasındaki rüya, gençlik ve Turgenyev

O küçük romanla yıllar evvel sevdiğim bir yazarın köşesinde tanıştım. Sonradan denemeler kitabına da girecek olan yazıyı yazan kıymetli şahsın ismi Ahmet Altan. İsmi size bir yerlerden tanıdık geliyor, değil mi? Hani şu okuduğunuz gazeteyi ayakta tutabilmek için mücadeleyi seven bir ekiple günde on sekiz saat çalışıp, haftanın altı günü memleketin ve gazeteciliğin sorunlarını herkesin anlayabileceği basit bir lisanla anlatan, haber toplantılarından vakit bulduğunda ‘finans müdürü’ olarak sokaklarda koşturan tek yayın yönetmeni olarak tarihe geçecek romancı. Aslında bir zamanlar kendisi sadece yazar olarak anılmak istediğini söylüyordu ama sanırım hayat ona biraz kötü davrandı. Şimdi o çok özlediği sakin, huzurlu yazı hayatına dönmek için anlaşılmaz bir ‘deli inadıyla’ yarı açık cezaevinde gün sayarken, her türlü saldırıya karşı gazeteyi savunmak için gece yarılarına kadar kalesinde nöbet tutuyor. Aslında onun yazarlığı hakkında şahane fikirlerim var elbet lakin Türkçeyi onun gibi incelikli kullanan özel bir yazarı Turgenyev’in yanına sıkıştırıp, durduk yerde harcanmak istemem doğrusu. Ne de olsa aynı zamanda yayın müdürüm olur kendisi.   

İHTİYARLIĞA İLK ADIM…   

Söylediğim gibi o denemeyi okuyana kadar Turgenyev’in onu şöhrete kavuşturan Babalar ve Oğullarisimli romanıyla, Bir Avcının Notları başlıklı hikâyelerini okumuştum sadece. Özellikle nihilist Bazarov’u çok sevdiğimi hatırlıyorum. Ama İlk Aşk başka türlüydü sanki. Masumiyeti pek hırpalanmamış, el değmemiş duyguları naif bir üslupla anlatan, okuyanda mutlaka iz bırakan çarpıcı bir hikâyeye benziyordu. Ahmet Altan, yazısına “Akşamüstüne doğru, hiddetli küçük bir kız gibi tıpırtılarla camlara vuran nisan yağmurunun bende bir cam kadehin içinde oturuyormuşum duygusu yaratmasıyla eğlenip kendimce hülyalara daldığım sırada posta geldi ve içinden Turgenyev’in ‘İlk Aşk’ romanının eski baskılarından biri çıktı” diye başlıyordu. Kitabı biraz karıştırmış ama okumamış. “On üç yaşındayken okunmuş bir kitabın içimde bıraktığı izleri kırk altı yaşında aynı kitabı bir daha okuyup da çiğnemek istemedim

Tuhaf bir şekilde kitabı ilk okuduğumda ben de onun gibi kendimi romanın genç kahramanı Vladamir’e yakın bulmuştum. Bu yazı vesilesiyle tekrar okuyunca klasikleri yıllar sonra karıştırıp neler kaçırdığını fark eden ‘hafızasız’ okurlar gibi gençlikten ihtiyarlığa doğru atılan ilk adımın sancısını derinden hissettim. O ‘ilk aşk’ın ürpertisinden, kaotik heyecanından ‘son şans’ın can çekişen bezginliğine uzanan sisli yolculukta gördüğümüz bulanık rüyaların içinde dolaştım bir süre.   

TOLSTOY VE DOSTOYEVSKİ BİLE ONU KISKANIYORDU   

İnsan gençken aşk denilen o yakıcı, aldatıcı duyguyla tanışmak için kendini her türlü tehlikeye atma cesaretini gösterirken, bir gün ansızın yorulduğunu hissedip gelecekte yaşayabileceği muhtemel aşktan nasıl böyle hiç korkmadan, pişmanlık duymadan vazgeçebiliyor peki? Eğer Ahmet Altan’ın yazdığı gibi “her aşk, kaçınılmaz olarak ilk aşksa” tecrübelerle yıpranan insanın zamanla kesik, yara, çürük izlerinden örülmüş çelik gibi bir zırhla dolaşmaya başlaması anlaşılır elbette. Vaktiyle Tolstoy’u, Dostoyevski’yi bile kıskandıran Turgenyev, romanın sonunda ilk aşkının başına gelenleri öğrenince gençliğin ne olduğunu anlatıyor: “Gençlik! Hiçbir şeyi umursamazsın, evrenin tüm hazinelerine sahipsin sanki. Hüzün bile avutur seni, kendine güvenin ve pervasızlığın sonsuzdur. Oysa günlerin iz bırakmadan çabucak geçer, yok olur, güneşte mum gibi erir. Ama senin güzelliğinin bütün sırrı belki her şeyi yapabilmekte değil de, her şeyi yapabileceğini düşünmekte. İlk aşkımın hayalini neredeyse tek bir kederli solukta, içim sızlayarak yolcu ederken neler umuyordum. Peki, hayallerimden hangileri gerçekleşti?”.   

