Yüreğe Uygun Acılar

bir sağ omzum vardı
bir de sol omzum
bir kez bile koymadın başını

insan yüreğine uygun acılar yaşamalı
adı kötüye çıkmış bir iklimde fazla kalmamalı
yüzü yeşile dönük de olsa
her mevsimce benimsenen bir ağacı sevmemeli
ve uykuları göçebeleşiyorsa
bedeninde birer sığıntı gibi duruyorsa rüyaları
oturup yatağını kollamalı

kışlara koşar adım giden güneş
bahçelerin dışında büyümeyi
aklına koyan ahlat ağacı
ve terli avuçlarımdan
tekin olmayan sulara inen geyik sürüleri
beni yalnız bırakıp gitmeyin
gitmeyin anlayın işte
ben onu çok özledim

yüzüne bakılmaz bir yalandı beni sevdiğin
yüreğimin akıl sır erdiremediği bir yalan
bir türlü yüreklenip resmine bakamıyorum
kalbimin rutubetinde
şimdi yüzüne kirli bir esmerlik çöreklenmiştir
saçların ve aseton kokan tırnakların uzamıştır
ve yıldız yüklü gecene
becerikli bir ay bile konmamıştır

dolunay tozlu köy yolunda
beni bekliyordur şimdi
elbet aklımı alacak bir öpücüğü daha vardır
babamın
ve annemin kötü günler için sakladığı
saçlarımı okşayacak ellerinden kalmıştır

iklimlerin silkelediği bir bahçede
ağaçlarda aldatıcı bir kahkaha gibi
patlayınca kuş kanatları
yüzümü güneşe çevirip terli avuçlarımı
kurutacağım
uzayan tırnaklarımı ve saçlarımı seveceğim

yüreğim
sen beni anlarsın
ya omuzlarım
onun bir kez bile başını koymadığı omuzlarım
asıl onları nasıl avutmalı

Yasin Erol

yurege+uygun+acilar Yüreğe Uygun Acılar

Yüreğimin Acemi Elleri

Yüreğinde yerini değiştirdiğin bir sevgiyle
Bahçelerinde evlerin dinlendiği o yerdesin
Bütün günahlarını biraraya toplayarak
Uzakların neden sinsi birer bıçak gibi
Durduğundan söz etmektesindir

Sen şimdi camların ardında buğulanan gözlerinle
Yağmura sarılacak kadar hüzünlüsündür
Rüzgara alışık kavak ağaçları gibi sessiz
Yüreğimin acemi elleri arasında
Ufalanan ekmek gibisindir

Bil ki bunlar bozkırca sezgilerden değildir
Birazdan başına üşüşür yıldızlar
Gecede ömrünü yarılayan kelebeklerin
kırılmalarını duyarsın
Eğer ağlayacaksan dilinin altına
bir ağaç parçası yerleştir
Güleceksen dudaklarını örtecek büyüklükte
bir bulut bulunsun yanında

Yerini yadırgayan bir ay dolanıyor gecede
Karanlık desen ölçülü salmış susmalarını
Aşkı utandıran bu hüzün de ne
Sen benim yüreğimin acemi elleri arasında
buğulanan ekmeğim değil miydin
Sen değil miydin
Bir çocuk yüzünden ekmeği öper gibi öptüğüm

Haydi ince ayarlanmış bir gülümseme seç dudaklarına
Çekip çevir şu karanlığı gözlerinle
Kaldır başını
Bak gökyüzüne
Gökyüzü dedikleri ilkel maviliğe
Mavilikte gizlenmiş bulut izlerine
Say ki bu bir rüyaydı
Say ki ben konuştum sen dinledin
Beni merak etme
Uzun ölümlerimi yarıladım bitmek üzere

