“- Seni çok özlüyoruz Rahmi. Neden bizi bıraktın?
– Ben çok yorulmuştum.
Sonra sarılıyoruz ve yavaşça uzaklaşıyor. Tıpkı denize açılır gibi.
***
Sevdiğini kaybeden biri onu rüyasında görmek için uzun süre dua eder ancak ölümünden aylar sonra görebilir. Bunun hikmetini bir bilene sorunca şu cevabı alır: “Onun hesabı şimdi bitti.”
Umarım hesabın kolay geçmiş ve bitmiştir.”
31 Temmur 2023
Tem 31
Rüya içinde rüya
Tem 29
Küçükken annemin üstümü örtüp gittiği gecelerde sözcükler gelirdi bana.
1914 yılında doğan Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın 1933’te yayınlanan ilk şiiri:
YAVAŞLAYAN ÖMÜR
Hasretim içerimde bana bir kefen taşır,
Sarar bir bahar gibi seni ipek kumaşlar.
Benim adımlarıma topraklar yalçınlaşır;
Erir bir mavilikte senin yolunda taşlar.
Ne ruhun beni görür, ne sevgim döner geri,
Beyaz gölgeler saklar gözlerimden her yeri.
Diner akşam olunca günün bütün sesleri;
Ve benim içerimde eski bir şarkı başlar.
Fazıl Hüsnü Dağlarca
İstanbul Dergisi / 1933
94 yaşında vefat eden Dağlarca’nın18 Ağustos 2008 de İstanbul Acıbadem Hastanesi’nde yazdığı son şiiri:
İKİNCİ ANNE
Hepsi yalan
Çocuk kendinin annesidir
Su dersin su içer
Şeker dersin şeker verir
Elma dersin elma verir
Kapı çalınıyor dersin baba gelir
Kimse anlamaz senin büyüdüğünü
Fazıl Hüsnü Dağlarca
Beyaz Dergisi / Şubat 2009
Küçükken annemin üstümü örtüp gittiği gecelerde sözcükler gelirdi bana. Önce ayaklarımı ısıtırlar, sonra ellerimi, beni öperlerdi. Ben de öperdim onları. Birdenbire aydınlanırdı bir parmak, kolumdaki gaz lambası büyük avizelere dönüşürdü. Ben sözcüklerin nerelerden geldiklerini, evlerini, ağaçlarını, çiçeklerini düşünürdüm. Annelerini düşünürdüm sözcüklerin. Gece yaşamım sürüp giderdi, düş yaşamım da. Nasıl geçerdi uzun bir süre bilmiyorum. Yine sözcüklerin en güzeli uyandırırdı beni.
Sizler sevgili yapıtlarım, benim güneşlerimsiniz.
Hepinize başlarken ayrı ayrı sözlükler doğar içime. Ayrı ayrı gerçek basamakları, ayrı ayrı biçim yapıları, ayrı ayrı sesler, seslenmeler, ayrı ayrı sayı direnmeleri başlar bende.
Sizler odalarsınız. Birinden birine geçilen ya da geçilmeyen odalar. Ben bu odaların tümü. Sizlerin de bendeki kalabalık olmanız ne güzel. Taşıdığınız yönler yan yana getirilirse 360 dereceyi kaç kez aşar bilemiyorum. Bakışlarınız öbür gerçekleri görürken, söylediğim bitiştirimlerle özel evreninizi yaratmaktasınız. Dışı dış doğaya değen, içi iç doğamızda olan.
Havaya Çizilen Dünya, ilk yapıtımsın. Sen kendi başına çok pencereli bir evsin. İçerdeki 21 yaşındaki çok elli bir genç, bütün yöreyi görmek için bütün pencereleri açmıştır. İnanıyor musun?
Çocuk ve Allah; İkinci kitabım; Sen bilinçaltımın biraz daha kalın çizgilerle yazıya geçirilmiş tasarımısın. En çok okunan yapıtımsın. Birbirinden ayrılmış ikişer dizeler büyük gerçekle yüz yüzedirler. Büyük gerçekle birleşmişlerdir. Seni bütün derinliğine dek inceleyecek birisi çıkarsa, işi çok güç. Diyebilirim ki ben seni açıklamak için sonraki yazdıklarıma ulaştım. Bitiremedim seni bugün bile.
Bana verdiğin evren, ne güzel ki sende bitmiyordu. Sen benim açık kapılar ülkemsin.
Seni yazarken İstanbul’dan ayrılmıştım. Anadolu’ya ilk doğu görevimi yapmak üzere atanmıştım. Bu süre, o günlerde üç yıl olarak belirlenmişti. Kendimi bilmediğim bölgelere götürürken İstanbul’dan evden o mutlu ortamlardan ayrılmıştım. Bir elimde bilinmez, bir elimde senin tasarın vardı. Sana “romanım” gözüyle bakıyordum. Bütün yaşamımı kapsıyordu biraz… Yapıtın yürüyüşü kalın çizgileriyle bir ölümlüyü anlatır. Onun çocukluğundan başlayan sıcaklığı önce kendi gövdesini bulmuştur. Sonra yeryüzündeki öbür gövdeleri bulmuştur: ağaç, su, dağ, ova, dizi dizi kışlalar.
Kimi yerde 5 numaralı gaz lambalarının ışığı altında, kimi yerde mumla Ağrı dağı sırtlarında, Aras kıyılarında, çadırda, kağnı üzerinde, üç yıl bütün boş vakitlerimde, görev dışı sürelerimde yapıtımı ortaya çıkarmaya uğraştım. Açılır kapanır masa, açılır kapanır iskemle yaptırdım bu amaçla. Katır sırtında taşınsın, her yerde çalışabileyim diye. Üç yıllık zorunlu Doğu görevi biterken, bir şansla İstanbul’a atandım. Yeni yapıtım bitmişti. Onu bağrıma basarak İstanbul’a geldim.
1940. Yayımlandığın günlerde Peyami Safa Cumhuriyet gazetesinin ikinci yüzünde iki büyük yazı yayımlamıştı. O yazılarda senin Türkçeye kazandırılmış, Türkçeye özgü bir “sürrealizm” olduğunu ileri sürmüştü. (ki sonradan birçok yazar bu konuda birleşmişlerdi.) Peyami Safa’nın bu yazısı Çocuk ve Allah’ın kimliği olmuştur. Yıllar sonra arkadaşım Cemal Süreyya’nın “Çocuk ve Allah yeni şiirimizin anayasasıdır” yargısına dek uzamıştır.
En büyük iletişim nedir diye düşünüyorum. Sizler de, benim yerime düşünür müsünüz? En büyük iletişim ne?
En büyük iletişim çocuktur.
Çocuktaki iletişim doğasal iletişimlerden uzaktır. Görsel iletişimlerin çok ötesinde. Çocuk anlamın iletişimidir. Öncekilerden ayrılığı, uzaklığı taşıdığı yaza yaza bitiremediği “anlam”dır. Hangi çocuğun yüzüne baksanız doğadaki en eski çocuklarla en sonraki çocukların arasındaki yeni görüntüsüne ulaşırsınız.
Kendimizin çocuğu olsun olmasın, bakışlarımızın değdiği “başkasının çocuğu” bizimdir. Öylesine bizimdir ki, bulduğumuz iyeliğin derinliğini açıklayabilmek yürürlükteki usla olanaksız. Yürürlükte olmayan us, çocuğun ilettiği duyumlarla kazanılabillir. Böylece çocuk derken, en eskil geçmişi, en geleneksel yarınları işitmekteyiz, duymaktayız, kucaklarken ellerimizle tutmaktayız. Çocuk, evrensel iletişim.
Çocuklar olumlu sevgilerin, işitmekle işitmemek arasındaki görüntüleridir. Bu tanımla, nice sevsek çocuklara ulaşamadığımızı anlatmak istiyorum.
Kalemi elime aldığım günden beri her zaman çocuğa dönük olan bir adamım. Karşımda her zaman bir çocuk var gibi. Bu belki de şiirin us dışı, ya da bilim-usu dışı bir usla yazıldığını, o duyarlığı taşıdığını her zaman duymamdandır kitabı ilk değilse de ilk gibi olan kitabın adından da belli ki, kendimi her zaman biraz çocuk görmüşümdür. O çocukluk duyarlığı içinde kalmışımdır.
Yapıtlarımız, ilkinden sonuncusuna dek parmak izlerimizdir. İstesek de istemesek de bizi, içimizdeki doğanın parmak izlerini okuyucularımıza gösterirler.
Tanrı’ya gelince… Tanrı yeryüzü merkezli bir genel sevinç olmasın? Tanrı bütün mistik edebiyatın söylediği herkese düşen bir pay, bir hisse olmasın? Tanrı taa ilk gökyüzü kanalından başlayıp, avucumuzda kalan bir metafizik belge olmasın?
Ve bir şey daha: O işinin ozanı, ben işimin Tanrısıyım!
Size ortaokul yaşlarımda geçen şu olayı anlatmalıyım. Babamın kırmızı ciltli bir kitabı vardı, küçük bir kitap. 150 yaprak kadar. Kitabın adı Muhtasar Yunan Felsefesi’ydi. Bunu yarı anlar, yarı anlamaz belki 100 kez okudum. Bir gün okuldan dönünce evde bir tartışmayla karşılaştım. Babam anneme çıkışıyordu. “Kitaplarımı bile koruyamam, kim alır bunları, kim araştırır bunları?” diyordu. Anneciğim, “Kim karıştıracak, oradadır” diyordu. “Kırmızı ciltli bir kitap, Muhtasar Yunan Felsefesi nerede?” diyordu. Annem şaşkın susuyordu. Söylesem bir türlü, söylemesem bir türlü. Sonunda dayanamadım. En bilgiç sesimle, “ben aldım.” Dedim. Hayretle yüzüme baktı babam. “Ne yapacaksın?” dedi. Ben çok olağan bir şey yapıyormuşçasına, yemek yiyorum dermişçesine, “Okuyorum” dedim. Daha 7. Sınıfta olduğumu bilen babam, yarı alaylı bir sesle, “Ne anlarsın sen ondan?” dedi. “anladığım kadar anlıyorum.” dedim. Beni tepeden aşağı bir süzdü. “Getir kitabı” dedi. Gittim, dolabımın en onurlu yerinde duran kitabı aldım, geldim. Bir yeri açtı. “Anlat!” dedi. “Buradan ne anladın.” Ezbere olmamakla birlikte, birçok kez okuduğum için usumda kalanları söyledim. Bir yer daha açtı, yine söyledim. Bir yer daha açtı, söyledim epeyce. Duyuyordum ki babamın kızgınlığı yavaş yavaş geçmekte, bu yüzden yeni soruları daha soğukkanlı, daha rahat anlatıyordum. 8-10 sorudan sonra babam en yumuşak sesiyle, “al, kitap senin olsun” dedi. O zaman kitabımı anladığımı, başka kitapları da anlayabileceğimi duydum. Beni yüreklendirdi bu olay.
Felsefe şiirin evren rahmindeki bebeğidir. Bu bebek büyür, bir sorunun kucağında gelişir, adını kimi yerde felsefe koyarlar, kimi yerde yazarı ta kendine iner, şiir koyarlar.
Şiir, bilinmeyen bir yerin fotoğrafıdır. Hem bir saat gibi günümüzü göstermeli, hem bir pusula gibi gidilecek yönü belirtmelidir.
Ve gerçekte bir toplum olayıdır. Bunun nedeni de günceldir. Söylediğim güncellik takvim günüyle ilgili olmayabilir. Olabilir de. Oluşumuyla bir yaşamadır, demek istiyorum.
Bence şiirin gerçek yeniliğini kuran öz, bütün dünyada, eskiden yazılmış, bugün yazılan, daha da yazılacak şiirlerdeki öz şudur. Kişinin kendi yaşamasını ortaya koyabilmesi. Varlığın nedenini görmelidir ozan, kendi gözüyle. Bu her sanatta böyledir.
Ben bir suyum, yansıyor bana olay. Yurdumun içinde olsun, eylem varsa, kımıldıyor su. Yeryüzünde olsun, eylem varsa su kımıldıyor… Her sabah uyanır uyanmaz, yurdumun benimle birlikte gözlerini açan kişilerinden bilerek, yerimden doğrulmaktayım. Yeryüzünün en uzaktakileriyle bir ‘yaşama ayarı’ içindeyim. Kim gülmüşse – ne yazık ki çok az – onunla birlikte gülmedeyim. Kim üzülmüşse, ağlamışsa, açsa, çıplaksa, işsizse – ne yazık ki daha çok – onunla birlikte kahrolmadayım. Şöyle de diyebiliriz. Bir gövdedir yeryüzü. Neresi yaralanırsa oraya kanın ulaştığı gibi, sanatçılar da acılara varmakla yaşayabilirler. Yaşadıklarını gösterirler.
Bilinçle duyarlılığı birbirinden ayırırsak, ortada şiir kalmaz. Her ikisini niye çok başka başka kavramlarmış gibi birbirinin karşısına koyuyoruz? Duyarlık, geleceğin bilincidir, bilinç eski bir duyarlıktır sanısındayım.
İşte böyle şiir yazarım. Hayatın içinden bir damla düşer bana. Bütün yazdıklarım bir anlar bütünüdür. Yaşamak bana kendi görüntüsüyle, kendi çalgısıyla damlar. Çok yazıyorsam, daha büyük bir yeryüzünün daha büyük bir gökyüzü altında olmasındandır. Bir tür tutsaklık. Kocaman bir el, damlayan damlalara hep açık.
Yazmak bir ormanda gezmeye benzer. Ağaçlar harflerin, belki de sözcüklerin yaprak kımıldamasıdır. Onlar rüzgarla ya da aydınlıkla sallanırken bizim yaprak parmaklarımız sallanır…. Dediğim ağaçlar yeryüzünün bütün topraklarında , bütün dillerinde sallanır.
Sevgi de insanda bir konuktur. Onun geldiği an, altın saat, altın sürez diyelim. daha yakıştı; Onun geldiği an altın sürezdir. Sevgi doğadaki büyük tiyatronun kulisidir.
Sevgidir evrenin başını döndüren. Kimisi öpüşmezse bir güncük, duruverir gökyüzü.