NASIL BİR HAYAT HAYAL EDİYORDUK?   

‘Son fırsatın’ hâlâ ümit etmeye açık ama yine de çok kırılgan olduğunu hatırlatan o filmi seyrederken Turgenyev’in söylediğine benzer gerçekleşememiş hayalleri çoktan kaybettiğimizi düşünüyordum.Belki de sır, gençliğe bahşedilen o büyülü güçte gizliydi. Her şeyi yapabileceğini sandığın, tarifi sözcüklerle mümkün olmayan, kontrol edilemeyen o garip güçte… 

Aşkta ‘son şans’larını kullandıklarına dair seyirciyi fena halde ikna eden aktörlerin şiirsel ayrıntıları süzerek oynadıkları filmde, erkekler tarafından artık cazip bulunmadığına inanan orta yaşlı bir kadınla, kendine güvenini kaybetmiş yaşlı bir erkeğin tesadüfi buluşması anlatılıyordu. Tam da ‘İlk Aşk’ı hatırladığım günün akşamı böyle bir filmi izlemek biraz canımı sıktı doğrusu. Başımızı döndüren o saf duyguya ilk dokunduğumuzda, sevdiklerimiz için mutluluk veren bir acıyla kıvranmaya başladığımızda nasıl bir hayat hayal ediyorduk ve sonunda neyle karşılaşıyorduk. 

Kimileri aşkı her zaman ‘ilk aşk’ gibi yaşama cesaretine ve enerjisine sahip olabiliyordu. Ahmet Altan, on beş sene evvel yazdığı o denemesinde, ilk aşkının çok kalabalık olduğunu, âşık olduğu bütün kadınları ilk aşkı olarak hatırladığını söylüyordu. Özlem hep aynı özlemdi.   

ÂŞIK OLMA İHTİMALINDEN VAZGEÇMİŞ BİR KADIN…   

Birbirlerini en çaresiz zamanda ürkek ‘yürek çarpıntılarıyla’ sevmeye çalışan Harvey ve Kate’in iç burkucu konuşmalarını dinlerken kendine güvenen o ‘sağlam’ cümleleri hatırladım. Kırık bir ümitsizliğe rağmen hayatı yarı yolda terk etmek istemeyenler için aşk hep ‘ilk aşktı’. Kadın buluşma yerine gelmeyen adamın önünde âşık olma ihtimalinden çoktan vazgeçmiş, ruhu yalnızlığın tenhalığıyla çürümüş bir kadın gibi konuşuyordu önce: “Birbirimiz hakkında hiçbir şey bilmiyoruz. Yaşadıklarımız gerçek değildi. Ben huysuz bir kadınım. Yaşadığın yere dön” diyordu. Ama sonra erkeğin merhametli bir bakışıyla içinde aniden incecik bir cam kırıldı, toz olup dağıldı. Aşkı artık ‘ilk aşk’ gibi yaşayamayacağına inanan kadın ağlayarak konuşmaya başladı: “Sen içime öylece daldın. Bu bana acı veriyor. Zamanla hayal kırıklığına uğramak benim için rahatlatıcı olmuştu. Bunu benden aldığın için sana kızgınım.” 

Onları izlerken aşka dair tanıdık hislerim alaycı bir kederle soğudu. Turgenyev’in “en ters duyguların, düşüncelerin, kuşkuların, umutların, sevinçlerin ve acıların kasırga gibi birbirine karıştığı bir çeşit kaos” diye tarif ettiği ‘ilk aşkı’ yıllar sonra yine öyle yaşayabilmek için aşkı ağulu dikenleriyle kabullenebilme yürekliliğine sahip olmak gerekiyordu. Kate topuklu ayakkabılarını çıkarıp Harvey’nin koluna girdi. İhtiyar, haşmetli ağaçlara eşlik eden geniş bir yolda iyice küçülene kadar yürüyüp kayboldular. Mavi, soğuk ekranda hayatlarının başlangıcı olan ‘son’ yazısı kaldı.

A. Esra Yalazan

turgenyev İlk Aşk’la ‘Son Şans’ arasındaki rüya, gençlik ve Turgenyev


Çocukluğum

Çocukluğum, çocukluğum…
Uzakta kalan bahçeler
O sabahlar, o geceler,
Gelmez günler çocukluğum.

Çocukluğum, çocukluğum…
Gözümde tüten memleket.
Artık bana sonsuz hasret,
Sonsuz keder çocukluğum.