Yasin Erol

yuregimin+acemi+elleri Yüreğimin Acemi Elleri

Ellerin Avucumda İki Ateş Damlası

Çiçeğinde yeni yeni kamaşan zerdalisi ömrümün,
gülüşümde çekirdeği sertleşmemiş ilk çağlam,
kızım benim, nazım benim,
gurbetelde sazım benim,
yalazlanmış can tanem,
körpe dalım bir tanem..
Sisini gözlerimin, içimdeki dumanı
seziverdin de sanki
acılandın uykunda,
sızlandın huysuzlandın..
Dudakların kurumuş, ter içindesin yavrum!
Kolsuz kanatsız kalmış
geceden beri başucundayım..
Çırpınarak anlamını arayan binlerce sözcük
kabukları koparılmış yaralar gibi
uğulduyor beynimde..
itiraf etmeliyim ki yavrum
çekip gitse de bir bir
ekmeğe, özgürlüğe, insanlık ve hayata dair
içimi dişleyen düşünceler,
senin bir gülücüğün şimdi
yaşamam için bana yeter.
Geceden beri başucundayım..
İşte, sabaha dayandı gün!
Aşsız, işsiz, kuruşsuz
bir ıssız bayırdayım.
Bebeğim, canımın kıvırcığı,
boranda fırtınada sürgün vermiş tomurcuk,
üzüm tanem, nar tanem,
acar yanım, bir tanem..
Kim kime, dum duma bir tufandayız;
günlerin ağzında kara bir gül
dikenleri tenimize dayanmış;
ürkütülmüş, sarılmış, acıyla sınanmışız..
İnim inim uykunda nasıl da yalnız
yanıyor yüzün yavrum,
yüreciğin kaşlarında tütüyor,
ellerin avcumda iki ateş damlası,
tutuşmuş rüyaların, sesin duyulmaz,
kendi kollarımızdan başka
saranımız yok bizim..
Yazım benim, güzüm benim,
yemin olmuş sözüm benim;
sana kuş bulmalıyım
sana düş bulmalıyım
gidip iş bulmalıyım..
Koynunda çırpınırken böyle çaresiz
kahrınla tanıştırdın bizi ey hayat
zehrinle tanıştırdın;
alışılmaz bildiğimiz nefrete alıştırdın!
Onurumuz:
senin için sakladığım tek servetim bu yavrum;
süt olmaz, aş olmaz, iş olmaz onurumuz..
sızım benim, gizim benim,
gurbetelde izim benim;
ateş almış taş altında kalmışız,
gün olur hesabını sorarız elbet.

Nihat Behram

foto%C4%9Fraf Ellerin Avucumda İki Ateş Damlası

Ona Doğru Koşmak İçin

Sana ufku anlatmak istiyorum

Yüreğini
Avuçlarında bir güvercinin
Yüreğiyle yatıştıran çocuğun
Bileklerinde çözüp
Doldurduğu şeyi
Sana anlatmalıyım…

Binlerce insan dökülmüş duraklara
Asfalttan, yapılardan, seslerden;
Binlerce saattir oradalar
Ve kudurgan bir beyin
Ve kıpırtısız bir yürekle
Düşmanca bir şeyler biriktiriyorlar karşılıklı
Ve herkes birbirine benziyor
Ve herkes yabancı birbirine üstelik.

Sana ufku anlatmak istiyorum…
Yalınayak
Ve aşağılara koşarken çaylarda
Çakıl taşları, çağlayanlar
Ve kayaların oyuklarında köpüren suyun
Düşündürdüğü şeyi
Sana anlatmalıyım…

Sana ufku anlatmak istiyorum…
Bir ağacın kökleri ve dallarıyla
Uzanıp uzanıp vardığı şeyi
Sana anlatmalıyım…
İçinde duvarlar uğulduyor ilişkilerin
İlanlar, rutubet, çıkar…
Ve söz namusun simgesi değil,
Duygular öyle lekelenmiş
İçtenlik öyle hesap işi ki…
Kimin öpüşleri bir papatya kadar temiz
Kim kime kıstırıldığı anda omuz verebilir?
Ya aşk: çarparak başlatan yeni şeyleri
O sevinç
Nerede şimdi?

Yine de güzel bazı duygular
Aşkla kendini onarıyor
Fakat rüzgârlı, yağmurlu ve sabahları
Bir sinir birikintisi olarak karşılamaktan
Bakışları gizlice köreliyor onun da
Ve hatta sağanağı bir nehir gibi
Yabani bir hayvanmış gibi düşünüp
Ürküyor
Ve giderek aciz,
Sinirli, habis insanlar dolduruyor caddeleri;
Oysa şehirden Yabani bir hayvan kadar uzakta nehir
Öpüşüyor uçsuz bucaksız bir çalkantıyla
Ve yüzlerce çocuk tanıyorum
Kaçak bir duygu taşıyan sinemalarda
Ona doğru koşmak için…

Sana ufku anlatmak istiyorum.

