Dumrul söze karıştı: “Eskiden yaşamış bir insan gibi bahsediyorsun kendinden. Sanki geçmişin malı gibi konuşuyorsun.” “Çünkü ben geçmiş, modası geçmiş biriyim. Burada kendimi temsilen bulunuyorum.”
Şub 23
Tehlikeli Oyunlar’dan
Şub 23
suya düşen kir
ölüm replikleri sahne ötesi
yaşam oyununun perdesi zaman
kırlangıç yağmurları öğütür mevsim
“it ürür, yürür kervan”
zehir zıkkım, cadı iksiri kanar dudağım
uykulu gözlerim gök mavi safir
onur öykülere sürgün
hak, hukuk hakir
karanlığıma sarmaş dolaş düşse de iki damla çiy
süt beyaza öykünür masallarım
masumiyet sokağında buğu tüter suçluluk
saldırgan iştaha sunulur bikir
devasa anıtlara kazınsa da saygınlık
öz benlik fakir
saklı sarnıcında ruh yaralar ruh
kendi ekseninde ikiyüzlü dostluk
insan insana kir
çığlıklarım su yüzüne düşen kan
duygu havanında dövülür ezgi
dilimde es.kir
nemrut çarmıhlara asılır la
bir majör bemol yaratır hükümran
binlerce minör diyez fa.kir
ciğerler dolusu çoğullanır çirkef
hangi sabun temizler karayı
ucube kalem izlerini hangi peş.kir
aymaz ağızlarda yalanla çiğnense de yakamoz
suskun su bakir
soluk soluğa talan
kusmuk kusmuğa zikir
alın yüz arası körlük
algısız fi.kir
kir… kir…
suskuma aldanmasın akbaba
güle, bülbüle inat
anka kanatlarımda taşıyorum aşkı, kafdağı’ma
kafdağı’m yalnız değil…
nuriye zeybek
Şub 23
biraz sonbahardınız
biraz sonbahardınız
ne çok severdiniz harami rüzgârları
güz gülleri açarken gamzeler
yeşile yasaklı dallarınız
yaprak dökerdi en kuytunuza
bir bulut saklardınız gözlerinizde
hüzünlü şarkı gibi
yağardınız geceye
güneylere meylederken
ne çok hazana tutukluydu ayaklarınız
gezinir dururdunuz arka bahçemde
turnalar göçerdi düşlerimden
veda yorgunu gülüşünüzde bin bir sitem
eteklerine rüzgâr toplayan kadınlar
biraz fesleğen kokardınız
yüzünüz dört mevsim hüzün
anaydınız
kadınlığı yağmalanan
annem kadar cesur
ablam kadar yenik
asi değildiniz benim kadar hiç biriniz
sabrı kundak yapıp
yoksul gölgenizde
sevgiye aç bebeler emziren
gözleri bahar elleri çiğdem
tomurcuk memede umuttunuz
sadık yârdiniz
toprak kadar tanıdık
yokmuş gibi yaşardınız
sürgün yüreklerde
dişleri acıya milyon kez sıkılmış
otayamadığım yara
şiryanda kuruyan kandınız
namustunuz
namert diline perdesiz ev oldunuz
milyon kez
alnımın ortasında vuruldunuz
küfür küfür savruldunuz ahraz dağlara
kadındınız
kendi tenine yabancı
dilsiz ağıttınız
kına kokan türkülerde
saçlarınıza mevsimsiz düşen kırağı
tüm zamanlara mühürlü dudaklarınız
kırık aynalarda parçalarken yüzümü
ne çok batardınız can evime
biraz sonbahardınız
benim gibi
sapsarı susardınız
kifayetsiz şiirlerde
-şimdilerde toprak da ihanet eder oldu kendi özüne-
Nuriye Zeybek
Şub 23
Kıştan Kalan Soğukluk
yine de kötü bir kış geçirmedik sanıyorum
altın düştü örneğin
karlar beyaz yağdı, direndi uzun zaman
geleceğin sevgisi bir aklık olarak başladı
sevgilim senin ellerin bir keçi sever kadar taze
sevgilim kolera yavaşladı
üstelik birkaç kez de aya gidildi