Dağlarca yaşamadığı şeyleri yazabilir mi? Ben bin tane aşk şiiri yazdım hiç ölmeden. Ozan aktöre benzer, her şiirde ayrı bir yüz.
Şu elimdeki ekmek, işte bırakıyorum. Ne güzel düşüyor görüyor musun? Sorsan niye düşüyor, yerçekimi kuralı mıdır? Hayır. Buğday toprağın sevişmesine doyamamıştır, bundan ona düşmektedir. Bütün yer çekimi insanın göğe sığmadığının yere inmesidir. Yerdeki sığmadığının yağmur buharı olarak yukarı çıkması içindir. Bugün fizik, şiirin ve dolayısıyla bütün sanatların sevgi dolaşımından başka bir şey değildir. Yeryüzü göründüğü kadar değildir. Eğer göründüğü kadar olsaydı, şiir olmazdı. Şiir yeryüzünün görünmeyen yerinden sızan ışıktır.
Herkes bir kitabın müsveddesidir. Şunu demek istiyorum. Yapıtlar defter yapraklarına yazılmaz. İnsan yapraklarına yazılır. Bunların çoğu son güzelliğin ilk denemeleridir. Eski deyimiyle müsveddeleridir. Birbirlerini görmeseler de birbirlerinin yazdıklarını temize çekmektedirler. Binlerce yaprak karalanır. Belki yüz yıl sonra ak yazılara ulaşılır.
Yapıtlarımız basamaklara benzer. Kendimize inerlerken bir yükselmeyi yaşarlar. Bu yükselmenin adını koyabilirim: Evreni, evrendekilerin hepsini, hayvan, insan, bitki ayırt etmeden yaşamak.
Fazıl Hüsnü Dağlarca

Tem 26
The Banshees of Inisherin (2022)
The Banshees of Inisherin (2022) detaylı film inceleme
İrlandalı oyun yazarı Martin Mcdonagh’nın sinemaya adım attığı ilk uzun metraj filmi 2008 yapımı In Bruges, izleyici tarafından çok sevilmişti. Filmin tekniği, görselliği hatta müzikleri de beğenildi ama zekice yazılmış senaryosu, orijinal karakterler ve onların keyifli diyalogları daha çok konuşuldu. Bu filmle bir araya gelen İrlanda asıllı aktörler Colin Farrell ve Brendan Gleeson iyi bir ikili oldu. Yönetmen de ikiliyle çalışmayı çok sevmiş olacak ki dördüncü filmi “Banshees of Inisherin”de 14 yıl sonra yine bir araya geldiler.
Yıllardır her gün görüştüğünüz, beraber içmeye gittiğiniz, uzun sohbetler ettiğiniz hatta çevrenizin de sizi bir arada göremeyince şaşırdığı “en iyi” arkadaşınız bir gün kalkıp artık kendisiyle konuşmamanızı söyleseydi ne yapardınız? Üstelik yaşadığınız yerin İrlanda’da ana karaya yakın, küçük, izole bir ada olduğunu, adada yaşayan çok az insanın da kendi işleriyle meşgul, dedikodudan başka eğlencesi olmayan, arkadaş alternatifi olamayacak kişiler olduğunu hayal edin. Arkadaşınız, isteğini her ne kadar kendince makul sebeplere dayandırabilse de yıllardır süregelen bir ilişkinin hiç tartışma ya da anlaşmazlık olmadan bir günde birdenbire sonlandırılması, pratikte çok da mümkün olmayabilir. Özellikle arkadaşlığı bitiren taraf amacını gerçekleştirmek için kendine zarar verecek kadar ileri giderse bu iş çok kötü sonuçlanabilir.
İrlandalı oyun yazarı Martin Mcdonagh’nın sinemaya adım attığı ilk uzun metraj filmi 2008 yapımı In Bruges, izleyici tarafından çok sevilmişti. Filmin tekniği, görselliği hatta müzikleri de beğenildi ama zekice yazılmış senaryosu, orijinal karakterler ve onların keyifli diyalogları daha çok konuşuldu. Bu filmle bir araya gelen İrlanda asıllı aktörler Colin Farrell ve Brendan Gleeson iyi bir ikili oldu. Yönetmen de ikiliyle çalışmayı çok sevmiş olacak ki dördüncü filmi “Banshees of Inisherin”de 14 yıl sonra yine bir araya geldiler.
2020 yılında tüm dünyayı saran Covid salgını sırasında eve kapanan ve bunun getirdiği bunalımla beraber varoluşsal sorulara cevap arayan pek çok insan gibi Mcdonagh da bu süreci yeni bir şeyler üreterek geçirmiş ve filmin senaryosu bu şekilde ortaya çıkmış. Sahip olduğu zamanı boşa geçirmiş olmak, bunu fark ettikten sonra hayata nasıl devam edeceğine karar vermek ve ilerlemek düşünceleri, filmdeki karakterlerden biri olan Colm’ün hissettiklerini yansıtıyor. Karantina süreci de olayların yalıtılmış bir adada geçmesi fikrini doğurmuş. Çevremizdeki dünya büyük ölçekte bir felaketle savaşırken hepimiz kendi kişisel meselelerimizle de uğraştık. Aynı şekilde filmde de adanın dışındaki ana karada iç savaş devam ederken, ada sakinleri bu kargaşadan yalıtılmış bir ortamda kendi meselelerine odaklanıyor.
Filmin çekimlerine Ağustos 2021’de İrlanda’nın batı kıyısında bulunan Galway Körfezinde’ki Inishmore Adası’nda başlanmış. İki ay sonra yani 23 Ekim 2021’de çekimlerin tamamlandığı duyurulmuş. Film çekiminin yaza denk gelmesi çoğunlukla yağmur ve gri gökyüzüyle donuk renkleri yansıtan İrlanda’yı yazın daha canlı renklerle görmemizi sağlamış.
Banshees of Inisherin ismini, aslında oyun yazarı olan yönetmen McDonagh’ın Aran Adaları üçlemesinin The Cripple of Inishmaan (1997) ve The Lieutenant of Inishmore’dan (2006) sonraki yayınlanmamış üçüncü oyunundan alıyor. “Inisherin” yönetmenin kurgusal dünyasında var olan adalardan biri, “Banshee” ise İrlanda kültüründe çığlıkları ve ağlamaları bir ölümün habercisi olarak kabul edilen dişi ruhlara verilen isim. İnanışa göre gece bir Banshee’nin ağlamasını duyan bir kişi yakında ailesinden birini kaybeder. Filmde bir Banshee’ye en yakın olan karakter Bayan Mccormik. Çoğu ada sakininin bir “cadı” olarak tanımladığı Mccormik, istenmediği zamanlarda ortaya çıkan ürkütücü bir tip ve gelecekteki ölümlerden bahsediyor.
Film 1923 yılında, iç savaşın sonlarına yaklaşmış olan İrlanda’nın batı kıyısındaki kurgusal İnisherin Adası’nda geçiyor. Padraic ve Colm, adadaki meyhanede içki içmek için her gün buluşan çok iyi iki yakın arkadaş. Ancak bir gün Colm içki içmeye gelmiyor. Padraic neyin yanlış olduğunu bulmaya çalışırken Colm artık onunla konuşmak istemediğini söylüyor. Padraic, açıklanamaz bir şekilde kopan dostluklarını yeniden kurmaya çalıştıkça, Colm daha da kararlı bir hale geliyor.
Başlangıçta Colm’un bu kararı, mantıklı bir temeli veya açık bir nedeni olmadığı için sapkın bir şekilde aptalca görünüyor. Padraic bariz bir şekilde nispeten sıkıcı bir insan: yerel bir süt çiftçisi, kız kardeşiyle birlikte yaşıyor ve bir minyatür eşeğe takıntılı. Ancak Colm’un bunları fark etmek için çok uzun zamanı varken birdenbire bir günde bu kararı vermiş olması herkeste merak uyandırıyor.
Padriac’ın ada sakinlerinden farklı bir kafada olan kitap kurdu kız kardeşi Siobhan, boşluğa düşen çaresiz kardeşine yardımcı olmaya çalışıyor. Colm’a giderek onunla konuştuğunda Colm; öldükten sonra hatırlanmak istediğini, artık hayatını bir şeyler üretmekle geçireceğini, kemanıyla yeni bir beste yapabilmek için zamana ihtiyacı olduğunu ve bu kıymetli zamanı Padraic’in boş muhabbetleriyle harcamak istemediğini söylüyor.
Colm amacına ulaşma konusunda o kadar ciddi ki, durumu düzeltmek için sürekli peşinden koşturan Padraic’e son bir uyarı yapıyor. Bundan sonra yanına gelip konuşmaya çalışırsa keman çaldığı elindeki bir parmağı keseceğini söylüyor. Bu olay ikinci kez olursa bu sefer dört parmağını kesecek ve artık keman çalamayacak.
Padraic saflığından ya da arkadaşının kendisine bu denli büyük bir zarar vereceğine inanmadığı için Colm’la iletişim kurma çalışmalarına devam ediyor ama çabaları işe yaramadığı gibi Colm da sözünü tutuyor ve dediğini yapıyor.
Bu arada adada arkadaş olma ihtimali olan insan sayısı o kadar az ki, Padraic köyün polis şefinin yarım akıllı oğlu Dominic ile takılmaya başlıyor. Dominic başta babasından gördüğü şiddet ve tacizin yanı sıra köy ahalisi tarafından da dışlanmış birisi. O da çok yalnız ve mutsuz. Hatta Padraic’in kız kardeşi Siobhan’a karşı platonik bir aşk besliyor ama karşılığını alamıyor.
Siobhan sadece Dominic değil tüm adadan uzak olmak ve başka bir hayat yaşamak istiyor çünkü adadaki yaşam O’nu tatmin etmiyor. Uzun zamandır orayı terk etme kararını erkek kardeşi Padraic yüzünden ertelediğini, söylemese de anlıyoruz. Ancak ilerleyen zamanda şehirdeki bir kütüphaneye yaptığı iş başvurusuna olumlu cevap aldığına tanık oluyoruz. Kardeşini de adayı terk etmek için ikna etmeye çalışıyor ama Padraic’in Colm konusundaki takıntılı inadını kıramıyor ve artık O’nu da kaderiyle baş başa bırakmak zorunda kalıyor.
Önce kız kardeşinden ayrılmak zorunda kalan sonra da Colm’un kesik parmakları yüzünden boğularak ölen evcil eşeğine veda eden Padraic de büyük bir farkındalık ve değişim yaşıyor ve Colm ile ödeşmeye karar veriyor.
Filmin başında çok saf ve kendini çok “iyi” bir insan olarak tanımlayan Padraic, hikâye ilerledikçe amaçları uğruna insanlara kolayca yalan söyleyebilen, sevdiği birinin de olsa eşyalarına zarar vermekten çekinmeyen “kötü” bir adama dönüşüyor. İntikam ve ödeşme duygularıyla hareket ediyor ve bu uğurda gözü hiçbir şey görmüyor. Yine filmin başında çok sert ve acımasız bir şekilde arkadaşına “senden artık hoşlanmıyorum” diyerek bir anda ilişkisini bitiren Colm ise film ilerledikçe kendini daha rahat ifade ediyor, bazen kendisine hak verdiğimiz de oluyor. Padriac ile ilişkisini sürdürmek istemese de mecburen iletişime geçtiği bazı zamanlarda arkadaşına karşı hala sevgi ve merhamet hissettiğini görebiliyoruz. Günün sonunda doğruları ve yanlışları, hataları ve sevaplarıyla iki İrlanda ada köylüsünün hikayesini eşsiz görüntüler ve komik diyaloglar ile izliyor, iki taraf ile de zaman zaman empati yapıyoruz.
Ayrıca iki yan karakter de özellikle dikkat çekiyor. İlki Padraic’in yerel halk tarafından evde kalmış ukala bir kız kurusu gözüyle baktığı kız kardeşi Siobhan. Tam bir kitap kurdu olan Siobhan, Colm’un altmışlarında ulaştığı farkındalığı daha erken bir yaşta yaşayarak kendini adadaki sıkıcı yaşamdan kurtarmayı başarıyor. Dikkatimizi çeken ikinci yan karakter ise adadaki en yalnız ve mutsuz kişi olabilecek Dominic. Sıkıcı hayatına giren beklenmedik arkadaşı Padraic’in çıkarları uğruna yalan söylediğini öğrendiğinde umursamayacağını zannediyoruz, ne de olsa başka arkadaşı yok. Ancak Dominic çok dik bir duruş sergiliyor ve tek arkadaşını kaybetmesine sebep olacağını bile bile O’na atar yaparak gemileri yakıyor.
Yeri gelmişken bahsettiğimiz karakterlerin her birini canlandıran oyuncular performansları ile göz dolduruyor. Başrolleri canlandıran Colin Farrell ve Brendan Gleeson rollerini adeta yaşıyor. Kız kardeş Siobhan delilerle dolu adadaki neredeyse tek akıllı insanı canlandırırken harika bir iş çıkarıyor. İrlanda’nın yükselen genç yıldızı Barry Keoghan da talihsiz Dominic rolüne derinlik katıyor.
Gerçek hayatta da filmin geçtiği 1923 yılının son aylarında İrlanda’da yaşanan iç savaş aynı iki arkadaşın çatışması gibiydi. Bir yıl önce İngilizlere karşı savaşta bir araya gelip bir bütün olan İrlanda halkı, savaş sonrasında kendi içine dönmüş, bu sefer de nedensiz yere kendi kardeşlerini, arkadaşlarını ve komşularını öldürür hale gelmişti. Filmdeki iki arkadaşın bir anlaşmaya varamadan giderek şiddeti artan inat ve çekişmeleri sonunda kendilerinin zarar görmesi gibi İrlanda halkı da böyle kayıplar yaşadı. Bu bağlamda filmin hikayesini bir İrlanda alegorisi olarak niteleyebiliriz.