Son mavisi gözlerinde kaldı gökyüzünün
Bu şehirde
Anlatmak istediğim

Nihat Behram

Ona+Dogru+Kosmak+%C4%B0cin Ona Doğru Koşmak İçin

Bir Şiirin İzini Sürmek

Ustaca başlamıştık aşka
Bir yanımızda genç ağaçlar
Bir yanımızda alkış kokan elleriyle insanlar
Biraz daha arasaydık
Kendi başına üşüyen o ağustosu da bulurduk

Senin fal kandırmayan avuçların var
Senin kırmızı şaraba alışkın dudakların
Ve kapılardan önce vardığın insanlar
Benimse üşüyen ellerin için sadece cebim

Seni birgün sokak lambaları ürkek toplanınca necatibey’e
Kapı aralığı gözlere sahip insanlar olsa da yanında
Haritalara sığmadığı için unutulan o ırmağa götüreceğim
Seni bir gün ucuz eşyaların satıldığı bir pazarda
Kargaşaya alışık olmayan gözlerinle
Seni bir gün yağmurda yalnız gezinirken
Kısacık saçlarından tutup dudaklarından öpeceğim

Şeker tadında bir hüzün bırakarak gidiyorsun
Çünkü alışkanlıklarına yetecek büyüklükte bir evin
Ve dudaklarında bir başkasının dudak izleri var

Bu şehrin beklenmedik yerlerine trafik lambaları konmuş
Seni aramaya kalkışsam
Kaldırımlar insanlar
Caddeleri arabalar kaplar
Seni ihtiyar ve saati olan adamlara
Ya da bakirelik çılgınlığına tutulmuş kadınlara sorsam
Karanlığı geçince az ötede gördüklerini söyleyeceklerdi
Çünkü onlar sadece büyük kavşakları
Eski sinemaları
Bir de randevularına erken girmeyi bilirler

Çınarlar yapraklarını döküyor dökme isteğinden
Kumrular sokağında sıradan bir kadın aşktan söz ediyor
Sözcükleri eski bir alışkanlık bildiğinden
Omzumda bir el azar azar büyüyor
Ne gitmeleri biliyorum ne kalmaları
Gecede şiirin izini sürüyorum
Artık hüznü ustaca yaşamanın zamanı

Yasin Erol

artik+huznu+ustaca+yasamanin+zamani Bir Şiirin İzini Sürmek

Dünya İstasyonunda Yanlışlıkla İnmiş Keloğlan

İşte benim yazıyla çilem bu: Kadınlar doğruyu söyledi ve yayıncılar aldattılar.

Yazdık, sesimiz askıdadır; harflerimiz kargaların gagalarında. Yazdık dünya değişmedi, namussuzlar okumadılar. Bir iki insan okudu; çok uzun boyluydular, göbeklerinde kaldım. Bir iki garibân kesekağıdından gördüler beni. Hep olmadığım yerde göründüm; yazmadıklarımı yazdım; demediklerimi dedim. Yayıncılar beni çok ucuza sattılar. Arayan kitaplarımı bulamadı. Bulanlar, çarpık dizilmiş, eksik çıkan, ırzına geçilmiş satırları okudular.

Gerçeğin cinleri hep yoluma çıktılar, beni hep çarptılar. Hakikat diye, güzellik diye methettiğim yârimi bir bâdeye oynattılar. Yazının rahmeti cinlerin üstüne olsun.

İlhan Berk bana “yazındaki deliliği yitirme Ahmet Nâim” dedi. Ahmet Nâim yazının gömleğini giyip, ilmiğini boynuna geçirdi.

Şairler yalan söyledi ve yayıncılar beni aldattılar.

Ama ben bu kötü dünyada güle oynaya yaşadım. Elma bahçelerinden erik çaldım, nar çaldım. Bedenimin uduyla vurdum duymaz insanıma nice taksimler geçtim.

Filozoflar beni kavramlara kattılar, yayıncılar aldattılar.

Fındıklı, Kasım 1998

Ahmet İnam

hakikat+baligi+ahmet+inam Dünya İstasyonunda Yanlışlıkla İnmiş Keloğlan

Melankoli

Yaşananın hakkını teslim etmiş bir gülümsemedir bende melankoli.
Sızıyla gelen, sızıyla ölen bir insanın açtığı çiçektir bende melankoli.
Sevip de diyememenin, deyip de yaşayamamanın, yaşayıp da doyamamanın adıdır bende melankoli.
Melankoli yârimdir. Bana “ölme emi” demiştir. Neden ölmediğimdir bende melankoli.
Sabah gözlerinde bir çağlayanla uçurumlarıma boşalan bir sevgili bakışıdır bende melankoli.
Dokunup da çaresiz yaşamımı sevince dönüştüren mahzun bir ney sesidir bende melankoli.