gelindi bile
şimdi ey benim badem gözlüm
su çiçeği, kızamık boğmaca geçirmişim
ancak ölünce hatırlanan sarışınım
altın sarısının beyaza dönüştüğü şu günlerde
sabah sabah aç karnına ölünen şu günlerde
kararlı yüreğin bir manşeti yadırgarken
silah kullanmayı isterken ellerin şu günlerde
-sana onu da öğretirim-
yüreğin kıpır kıpır yerinde duramazken
saçını taramamaktan aktardığın sıkıntı
sarı bir boya halinde parmaklarına yayılırken
öyle bir sarı boya ki kanlardan damıtılmış
ve kanların bağışlanmaz dirimini taşıyan
sana bir türkü söyleyeyim
güzel olmasın gerçek olsun
beklet kendini hazır dur
adı belirsiz bademlerle birlik dur
kağnı güdenlerle birlik dur
şehir kuşatanlarla birlik dur
ölen ve yara alanlarla birlik dur
bir tarihte bir dağ yamacında
onikibinsekizyüzelliüç kişi öldü
yamaç yeşildi çünkü bir bahara başlıyordu
ölenlerin bir kısmı, küfeksiz, onların bir kısmı
tüfek müfek bir yana donsuz gömleksizdi
sayı bilmezlerdi toptandılar
böylece bir yerlerde toplandılar
yürekleri uzun bi süre atmadı
aslında
çoğu da insan olduğundan yüreksizdi
bir sürü alan ve ova bir sürü ağaçaltı ve orman
ölmemeye bir sürü bahane
örneğin suyu görünce hemen ayaklarını soktular
çünkü gölgeli bir su her zaman
bitmemiş bir yapıda her zaman
çünkü sonu buysa
ölmek elbette gereksizdi
bilirim hoşuna gitmiştir bu ilkel türkü
ilkelliği bütün bir yaz ve kış yaşanan
çünkü sağlıklı bir güneşe taparsın sen
her bir ışını şiir yazanlara umut ve hüzün veren
bir karanfil olarak süner gider belleğinde
atı ve insanı doyuran çavdar
sevgilim hazırlığın tamdır
ve şiire artık saygın yok
üstelik ben de seninleyim bu konuda
pazardan karsız dönen köylüler gibi
kanın ateşin ve seslerin böyle cömertçe kullanıldığı
böyle sorumsuzca kullanıldığı bir dönemde
herkesin şimdilik hakkı vardır hüzünlenmeye
yukarda dediğime bakma aslında
başarısız boktan bir kış geçirdik
kanımız bile doğru dürüst akmadı
bir sürü çocuğu öldürdüler

Şub 23
Yalnızlıklar 9
Yalnızlık bir boşluktur
içimizde;
sisli yamaçlarında babalarımızın
dev gölgesi dolaşır
babalar ki,
bizde bitmeyen upuzun tiratlardır;
bir masal ağacına benzeyen ellerini uzatıp
ellerimizden
çocuklarımızı okşarlar.
Torunlarına baba derler sonra,
sürekli değişen sesleriyle
torun çocuğunda hortlayarak.
Babalar, alınlarımıza yazılmış yalnızlıklardır.
Kimi zaman asarlar kendilerini tütün dumanına
bir akşamın en ince yerinde
yorgun yorgun,
kimi zaman iç kanamalı bir şilep gibi
rakıya demirlerler yüreklerini;
kimi zaman dayanamayıp kusarlar
bizi hızla,
kimi zaman silerler görüntümüzü
kızları olmamış bir kızla
ve dönüp dolaşıp baba kelimesinde yaşarlar.
Bu kelime biricik evleridir onların
ve onların,
koşulsuz sevmek gibi
sonsuz bir mahkûmiyetleri vardır;
severler.
Babalar ki, bizim tamamladığımızdır;
döverlerse,
yalnızca kendilerini döverler.
Erken çizilmiş karikatürlerimizdir babalar bizim;
onları tamamlaya tamamlaya
çocuklarımızla tamamlanmaya koşullanırız.