Kimilerini gülmekten kırıp geçiren, kimilerine göre ise ciddi bir kurgusu olan 2022 yapımı film, 80.Altın Küre Ödülleri’nde “Müzikal veya Komedi Dalında En İyi Film” ödülünü aldı. Oscar Ödülleri için de en büyük adaylardan biri olarak görülüyor.
bidunyafilm.com
*****
Arkadaşlık, bazen büyük bir aşk gibi ilerler. Bir taraf bu arkadaşlığa saplantılı bir şekilde bağlı olabilir ya da bir taraf için hayatını idame ettirme noktasında oldukça önemlidir. Ancak, bu arkadaşlık ufak bir nedenden ötürü, bazen de hiç nedensiz bir şekilde bozulabilir. Bir taraf artık bu arkadaşlığın yetersiz olduğunu düşünebilir ve “ayrılığı” seçebilir. Tıpkı, tutkulu bir aşk serüveninde olduğu gibi bir taraf kaçan tarafı oynarken, diğer taraf takıntılı bir biçimde bu ilişkiye tutunmaya çalışabilir ki filmin çıkış noktası da tam olarak bu. Müzisyen olan, kendini daha çok geliştirdiği gözlemlenen Colm, bir gün kırılgan ve “sıkıcı” Padraic’ten uzaklaşmaya başlar ve arkadaşlıklarını sonlandırmak istediğini söyler. Çünkü, artık değiştiğini düşünmektedir, daha doğrusu değişmek istediğini bu şekilde kendine anlatmak istemektedir. Bu değişim ve farklılıklar filmin arka planında yer alan iç savaş atmosferinde peliküle yansır. Padraic ve Colm, iç savaşı, yani düşman kardeşleri temsil eder ve farklı iki dostun savaşı, ülkeler üzerinden metaforik bir şekilde arka plana yansır. Colm ve Padraic de bir nevi iç savaşa sürüklenirler ve bozulan dostluk yavaş yavaş bir savaşa ve mücadeleye dönüşür. Hem de şiddet dozu giderek artma eğilimi gösteren bir mücadeleye..
Beyazperde
*****
Film boyunca ana karadaki İrlanda İç Savaşının seslerini duyuyoruz. Inisherin’den bile gözle görülebilen, kulakla işitilebilen bir savaş devam ediyor İrlanda’da. Bombalar patlıyor, ortalık birbirine giriyor. Ama savaşın, gürültü patırtının bu kadar yakınındaki bu adanın gündemi farklı. Adalılar her yerde ana karadan başka bir hayat yaşar zaten. Coğrafî yakınlığa rağmen o kadar başka ki hayat bu adada, savaşan tarafları birbirine karıştırıyorlar: “Serbest İrlandacılar birkaç IRA’lıyı idam ediyor. Tam tersi miydi yoksa?”
Güzin Sarıoğlu
*****
Hayatın Eşiğinden Aşağı Bakmak: “The Banshees of Inisherin”
Martin McDonagh’ın Colin Farrell ve Brendan Gleeson’u başrollerde buluşturduğu, iki yakın arkadaşın arkadaşlığını bir anda bitirmeye karar vermesiyle gelişen olayları konu alan filmi The Banshees of Inisherin üzerine bir yazı.
Susan Sontag, Başkalarının Acısına Bakmak kitabında “Savaş, iç deşer; savaş, bağırsakları boşaltır. Savaş, teni yakıp kavurur. Savaş, organları bedenden koparır. Savaş, yıkıp yok eder. Ve savaş, insan türünün doğasından gelir.” cümleleriyle savaşın insan hayatında sebep olabileceği yıkımı tarif eder. Belli bir mesafeden savaşın sildiği izlere bakmak, insanı kendi hayatına daha derinden bakmaya zorlar. Elimizden kayıp gidebilecek olanın idraki ve başkalarının yitirdikleri üzerinden elimizde olana şükretmenin iki yüzlülüğü… Ölüme bakmak bizi hayatın eşiğine biraz daha yakınlaştırır. Oradan aşağıya baktığımızda içine düşebileceğimiz ve düşmeye mahkûm olduğumuz sonu görürüz. O sonu gördüğümüzde de aslında eşikteki hâlimize bir bakış daha atma fırsatı doğar. Kendini yoklamanın öylesi böylesi olmaz ama kendine bakmaktan başka çare bulamayacağın zamanlar vardır.
Kendini bir eşikte hissetmek zamanın ritmini değiştirir. Çabucak elimizden kayıp gider her şey ya da her şeyin elimizden kayıp gideceği hissiyle kendimizi sakınırız. Her yerde olamazmışız, her şeye yetişemezmişiz gibi hissederiz. Yaptıklarımız, yapabildiklerimiz, elimizden kaçırdıklarımız yakamıza yapışır. Hayatın eşiğine gelmek, bize verilen yaşamın sonunu görmemiz ve çizilen sınırlarımızın farkına varmamız için bir kapı aralar. İçinden geçip gittiğimiz bu hayatla ilgili bildiğimiz yegâne şey onun bir sona mahkûm olduğu. Zamanın akışında sona doğru savrulurken hayat çizgisi üzerinde kendimizce fark yaratmak ve iz bırakmak isteriz. Onca belirsizlik arasında bildiğimiz sonun karşısında dimdik durabilecek, onun geçip gidiciliğine meydan okuyacak bir uğraşıyı yaşamamıza katmak için debelenip dururuz. Her yerden uzak, sınırları toplumsal olanın gerçekliğiyle çizilmiş zaman ve mekânın içerisinde kendimizi bir şeylere bağlı, bazı ilişkilere bağımlı hissederiz. Birbirine bağımlı hâle gelen iki insanın birbirinden uzaklaşma hâlini anlatan bir filmden, The Banshees of Inisherin’dan bahsetmek istiyorum.
Yüreğimizi Yakarken Sırtımızı Sıvazlamayı İhmal Etmeyen Bir Film
The Banshees of Inisherin, İrlandalı yönetmen Martin McDonagh tarafından yazılan ve yönetilen, iki dosttan birinin arkadaşlıklarını aniden nedensiz şekilde bitirmesinden sonra olanları konu alan film. McDonagh’ın ilk yönetmenlik denemesi olan In Bruges filminde birlikte çalışmış olan Colin Farrell ve Brendan Gleeson’u yeniden bir araya getiriyor. İrlanda İç Savaşı’nın sonlarına yaklaşılan yıllarda, kurgusal Inisherin adasında yaşayan müzisyen Colm Doherty, en iyi arkadaşı Pádraic Súilleabháin’ı birdenbire görmezden gelmeye başlar. Hayatının geri kalanını müzik besteleyerek ve hatırlanacak şeyler yaparak geçirmek isteyen Colm, adalılar tarafından sevilen, iyi niyetli Pádraic’i sıkıcı bulmaktadır. Pádraic reddedilmekten giderek daha fazla rahatsız olurken, Colm eski arkadaşının onunla konuşma girişimlerine karşı daha kararlı görünmek için, Colm sonunda Pádraic’e, ne zaman onu rahatsız etse veya onunla konuşmaya çalışsa, parmaklarından birini keseceğini söyler.
İki yakın arkadaşın dostluklarını sonlandırması gibi basit görünen bir durum, ikilinin yaşadığı kasabayı bekleyen savaş tehdidinin de varlığıyla tüm kasabayı derin etkiler. Aynı anda hem sert hem trajik hem de dokunaklı olan film, iki insanın hayatlarından koparken ne kadar acımasızca birbirlerinin alanına saldırabileceklerini, savaş alegorisi altında derinlikli olarak işler. Bir yanda savaşın ve ölümün tehdidi altında henüz bu hayattan geçip gitmeden hatırlanacak bir şeyler bırakmak isteyen Colm, diğer yanda sadece yaşamanın ve nefes alıyor olmanın konforuna sığınan, kendilerini bekleyen son karşısında Herman Melville’in Katip Bartleby karakteri gibi “yapmamayı tercih ederim” diyen Pádraic… Birbirine hem yakın hem de çok uzak resmedilen iki karakter, insan ruhunun hayata karşı aldığı tutumların içte ve dışta, yaratılan ve yaşanılan çatışmaların tezahürü olarak filmin içinde yer alırlar. Doğasından gelen müzik yeteneğiyle bir eser yaratmak isteyen Colm ve doğasından gelen kibarlığı yaşatmaya devam ederek hayatta iz bırakmayı tercih eden Pádraic’in birbirlerine yakınlaşmaya ve birbirlerinden uzaklaşmaya çalışırken yaşadıkları çatışma filmin temposunu, çarpıcılığını ve vuruculuğunu her daim diri tutuyor. Martin McDonagh’ın senaryosu ve rejisi, savaşın gölgesi altında bir dostluğun anatomisini çizmeye çalışırken insan ruhunun atomlarını parçalarına ayırıyor.
The Banshees of Inisherin, sebepsiz yere gerçekleşen beklemelerin, küsmelerin, barışmaların, gülüşmelerin, sessizliklerin filmi. Zamana yenik düşme belasından korkan, kaçınılmaz olanı ertelerken kendini oyalamanın endişesinden kurtulmaya çalışan insanlar… Toplumsal tarihin ve gerçekliğin, yaşanılan coğrafyanın insan üzerinde bıraktığı hissizlikten kurtulmak için hayat rutinini sorgulayan karakterler. Ve bir yandan da hiç değişmeyen duyguların savunucusu olanlar. Herkesin kendince zamanın uçuculuğundan kurtulmaya çalışma yolları. Bir arada yaşayıp gidenlerin insani dürtü ve içgüdülerinin çatışması… Tüm bunların toplamı ve nefis ritimli diyalogları sayesinde The Banshees of Inisherin, ilaç gibi geldi. Arkaya yaslanıp olan biteni izlerken, büyüleyici bir şey izlediğinin lezzetini hissettiren bir film. Yüreğimizi yakarken sırtımızı sıvazlamayı ihmal etmeyen ve yanımızda durmaktan gocunmayan filmler vardır. The Banshees of Inisherin tam olarak böyle bir film. Tek kelimeyle anlatmam gerekirse “nefis”. Birden çok kelimeyle cümle kurmak istersem “bıraktığı etkiyle bir süre yaşanacak ender bulunan filmlerden.”
Hayatın Sonuna Hep Yalnız Gidilir
Hayat; tavır almak, bu tavrın arkasında cesaretle durabilmekle katlanır ve üstesinden gelinebilir hâle gelir. Kimi Colm gibi peşini bırakmayarak, sürekli arayarak kimi Pádraic gibi hiçbir şey yapmamayı tercih ederek, elinde olanın kıymetine sahip çıkarak bu tavrı gösterir. Fakat sınırlı bir alanda ve imkânda herkes herkesle yaptığını yarıştırır. Hikâyelerimizin nefes alıp verdiği yerleri ayaklarımızı aynı yere sürterek ortak bir alan hâline getiririz. Kendisiyle yalnız kalmayı beceremeyen yalnızım diye düşünmeye cüret edemez. Hayatın sonuna hep yalnız gidilir. Yalnız ölmemek için yanında götürecek bir şey aramak, anılacak bir şey bırakmak bizi kalabalık kılar.
Herkes kendini bir şey değilmiş ya da bir şeymiş gibi göstermeye çalışıyor. Her günü yarını olmayan bir gün gibi yaşadığında kaç yarının kaldığını tahmin edemezsin. Böyle olunca da hiçbir şey yapmazsın. Varlığımızdaki boşluk giderek büyür hâle gelir.
Yaşam tuhaf. Amaçsız geldiğimiz şu hayatta tek amacımız hayatta kalma becerisine erişmek hâline dönüşür. Başkalarının varlığı kendimizi bu hayatın parçası hissetmemize yardım eder. Kaçınılmaz olan sonun gelmesini oturup beklemektense ona kendince yön vermek için bir yol imkânı yaratmak isteriz. Böyle yaparak sadece kendine değil, etrafındakilere de bir kapı aralamış olursun. Bir anlam yaratmaya çalışırken karşımızdaki ve iletişim kurduğumuz kişinin, nesnenin, oluşumun varlığına muhtacızdır. Kimse kimsenin beklentisine uymasa da herkes kendince bir iz yaratmanın peşinde. Hayat bir meydan okuma. Sınırlarımıza ve sınırlarımızı oluşturan şeylere karşı meydan okumak. Bu meydan okuma sırasında müzik siniyor içimize, başkalarının hikâyeleri canlanıyor zihnimizde, resimler şekilleniyor gözlerimizin önünde, şiirler sızıyor hayatlarımıza, başkalarının yaşadıkları kazınıyor bedenlerimize…
Ve en nihayetinde zamanın kabul ettiği, hayatın bir parçası olduğumuzu hissettiğimiz yaşamak hevesi düşüyor içimize… Zamanın bir yerinde döne döne etrafımıza baktığımız, birbirine nefes olmaya çalışanların gözlerinin içini görmeye çalıştığımız, yitip gidenleri hem aklımıza hem de bedenimize kazımak istediğimiz her şey geleceğin ve mümkün olanın simgesi gibi… Yani yaşamak, birlikte olmak ve dayanışmak hâli. Ve bu dayanışma hâlinin üzerine düşen gölgeleri, umut etmenin verdiği ışıktan bir hesap sorma gücü devşirerek yok edebiliriz. Tıpkı içinden geçtiğimiz günlerde yaptığımız gibi. Çünkü yaşamak, hayatın eşiğinden aşağıya bakmak ve devam edebilmenin gerçekten büyük bir çaba olduğunu anlamak!
Enes Kudu
*****
The Banshees of Inisherin: Vedalar, nezaket ve ölüm perileri
Tipik bir taşra sıkıntısı hikâyesi değil bu. Piyes havası başından sonuna hissedilse de, asla rahatsız etmediği gibi, filmin teatral yanı tuhaf bir şekilde hikâyeyi daha gerçekçi kılıyor. Geniş planlar ve dar mekânların zıtlığı, ışık ve gölge kullanımı tadına doyulmaz bir seyir hazzı verirken, mikro ilişkiler üzerinden evrensel bir temsil sunması, çoklu okumaya açık anlatımı, yalın ve çift anlamlı diyaloglarla güçlü bir alt metne sahip olması zamansız bir başyapıta dönüştürüyor. Küçük bir kasabada koca dünyayı, iki arkadaşın ilişkisinde insanlığın evrensel hâlini anlatan, genişlik ve sıkışmışlığı, ferahlık ve huzursuzluğu aynı anda hissettiren, sadeliğinde ihtişam, humour’unda hüzün bulunan çok katmanlı bir yapıt olarak hem görsel hem duygusal hafızada yerini daima koruyacak sanatsal güce sahip.
