kalbim

yok
gitti yeraltına umudum
kalbim
fırtınada uçuşan kurum
gibi durmadan dolar
gözlerine birilerinin
ağlatır kanatır
huysuzum

tok
bir çocuk benim sevgim
kalbim
kırılan oyuncaklarım
gibi hep
özletir bana
güzeli
yorgunum

Kaan İnce
kaan+ince kalbim

Elektra Kadınlar

Elektra Kadınlar’dan Seçmeler..

Clarrissa Pinkola Estes,
“Kurtlarla Koşan Kadınlar” adlı kitabında şöyle der:
“Kadınların kendi yaşlarını yıllarla değil, savaş yaralarıyla sayması gerekir.
Savaş yaraları tek tek her kadının dayanıklılığı, başarısızlıkları ve zaferlerinin kanıtıdır.”

Birinci Mevsim.

“If You Go Away” *

*Shirley Bassey: Eğer gidersen…”

Dördüncü Kadın;

“Akşam, yine gölgen, yine gölgen, yine akşam,
Gölgen, neyi görsem, neyi sevsem, neye baksam…
Sensiz içilen bade karanlık dolu bir cam,
Gölgen, neyi görsem, neyi sevsem, neye baksam…
Aguşum açık,
Rengim uçuk,
Kalbim ışıksız.
Karşımda günün çehresi:
Bir yaşlı, çatık kız.
Hüsnün o kadar taze ki,
Sevgim yakışıksız.

İkinci Mevsim.

“Bonjour Tristesse”*

*Francoise Sagan “Merhaba Hüzün”

Onbirinci Kadın;

Hava ne güzel, bahar gelmiş!
Ama çalmadan da oynanmıyor ki..
Komşuya, birlikte parka gidelim, demek komik geliyor.
Kimse de sormazsa; tek başına çıkıp biraz yürümek…
Ne biliyim, alışmamışız kendimiz için zaman harcamaya,
Harcarken birbirimizi yıllarca..

Yok ama, bu Pazar aklıma getirmeyeceğim bunları.
Hazır güneş,mis gibi bir hava,kuşlar…
Bak,gelen geçeni de ne çokmuş bu parkın;çoluk çocuğu,evlisi,bekarı…

Şu karşımda oturan çift kimdir acaba?
O kadar öpüşüp koklaştıklarına göre bekarlar mutlaka.
Siz bir evlenin de görürsünüz üzümün çöpünü armudun sapını…
Oğana değil de kıza acırım:
Ah zavallı ana kuzusu, tepe tepe kullanacak seni bu ayı yavrusu!

Onikinci Kadın;

Evlenecek, çocukları olacak…
Ve ben adlarını bile sormayacağım.
Eminim ben doğurmasam da onlara benim sevdiğim adları takacak.
Mutlaka biri Deniz,diğeri Dağlar…
Ne yaparsa yapsın pisicik,
“Kimseyi güzel öpemeyecek beni öptüğü kadar!”

Ondördüncü Kadın;

“Valla hayatım bunu diyen kendisi:
Biz dostuz,benim için çok değerlisin,hatırın çok büyük diyor.
Ne zaman bir şeye ihtiyacın olursa ilk bana haber ver diyor.
Aslında bir yerde bana en yakın kişi de o.”

“Sen alınma üstüne canım, senin yerin başka tabii..
20 yıllık arkadaşımsın, ikiniz karşılaştırılacak şey de değilsiniz ki…
Benim anlatmak istediğim içimde ona karşı bir nefret, bir kırgınlık yok…”

“Nasıl ifade etsem sana?
Bak mesela borç alacağım zaman aklıma ilk o geliyor.
Yok tabii istemedim de,misal.
Ya da arabasını kullanmaktan hiç gocunmuyorum.
Demek ki aramızda sağlam kalan bir şeyler var.
Asıl önemli olan da bu.
Dost olmamız.
Be ilişkiler var, sürüyor ama iki düşman gibi.
Ben hiç değilse eminim :
O da beni seviyor bende onu.”

Onaltıncı Kadın;

Senin yatacak yerin yok aslında da,bakma işte ben ağırdan alıyorum.
Yani gerçekten çok sabırlıyım.
Hala sana bir açıp da küfür bile etmediysem,
Vallahi de tallahi de ben çok asil bir kadınım!