Elimizden biricik el eksilse,
yanağımızdan küçücük bir ağız düşse
ya da
kulak mememizde asılı duran
ve zamanı örtündükçe
inatla sesimize benzeyen o ses
sessizliğe dönüşse;
telaşlanırız hemen.
Ellerimizi yitiririz birdenbire, yokturlar;
yanaklarımız tozlu bir ülkedir
unutulmuş masallarda
ve şuramızda
bir gökyüzü sürekli kuşsuzluğa doğurur kendini
ve eşyalar
aslında birer boşluk olduklarını anımsarlar ansızın
sonra boşluk taşar boşluk kelimesinden,
taşar.
Artık ne yapsak yapmıyoruzdur,
ne yıksak yıkmıyoruz.
Babalar ki, yalnızlığın en uzun tarihidir
içlerinden gelip geçtiğimiz.
Yalnızlık,
çocuk kılığında bir babadır
torunların büyüttüğü.
Ve
her terekede bir yalnızlık vardır
sulh hâkimlerinin göremediği.

Şub 23
Troya Önünde Atlar
I. koşu
Kör bir ozan anlattı bunları,
Atların da ruhu vardı Troya önünde,
Ta Hades’ten duyulurdu kişnemeleri,
Atsız bu bu kişneme ölüleri ürpertir,
Köpeği deliye çevirirdi.
Kimi de Troya önünde nal sesleri gezinirdi,
Gömülmemiş bir atın erinçsiz ruhundan.
O gün Akhalar başka biri için yarışsalardı
İlk ödülü Akhileus götürürdü barakasına.
Çünkü ölümsüz atları vardı,
Onları Poseidon vermişti babası Peleus’a,
Peleus da oğluna armağan etmişti.
Şimdi atlar yas tutuyorlar Patroklos’a,
Yürekleri burkuk, toprağa değiyor yeleleri.
Diomedes Tros atlarını koştu arabasına
O atları savaşta Aineas’ tan almıştı.
Bir tanrı kurtarmıştı Aineas’ı.
Sarı Menelaos kalktı sonra, Atreusoğlu,
Tanrısal yiğit koştu arabasına iki at,
Agamemnon’un kısrağı Aithe’yi, kendi atı Podargos’u.
Antilokhos koşum taktı Pyloslu atlarına.
Sonra Köroğlu kalktı, koştu Kır At’ı.
Her yanında çifte kanat
Bilmez yakını ırağı.
Kendini beğenmiş Tahta At’ı çıkardılar sonra,
Yayıldı ortalığa yanık sedre kokusu.
Huylandı öbür atlar bu büyülü kokudan.
Sonra göründü Muhammed’in damadı Ali’ye
Benzer iyi huylu Düldül, edep yeri kapalı,
Dolandı çok tanrılı atlar arasında ağır ağır,
Gözleri iyi görmüyordu.
Başını yana eğen İskender’in Bukephalus’u
Geldi sonra, Hint kızları gibi derin bakışlı
Güneyden yana bakayordu ikide bir,
Sezmiş gibi Granikos suyunun yakınlığını.
Elcid’in Babeica’sı, derken Rocinante çıktı
Ağlayarak.
Anlatma bana atları!
Bilirim, ana rahminden gelir, gece, karanlık
Bir ahırda lamba tutar biri, ışık titrer
Samanların üztünde, hayvanın öksürüğü ve soluğu…
Başını döndürür bakar, “Bana benziyor mu?”
“Sekili mi ayakları?”
Anlatma bana atları!
Sabahın yerden kesilmiş tarlaları ve çığlık
Çığlığa suları gibi gök yarığından atlayan
Kanatlı Pegassos! Gençliğim benim, oğlum!
Delirmiş bir zamandı, yas, ölünün öcü, gövdesiz kuş,
Kırılan yıldız, unutulmuş bir günün yarısı.
Tohumsuz küçük göller ölüm anıtı gibi yükselen,
Ve giysisiz boşluk, yılgın uzay, o bitmeyen
Koşu…Atlar, atlar.Yaşlananı görmedim hiç.