…
Aristoteles arkadaşlık için “o philoi, oudeis philos”, yani “O my friends, there is no friend”, yani “Arkadaşlarım, hiç arkadaş yok” der. Bu ifade, Colm’un Padraic’e rağmen arkadaşsızlığını, onulmaz yalnızlığını, kasabanın sınırlarını aşamayan yeteneğinin kaderinde bir dönüm noktası yaratamamasının o çok derinlerinde bir yerde, kimseye gösteremediği gücenikliğini özetler adeta. Hayatının boşa geçmesinin öfkesini Padraic’e fatura etmiştir aslında. Colm’un seçilmiş yalnızlığı ile Padraic’in itilmiş yalnızlığı birbiriyle çatışır. Colm’un selamı sabahı kesecek kadar konuşmama sınırı koymasına anlam veremeyen Padraic ise sürekli şansını dener. Başlarda bu zamansız terk edilişin sebebini öğrenme amacıyla karşısına çıkıp durduğu Colm’la çeşitli bahanelerle iletişim kurar. Yıllara dayanan sıkı fıkı dostluğun insaniyetten uzak bir tavırla bitmesini hazmedemez, ayrıca ona göre bağı tamamen koparacak kadar büyük bir sebep de yoktur ortada. Sahi en başından beri anlamlı mıdır bu bağ? Hayatı daha derin bir duyuşla kavrayan Colm, Padraic’le kafa dengi olduklarından değil de zoraki koşullar gereği mi sürdürmüştür arkadaşlığını? Bıçak gibi kesmekte beis görmemiştir. Son derece nazik Padraic için bu veda nezaketten çok uzaktır haliyle. Padraic iyi ve nazik kalmayı seçen taraftır. Belki hayatta kendine ait tek seçimi de budur. Kızkardeşi Shobnan’ın dediği gibi Colm da dahil tüm kasaba sıkıcıdır aslında, eşeğinin pisliğini iki saat boyunca konuşmaktan zevk alan Padraic değil sadece.
Colm’un mesafe koyduğu sadece Padraic değildir aslında. Müzik yeteneğinin kasabanın sınırlarını aşacak kadar ahım şahım olmadığını anlamanın küskünlüğüdür biraz da. Padraic’i biraz da bu yüzden tehdit eder. Bir daha karşısına çıkarsa parmaklarını tek tek keseceğini söyler ve dediğini de yapar. Hatta kestiği kanlı parmağı Padraic’in kapısına fırlatır. Sözünde durduğunu gösterir böylece. Zira şakası yoktur. Bir dahaki sefere birden fazla parmağını kesecektir üstelik. Gençlik hayallerinden vazgeçmenin, yeteneğini geliştirme olanağı bulamadığı kasabaya küsmenin, hatta becerisinin sınırlarıyla yüzleşmenin, hiçbir zaman Beethoven olamayacağını anlamanın, tam da bu yüzden keman tellerine basmaktan vazgeçtiğinin de göstergesidir bu. Padraic’in minyatür eşeği Jenny’nin Colm’un parmakları yiyerek ölmesi de çarpıcı bir alegoridir. İnsanoğlunun kendinden başkasını düşünmeden yapıp ettiklerinin başka türlerin yaşamını tehlikeye attığını gösterir.
Colm’un mecburen, Padraic’in ise tercihen adada kalmasına karşın Siobhan’ın gidebilme cesareti göstermesi, ardında bıraktıklarıyla vedalaşabilmesi, korkmadan kendine ait yeni bir yaşam kurabilme iradesi filmin hoşuma giden bir başka yan hikâyesi. Bağımsızlığını kazanmaya çalışan İrlanda gibi, Shibnon da kendi kaderini tayin etmek ister. İş teklifini kabul ederek doğduğu topraklara veda eder. Kendi yoluna gitme kararlılığı gösteren tek karakterdir filmde.
Dominic’in aşk itirafındaki zarafet ve gururda kalpleri yumuşatan bir naiflik, özlemi çekilen bir insanilik, sevgi açlığının çekingenliği vardır. Polis babasının rutin halini alan şiddeti de eklenince dünyada kendine bir yer kalmadığını düşünür. Onunkisi -ne seçilmiş ne itilmiş- doğuştan yalnızlıktır.
Pınar Doğu / t24
*****
The Banshees Of Inisherin Üzerine
Uçsuz bucaksız, yeşil ile mavinin birbirine karıştığı pastel görünümlü kurgusal İrlanda coğrafyasında açılır sekans. Padraic Ardında martıların görüntüsüyle bir liman pazarının içerisinde gülümseyerek sağda solunda koşuşturan, emek eden insanlara selam vererek ilerler. Kullanılan renk tonundan insanların mimiklerine kadar post – toplum gözler önüne serilir. Sonra Meryem Ana heykelinin önünden toprak yoldan ilerler ve insanlara selam vermeye devam eder. Deniz kenarında yeşil arazinin ortasında temiz, beyaz bir eve gider ve kapısını çalar, açan olmaz. İlerleyip yandaki camdan içeri bakar ve uzun zaman en iyi arkadaşı olan Colm içerde oturmaktadır. Fakat kapıyı açmaz. Padraic ona seslenir fakat cevap alamaz. Sonrasında Colm’u her gün gittikleri bara davet ederek uzaklaşır oradan. Barda karşılaştıklarında Colm’un tavrı değişmeyecektir. Padraic’in saf bir şekilde meseleyi anlama çabası izleyiciye geçer ve hemen herkes Colm’dan gelecek olan açıklamaya odaklanır. Ve nihayet Colm bir süre uğraşmanın ardından konuyu en yalın haliyle açıklar.
“Artık senden hoşlanmıyorum!”
“Tabii ki hoşlanıyorsun.”
“Hoşlanmıyorum.”
“Ama dün hoşlanıyordun.”
“Hoşlanıyor muydum?”
“Bence hoşlanıyordun.”
Nedense irrite edici bir duygudan ziyade çocuksu bir küslük duygusu kaplar içimizi. Diyalogların sadeliği ve gerçekliği hemen filmin içerisine çeker izleyiciyi ve bir süre sonra filmin hemen her sahnesine serpilmiş imgelerden yola çıkarak filmi anlamaya/çözmeye çalışırken buluruz kendimizi. Bunlardan en dikkat çekeni karşı yakadan ara ara gelen top sesleridir ve filmin hikayesi 1923 yılına ait olduğundan gelen seslerin İrlanda iç savaşına ait olduğunu anlarız fakat yine de filmin anlaşılması açısından herhangi bir ülkede yaşanan iç savaşın o ülkenin vatandaşı olan bireylerde nasıl bir psikoloji yarattığının iyi anlaşılması gerekir.
İrlanda ile Britanya arasında cereyan eden İrlanda Bağımsızlık savaşı her iki güç arasında 6 Aralık 1921 tarihinde Londra’da Anglo İrlanda Antlaşması’nın imzalanmasıyla son bulur. Ancak İrlanda içerisinde iki güç mevcuttur. Bunlardan birisi Britanya ile yapılan antlaşmaya sadık kalmayı isteyen Serbest İrlanda güçleri mensubu geçici hükümet yanlıları, diğeriyse daha yoğun İrlanda bağımsızlığını savunan ve Britanya ile yapılan antlaşmayı ihanet olarak gören Cumhuriyetçi muhalefet… İki güç arasında yoğunlaşan çelişkiler 1922 yılının haziran ayında başlayıp 1923 yılının mayıs ayında sona eren İrlanda iç savaşını başlatır. The Banshees Of Inisherin filminde karşıdan gelen çatışma ve patlamalar bu savaşın tasviridir. İç savaşın yakıcı etkisinin daha iyi anlaşılması açısından şunun bilinmesi gerekir: İrlanda’nın kendi içindeki iki güç arasında cereyan eden savaşta, İrlanda İngiltere savaşında ölen toplam insan sayısından çok daha fazla insan ölmüştür. Aynı şekilde Serbest İrlanda güçleri, Britanya’nın lojistik ve askeri desteğiyle bu iç savaşı kazanmış ve savaşın ardından başkaldıranları hain ilan ederek Britanya’nın idam ettiğinden çok daha fazla İrlandalıyı idam etmiştir. Bu durum ister istemez İrlanda toplumunun psikolojik yapısını etkilemiş ve haliyle sosyoloji üzerine de büyük tesiri olmuştur.
Dünyada yapılan savaşların psikolojik altyapısı çok fazla incelenmiş ve travmalar birçok değerlendirmeye konu olmuştur. Peki iç savaşın genel savaşlardan farkı nedir? Ne tür psikolojik durumlara yol açar? Birbirini öteki olarak gören iki güç arasında yaşanan savaş ile aynı aileden gelen iki gücün arasında yaşanacak savaşın tahribat gücü birbirinden farklı olacaktır ve kuşkusuz ki yanı başında beraber yaşanılan bir güçle yapılacak olan savaşın travmaları çok daha keskin olacaktır. Nitekim bu durum Antik Roma Dönemi’nde dahi araştırmalara konu olmuştur. Sonrasında iç savaşın birçok psikolojik soruna neden olduğu ortaya konulmuştur. İç savaş diğer tüm savaşlar gibi yalnızca bölgenin çehresini dönüştürmekle, her anlamda altyapısına zarar vermekle kalmaz, ulus bilincini zedeler, birlikte yaşamayı zorlaştırır, toplumsallık algısını zayıflatır, aidiyet hissini darbeler ve bunun sonucu olarak toplumsallıktan uzaklaşmış, daha bireyci insanları açığa çıkarır. İnsanları bir arada tutan ve varlıklarının devamını sağlayan toplumsallıkları zedelenince tası çatlamış bir suya dönüşür ve artık ortak değerler yaratmaları zorlaşmıştır. Çünkü su artık bütünlüğünü yitirip dökülüp saçılmıştır. Dünya tarihinde yaşanan birçok iç savaşta bunu görmek mümkündür ve İrlanda İç savaşı da buna iyi bir örnektir.
The Banshees of Inisherin, İrlanda iç savaşının tek kelimeyle mükemmel bir senaryo ve aynı mükemmellikte bir sinemayla aktarımıdır. Filmin başından itibaren insana tuhaf gelen, ara ara absürde kayan fakat aşırı derecede gerçekçi olan diyaloglar, kasabada hâkim olan genel ruh hali ve insanların toplumun diğer bireyleriyle kurduğu ilişki, filmde birden çok kez gördüğümüz Meryem Ana heykelinin yukarıdan topluma bakışı, kilisede yapılan ayinler ve günah çıkarma sahnelerinin her biri puzzle parçası gibi zihinde birleşince insan bir iç savaşın nasıl sonuçlara gebe olduğunu yalnızca bu filmi okuyarak dahi anlayabilir. İç savaşta olan bir toplumun bireylerinin esas olarak somutlaştığı karakter Colin Farrell tarafından canlandırılmış olan Padraic karakteridir. Filmin içerisinde gözümüzün içine sokacak şekilde “Ebleh” sıfatını ona yakıştırmak aslında savaştan çıkmış bir toplumun durumunu anlatır. “Ebleh” olarak yansıtılmaya çalışılan ve belki birçoğumuzda “temiz, saf bir insan” izlenimi oluşturan Padraic karakterinin film içerisinde dönüşümü de takdire şayandır. Padraic iç savaşın tarafı olan birey olarak aslında arkadaşı Colm’da zedelenen toplumun inşası için her anlamda kendinden taviz verebilen bir karakterdir. Bir yandan “iyi insan” tanımını sorgulayıp netleştirmeye çalışırken diğer yandan kafasında muğlak kalan tanımlara bezenmeye çalışır. Film içerisinde Padraic’in ağzından bunu birkaç kez hem kendine dönük konuşurken hem de arkadaşı Colm ile sohbet ederken duyarız. Ancak iç savaş iyi ve kötüyü öylesine bulanık bir hale getirmiştir ki bunu Padraic’in yaşadığı çelişkilerde net bir şekilde görürüz.
Kasabada yaşayan tüm insanların Padraic’e yaklaşımında üstten tavırlar gözümüze çarpar. Filmin henüz başında kasabanın kolluğu memur onun selamını almaması, barda sürekli olarak gördüğümüz insanların esas olarak onu küçümseyen tavırları ve hatta ablasının dahi ona bir çocukmuş gibi yaklaşması aslında bize yitik bir insanın izlenimini vermektedir. Bütün bu nedenlerden dolayı Padraic yönetmen tarafından filmdeki hayvanların seviyesine indirilmiştir. Bu, aynı zamanda iç savaşın bireyi nasıl bir konuma soktuğunu da anlatır. Padraic’in içindeki hayvan sevgisinin nedeni üzerine düşünmek gerekir. Hayvanlara bu kadar düşkün oluşunun sebebi Padraic’in bütün evrensel döngünün farkında oluşuyla ilgili değil, tamamen kendini ait olarak gördüğü yer ile ilgilidir. Padraic aslında yoğun aşağılık kompleksi yaşamaktadır ve bunu yaşayan bireylerde ellerinde olduğunu düşündükleri bir şeylerin yitimi çok daha zordur. Padraic, Colm’un ondan uzaklaşması durumunda çevresinde yalnızca hayvanların kalacağının bilincindedir ve bu yüzden onu kaybetmemek için kendini küçük düşürmekte, onursuzlaştırmakta bir beis görmez. Kuşkusuz ona etrafındaki hayvanlar kadar değer verdiğini düşündürecek birisi onun için Tanrı katına yükselecektir çünkü Padraic insan olduğunun farkında olduğu halde kendisini iç savaş yaşayan bir birey olarak çok daha aşağıda görmektedir. Filmde ablasıyla kurduğu diyaloglarda sürekli ebleh olmadığını vurgulatma çabası buradan ileri gelir.
Padraic’in ilerleyen bölümlerde, özellikle de eşeği Jenny öldükten sonra yaşadığı durum karakterinin dönüşümüyle alakalı olan bir durum değil, zaten içinde olan karakterin dışavurumudur. Burada akla gelen soru şudur: eğer Colm’un ciddi anlamda onunla tekrar arkadaşlık kurma durumunu hissedebilse yine de Jenny’nin ölmesine rağmen bu kadar kine bürünebilecek miydi, yoksa daha fazla tolerans sahibi mi olacaktı?