Çocukluğum, çocukluğum…
Habersiz ölen kardeşim,
Mezarı bilinmez eşim,
Her bir şeyim çocukluğum.

Çocukluğum, çocukluğum…
Bir çekmecede unutulmuş,
Senelerle rengi solmuş,
Bir tek resim çocukluğum…

Ziya Osman Saba
cocuklugum Çocukluğum

Evimize Gidelim

                 “Beni bana gösterecek aynamdı, almışlar”
                                     Behçet Necatigil’in anısına

Gözümde tüttüğünüz bir akşamüstü sezinledim
Yaz dönemi, hüzün kana karışmadan önce:
– anılar derin ve dar –
Düşlerimi okşardı mine gözlü bir gece
Çocukluğun soy adı, – evimize gidelim.

Aşklar, şairlerin yazdığı, beslediği evlerin
Avlusunda dilsiz mercanların seviştiği
– kollar nasıl da uzar –
Çok eskiden seninle – bağışlayın yüreğimi
Boş bakışlardan daraldı, evimize gidelim.

Göğsünüzde nilüferler ürperir elimi sürsem
Elveda yuvasız anka, çiçeksiz bahçe, anısız şiir
– serin göğüslü mezar –
Hangi hırkayı bürünsek ısınmaz gözlerimiz
Gündüzler mi kısaldı, evimize gidelim,

İlk evler, ilk evlilikler albümü, kırgınlıklar…
En çok kimi tükettikse, en çok kimi aradıksa
– dar çağlarda döndü zar –
Sırça gençliğimizin yabancı sınavlarda
Kırıldı kolu kanadı – evimize gidelim.

Maskeli balo bitti.. Arayan kim soran kim…
Çok eskiden sizinle buluşurduk törensiz
– sokakların gözü var –
Her köşede muskalı – kamçılı töreleriniz
Acı, çiğ hurma tadı – evimize gidelim

Gözümde tüttüğünüz her akşamüstü aynı resim:
Sayfalarda ellerin, solgun bir güllü desen
-hasret ne vakte kadar –
Kapatırken kitapları metal çağ, beni sizden
Başka hiç anlayan olmadı – evimize gidelim.

Hüseyin Cahit Kerse

huseyin+cahit Evimize Gidelim

Hür Kuşlar Tufanı

Ellerine doğmuştuk hevesle
Irağın olduk şimdi senin
Kapılar yüzümüze kapandı bir bir
İnandık ki dünya gelip geçilen yer
Geçip gitmek yaşanacak her şeydir

O ince zekâ, kılcal bilgi
Olabilir saymıyor bizi
Biz ki, gövdesi varsa oyuz dünyanın
Bu yalın ayakları, bu sakar elleri

Bir adacık oluyoruz konduğumuz her yerde
Orada, öbür adaların yanında
Bir adacık, ki herkes bir boz, bir mavi
Kendiyle uğunan kumrularız
Savrulan toz zerresi

Böylece kurtuluyor şehirler vebadan
Lekesi kalmıyor kanın sokaklarda
Çöz kuşaktan ipini, sal gövdeni köprüden
Vücudunu parça parça pazarla
Her şeyimiz soğuğun, açlığın bedeli
Ölüm hemen, yaşam kısa vadeli
Yıldızları kayıp duran gecenin
Koynunda kadınlar ve çocuklarımız
Ölüyorlar birden
Bir eflatun dağ tozu koklayıp koklayıp

Söndür ışığını, sil hatırasını ve kapan
Dönemez ki ufka baktıkça yol gören göçebe
Her daim o yağız incedeyiz, o sarp uzunda
Havlimiz canımızdan taştıkça ülkeden ülkeye
Yolları kesiliyor uygar Roma’nın
Gövdemizden akan sidik, kan, ter, asit
Sınırları eriterek çıkıyoruz her meydana

Kıyıları o cam fanus boşluğa
Çarpa çarpa kırılıyoruz

Ey ukdesi, var kalan her göçebenin
Ey kavuşmak rüyası peygamberlerin
O yüce dağa, bir daha başın diye konsak senin
O yaşlı nuh taşını alnın diye öpsek
Geniş yaylalarda çiçeklensek tür tür
Islansak neşemizin teriyle
Yaralarımızı şarkılara belesek
Şımara taşa kalbimizin bendinden
Bıraksak gemini atlarımızın
Mahpusu olduğumuz bu dışardan
O vakit kurtulur muyuz?