Kimi yelesiyle devirmek ister burçları,
Kiminin eşeler toprağı hala toynakları.
Anlatma bana atları!
Yüreğim kaldırmıyor düşündükçe vurulup
Vurulup yerlerde yattıklarını, anlatma,
Anlatma bana, görmedim Troya savaşını.
II. Ağu
Duydun mu?
Bursalı oto tamircisi Mehmet’in duyduğunu?
Katran, balık ve çam tahtası kokulu,
Yatışmamış çayırsı kadın kokulu kentin
Önceden bildi diye yakılacağını,
Ağulu yılan sokmuş Laokoon’u.
Kıvranıp duruyorlarmış çoluk çocuk
Rüzgarlı İlion kıyısında.
Kıyılarda birikir ölümün artıkları,
Düşüncede yitirilen ve bulunan sözcük,
Sonsuzluk, aranan kırık bir yontu gibi
Kıyılarda birikir ün, yücelik ve düşman.
Çünkü deniz daha bitmemiştir, uykusuz
Ve yarı yarıyadır, çöker delikli fıçısında
Tortulanarak eski ölülerden.
“İzmir fuarından otobüle dönerken
Gördüm, bir bulut sarmıştı İlion’u.”
Bütün kitapları gaz odalarına atmışlar,
Dresden’de, Köln’de, Münich’de.
Über allen Gipfeln ist Ruh
“Gökte uçaklarla kuşlar çarpışıyor,
Kanatlar, tüyler, gagalar yağıyormuş kente.”
Duydun mu?
Hep yabancı kızlar çalışır bizim genelevlerde
Adları La, Li Lu…
“Pkei,
Dağa bırakılan çocuk ne oldu?
Şimdi herkesin ağzında bu konu.
Kurda kuşa yem mi oldu dersin ormanda?
Parçalarını olsun bulamaz mıyız?
Parçalardan bir insan çıkmaz mı ortaya?
Hem ne olur, olmaz mı, gövdesiz olsa?
Olur, olmaz, olsa?”
III. Düş
“Sabaha karşı,
Gecenin kırıntılarını bir anda toplayıveren
Güvercin gibi aç bir saatta,
Doğmamış çocuklar kurar düşlerin yayını,
Kadın düşünde gördü çocuğu ve yangını.”
“Demek çocuğu dağa bıraktılar, düş ve yangın
Kaldı. Keşke düşü bıraksalardı.”
“Evet korktuk düşten, gereği buydu,
Elimizde değildi düşü yorumlamamak,
Yorumun gereğini yapmamak da öyle.
Çocuk büyüyünceye dek bekler yangın,
Beklesin gelecek günün kötürüm yazıtı,
Beklesin kuş gagalarının yaraladığı ayna,
Şarap her zaman içilir ve bekletilir,
Çünkü kırmızıdır sıçrayan kanın rengi,
Gidip gelen günün ve uzayan şarkının rengi.
Bölmedik mi günü yediye geceyi beşe?
Bu uykusuz direncin suyunu mühürlemedik mi?
Biz atmadık mı ayı bunca uzağa doğumdan?
Biz uzatmadık mı uykunun ağır bacasını?
Beklesin gizemli suda bekleyen kamış,
Ve ayın kuru eteğinden bakan göz kuşu,
Kent kurulmadan taşı kör eden kar bıçak,
Ah beklesin bekleyecek olan alın bekler,
Tut gelgitin ucundan derim tutar ve bekler,
Sürer gider su, toprak, usun arsız otu,
Atlı karınca, örtüler, tapınak ve merdiven,
Sürer ölümsüz mutluluk , iç sıkıntısı,
Bekleriz bize verilmiş olanı yaşayarak.”
“Ah çok çekmiş yorumcu!
Taşıyabilecek miyiz dersin birlikte
Kim bilir kaç yıl sürecek kaygımızı?
Yarınımızın ne olacağını bilmiyorduk
Gene de bilmiyoruz, ama bir umut bu çocuk,
Umutsuzluğumuzun umudu.
Git bul ormanda onu.”