Ahmet İnam

melankoli Melankoli

Hallaca

Durdum dükkânının sırrıyla önünde
Hallacım
Sevgilim
O kadar girmiş ki içim birbirine
Tift beni.

Ahmet İnam

266999_185094664883180_100001479443849_500996_8115416_o Hallaca

Olmadık Yerde Biten Rakının Ardından Yazılan Şiirdir

İrtifa kaybedip, kazanacağım yerde
Alkolün ve kalabalığın verdiği esenlikle
Gülümseyerek düşündüm seni, kendimi bir şey zannedip
Oradayken sen ve ben buradayken
İp gerip aramıza yanına gelirim zannederken
Hop! dedi dış ses, kalkalım, rakı bitti!
O an hayvan gibi sövdüm Hegel’e ve Heideggere’e
Sikerim ulan dedim tin’i de ontolojiyi de
Bana ne ulan, bana ne, bana ne, niye?
Niye oradasın sen, neden ben buradayım?
Neden burda kuşlar salak, neden bizim denizimiz yok?
Ve bir yığın soru daha, aynı şeyle biten, niye?
Sigaram var, ayakkabım var, rakı bitmiş, sen yoksun
Alsın biri ayakkabılarımı, seni bana yürütsün
Canım yanıyor be işte, insafın hiç mi namı yok?
Ben ağlarım, susarım sonra, kimselere demem bir şey
Sen ağlama, susma da ama, bak buna bağlı her şey..

Ali Lidar

raki+siirleri Olmadık Yerde Biten Rakının Ardından Yazılan Şiirdir

Suna’ya Şiirler

I

Zaten olup olacağı belli:
Her aşktan
–Kütür kütür olsa da her erikten–
Bir kuru çekirdek kalır

II

Külü ezsem de
Gülü ezemem bilmelisin
Erik öpülür ancak
Ve olsa olsa ısırılır

III

Bir zamanlar alevlenmiş
Bir gül cesedi kalsın istemem bu aşktan
Anı, anılar
Bir kül kadar temiz olmalı

IV

Sen mektubundan çıkan yaprak kadar narin
–Benim dudaklarım kadar hırçın–
Çiçek tozları kadar uçucu
Bir ağaç gibi dayanıklısın

V

Kendi ateşimi Sinop’ta yanar buldum
Oynuyordu çevresinde rakkaseler
Ben kendimi
Uzaktan seyreder buldum

VI

Bir rüyayı iki kişi birden görebilir
Bu aşktır Suna
Bir uykusuzluğu iki kişi birden yaşayabilir
Bu ölümsüzlüktür Suna

VII

Ben kendi bahçemdeyim, odamda
Senin ya da ikimizin bahçesinde
Değil!
Ama sen yıldızlarımsın ağaçlarımsın benim

VIII

Geceleri Güneş nereye gider?
Sen
Nereye
Gidiyorsun?

IX

Sevgili Suna
Sen yalan söylesen de
Gönderdiğin papatyalar
Söyleyemez

X

“Kül” yasak bana “ölüm” yasak
Seninle
Ateş, aşk ateşi
Ve ölümsüzlük biraz

XII

Ada diyor ki: Sevgilinin dalgaları
Ellerimde uyusun
Ellerimde uyansın
Konuşmayı bilmesem de

XIII

Sen bağrında
Serin bir göl bırakmasan
Bu ateş serçeler
Nerde dindireceklerdi susuzluklarını

XIV

Evin içinde uçsam
Kapılara duvarlara çarparım…
Ama sen yüreğime, ruhuma
Bir pencere oldun

XV

Üç üzüm Tanrının sunağına
Suna sen bir bağsın çünkü
Tek bir tanesi benim
Ama gerisi bütün insanların

XVI

Buranın serçeleri
Daha büyük geldi bana
Çünkü
Sen ufacıktın
(Bodrum)

XVII

Yüreğimiz yarılmış
Birbirimizin yüreğinde
Ey falcı bizim falımıza
Tanrının fincanında bak

Osman Serhat Erkekli

sunaya+siirler Suna'ya Şiirler