Zaten yeni evinin adresini de ancak ben sorunca söylemiştin.
Niye; gelmeyeyim diye di’mi ?
Bu kadar mı sıkıldın benden?
Ama bakalım Oğuz bey, şimdi ne diyeceksin:

“Merhaba hayatım… Çıktı mı? Yok, bir notum yok…”

Onyedinci Kadın;

“Tabii canım, keyfim yerinde.
Yerinde olmayacak ne var?
Aşka nasıl alışıyorsa insan, bir süre sonra ayrılığa da öyle adapte oluyor.
Zaten bu biraz kanser gibi di mi?
İlerledikçe eskiye dönmesi zorlaşıyor.
Her duygu bir süre sonra kendisini bir başkasına devrediyor.”

“Bence de telefonda konuşmaya gerek yok.
Hani son aradığında o yeni açılan yere çağırmıştın ya..
Ben de teklifin hala geçerliyse, yarın gidebiliriz demek için açmıştım.”

“Tamam,sekizde hazır olurum. Aşağıdan zili çal, hemen inerim.”

Onsekizinci Kadın;

Ya çocuğu değiştireceğim, ya siyah takımı..
Saat olmuş yedi buçuk!
Bu saatten sonra nereden bulacağım başka oğlanı?

Amaaan!
Giy gitsin be kotunu Necle!
Bu Peter Pan’a bu kadarı bile çok fazla!

Ondokuzuncu Kadın;

“Gözüm mü daldı?
Hiç farkında değilim.
Sen devam et lütfen, iş yerini anlatıyordun”

Of saat daha dokuz bile olmamış.Sıkıntıdan patlayacağım şimdi.
Neyse otur oturduğun yerde Tülay, evde olsan sanki çok mu iyiydi?

“Bir kadeh daha alabilir miyim? Çok mersi…”

Çocukcağız sürekli konuşuyor ama, takip bile edemiyorum ne dediğini.
Arada sırada dinliyormuş gibi yapayım bari…

“Hadi canımm…Peki sonra ne oldu?”

Yirmibirinci Kadın;

Öyle utanıyorum ki sevgilim, özür dilerim senden.
Nasıl oldu da seni unutmaya kalkıştım?
Sırtımı nasıl dönmeye kalktım bu aşka..
Hele de bir başkasıyla çıkmak!
Olacak şey miydi yaptığım…

Biliyor musun canım hep başka ellere baktım ama hiç birine ısınamadım.
Tırnakları çizgili başka el bulamadım.
Sakın aklın kalmasın, sadece baktım.
Değer miyim hiç bir başkasının eline bile…
Sadece eller olsa…
Göz bile istemiyorum seninkilerden başka…


Ya dönerse…
Onu böyle mi karşılayacağım ?
Birisiyle gönül eğlendirirken ya da iyice kendine güvenini yitirmişken…
Hayır hayır!
Ben böyle biri değilim.
En azından aşkların böyle unutulamayacağını bilirim.

Nasıl aslanlar öldürmek içinse insanlar da korunmak için tasarlanmış sanki.

O yüzden olsa gerek aslanlar her uçanı av,
İnsanlar da her kaçanı azalma sanıyor.
Korkularımızın adına onur diyoruz.

Sonra da onu ruhumuzun devleti yapıyor,
Polisler veriyoruz emrine.
Kendi hayatımıza onursal başkan oluyoruz.

Oysa en büyük onur hayatı kendinle birlikte kucaklamaktır.
Ben de kucaklıyor ve kabul ediyorum :
Seni çok özledim sevgilim!

Yirmiikinci Kadın;

Onu çok özlediğimi ona söylersem çok mu zavallı olurum?
Ama başka bir şey demek istemiyorum, denemeliyim.
Yoksa telefon açmaya ne gerek…
Daha geçen gün bankadaki para için aradığında konuşmamış mıydık?
Şimdi neyi bahane edeceğim ki aramaya…
Zaten bahaneye ne gerek… Suç mu bu?
Seviyorum, evet hala seviyorum.
Çok özledim seni, sana seni özledim demeyi bile çok özledim.