The Banshees of Inisherin aynı zamanda iyi bir savaş karşıtı bir filmdir. Dışarıda patlama gürültüleriyle gelen iç savaş tasviri olan sesler yönetmen tarafından büyük bir ustalıkla kasabaya da taşırılmıştır. Ortalarda görülmeyen anlamsız çelişkiler, nedenini bir türlü çözemediğimiz ve filmde birkaç karakterde dile gelen “atıştınız mı” söylemleri, diyalogların dönem dönem absürde varması ve özellikle insanların dönem dönem birbirine selam veremeyecek düzeye gelmesi açık bir şekilde savaşların anlamsızlığına birer vurgudur. Fiziki olarak şirin bir sahil kasabası gibi görünen yer içerde yaşanan soğuk ve anlamsız savaştan dolayı içimizi üşüten bir hale gelmiştir. Şiddetin kullanımı ve insanlarda uyandırdığı duygular izleyiciye de geçer ve bir süre sonra aslında izleyici kendi anlamsız iç çelişkilerinin bilincine varmaya başlayarak rahatsızlık duyar. Bu rahatsızlık şehirde yayılan dedikodularda, başta saf görünüp sonra canavarlaştırılan, duygularını yitiren karakterlerde doruklaşır. Köyün aklı en kıt insanı olan Dominic’te gelişen tavır bunun bazı örnekleridir. Dominic karakteri en ilkel haliyle insanın anlaşılması için filme konulmuştur. Dominic; bakışlarından, hareket ve mimiklerine ve konuştuklarının içeriğine kadar yalnızca güdüleri ve ona esir olan bir insanı betimler. En ilkel insan olduğu halde Padraic’in Colm’un yeni arkadaşını vicdansızca kandırıp köyden göndermesine tepki verir ve o dahi artık Padraic ile görüşmek istemez. En ilkel karakterimizin elimizde kalan tek şey en ilkel güdü olan cinselliktir. Bunu da karşı cinsten birinden nazikçe ister. Padraic’in ablası tarafından reddedilince elince artık yaşaması için hiçbir neden kalmamıştır ve sonrasında intihar ettiğini anlarız. Buradaki imgelem çok önemlidir. Çünkü en ilkel insan formu bile Dominic şahsında savaşın getirdiği sonsuz kurnazlığa bir tepki göstermiştir. Belki de filmin en vurucu mesajı budur. “İd” dediğimiz ilkel benlik en geri yanlarımızı temsil eder ve filmde savaşın yıkıcılığı net bir şekilde ilkel benliği bile isyan ettirip, ölüme götürmüştür. Bunu bir kabullenmeme olarak algılamak gerçek dışı olmayacaktır. İd demişken anladığımız kadarıyla yönetmen, savaşın yalnızca İd’e dönük değerlendirmeleriyle sınırlı kalmamış; Ego ve Süperego’ya dönük de tanımlamalar yapmıştır. Filmde karakterin Süperego temsilcisi olarak Colm, Makul olan “Ego” karakteri olarak da Padraic ve ablası ortaya çıkar. Film içerisinde birkaç çekim açısında kamera iç mekandayken Padraic’in görüntüsünü pencerenin dışında görürüz. Aslında burada yönetmenin anlatmak istediği şey savaş zamanlarında Süperego ve İD ‘iç’ olarak kabul edilirken ‘ego’ yani olağan benlik dıştalanır. Kirli camların ardında görünen Padraic bunu simgelemektedir.
Benlik genellikle sükun ve dinginliği arzular. Padraic’in düzenli olarak sessiz yollarda hergün aynı saatlerde yürüyerek saat 2’de ulaştığı bar, günlük hayatın huzurlu rutinidir. Fakat bu rutinin Colm tarafından bozulması her şeyi açıklar. Filmin sonuna doğru Padraic’in ortaya çıkan karakter özellikleri savaş zamanında benliğin Süperego ve ID tarafından ne kadar örselendiğini oldukça kapsamlı anlatır.
Colm kibar Padraic’in arkadaşlığından sıkılıp ondan vazgeçene kadar oldukça kibar bir insandı. Ancak aradan geçen zaman ona kibarlığın içinde yaşanılan dünyada pek bir şey ifade etmediğini benimseyip kendini daha üst formlara taşıyabilmek için analitik anlamda daha güçlü insanlarla zaman geçirip, sanatıyla dünyada kalıcı olmanın yollarını arar. Filmi izlerken başta bu duruma ikna oluruz fakat ilerleyen sahnelerde bunun onun için olmazsa olmaz kabilinde bir durum olmadığın görürüz ve anlarız ki Colm devasa bir boşluğun içerisindedir ve aslında neyi amaçladığı muğlaktır. Normalde eleştirel ve moral verici “Süperego” yaşanan iç savaşın yarattığı psikoloji ile ciddi çöküşü yaşamaktadır. Öylesine bir boşluğu yaşar ki odaklandığı hedefe onu götürmesi içine gerekli olan en temel organlarını en önce gözden çıkarabilir. Çünkü üst benlik son derece bulanık bir hale bürünmüştür ve bunun nedeni kesinlikle antagonizm değil, yaratılmış olan anlamsız, yapay çelişkilerdir. Sarsıntı burada başlar. Sonuç olarak yaşanan iç çatışma psikolojik olarak bütün katmanlarıyla birlikte benliği çökertir ve makul olanın dahi Padraic şahsında nasıl kine büründüğünü son sahnede Colm’u affetmemesinden anlarız. Bu sırada patlama sesleri devam etmektedir. İzlediğimiz sahil sahnesi kısa süreli bir ateşkes sahnesidir ve savaşın devam edeceğini Padraic’te dile gelen benlikten rahatlıkla anlarız. Savaş başlı başına absürddür ve absürdün oku yayından çıkmıştır artık… Benliğin tamamen yitip absürdün baş gösterdiği bir yerde ortaya çıkacak olan yegane düşünce de kuşkusuz “batıl” olacaktır. Filmde bu rolü bayan McCormick üstlenmiştir ve sürekli olarak hissettirdiği karanlık ve gaddarlık hissi bize savaşın olduğu coğrafyaların kaderini iyi ifade eder.
The Banshees of Inisherin izlediğim en iyi -savaş olmayan- savaş filmidir. Öylesine akıcı, güçlü diyaloglar kullanılıp muhteşem bir sinematografi ile birleştirilmiştir ki uzunca süre akıllara kazınacaktır. Yalnızca bu filmi izleyerek dahi savaşın doğasının ne olduğunu anlamak mümkün…
14 Mart’ta Oskar Ödüllerinden bu filmin ödül almasını diliyorum…
Onur Dorpec / bunisanat

Tem 25
ÇOĞUNLUKTA YANKILAR
Sevgi nasıl belli olur
Öperken mi?
Hayır
Evlenirken mi?
Hayır
Sevgi dargınlıkta belli olur
3.3.2008
Fazıl Hüsnü Dağlarca

Tem 24
Bir şey yazıyorsan, altına imza atacaksın! Altına imzanı atamıyorsan; Yazmayacaksın!
Can Yücel’i seven çoktur.
En çok ben severim, diyemem de,
Ben farklı severim.
Sevgimin farkları, başka yazının konusu.
Sene ‘80 küsur.
Darbenin morarttığı izler henüz geçmemiş.
Memleket, en ufak bir toplantıya, bir imza gününe hasret.
Teyide muhtaç hafızamın hatırlattığı; ‘80 sonrası imza günlerini Nişantaşı’ndaki Akademi Kitabevi başlattı.
Sonradan görmüştüm, yarı bodrum kıç metrekare bir dükkandı. Orda ne güzelliklere imza attı.
Sonra Kadıköy’de, Şimdi İş Bankası Yayınları’nın olduğu yerde Gençlik Kitabevi vardı.
Daha Sonra, şimdi Nezih Kitabevi’nin olduğu yere taşındı.
Galiba Türkiye’nin en büyük kitabevi oldu. Topu topu iki kattı. Her Cumartesi orda imza günleri yaptı.
Onun da altında bir yer daha vardı!
Sonradan, “Metalcilerin pasajı” , “Satanistlerin yuvası” diye yaftalanıp, baskı ve baskınların sonucunda kapanmasa da kararan,
Akmar Pasajı’nın, üst girişinde bir yer;
Bilim Sanat Kitabevi.
Birgün haber aldım; İşte orda Can Yücel’in imza günü vardı.
Ben, önceden, Can Yücel’e sevgimi anlatan bir şiir yazmıştım.
Ben dediğim de; bir koca şaire şiir yazan, 18 yaşında genç bir çocuk!
Şiir dediğim de, harita metod defterinin elle yırtılmış sayfasına “Bic” kalemle yazılmış.
Şiiri yanıma aldım, soluğu da Bilim Sanat Kitabevi’nde aldım.
Evde daha önceden alıp, naylon şeker torbasıyla kapladığım, Can Yücel kitaplarıyla birlikte imza kuyruğunda yerimi aldım.
Nihayet sıra bana geldi.
Can Yücel kitaplara eğildi, İmzaladı.
Ben cesaretimi topladım.
El yazımla yazdığım şiiri, heyecandan titreyen ellerimle Can Baba’ya uzattım.
Dedim; “ Ben bunu size yazdım”
“Bunu” diyorum; “Bunu”! Şiir diyemiyorum, anlayın.
Can Baba, okudu, okudu, okudu!
Zaman benim için geçmek bilmedi.
Kafasını kaldırdı, çakmak çakmak gözlerini bana dikti.
Bekledi bekledi bekledi!
Ben heyecanla karışık korkuyla titriyorum; Küfürle barışık dilinden okkalı bir küfür bekliyorum.
Bunu sen mi yazdın? Dedi.
“Şiir” demedi, “bunu sen mi, yazdın” dedi.
Ne diyim?
Evet, dedim.
E, imzala o zaman, dedi.
Önünde, saygıyla, imzalamak için, eğildim.
İçimden, ölsem de gam yemem, Nobel verseler istemem, dedim;
“Hey yumurtaya can veren Allah’ım, Can Yücel’in imza gününde ben Can Yücel’e şiir imzalıyorum. Daha ne olsun.”
Ben imzayı atarken, fısıldamadı gürledi; Belki herkes duysun istedi.
Bence her yazarın kulağına küpe olması gereken, mucize bir vecize söyledi:
Bir şey yazıyorsan, altına imza atacaksın! Altına imzanı atamıyorsan; Yazmayacaksın!

– Şiirinizi de paylaşır mısınız?
Maalesef paylaşamam.
Çünkü el yazımla yazdığım bir şiirdi. Yani tek kopya vardı onu da Can Yücel’e verdim.
Ezberimde de yok maalesef.
Ancak birkaç şey söyleyebilirim.
Son kitaplarından birinde bir şiirini okuyup çok duygulanmıştım.
Karısı Güler Yücel’e yazdığı bir şiirdi. Yaşlandığından ve ölüme yaklaştığından söz ediyordu. Hatta bir yerinde, “ölümü düzmeye gidiyorum” diyordu.
Ben de Can Yücel’in öleceğini düşünüp duygulanmıştım.
O şiire gönderme yapan bir şeyler karalamıştım. Can Yücel’e olan sevgimin ve onun şiirlerinin hep yaşayacağından filan sözeden ve fazlaca can Yücel’in şiir öykünen 10-15 satır. Şiir demeye 1000 şahit ister.
Yine de ben imzaladıktan sonra katlayıp ya cebine ya bir çantaya koymuştu. Yani 18 yaşında genç bir çocuğun karalamalarını kaldırıp bir kenara atmamıştı.
Müfit Can Saçıntı

Tem 24
Abbas Kiyarüstemi İle Şiir, Sinema ve Müzik Üzerine Söyleşiler
Şiir, Sinema ve Müzik
-Sanırım bu kitapların bir kısmı da çeviriydi?
Evet, çok sayıda kitap çevrilmişti. Veya örneğin tefrika eserler.
-Dergilerde yayımlananlar mı?
Evet, dergilerde çıkıyordu ve çocukların vaktini alıyordu.
– Mesela otuz seneden fazla yayımlanan Hândenihâ dergisinde 1940-1941’den 1979 Devriminden birkaç sene sonrasına kadar.
Bize iyi bir kitap tavsiye edebilecek düzgün bir insan bulmak için aşırı şanslı olmalıydık.
-Hangi dönemde?
Lise döneminde Lisenin ilk yıllarında.
-Muhtemelen bunun bir sebebi da, kitapların basım ve yayımındaki eksikliklerdi. Sonuçta basım ve yayım endüstrisi o dönem çok gelişmemişti ve bu nedenle kitaplar olması gerektiği gibi ulaşılır değildi.
Tabiatıyla. Evet. Mesela lisedeyken okuduğum veya arkadaşlarla elden ele gezdirdiğimiz bazı kitaplar vardı.
– Yani değis tokuş ediyordunuz?
Evet, daha ziyade kitap değiş tokuş etmek söz konusuydu. Kitap satın almanın yaygın olduğunu hiç hatırlamıyorum.
– Okuduğunuz lisede kütüphane yok muydu?
Doğrusu Cem Lisesinde bir kütüphane olup olmadığını şu an hatırlamıyorum. Eğer kütüphanemiz olsaydı, çocuklanın çizdiği resimleri orada sergilerlerdi, okul idaresinde değil.
– Daha çok hangi tür kitapları okuyordunuz?
Daha ziyade şiir kitaplan okuyordum.
-Daha çok hangi şairlerin eserlerini okuyordunuz?
Mesela Fereydun Tevellelî’nin kitaplarını okuyordum.
– Siyâveş Kisrâyî?
Hayır, ondan önce Nâdir Nâdirpur okuyordum. O dönem vezin açısından da şiirlerini okumaktan keyif aldığımız bir şairdi. Veya örneğin Dr. Mehdi Hamidî-Şirazî’nin şiirlerini seviyor ve okuyordum. O dönem kitap pahalıydı. Hatırlıyorum da kitap alacak param yoktu, bu nedenle Dr. Mehdi Hamidî-Şirazî’nin kitabını aldım ve iki gece oturup tamamını yazarak kopyaladım.