IV. Dönü
Orman, çıplak yerlilerin attığı büyülü
Bir ağdır ve sanki avlanmış, şaşkın
Bir at gibi dağ, kurtarmak ister başını,
Tırmandıkça tırmanır çukur sulara
Göklerin.
Aşağıda,
Surlarla deniz arasında, dokuz kez yıkılmış
Surlarla, yedi kez ıssız kalmış deniz arasında,
Düşle yangının iki kanadı arasında,
Hiçliğin tek kurşunu zamanı uzatan
Ve acele söğütleri ölümün dilinden
Konuşturan dayanıklı ırmak horonu ile
Bitişin komşu duvarı Boğaz arasında
Dönüyordu atlar…Yaşlananı görmedim hiç.
Kimi yelesiyle devirmek ister burçları,
Kiminin eşeler toprağı hala toynakları.
Bir yanda armağanlar bekliyordu : Bir kadın,
Kulplu bir üçayak, altı yaşında bir kısrak,
Ateşe değmemiş bir kazan, iki kulplu bir kap.
Bağırmalar, nal sesleri, toz duman…
Über allen Gipfeln ist Ruh
“Peki,
Dağa bırakılan çocuk ne oldu?”
V. Fal
“Şu mavi boncuğu gördün mü? Bir deveci
Tuttu onu geçende. Tuhaf adamdı doğrusu,
Hem fal baktırır, hem dövüşürdü yılmadan
Falına karşı. Anlamam ben. Boğulmuş
Geçerken Fırat’ı. Aç bir köpektir fal,
Kovalarsın, döner gelir, bulur seni.
Şu önümdeki kurşun ne bileyim kimin falı?
Macbeth’e kral olcağını söyledim,
Ama öldüreceğini söylemedim kralı.
Zamanı uzatmak da elimde değil,
Kısaltnak da. Yat sat tat ksanikam.
Bak, gözümü kırptım, her şey geçti gitti,
Yarın dündür, dünse daha gelmed,.
Şu bakla, tuttuğun çocuk olsun, itiyorum,
İniyor dağdan aşağı…Ne kadar zaman geçti?
Bilemem. O mu, değil mi bilemem gene.
Bir lamba yak, akşam başkadır ışığı,
Gece yarısı başka, bambaşka sabaha karşı.
Ama lamba aynı lamba.
Santana ksana dbarmas.İnan, inanma.”
VI. Sevi
Orman sen elimi tutunca başlardı,
Yarılırdı bir incir gibi ortasından.
Koşardık yukarı iki büklüm, soluk soluğa.
Alabalıklarla düşe kalka, çam pürleri
Keserdi hızımız, Elimi Bırakma, Elimi
Bırakma…
Sonra kayardık ta aşağılara.
Ve alçalırdı sessizlik bir ağaç gibi
Kök salardı sende ve bende, arayarak
Toprağın sıraya dizilmiş suyunu.
Ayçiçeğinden göğüslerin döner ışığa,
Yürürdüm göğsünde öğle saatleri gibi,
Yürürdüm bir anıt kemeri gibi iki yanında.
Sonra gene başlardık koşmağa,
Yukarı, daha yukarı, çukur sularına
Göklerin. Öperdim seni, titrerdin, parçalanmış
Anları birleştiren sevi düş görmez. Ey orman,
Ey avlanmış atın falı, ey yeniden başlamanın
Aç güvercini! Falımız yok bizim.
Yaktık onu göçmen kuşların gözlerindeki
Benek, gagalarındaki tekçil dane gibi
Daha gün doğarken. Falımız yok bizim
Melih Cevdet Anday
(Teknenin Ölümü’nden)
Şub 23
Teknenin Ölümü
Kara yakındı önce, hem çok yakın,
Elimi uzatsam tutardı.
Yıldızsız teknemdi inip çıkan gece,
Kurumuş gece, kum, kömür, arduvaz…
Kara yakındı önce, hem çok yakın,
Denizleyin inip çıkan önümde
Bir tanrının atardamarı.
Açtım, yorgundum ama uykum yoktu.