Şu sigarayı da içiyim hemen arayacağım.
Aynı soğuk bir kış günü denize atlar gibi..
Bu ya birden yapılır, ya da yapılamaz…
Hiçbir kural, hiçbir arkadaş nasihati artık bana mani olamaz.
Filmlerde midir sadece kadınların aşkı…
İnanmazsanız bakın:
Tanrı’nın adıyla diyip, şimdi arayacağım sevdiğim adamı…

Yirmiüçüncü Kadın;

“Alo, merhaba ben Zeynep”

“Rahatsız etmiyorum ya…
Öğle yemeği arasıdır diye düşündüm ama, eğer uygun değilsen ben daha sonra arayayım.”

“Nasılsın? İyisindir umarım…”

“Ben de aynı şekilde. Koşturmaca bildiğin gibi…
Hani başımı kaşımaya vaktim yok derler ya…
Aynen öyle.”

“Yo pek bir yere çıkmıyorum. Geçen akşam mı?
Ha evet evde yoktum.
Iıııım,şeyle. Sevil’le buluşmuştuk.
Yeni bir yer açılmış da; zorla oraya götürdü.
Cebimin de şarjı bitmişti.”

“Şey,sen dün akşam beni mi aradın?Neden?
Ne diyecektin ki bana?”

“Yok canım,niye çekiniyorsun söyle tabii ki.

Hem sen söyle benim de vardır belki anlatacaklarım…”

“CD’lerin mi ? Ne CD’si…
Ha şeeyyy… Yok tabii,ne mahsuru olabilir.Onlar senin…”

“Yok canım buluşsak benim için zahmet olmazdı ama,nasıl istersen.
Zaten sen ayarlamışsın bile…”

“Yok, yok bir şey mırıldanmadım.
Tabii dedim, uğrasın Burak, veririm.
Rica ederim lütfen dert etme.
Aslına bakarsan bir kere bile dinlememiştim onları…”

“Ben mi? Ben mi bir şey diyecektim?
Bilmem,unuttum valla. Kafa kalmadı.
İşler çok yoğun ya…
Şimdi de Müdür Bey çağırıyormuş beni…”

“Oldu,tabii söylerim selamını. Sen de lütfen bizimkilere söyle. Hoşça kal!”

“Estağfurullah, rica ederim.
Tekrar hoşça kal…”

Neona:
Üçüncü Mevsim.

“Cosi Fan Tutte”*

*Walfgang Amadeus Mozart & Lorenszo Da Ponte “Bütün Kadınlar Böyle Yapar…”

Yirmialtıncı Kadın;

Mektubumu burada noktalarken sevgilim,
Seni çok ama,çok sevdiğimi bir kez daha yazmak istiyorum.

Ne zaman öleceksem, en son bu iki kelimemin duyulmasını diliyorum.

İzin verirsen,bana çok uzaklardayken yazdığın bir şiiri ben de şimdi sana çok uzaklardayken iade edeceğim.
Okumayı en sevdiğim şairin hasretini belki de böyle gidereceğim..

Tabii ben ne Vera ne Pirayeyim.
Ama görüyorsun ya sevdiğim, seni hala hiç uzaklara gitmemişsin gibi sevmekteyim..

Kahveyle sigara kadar yakışırlardı birbirlerine
Sabah mahmurluğunda
Umuda bulanmak değildi dertleri
Telve karanlığında,
Ya da dumana dalmak değildi;
Şömine seyreder gibi…

Radyoda orta dalga, cızırtılı keman ağlamaları
Uzakta da yakın kalma çabaları
İncir çekirdeği dünyalarını sarmaş dolaş doldurmaya çalışırken
Bir hiç için rest
Bir hiç için hep
Bir hep için hiçe sayacak kadardı,
Rengarenk,
Dehşetli, korkulasıydı aşkları…

Hiç bir zaman emin olmadılar hiçbir şeyden
Reddetseler de
Yalnız bile kalamamaktı
Kendi alınlarına kazıdıkları

Sarajevo!!

Yirmiyedinci Kadın;

Artık belki de sana beni ne kadar sevdiğini hatırlatmanın vakti geldi!
Zaman Tanrıysa sevgilim; ben bugün kafirim.

İçimden bir ses yanlış yolda olmadığımı söylüyor.
Seni ilk gördüğüm gün duyduğum o ses şimdi de git, onu bir daha gör diyor.