– Dr. Hamidî’nin hangi kitabıydı?
Aşk-i Mâşuk. Kitabın fiyatı sanırım 25 tümendi.
– Muhtemelen daha azdır. 25 riyal olabilir mi?
Evet, o vakitler 25 tümen bir kitap için çok fazlaydı ve böyle bir kitap fiyatı olamazdı. Muhtemelen sizin dediğiniz gibi 25 riyal olsa gerek. O zaman ben on beş yaşındaydım. Bir taraftan da şimdi kendi kendime diyorum ki, “Hayır 25 riyal değil 25 tümendi; o iki gece uykusuzluk ve kitabı kopyalamak zahmetim, 25 tümen içindi, 25 riyal için değil. Belki de gerçekten 25 riyaldi. 25 olduğundan şüphem yok. Belki bir gün o sene basılmış bir nüshasını bulur da gerçekten fiyatı neymiş, öğrenirim. Her neyse, kitabı kopya ettikten sonra hepsini ezberledim. Ve bir sonraki sene yavaş yavaş Nîmâ’yı keşfedip tanıdığım da neleri kaçırdığımı anladım. Ve bu kadar duygusallık hepsi daha on beş yaşımda… böyle bir olay iste..
– Üzücü…
Evet, üzücü bir olaydır, sanatsal ve güzel bir olay değil. Bu nedenle o şiirleri unutmaya çalışıyordum. Dövme yaptıran ve yaşlanınca onları silme derdine düşen cahiller gibi ben de o şiirleri hafızamdan silmek istiyordum. Yıllar yılı bu üzüntü ve pişmanlık benimleydi, ta ki ilginç bir olay yaşayana kadar. Belki sizin de ilginizi çeker. Devrim’den önceydi, hatırlıyorum; Londra’da, arkadaşım Murtaza Kâhî’nin yanındaydım. Orada geçirdiğim on gün boyunca onun evinde kaldım.
Bir gün Murtaza bana, “Bugün ne yapıyorsun?” diye sordu. “Sen ne yapıyorsun?” dedim. Sefarete (İran) git- tiğini ve yol üzerinde James Kingstone Caddesinde bir hastanede yatan İranlı bir şaire uğramak istediğini söyledi. Hangi şair olduğunu sordum. “Tanımazsın, Dr. Mehdi Hamidî Şirazî” dedi. “Yok!” dedim. Sanırım ergenlik dönemimde bana yaşattığı halden dolayı ona bir küfür de salladım ve gitmek istemedim. Murtaza ısrarla kendisiyle gitmemi istedi ve on dakikadan fazla yanında kalmayacağını, çabuk döneceğini, aşağıda bekleyebileceğimi söyledi.
Her neyse, onunla gittim. Hastaneye vardığımızda Murtaza, Dr. Hamidî’yi görmek için yukarı çıktı, ben aşağıda kaldım. On dakika sonra geldi ve yukarı çıkmamı istedi. “Hayır” dedim. Israr etti. “Ben bu adamı görmek istemiyorum” dedim, tecavüz hissine girdiğimi, haksızlık hissiyatına girdiğimi, Aşk-i Mâşuk kitabının çok duygusal bir arkadaşım aracılığıyla elime geçtiğini ve iki gece uyumayıp onu kopyaladığımı anlattım. Tesadüfen o arkadaş, on beş yaşında, Sâdî’nin de hayranıydı ve sanırım Sâdî Şirazî’den dolayı Dr. Mehdi Hamidî-Şirazî’yi bulmuştu. Adı Hüsrev Reşidî’ydi, yıllardır ondan bir haber alamadım. Kitapsa abisi Fettah’a aitti. Hatırlıyorum, Fettah’ın kütüphanesinden bize kitaplar getirirdi ve biz de okur geri verirdik. Şimdi kitabın fiyatının 25 riyal olduğunu öğrenince, anlıyorum ki maddi durum çok kötüymüş, şimdiki gibi kitapçıda dolaşıp, kitaplara bakıp seçmek ve hatta satın alırken kimin çevirdiğine dikkat etmek gibi kolay değildi o vakitler.
Velhasıl, Murtaza o gün bana yukarı gelmemi söyledi. Ben de gittim, baktım ki bir adam yatakta yatıyor ve vücudunun her tarafı bir yere bağlı halde, burnunda bir boru var ve bir boru da yatağın altından geçiyor, elinde de serum var. Murtaza beni ona tanıttı ve, “Hocam, bu Kiyarustemi Bey, İran’ın en iyi film yapımcılarındandır (halbuki ben film yapımcısıydım ama çok iyi değildim), çok meşhurdur (halbuki meşhur da değildim, ama Murtaza’nın huyudur, arkadaşlarını her ortamda övüp yüceltir) ve sizin şiir divanınızın tamamını ezbere biliyor” dedi benim hakkımda. O da gözkapağıyla küçük bir işaret yaptı. Sonra da Kâhî, “Şiirlerinizden birini okumasını ister misiniz?” diye sordu. Yine Dr. Hamidî gözüyle “Okusun” anlamında işaret yaptı. Ben de onu o halde gördüğümde, şiirlerinden biri aklıma geldi ve o şiirin tamamını kendisine okudum:
yorgun ben, bitkin ben, hasta ben, kolsuz kanatsız ben!
sabaha kadar uyanık ben, sabah kuşlarının gönüldaşı ben!
kırık kanatlı ben, başı belalı ben, aşkıyla dillere düşmüş ben!
Yanmış ben, bitik ben, ölü ben, yıldız sayan ben!
düşmanlıklar yaptı bana kaderim, talih yıldızım
vah bana, vahlar bana.
dedim seni görmeyeyim artık, yine gördüm, yine de gördüm
iki güzel gözünde aşk gördüm, naz gördüm
cilveli endam gördüm, gamzeli yanak gördüm
gülleri gördüm, güller arasında Şiraz’ın gülünü gördüm
her gün benimle buluştuğun söğüt ağacını gördüm
vah bana, vahlar bana!
Bu mısraları okurken, o sırada Murtaza’nın camin önünde, omuzları sarsıla sarsıla ağlamakta olduğunu gördüm. Şiiri sonuna kadar okudum, öyle duygusal bir ortam oluştu ki inanamazsınız. Ben elimi Dr. Hamidî’nin elinin üstüne koymuştum, boğazım düğümlenmişti. Şiraz kelimesine geldiğimde, baktım Dr. Hamidî’nin akan gözyaşları daha da arttı. Garip ve hissi bir ortam oluşmuştu, hücrelerim şekil değiştiriyormuş gibi hissediyordum. Sonra odadan çıkıp aşağı indik ve ben anladım ki yıllarca, on beş yaşımdan elli beş yaşıma kadar, yani kırk yıl boyu o şiirleri sırf o gün için hafızamda tutmuştum.
– Tabii elli beş yaş değil, kırk beş yaş olsa gerek, çünkü o görüşme Devrimden önce olmuştur.
Evet muhtemelen kırk beştir. Her neyse, benim için her hangi bir yararı olmayan o şiirlerden birini sahibi için okudum ve o şiirleri ezberlememdeki gereksizlik hissinden biraz kurtulmuş oldum. Sonunda işe yaradığını gördüm. Elbette şimdi bir vesileyle, o dönemin bütün şiirlerinin üzerinden geçtiğimde…
– O dönem derken, Meşrutiyet’ten günümüze kadarki dönemi mi kastediyorsunuz?
Evet, Meşrutiyetten [1906-1911] günümüze kadar… aslında Dr. Mehdi Hamidî-Şirazî’nin de, derlediğim ve şu an masada basılmamış halini gördüğünüz kitapta bir yeri olabilir.
– Kitabın konusu nedir?
Konu, şiirde gece…
– Modern [dönem]?
Hayır, bu derleme, klasik İran şiirinde geceyi anlatıyor, şu derleme de modern İran şiirinde gece temasını işliyor.
– Çok ilginç bir konuyu seçmişsiniz. Sanırım gecenin bizim şiirimizde belirmesi ve ortaya çıkışı, onun sembolik anlamlarından kaynaklanıyor.
Kesinlikle öyle. Fars şiirinde birkaç konuyu daha da araştırdım. Mesela şu an yalnızlık teması üzerinde çalışıyorum. Gece’yi bitirdim.
-[Gülerek] tabil gece hiçbir zaman bitmez.
Bu açıdan evet (gülerek). Bu unsurların her birini araştırmak için, şairlerin tüm külliyatını okumanız lazım.
– Ve doğal olarak bütün eski ve yeni şairlerin şiirlerini okumuş olmalısınız.
Evet, son dört yılda hepsini okudum ve şimdi yalnızlık şiirleri için bir kez daha okuyorum.
– Notlar alıyorsunuz.
Evet. Yalnızlık temasının da notları bitmek üzere. Şundan bahsediyordum demin; Hamidî-Şirazî gibi şairlerin şiirleri hakkında daha iyi yorum yapabilirim artık, özellikle son yıllarda bahsettiğim konular için İranlı şairler üzerinde yaptığım incelemelerden sonra. Şimdi düşünüyorum da; hayır, Hamidî-Şirazî zannettiğim kadar da kötü değildi.
– Kitaplarınız için ondan da bazı şiirler seçmişsinizdir muhakkak?
Hayır, bu şiir incelemelerinde ondan bir şeyler aktarmadım henüz. Belki bilinçaltımda vardı, ama gece ve yalnızlık derlemelerinde Hamidî-Şirazî’den herhangi bir şiir bulunmuyor. Belki bu görüşme, gidip tekrar eserlerine bir göz atmama sebep olabilir, olmazsa yazık olur.
– Hamidî Şirazî elbette Meşrutiyet döneminden günümüze kadar gelen ünlü muasır şairlerle karşılaştırıldığında pek de tanınmış bir isim sayılmaz. Yani söylemek istediğim şu; ondan sıkılıp usanmakta haksız sayılmazsınız.
Evet, yine de, tıpkı gençlik döneminde yapılan dövmeler gibi, Hamidî-Şirazî de zihnime kazınmış, ondan kaçışım yok. Yani benim şu kısıtlı hafızam hâlâ onun şiir divanının etkisinde. Yani onun divanını açıp, şiirlerinden herhangi birinin ilk mısraını okudunuz zaman, bu şiiri sonuna kadar ezberden okuyamamam nadirdir. Bu ilk derlemede şiirlerine yer vermemem, belki de kendime yönelik bir itiraz nişanesidir. Ancak bu iki derleme, çağdaş şairlerin şiirlerini bir kez daha dikkatli okumamı sağladı ve bu yeniden okuma, günümüzdeki bazı şairlerin mevcut konumlarından daha değerli oldukları sonucuna götürdü beni. Mesela Dr. Şefii Kedkenî’yi daha ziyade şiir konusundan söz sahibi bir uzman olarak tanıyoruz; ancak şiirlerini bir kez daha okuduğumuzda, bir şair olarak konumunun daha yüksek olduğunu anlıyoruz.
– Peki neden [tema olarak] geceyi seçtiniz?
Aslında bu tür soruları, bir cevabım olmasa bile -ki şu anda da yok- seviyorum. Bilmiyorum, Belki de eve girdiğinde sorduğun “Yalnızlıkla nasıl baş ediyorsun?” sorusuyla aynı sebepten. Belki de benim için gecenin anlamı, benim gibi yaşamayan diğer insanlara göre daha derindir. Yani geceyi başkalarından daha fazla algılar ve hissederler. Ve kitaba aldığım şiirlerde iyi bir seçim yaptığımı düşünüyorum, çünkü geceyi diğerlerinden daha iyi anladığımı hissediyorum.
– Şiirleri seçerken hangi kriterleri göz önünde bulundurdunuz?
Şiirleri seçerken kendimi kısıtladım. Her şaire göre gecenin bir tanımı var. Yani her bir şair geceyi ne şekilde tanımlamış, buna baktım.
-Ya da geceye hangi perspektifle baktığını?
Evet, tüm şairlerde bu bakış açısını dikkate aldım. Daha sonra kendi gecemi ve o gecenin nasıl olduğunu anlatmaya çalıştım.
– Yani kendi gecenizi başkalarının şiirlerinde mi arıyordunuz?
Kendi gecemi değil, her şairin kendi gecesini… Yani Nâdirpur’un gecesini, Siyâveş Kisrayî’nin gecesini, [Ahmed] Şâmlu’nun gecesini, Sohrâp’ın (Sepehri] gecesini, [Mehdi] Ehevân’ın (Sâlîs] gecesini..
– Fürüğ’un [Ferruhzâd) gecesini….
Hepsini.. yani görünüşe göre bu seçim ve bakış açısı, şairlere kendi gecelerine bağlı bir tür kimlik oluşturuyor. Örneğin, ilginç olan başka bir şey de…
– Klasik Fars şiiriyle karşılaştırıldığımızda mı?
Evet, klasik İran şiiriyle karşılaştırdığımızda, maşukun çağdaş şairlerin şiirlerini terk etmesidir. Yani çağdaş şairler arasında maşuktan bahseden birini nadiren görebiliriz. Klasik İran şiirinde ise, gecesini hicran veya vuslatta geçirmeyen bir şairi nadiren görürüz.
-Enteresan bir nokta bu.
Evet, ancak çağdaş şairlerin şiirlerinde, maşuk nadiren görülür. Hiç yoktur demiyorum, ancak varlığı çok az hissedilir. Örneğin Şefii Kedkenî’nin yirmi beş yaşından itibaren yazdığı şiirlerinde maşuktan hiç eser yok. [Ahmed] Şâmlu’nun şiirlerinde ise, benim için sembolik olan ve maşuk anlamına gelmeyen farklı bir biçimiyle mevcuttur.
– Ancak ben Şâmlu’nun şiirinde maşukun sembolik bir formdan ziyade, gerçek bir kişiliğe sahip olduğunu düşünüyorum. Özellikle Âydâ’nın içinde bulunduğu şiirlerde.
Evet bu da doğru.
– Halbuki, eski Fars şiirlerinin çoğunda maşuk, sembolik bir anlam içerir.