Sor ki, muştusu bizden gelecek
O ki, bir seraptan doğurdu
Kâbuslardan fırlatıp
Kıyımlardan artırdı hayat bizi
Böyle bir havlin kavmiyiz
Açıldık denizlere
O korsan takalardan
Salkım saçak döküldük suyu
Kimimiz dibe çöktü
Kimimiz çöp, dalgadan dalgaya

Hangi şehir ister bizi
Hangi gurbet ev olur
Çıkış nerde, kıyı var mı
İzi var mı umudun yollarımızda
Sor bize
Denizin dibinde demirden mezar
Onu sor
Uykular buz mavi, buz ayna
Salınan kıyısız bir okyanus üstümüzde
Soğuk keskin bir hızar
Bize gelince
Kesikle kırık, ıslakla kavlak
Bize gelince
Kirliyle çıplak

Canımız hayli alaflı, gözler köz
Akıyoruz ırmakları tersin tersin
Püskürülmüş lavız, toplaşıp dağ oluyoruz
Ürpertiyoruz ışıkları renkleri
Yırtarak yüzünü şu mavinin, şu berrağın
Gövdemizi kanırtarak yazıyoruz
Hayatın alın yazısını
Her şeye barbarız, her şeye tufan

Dönüşler kapandı çoktan, zaten biz
Her ufka baktıkça yol görenleriz
Arzumuz, varılacak hayatın tek kayrası
Kalbimiz, ölçüsüz haritası yeryüzünün
Biziz o, vakti gelen yokluk tanrısı

Mahmut Temizyürek
leyleklerin+gocu Hür Kuşlar Tufanı

Aklı Boşver, Hoşça Kal Yurdum

Eyyo diye başlasın bu şiir
İlk kar sevinci sansın çocuklar
Ruhum, sivri dilini batır şu şehre
Cami avlularından uçuşsun kuşlar
Sözlerin kavuştuğu ilk insana sarılsın
Yol değiştirsin, şuradan gitsin
Ulaşmak istediğin sıcak yataksa
alacağın bir şeyler olmalı
bahçelerden, balkonlardan, pencerelerden
titreşen diri memelerden mesela.

Bura, ora, öte ve sınır-öte
AyşeFatmaHayatSuDenizAteşBuz
GururluRomyçılgınBettyhüzünlüTanya
varacağın yer bir insansa
ve insan ulaşmaksa, unutma sakın
gözucunda tut ruhunu, kaydırma
Sen duymuyorsan ne kimse kimse, ne sen sen,
ne bura bura, ne sınır-öte.

Akıl mı? aklı boşver, şiirlerinde bile
İptir akıl, ruh atını bağlar çayıra
aldanırsın ipin uzunluğu kadar
özgürüm diye
özgürlük ipsizliktir oysa, ya da
bağlanmaktır incecikle, pamukla
şu çıldırtan güzelliğe, hayata.

Var ya!
Hayat kocaman bir yanılsamaysa
neden küçük bir dikkatsizlik olmasın intihar da.

Mahmut Temizyürek

kocaman+bir+yanilsama Aklı Boşver, Hoşça Kal Yurdum

Kırılgan

Ürktün oğlum, huylandın hep, az mı kışkırtıldın yalnızlığa
daha kirpiklerin kırpışmadan doluşan anılar da bıraksın istedin seni
bir kör kadar sabırlı olamadın, alaycı hiç
yazık ki sağırlar kadar alıngandın
Bir çift göz gezinse gözlerinin karanlığında
çalınmış buluyordun yoklandığında kalbini
Kalbin! ayaklanan bir sığırcık sürüsü kadar gürdü kalbin
Kalbin! onu yeniden tanımla, unuttuklarınla
süt kutusunun yaldızından sızdırdığın ışıkla okuduğun mülkiyetin kökeni
onu koru diyordu sana gerekecek paylaşım savaşlarında
kalbinden başka verecek mülkün yok yoksullara
Yıllar geçti oğlum, bulduğumda seni
nabzın yalnız geceleri mırıltılı ve berrak
gündüz kire ve sabun tozlarına karışarak akıyordu
yağmur mu yağıyordu kederin mi çarpışıyordu bulutlarla

Umabilirdin oğlum, yüzünde kireç kuyularından kalma yanıkların olması
uzanabilirdin beyninin son rahat kıvrımlarına
her gece sarsıntılarla irkilmeseydi hayatın, sancılarla
yine dayanabilirdin oğlum, alışabilseydin ayrılıklara
şimdi mavi hâlesine tavaf ettiğin dünya
‘denizimde boğulacak kadar güzel değilim’ diyor sana
‘gittikçe aşınıyor prizmalarım, arzum kalmadı kırılmalara.’

Biliyorum oğlum, o onu bilsen de gideceksin
ben seni kırılmaktan oluşmuş bir mordan doğurdum
acıdım sana, acını gizledikçe sevdim acıdım sana
unutturmak istedim kalmış son birkaç çağıltıyı da
aşkı mesela
aşk geniş açıyla kırıyor kırılınca, büyük acıyla
ah oğlum,
ayak tozları savrulduğunda rüya
iz
ve rüya.

Mahmut Temizyürek

iz+ve+ruya Kırılgan