Hep bana zamandan söz ederdin.
Bense seni, sorunlarımızı çözmek konusunda iştahsızlık göstermekle;
Bir şeyleri örtbas etmeye çalışmakla suçlardım.
Oysa şimdi anlıyorum ki, meğer gerçektende zamana sığınmak aşkımızı en az zedeleyecek yolmuş.
Ben bir şeylerin hemen konuşulması,
Edilecekse kavgaların hemen edilmesini isterdim ki,
Bir an önce barışalım.
Sabırsızlığım yüzünden belki de az kaldı birbirimizi incitecektik,
Onarılmaz sözler söyleyip,
Sonra da o sözleri söyleyen dudakları bir daha öpmek istemeyecektik.

Otuzuncu Kadın;

“Neden hep sorun çıkartan ben oluyormuşum bakalım?
Zaten büyün ilişkimiz boyunca bana reva gördüğün sıfat bu oldu:
Huysuz!”

“Hatırlamıyorum,evet!
Söylediğin hiç bir sözün iyi olduğunu; bir günden bir güne de bana iltifat ettiğini hatırlamıyorum.”

“Kavga istemiyorsan sen de adam gibi davranırsın!”

“Ne demek terbiyeli ol…
Eskiden terbiyesiz olursam severdin ama…
Hangi Leyla’yı istediğine karar ver.”

“Bana bak,ben hiç değişmedim tamam mı?
Değişen,sonra da çekip giden sensin.
Ben duranım, bıraktığın yerde kalanım.”

“Ne demek olmadığı için gittin…
Olmayan neydi?
Bana bunu açıkla, bunu bana açıklayacaksın.”

“Ben bağırmıyorum sesim öyle benim.
Ama sen bana bağırdın işte…
Hem de nasıl bağırdın.
Tabii bağırdın, bak yan masadaki kız bile bakıyor.”

“Yani senin bağırdığına değil de benim ağladığıma bakıyorlar, öyle mi?
Yani utanıyorsun artık benden.
Eskiden ağladığımda gelip sarılırdın.
Şimdi en azından senin aşkından ağlayan bir kadının gözyaşlarına bile katlanamıyorsun.”

“Hayır artık özür dilemenin bir manası yok.

Ben anlayacağımı anladım.
Bir daha görüşmek istemiyorum seninle.
Kalkalım artık.”

Otuzikinci Kadın;

“Üzerinden aylar geçmesi de çok önemli değil aslında…
Önemli olan ilk kırılış.
Biz kadınlar fay gibiyizdir…
Bir kırıldık mı sallan dur ondan sonra..
Yıllarca artçımız sürer.”

Neona:
Dördüncü Mevsim.

“Willkommen Unglück Wenn Du Alleine Kommst”*

*Johann Wolfgang Von Goethe “Felaket; tek başına geldiysen,hoş geldin!..”

Otuzdördüncü Kadın;

Tanrım size soruyorum,
Gördüklerim doğru muydu?
O benim canım, o benim erkeğim..
Söyleyin artık başkasının mı oldu?

Bu aklıma hiç gelmemişti.
Herkes söyledi ama, o söylemediği için bir an bile inanmamıştım.
Ben sadece ona inanırım Tanrım…
O bana yalan söylemez.
Niye söylesin?
Zaten gitti, bir de niye alsın kardeşliğimizi…

Unutmak için neler denedim siz biliyorsunuz?
Hatta gitmek zorunda olduğunu bile kabul ettim.
Yine de bir ümit bir türlü bırakmadı yakamı…
Tanıyan birini görsem onu sormamak için hep savaş verdim ve hep yenildim.
Herkese unuttum nutku çekerken bile kulağım telefondaydı.
Her sokağa çıktığımda gözüm yollarda onu aradı.
Yazdığı toplasanız bir kaç satır…
Belki bin kez okudum.
Fotoğraflarını kokladım, ellerini sevdim fotoğraflarda…
Bir anahtarlığı kalmıştı bende…
Öptüm öptüm yastığımın altında sakladım.
Birlikte gittiğimiz yerlerden o görmeden aldığım peçeteler şimdi benim en değerli hazinem.
Siz tanıksınız Tanrım,kaç gece ağlarken uyuya kaldım.
Sonra o kabuslar bitmek bilmedi.
Bir oraya, bir buraya dön, aylar geçmedi.