Doğru. Nimâ’dan sonraki şairler, şiirlerinde genellikle gecenin sembolik veya mecazi bir yönünden bahsetmişler. Evet, gece Fars şairlerin şiirlerinde genellikle semboliktir. Yani eski ve çağdaş şairler arasında bu yönden hiçbir fark yoktur. Daha çok semboliktir. Hatta sizin de söylediğiniz gibi, maşuk bile semboliktir.
– Özellikle de modern dönem şiirinde.
Elbette, Gece ve Yalnızlık derlemesinde yer verilen İranlı ariflerin şiirlerindeki maşuk, günümüz şiirindeki maşuk anlamına gelmeyebilir. Mesela Hâfız’ın şiirinde maşuk biraz daha belirgindir, yani daha somut bir gerçekliğe sahip. Sâdî’nin şiirindeyse maşuk kesinlikle dünyevîdir.
– Dünyevîdir?
Maşuk dünyevîdir. Ancak, benim geceyi araştırırken fark ettiğim ve aslında araştırmacıların değinmesi gereken husus; bu ikisi arasındaki farktır ve çağdaş şiirde gecenin anlamını kaybetmesidir. Gün için mesela…
– Belki de daha doğrusu, yeni bir anlam bulduğunu söylemek olacaktır.
Aynen, söylediğiniz gibi daha ziyade semboliktir. Birçok yerde bu anlamda kullanılmıştır. Aslında çağdaş şiirde gece anlamında kullanılan gece, nadir bulunur. Günümüz şairlerinden birinin şiirlerini okuduğunuzda, bu kavramı kolayca anlayacaksınız. Şimdi izninizle ben şu kitabı rastgele açıyorum:
Tanrım, tüm bu heyecan ve endişe acıtıyor kalbimi
Yine geldi gece ve kalpte bir hüzün
Geçip giden gecelerden daha fazla
– Bu şiir elbette Hamid Musaddık’ın, değil mi?
Her halükârda son elli yılda, özellikle de 19 Ağustos 1953’ten sonra, gece teması şiirlerde böyle bir hal almaya başladı. Şiirlerin sonundaki tarihlere bakarsanız bunu fark edersiniz. Son elli yılda, şairlerimizin gecelerine genellikle kaygı hakimdir. Nereyi açarsanız açın, aynı kapıya çıkacaktır. Mesela bu kitabı açtığımda şu şiir geldi, bakınız:
Dedim ki bu gece bitmek bilmiyor
Bu rüzgar bitmek bilmiyor
Bu garip işkence bitmek bilmiyor
– Ve yine bu garip işkence, geceye işaret ediyor?
Evet, hepsi geceye işaret ediyor. Söylediklerine göre, hastalıklar, gece vakti daha da artar.
– Sizce bunun nedeni ne olabilir?
Sebeplerden biri yalnızlık. Kalabalıkta bulunan ve kalabalıkta yaşayan insanlar bile, geceleri kendilerini daha yalnız hisseder. Bu nedenle yalnızlık halinde, kaygı kendini daha çok gösterir ve varlığını daha da belli eder. Günümüz şairlerinin her birinin şiirlerine baktığınızda, aynı şeyle karşılaşacaksınız. Endişe, acı ve yalnızlıktan bahsettiklerini göreceksiniz; biraz önce okuduğum iki örnekte olduğu gibi. Eski şiirlerde böyle bir şeyle karşılaşmanız çok nadirdir
-Son yirmi yılda edebiyata bu kadar ilgi göstermeye ve bu tür kitaplar derlemeyi düşünmeye sizi iten saik nedir?
Sanırım sebebi yalnızlıktır. Çünkü şiir, zaten yalnızlıkla irtibatlı bir şey. 1960’lı yıllarda, 60-61 senelerinde ne zaman düzenlenen şiir gecelerine gitsem, ne zaman İran-Fransa veya İran-Amerika dostluk kulüplerine gitsem, şiir karşıtı birisi olarak dönüyordum. Demek istediğim, o ortamlara girdiğimde şiiri daha çok sever ve şiire ilgi duyardım; ancak dışarı çıktığımda şiire ilgimin yükselmek yerine azaldığını hissederdim. Belki de bunun sebebi, şiiri dinlemeye gelen kalabalıktı. Şiir zaten halvet ve yalnızlık anlarına ait bir şeydir. Şiirin sesi yoktur. Şiire bakmak gerekir. Bir fotoğraf gibi onu izlemek gerekir. Sessizlik içinde, gürültülü bir ortamın tersine, şiir kalbine dokunur ve onu daha iyi anlarsın. Etkilidir, ancak etkisi geçicidir.
– Belki de sinematik bir bakış açısına sahip olduğunuz içindir. Yani şiiri çok görselleştiriyorsunuz.
Şüphesiz bunun tesiri olmuştur. Biri [Seyyid Ali] Salihî’ye ait olan, okuduğum bu iki şiir nasıl olur da tesadüfen zihnime ve mahremime girip orada yer etmiş olabilir? Hem Musaddık hem de Salihî’nin şiirleri yalnızlık şiirleridir. Belki de ben bu yüzden gece yarısından sonra, istemsizce yalnızlık temasına doğru yol sürüklenmişimdir.
– Yani bunların hepsi birbiriyle irtibat halinde mi?
Evet, hiç şüphesiz. Şimdi bunun sebebi nedir diye soracaksınız, ben de sebebi şu diyeceğim. Biri bu; diğeri de bence hiç bir çalışma arkadaşına ihtiyaç duymayan tek sanat olmasıdır.
– Şiir mi?
Evet, ayrıca hiçbir araca da ihtiyaç duymuyor. Mesela şu an benim aracım, onsuz hiçbir şey okuyamadığım gözlüğümdür.
– [Gülüşme] Aslında bilmek istediğim şey şu, acaba sinema yalnızlığınızın o kısmını dolduramadı veya dolduramıyor ki şiire yönlendiniz?
Hayır dolduramıyor. Gerçekten dolduramıyor. Size bir şey söyleyeyim. Ben senaryoyu yazıp, resimleri gördüğüm zaman, artık yönetmen değil de işçi oluyorum. O resimleri çekecek bir işçiye dönüşüyorum. Mesela şimdi Japonya’da üzerinde çalışacağım film konusunda, Tahran’dan Tokyo’ya bu uzun yolculuğun acılarına katlanmak için bulduğum tek çözüm, oturup senaryoda olmayan yeni bir sekans yazmak ve bunu ona eklemek ve bu şekilde yola devam etmek için kendimde bir istek yaratmak; yoksa senaryoyu yazıp bitirdiğimde, benim açımdan iş bitmiş sayılır. Yani dediğim gibi, gidip işçilik yapmam ve o senaryoyu hayata geçirmem gerek. Bu yüzden pek tatmin edici değil.
– Sinema mı?
Evet, tatmin edici olduğunu varsaysak bile, yılda en fazla bir veya iki film çekebilirsiniz. Peki geri kalan zamanınızda ne yapacaksınız?
– Yani müzik bu yalnızlığı dolduramıyor mu?
Hayır müzik dolduramıyor. Benim müzikle çok iyi bir ilişkim vardı, özellikle İran müziğiyle. Ancak son on dört, on beş yıldır, ne zaman kendimi üzmek istesem, iyilerinden birini seçip cihaza yerleştiriyorum ve kendimi üzmekte zirveye ulaşıyorum…
– Neden kendinizi üzmek istiyorsunuz?
Çünkü İran müziği bana eziyet veriyor.
– Eziyet veriyorsa niye dinliyorsunuz?
Dediğim gibi, kendimi üzmek için.
– [Gülüşme]
Bazen rahatlamak için kendimize eziyet etmemiz gerekiyor. Bir arkadaş şöyle anlatmıştı ve anlatırken de gayet ciddiydi; “Seccademi yere serip üzerine oturuyorum ve hüzünleniyorum, sonra da seccadeyi katlayıp rafa kaldırıyorum ve normal hayatıma devam ediyorum.” Uzun süren üzüntüler, bazen yağmayan bulutlu bir hava gibidir. Bu yüzden yağıp rahatlamak için kendine bir sonda takman gerekir. İran müziği bu konuda bana çok yardımcı oluyor.
Abbas Kiyarustemi İle Söyleşiler
Mehdi Muzaffer Sâveci
Farsçadan Çeviren: Mehmet Akif Koç
Alfa Yayınları

Tem 12
ism-i azam
cennetin kapısında
bir kelime
ağaçların hızı ile
kâğıdın üzerinde
ilk harf
sesi duyulmuyor
kalem
in
güneş tepemizde
bahçede
sükûnet
ilk isim
kendim
in
hatırlayamıyorum
cennet
in
kapısında
ismimi
(diyorlar ki
hep
aynı şeyi
yazıyorsun
isim
kelime
cennet
in
kapısı
gidilecek
başka bir yer
var
sanki
inanan
için
var mı
cennet
in
kapısında
bekliyorum
melekleri
hangi isimle
çağırmalıyım
onları
ismin kendisi
bir varlık alanı mi
içine
girilince
cennetin
(bir daha
yazma
ismi
cennet
in
kapısı
söz müdür
önce
söz mü
vardı
cennet
ten
önce
söz mü
vardı
(dışında
cennet
in
cehennem
ateşi
hep
yanar mıydı
ateş
in
içine
düşünce
hangi isim
söylenince
insan
yanmazdı
cennet
in
kapısında
söz
unutulunca
ateş
yakar mıydı
(dünya ile uğraşmaz
şiir
yazının ötesinde bekler
söz
ne yazılırsa
o anın içinde
bir kelebek
ölür
sözün içinde
kalbin
sırrı
vardır
yazıdan önce
sır
vardır
cennetin kapısı
ne yazıldıysa şimdiye dek
bütün o yazılara
kapalıdır
yazının ihtiyacı olan
kalbî hayat
cennetin kapısında
terk edilir
kalbe gerek kalmaz
cennette
kalb insanı cennete ulaştıran
isimlerin cem evidir
camidir kalb
bütün isimler
saf tutar
kalbin
içinde
cennette
ağaçların hızı ile
düşünürsün
kanın
hızı
terk edilir
cennette
ateş söner
nur
tamamlanır
kelimeler
ölür
ism-i azam
sana
görünür
cennet
in
kapısı
senin
arkandan
kapanır
içerdesindir artık
turgay özen

Rahmimin Ardından
Sevgili Rahmim bugün Rabbine kavuştu. Bir çocuk gibi, uykusu gelmiş yorgun bir çocuk gibi kollarını O’na uzattı ve beni kucağına al dedi. Uyudu, uyanmadı. Seslendiler, cevap vermedi. Omuzlarından sarstılar, inledi, uyanmadı.
İnsanları bilmem ama çocukları çok sevdi, hep sevdi. Koşulsuz, şartsız. Kızıma “kızım” demesi, “onlar bizim küçük annelerimiz” demesi gözümün önünde.
Rabbine söyleyeceği çok şey vardır. Belki de son yıllarda içine kapanıp sustuğu gibi O’nun da karşısında susacak “Rabbim!”, diyecek “Rabbim!” Kelimeler boğazına düğümlenip bu dünyada şahit olmadığım gözyaşları ile Rabbiyle konuşacak. Bu dünyada görüp incindiği şeyleri O’na anlatacak. Bilhassa dindar olduğunu iddia eden insanların yaptığı haksızlıkları, helal-haram ayırmadan yaşayanları.
Rabbinin bize şahdamarımızdan yakın olduğunu bilenlerdendi Rahmi. Onu orada çok sevdiği çocuklar karşılayacak. Tüm çocuklar onun evladıydı. Bu dünyada baba olamamış alması bunu değiştirmiyor. Onlara orada oyunlarında eşlik edecek.
Rabbim, onu cennetinde ağırla, yorgunluklarını gider, bu dünyadaki hüznünü unuttur. Dünyayı unuttur. Geldiğim için çok mutluyum dedirt ona.
Onun iyiliğine, güzel hasletlerine, cömertliğine, zalime ve cehalete tahammülsüzlüğüne şahidiz Ya Rabbi. Onunla hayatımı güzelleştirdiğin için Sana hamd ediyorum.
Annesine, kardeşlerine, yeğenlerine ve bu dünyada onu tanıyıp sevenlerine sabır ver. Onunla Cennetinde tekrar buluşmayı bizlere nasip et Ya Rabbi. “Sen koru, Sen gözet”. Artik o Senin bize vadettiğin ebedi aleminde.
“Her nefis ölümü tadacaktır ve dönüşümüz Sanadır”.
“Bize düşen güzelce sabretmektir.”
Bizlere de hayırla anılacak bir ömür nasip et Allahım…
Mekanın Cennet olsun güzel kardeşim.
12 temmuz 2023
Tem 12
Birdenbire, yatağının sol köşesini göstererek “ölüm orda, onu görüyorum” dedi.
Son iki yılı içinde Dağlarca’yla başka çalışmalar da yaptık. Bütün dosyalarını, yazmalarını gözden geçirip dosyaları ayırdık. Uzun ve zor çabaydı. Dosyaların bir bölümü kitaplaşmak üzere Yapı Kredi’ye gitti. Daha büyük bölümü, evde, o içerideki, kilitli odada kaldı.
Son aylarda, sağlık sorunları artmıştı. Bir ilk kez, nisan 2008’de Marmara Hastanesi’ne kaldırıldı. Çok önemli bir sorunu yok görünüyordu. Hemen yanına gitmiştim. Morali iyiydi, rahat ve her zamanki gibi zekâ kıvılcımlarıyla konuşuyordu. Ben Spinoza üstüne çalışıyordum. Biraz bu felsefeciden söz ettim. Yanımda Etika’nın Fransızca cep baskısı vardı. Benden istedi ve hastane yatağında kitabı iki eliyle tutup yüzüne götürdü. Kutsuyordu. Sonra, yine bu sayıda yayımladığım sözleri yazdırdı bana, “dua” ve felsefe konusunda. Ölümün karşısında bir tin insanıydı. Yaşamın tinsel sonsuzluğunu kutsuyordu. Güveniyordu, ölümün ötesinde, tinsel söze, ki yaşamın sözüydü. Buydu bizi birleştiren de, bizi birleştirmiş olan da, ayırmayacak olan da. Birbirimize dolaysız olarak söylemediğimiz söz. Yazılara, şairlere, felsefecilere, düşüncelere, şiirlere olan inancımız ve tutkumuz aracılığıyla birbirimize söylediğimiz söz. Bu aynı zamanda insanlığa, insanlığın tinsel yaşamına, bütün yaşamın ve varlığın tinselliğine olan inançtı. Yaşamın şairi Dağlarca’ydı, karşımda, hastane yatağında, Spinoza’nın kitabını öpen.