Günlerce yekesiz yelkensiz
Ne de çok kuş takılmıştı ardımıza,
Ne çok harman gördüm köpükten beyaz…
Açtım, yorgundum ama uykum yoktu.
Güneşler hala sağımda solumda,
Sürer gibiydi açık deniz.
Deniz en ince hayvanı belleğin
Nerden kalktım, o rıhtım, o çan…
Bilmiyorum o gök kıyı nereye gitti!
Bir masal şebboyu çarmıhtaki yaz.
Deniz en ince hayvanı belleğin
bir kuşluk vakti tanrının sevdiği
Görünür zaman yaratan.
Canlı mıydım? O uğursuz kıyıda
Öldüğüm gün de bilemedim.
Hep o sallantı, o devinim, o avcıl
Bayrak, bir aş tenceresi, bir az
Küfür, karı kız öyküleri, sonra
Dipteki ölülerin fısıl fısıl
Konuşmalarını dinledim.
Doğdum mu? Nasıl? Belki bir tezlik
Yeli kımıldadı, kan gibi.
Ağaç ve kızak, demir, yağ, halat, katran,
Boya kutuları, sünger, tel ve gaz…
Derken gün kokulu yüreğimdi ilk
Yapının boş gömütünde dikili
Sabırsız kaburgama çarpan.
Ruh, şarabı gördü üzümden önce
Süt, kan olmak için devinir
Tohum bildi herkesten önce ekmeği
Gün, denizi salıvermeden batmaz.
Ruh, şarabı gördü üzümden önce
Ağaç ne diye kalktı çiçeklendi,
Denize inmesi nedendir?
Ah yalnızlığın gömük kapıları,
Aysız ayışığı gibiydim,
Geceleyin gece, gündüzleyin gün
Gibi suyun altınavuran yalaz.
Ah yalnızlığın gömük kapıları
Bir yağmuru dinlercesine bütün
Anları iç içe bilirim.
Bir tekne her zaman düşüncelidir.
Bizimle demirledi gece.
Karaya çıktı tayfalarım uykulu.
Pruvamda çok acayip bir yıldız
Konmak istercesine gider gelir,
Suları budanmış bir yolculuğu
Sürdürmek isterdi kendince.
Kara yakındı önce, ödağacı
Kokusu sarmıştı geceyi.
Ve bir kuş bağırdı çağırdı tepemde,
Fosforlu sesi kabarık ve ıssız.
Lale rengindeydi şimşeğin dalı,
Ve güneydoğunun yangını pembe
Nakışlı bir çanak gibiydi.
Unutmak istemiyorum bunları,
Göğün damarlarını gördüm,
Fırtına kırının yaban keçisini,
Koşar küpeşteme saçsız sakalsız…
Ağaç gibi yırtılan karanlığı,
Koca kulaklı lodosu, o fili,
Ah yay biçimdeydi ölüm.
Yalnızlıktır denizin tek yasası,
Aşkın altın yasasıdır o.
Bir gün kum uaynır, ay gıcırdarsa
Çalınırsa bir gün gömük kapımız
Kalamazsın sabaha inen suda,
Kalk kürek, yola düşmenin sırası
Aşkın altın yasasıdır o.
Kükürt rengindeki ağzı gecenin
Üfürdü huysuz karanlıkta
Sintineme düşçül bir ateşböceği
Kömürdüm, tahtaydım, kurumuş anız,
O böcek oldu yangımı teknemin,
anladım kuşun, yıldızın gizini,
Başladım usuldan yanmaya.
Söndüremezdi kimse bu ateşi,
Kıyıdan kesilmiş sularda,
Kara hem yakındı şimdi, hem çok uzak
Bir yanyanaydım onunla, bir yalnız.
Devirdim bütün yüklediklerimi
Ve demiri uykuda bırakarak
Bindirdim eskil kayalara.
Parçalanıyordum kimse bilmeden,
Ateştim cevizin içinde,
Ve bir gece içinde bilmeden öldüm.
Ey gece, nereden yol bulacağız,
ey yaralı göğsüme düşen yelken,
Ya sen kürek, solmuş rüzgar gülüm,
Ya sen ne diyeceksin, söyle!