Ne acılar içinde yandım da kimseyi rahatsız etmedim.
Bir sizin kapınıza vardım her gece, bir de ay ışığımızın.
Onunla gönderdim sevgimi, hasretimi; sizden dilerim mutluluğunu sıhhatini…

Otuzbeşinci Kadın;

Beni buralara; sevdiğim adamın şimdi bir kadınla olduğunu bildiğim bir evin önüne getiren aşk;
Senden nefret ediyorum!

Bu gece,bu yıldızlar,bu ay ışığı…
Hatırlıyorum sizi…
Siz ona vurulduğum ilk gece de yine böyle tepemdeydiniz.
Oysa tebessüm sanmıştım şu sırıtkanlığınızı;
Çocuk kalbimde ne çok sevilmiştiniz…

Kurnaz kuzey rüzgarı,
Sen de çok eğleniyor musun?
Eskiden şarkı söylerdin bize;
Şimdi ise duyuyorum, alay ediyorsun.

Ah anneciğim,dememiş miydim hayrıma okuduğun dualar havaya gider diye…
Ben artık kabul ettim sende et:
Tanrıyı da aşkı da insanlar yaratır.
İKisi de önce verir,sonra alır.

Ooo, arabamız da buradaymış.
Bakalımm, evet sıcak! Gezmeden yeni mi geldiniz?
Hala kapıda oyalanmakta mısınız acaba?
Küçükhanımcığım, beyefendiler sizinde ayakkabılarınızı eğilere çıkardılar mı?
Çok severler de ayakları…
Belki de çoktan…
Yoksa şimdi siz…
Ah belki şimdi onlar….
Belki de çoktan birbirlerine dokundular…

Bu ne rezalettir yaptığım..
Bu nasıl bir acı, bu nasıl bir gerçek…
Nefret bile duymaya hakkım yok ki gidip zarar vereyim üçümüze…
İçimdeki yanardağı patlatıp, hep birlikte sonsuz olalım bu gece.
Oysa kapılarını bile çalsam kaçarım.
Ağzımdan çıkacak ilk söz ne olacak ki,onları rahatsız edeceğim?
Orası dört duvar, dışarıda olan benim.

Otuzaltıncı Kadın;

“Hayır,aşkı bu işe karıştırmayın.

Bu mesele hayatla benim aramda

Terk edilmem, hayatın benim mutluluk ümidime verdiği yanıtıdır, o kadar.
Bu bir şamar çünkü, onu karşıma çıkaran hayat pekala beni ömür boyu sevecek birini de çıkarabilirdi.
Üstelik bu ilişki için inanılmaz fedakarlıklar yaptıktan sonra bana aşk acısını tattırdı.
Niye? Çünkü benimle uğraşıyor.
Beni ezmek için en güvendiğim insanları bile kullanmaktan kaçınmıyor.”

“Peki öyleyse neden büyün insanlar her ortamda yaşayabiliyor?
Başlarına ne gelirse gelsin, insanlığın başına ne gelirse gelsin yaşamak onur kırıcı olmuyor da neden restleşmek onur kırıcı oluyor?
Saçma…
Yaşayanların ölümle ilgili ahkam kesmesi çok saçma…
hiç objektif değil!”

“Tabiiki milyonlarca hücrenin arasından sıyrılmanın bir bedeli var.
Daha o anda hayat, kulağımıza ‘Öyleyse gardını al’ diye fısıldıyor.
İşte bu sesten korkmuş embriyolar eksikli doğuyor ve onlardan o kadar çok var ki,
İlle de yaşamak için uydurdukları bahanelere mantık deniyor.
Mantıkmış…”

Otuzyedinci Kadın;

“Selvi boylum al yazmalım” mı daha güzeldir,
“Muhsin Bey” mi?
Ben,
“Devlerin Aşkı”nı seçtim.
Yaşadığım en güzel aşk;

Sana çok teşekkür ederim.

Ve fakat benim bu aşkım, küçük dünyamı aştı.
Seninle birlikte olabilme umudum zamanla
Hayat efendiyle bir müsabakaya
dönüştü.Yenilen çekip gidecekti.
Cahildim,bilmiyordum kimsenin kazanamadığını…
Anlayacağın gitmek bana düştü.