Hastaneden çıkmıştı, ama artık haftada iki kez özel bir ambulansla taşınıp diyaliz makinesine bağlanıyordu. Bu, çok sıkıntı verici bir şeydi. Bir gün beni aramıştı, anlatmıştı, çok sıkıcı demişti, “yolun bütün kaldırımlarını sırtımda hissediyorum” demişti. Sonra, bir gün, haziran ayında, bir kez daha hastaneye kaldırıldı. Bu kez durumu çok ciddiydi. Diyaliz makinesine bağlanırken enfeksiyon kapmış, zatürre olmuştu. Aradığımda, hastaneye yeni gelmişti, Ömür cep telefonunu ona verdi, Dağlarca vedalaşıyordu: “Şiirlerim sana emanet” dedi bana. Hemen yanına koştum. ilk kez böyle kötü gördüm onu. Telaşlı ve aşırı yılgın gibiydi. Konuşuyorduk, ölümü belki ilk kez yakından seziyordu, ve ölmek istemiyordu, aşırı hüzün vardı halinde. Konuşması zorlaşıyordu. Yemeğini yememişti. İki köfte sanırım. “Yemek yer misiniz” diye sordular (ya Ömür ya “hoca”, artık sonuna kadar her gün onlar olacak yanında, Dağlarca’ya ölüm yolculuğunda eşlik edenler, sadık gölgeler). “Birini Ahmet yesin, birini ben” dedi. Yaşama tutunmaya çalışıyordu. Son bilinçli gördüğüm güne kadar bu böyle sürdü. İki üç gün çok kötü durumda olduktan sonra biraz iyileşir gibi oldu ama artık çok zor konuşuyordu. Zar zor söylediğini ona çoğu kez tekrarlatarak, ya da söylediğine tahminî karşılıklar söyleyip ona doğru olanını onaylatarak anlıyordu Ömür ya da “hoca”. Yine de bu günlerde biraz “mutlu” gibi görünen anları oluyordu, espriler yapıyordu bazen. Ölümünden yaklaşık iki hafta önce uykuya daldı, bir hafta sonra uyandı. Uyandığından az sonra yanındaydım. Yine biraz uyumuş, sonra uyanmıştı. Üstünde bir şaşkınlık vardı. Birdenbire, yatağının sol köşesini göstererek “ölüm orda, onu görüyorum” dedi. Sonra biraz toparlandı, bir şeyler yedi, yaşama yine biraz bağlandı. Bana, “Türk şairleri nasıllar?” diye sordu. Ben biraz konuştum. Önceden tanımış ve sevmiş olduğu Sébastien Labrusse’ün on gün sonra İstanbul’a geleceğini, onu ziyaret edeceğini söyledim. Sébastien’i anımsıyordu. Beni her zamanki dikkatiyle dinliyor, başını sallıyordu. Ertesi gün Çırağan Otel’in sanat galerisinde, Acıbadem Hastanesi’nde onunla ilgilenmiş olan Şebnem hanımın düzenlediği, benim konuşacağım, Rüşen Eşref’in de söz alacağı bir Dağlarca toplantısı olacaktı. Dağlarca’nın haberi vardı. Birdenbire uyanması, toplantıya olumlu bir anlam yüklemişti. O gün salıydı. Bir hafta sonra öldü. 15 ekim 2008 günü. Sabah Rüşen Eşref aradı, Dağlarca’nın çok kötüleştiğini, yoğun bakıma kaldırıldığını söyledi. Hemen hastaneye koştum. Yoğun bakımın önünde Rüşen Eşref ile Şebnem hanım bekliyorlardı. Ben de onlarla durdum. Hastabakıcılar, bir kişinin yoğun bakım odasına kabul edilebileceğini söylediler, Ben girdim. Bir köşedeydi, makineye bağlı, uyuyordu, düzenli soluk alıyordu. Bu beni umutlandırdı. Hastanede biraz kaldık. Egemen Berköz ve Yaşar Miraç geldiler. Onlar ve Rüşen Eşref ile çay içtik. Dağlarca o sıralar yeniden diyaliz makinesine bağlanacaktı. Ben ve o gün tanıştığım Yaşar Miraç dönmek üzere taksiye bindik. Köprünün oralarda, Şebnem hanım beni arada, Dağlarca’nın öldüğünü söyledi.
Doğru, sözde kalacak… Hep söylenmemişin komşuluğundaki söz… Unutulmuş, ya da itiraf edilmemiş olarak söylenmemiş, hep sözün çevresindeki kara alan… Ve hepsi birden, söylenmiş, söylenmemiş, daha söylenebilecek olan: hepsi birden şu an bende özel bir dünya, düşüncelerden, anılardan, duygulardan oluşmuş; bir gücül alan… Hepsi birden, aydınlık, karanlık, yarı aydınlık… Hem sözlerin de karanlığı, bana yansımalarında, başkalarına yansımalarında… Sözler bile, sözler de, göreceli bir aydınlık, devingen bir aydınlık, öyleyse karanlık da… İlginç bir biçimde, Dağlarca’nın son şiirlerinde bu karanlık söz konusu oluyor. Doğru, sözde kalacak… Oysa, doğru da, söz de, sözün doğrusuna inanç da, şiir sözünün doğrusuna inanç da çok fazla şey değil, mutlak karanlık karşısında… Bendeki özel bir dünyayı anlatıyorum, kaç sayfadır, Dağlarca’yı mutlak karanlıktan çıkarmıyorum, çıkardığımı düşünmüyorum. Belki bendeki özel dünyada bütün doğru, sözün aydınlığına çok azı erişen… Buna razı olmalıyım. Doğru olmaya çalıştım, ama yeterince doğru olamadığımı biliyorum. Belki tam elimden geleni yapmadım. “İlk ve son kez”, Dağlarca’dan, tanıdığım Dağlarca’dan söz ettim. Yazımı bitiremiyorum. Olsun, son eksik kalsın. Eksik sözün eksik doğrusunun sonu eksik kalsın. Dağlarca’nın yapıtı da eksik kaldı. Hiç yazmamış gibi yazıyordu, son şirlerini yazdığında bile. Hep yazacak biri olarak yazıyordu. Şiir bitince, başka şiire bakıyordu. Geleceğin yazısıydı. Son sözü aramıyordu, hep ilk sözü arıyordu. Şiirin sonunu “bulunca”, başka bir şiire geçebilirdi artık. Çok şiir olsun istiyordu, niceliğe önem veriyordu. Çünkü yazacağı her şiirin bir özelliği, diğerlerinden bir farkı olacağını biliyordu. Nicelik, çünkü nitelik olanaklılığı, fark olanaklılığı. Çünkü yeniye inanıyordu. Sözü hep. bu yeni’nin öte konumundaydı. Ölümü yüz kez, bin kez sözlerle yendi, daha ilk şiirlerinden beri. Ölüm bir şiirde adlandırılıp, geçmişte kalıyordu; ama elbette yeniden beliriyordu, ve yeniden alt edilmesi gerekiyordu. Ama mutlak karanlığı biliyordu, çoktan sezmişti, sonunda yatağının bir ucunda, kendisini bekler durumda, “gördü” onu. Artık şiir ile onu yenmek, ona dokunup onu yenmek söz konusu değildi. En son, anımsıyorum, bize, odadakilere bir şey yazdırmak istedi, “kâğıt kalem alın” işareti yaptı, hiç gücü yoktu, anlaşılması çok zordu: “Kader yoktur...” dedi. Sonra devamını söyleyemedi. Öyle bekledi, bekledik, sessizlik oldu, sonra geri çekildik, konu değişti… Bir kez daha, öbür hastanede, bundan yaklaşık iki ay önce, kâğıt kalem istemişti, bu kez eline almıştı, bir şeyler yazmak istemişti, çizgiler çıkmıştı kaleminden, yazamamasının yazısı. Zaten iyi olsa da yazamıyordu, göremediği için, yazmaya çalışınca yarısı okunmaz harflerden bir yazı ortaya çıkıyordu, bu yüzden söylemekten, söyleyerek yazdırmaktan başka çaresi yoktu. Son kitap imzası bana, bu yanı okunmaz yazıyla, ama okuyabiliyorum: “Kaç okumadan sonra sözcük sesleri” (Orda Karanlık Olurum, 2007).
Ahmet Soysal
Dağlarca, Dün, Yarın
Beyaz özel Dağlarca / hayykitap

Tem 09
Gözyaşlarımızı bitti mi sandın?
Ne istediğimi bilmez oldum.
Bir şöyle söyledim.
Bir böyle söyledim.
Bir de söylediklerimin tam tersini.
Senin yüzünden düştüm bu hale.
Ne bir şifa buldum ne de çare.
– Bi dakka.
– Ne oldu?
– Bilmiyorum ya. Böyle bir şey oldum.
– Allah Allah!
– Ah canım. Duygulandın.
– Bir şey oldu. Evet.
– Ah tontonum.
– Ne oldu Özkanım?
– E güzel oldu.
– Ya, ilk defa böyle bir şey oldu.
– Ee, biz bu yaşlarda ağlarız. Ağlamayan zaten… Ne yani değil mi Fuat?
– Hay Allah! pardon ya.
– Ağlamamak diye bir şey olur mu ya?
– Ya..
– O imkansız.
– Gözyaşlarımızı bitti mi sandın?
Tem 08
I. HİÇ KOYUN GÜTMEDİM BEN
Hiç koyun gütmedim ben,
ama onlara göz kulak olmuş gibiyim.
Ruhum bir çoban gibi,
Rüzgârı ve güneşi bilir,
Ve ele ele yürür Mevsim’lerle
Onları izlemek ve dinlemek için.
İnsansız Doğa’nın olanca dinginliği
Benimle yan yana oturmaya gelir.
Ama hüzün içindeyimdir ben,
İmgelemimizdeki günbatımı gibi,
Hani karşı ovanın dibine bir serinlik iner de
Pencereden içeri giren bir kelebek gibi
Gecenin geldiğini hissedersin.
Ama huzur vericidir hüznüm,
Çünkü doğaldır, yerindedir,
Ruhun var olduğunu düşündüğünde,
Ellerin ne yaptığını düşünmeden
Çiçek toplaması gibi
Ruhun hissetmesi gereken bir duygudur bu.
Yolun dönemecinde
Çalan koyun çanları gibi
Mutludur düşüncelerim.
Yalnız ben üzgünümdür
onların mutluluğunu bildiğim için.
Çünkü eğer ben bunu bilmeseydim,
Hem mutlu hem de üzgün olacaklarına,
Mutlu ve sevinçli olacaklardı.
Rüzgar hızlanıp yağmurun şiddetleneceğini haber verdiğinde nasılsa,
Düşünmek de tedirgin edicidir yağmurda yürümek gibi.
Tutkum ve isteklerim yok benim.
Şair olmak bir tutku değil benim için
Bu benim yalnız olma yolum.
Ve eğer zaman zaman hayalimde bir kuzu olmak
(Ya da bütün bir sürü olup bütün yamaca yayılmak
Ve aynı anda bir çok mutlu şey olmak) istiyorsam,
Gün batarken yazdıklarımı hissettiğim
Ya da ışığın üzerinden bir bulutun eli geçtiği
Ve otların üzerinden bir sessizlik akıp gittiği içindir bu.
Bir şiir yazmak için oturduğumda
Ya da caddelerde ve sokaklarda dolaşır,
Kafamdaki dizeleri kâğıda geçirirken
Bir çobanın değneğini hissederim elimde
Ve kendi gölgemi görür gibi olurum
Bir tepenin yamacında,
Sürümü dinler, düşüncelerimi seyrederken
Ya da düşüncelerimi dinler, sürümü seyrederken.
Söylenenleri anlamayan biri gibi belli belirsiz gülümsüyor
Ve anlıyormuş gibi görünmeye çalışıyorumdur.
Beni okuyacak olan herkesi selamlıyorum
Geniş kenarlı şapkamı onlara eğerek
Beni kapının önünde gördüklerinde
Ve otobüs, tepenin doruğuna tırmanırken.
Onları selamlayıp Güneşli günler diliyorum,
Yağmur gerekiyorsa yağmur ve evlerinde,
Açık bir pencere önünde oturup
Şiirlerimi okuyacakları en sevdikleri koltuğu diliyorum.
Benim şiirlerimi okurken de,
Doğal biri olarak düşünsünler beni-
Söz gelimi, çocukken oyundan yorulduklarında
Gölgesine çöküp oturdukları ve sıcaktan
Terli alınlarını çizgili gömleklerinin
Yeniyle sildikleri yaşlı bir ağaç olarak.

II. GÜNEBAKAN GİBİ KESKİNDİR BAKIŞIM
Günebakan gibi keskindir bakışım
Çoğu zaman yollarda dolaşırım
Sağa, sola, bazen de dönüp
arkama bakarak…
Her an gördüğüm şeyi
Eskiden hiç görmemişimdir,
Dikkatliyimdir de bu konuda.
Bilirim bir çocuğun doğarken
Duyduğu o büyük şaşkınlığı.
Hissederim her an dünyanın
O sonrasız yeniliğine doğduğumu…
İnanırım Dünya’ya bir papatyaya inandığım gibi,
Çünkü görürüm onu ama düşünmem.
Çünkü düşünmek anlamamaktır…
Onu düşünmemiz için değil,
(Düşünmek iyi görememektir)
Biz ona bakalım ve onunla uyum içinde
Olalım diye yaratılmıştır dünya.
Felsefem yok, duyularım var benim…
Doğadan söz ediyorsam, onu bildiğimden değil,
Sevdiğimdendir bu, onu sevmemin nedeni de
Sevenin neyi sevdiğini, niçin sevdiğini
Ve sevginin ne olduğunu asla bilmemesidir.
Sonu olmayan bir masumiyettir sevmek
Tek masumiyet de hiç düşünmemek…
Fernando Pessoa
Çeviri: Cevat Çapan