Deniz durdu, mumyası yıldızların
Erir gün görmüş kayalıkta,
Ve yürüdü sabah, denizin ineği.
Ölünce ne yapsak sabah oluruz…
Ah kara yakındı ve darmadağın
Kuşları durmuş zaman kadar eski,
Taşları hüzün olan kara.
Kopmuş uykunun iskeletiyim ben,
Artık yelin göğsü olamam.
Gördün mü ölümün gözündeki mor rengi,
Söyle, ölüp dirilen Tanrı, Temmuz,
Ay yapraklarının indiği bu dam,
Eski düşleri taşır mı yeniden,
Koca karınlı kuşlar gibi.
Bir yanda parçalanmış teknem durur,
Sert tütünüyle gün bir yanda.
Kara yakındı önce, hem çok yakındı,
Elimi uzatsam tutardı ama
Yalnızlıktır denizin tek yasası,
Bütün ölüler unutulur,
Yaşayanlar kalır tek başlarına.
Akşamleyin kaptan, birkaç gemici
Gelip dizildiler kıyıya.
Tutunacak bir tekne arar gibiydi
Ayağı kayan meltem ve cigara
İçerek konuştular gizli gizli,
Bense dalgın bakıyordum, boşuna
Koparılmış süsendim sanki.
Çalıştılar bir hafta, Ağustosun
Altısında bütün iş bitti.
Kesik baş çapa, iplerim, küreklerim
Kumsalda şaşkın bir yığındır şimdi.
Tüter el ayak, tüter ıslak odun,
Denizin uzaklardan getirdiği
Yabancı, anlamsız bir şeyim.
Şub 23
Güz
Yapraklar düşmede bilinmez nerden,
Gökkubbede uzak bahçeler bozulmuş sanki
Yapraklar düşmede gönülsüz
Ve geceler ağır dünyamız kopmuş gibi yıldızlardan
Kaymada yalnızlığa
Hepimiz düşmedeyiz, şu gördüğün el düşüyor
Nereye baksan hep o düşüş
Ama biri var ki bu düşenleri tutuyor yumuşak ve sonsuz.
Rainer Maria Rilke
Şub 23
Hasret
benden uçup kaçmışsın ve ben sadeyim hala
senin ihanetine inanmıyorum
kalbimi sevgine öyle bağladım ki bir daha
başka sevdalı bir yürek istemiyorum
sevdanı senin nasıl arzularım
senin bir tek öpücüğünün sarhoşluğunu
bu karanlık acı suskuda nasıl ararım
bağrında senin sarhoşluğun nazıyla uyudu
heves susamış dudaklarında titredi,nasıl
utangaç gözlerinde onun gereksinim güldü
senin istek söylenceni bakışıyla söyledi
ayın sarı bahçelerinde yanmış o iki kol
sarıldı senin tenine bir sarmaşık gibi
anımsıyor tümünü unutmamıştır
o şaşılası geceden yazık ne kalmış arda ki
o dal kurumuş o bahçe ölmüştür
hala istiyorum seni candan seviyorum
gel ey erkek ey somut aldanış gel seni
yangılı bağrıma basmak istiyorum
Şub 23
Yer Yatağında İki Sevgili
Yer yatağında iki sevgili
Nerden baksan
Öğrenci evi
“kaloriferler pek yanmaz”
Uyarısına rağmen kiralanan..
Fakat yine de
Sevişmelerle bazen
Bazen gözyaşlarıyla
Battaniyeler içinde
Sıcak tutmuşlar düşlerini…
Yer yatağında iki sevgili!
Çokça zaman
Türkü çığırıp
Umut bestelemişler
Sırtlarını dayayıp soğuk peteklere…
Heyhat..
Zaman yine yapmış yapacağını
Bir sabah ayrılığı işlemişler
Doğan güneşe..
Ama artık
Yer yatağında UYUMUYOR iki sevgili
Birisi el olmuş çoktan
Diğeri onun şairi..
Okan Savcı