Şimdi içinde helezonarına kapıldığım boşluk,
Benimle semahını dönmekte.
Bilirsin hayatımda hiç dans etmedim ama,ilk dansım için çoktan kara elbiseli adama “evet” dedim.
Oysa şimdi seninle bir el tavla atmayı ya da bir bardak çay daha içmeyi ne çok isterdim…

Fakat Jean Sibelumo genç kızın ölümle dansını çalmak için sabırsızlanıyor;
Artık gitmeliyim.
Zaten tüm gücümü şu notu bırakıp, senin içini rahatlatmaya harcadım.

Sakın unutma;

Sen,beni bir zamanlar vazgeçemeyeceğim kadar mutlu etmekten başka hiçbir kötülükten mesul değilsin!

Sadece bir küçük kalp kırıklığım var:
Sokaklarda dolaşırken keşke benimle daha çok el ele yürüseydin.

Hadi şimdi bana şans dile!

Neona:
Beşinci Mevsim.

“Ârif ol sevdâ-yı ışk inkârın etme ey hakîm
Kim vücûd-ı halkdan ancak bu sevdâdır garaz”*

*Fuzuli “Ey bilge kişi!Aşk sevdasını inkar etmemekle arif olduğunu göster.
Çünkü yaratılış varlığının amacı sadece bu sevdadır…”

Otuzdokuzuncu Kadın;

İnsanlar başladığımızı, terk edilmeyi, evlerden işlerden ayrılmaları,
Göz yaşlarını, incinmeleri, bir daha duyulmasına yürek dayanmayacak o kötü sözleri
P*ç gibiliğimi, avuç avuç ilaçları biliyorlar.
Bunları Allah kahretsin ki herkes biliyor.
Artık birbirimizin iyileri olmadığımızı…
Artık tarzımız değilmişizliğimizi…

Ama bir şeyi biz ve de sadece biz bildik.
Ömrümüz boyunca birbirimizden bile saklayacağımız bir sırrı…
Hem bu sırrı hem de neye benzediğini beraber öğrenmeye çalıştık.
Her şey yalan tek gerçeği;

Biz sevdik…

Bu sevgi koca bir yolculuktu, sanki bana kendiimden gelen bir mektuptu…
sonunda ben ben’den gayrı bir ülkeye vardım.
Pasaportum Aşk Konsolosluğu’ndan…
Bak mührün de de Edgar Morin’in hangi sözü yazıyor:

“Bilgeliğe ihtiyaç duyarız.O da bizden ihtiyat,itidal,had bilme ve vazgeçme ister.”

Yeni ülkemin tarihe ve coğrafyaya yayılmış bilge çocukları;

Bu defa kapınıza ben geldim!

İşte son Elektra söylüyor şifreyi:

Her şey için af diliyorum..

Ve her şeyi affettim.

 
Devrim Sevimay
 
 
 
indir Elektra Kadınlar

Yolculuk

Ve İstanbul geldi, bir halk şenliğinde

Gömmüş otuzdört ölüsünü Mayıs mavilerine..
Seslendiler bir şiir öncesinde verip elele
Bütün iyi ölülerimle ölümsüz soy şairlerim:

Unutmak kolaydır suçlamak kolaydır
Aslolan beslenip bir gül fidanı gibi
Yaşamın yapraklarıyla geçmişin toprağından
Bir gün bile yitirmeden bulutlar içinde
Güneşin yolunu
Geleceğe güller sunmaktır
Geleceğe güller sunmaktır..

I

O zamanlar gökyüzü biçilmiş buğday kokardı
Çiğnenmiş üzüm, mısır püskülü, bostan yaprağı
Toprak kokardı insan emeğiyle yoğrulmuş.
Rüzgâr serin sesli konuğuydu evlerin
Bulutlardan ağaçlardan saçlardan süzülen
Bir dirim duygusuyla doldururdu odaları
Yağmur ikinci adıydı akşamların
Günün yorgunluğu üzerine dökülen
Bir düş inceliğinde akardı sular arklarda
Dilde uzaklık türküleri tutuşturarak.
İnsanlar bir soru imi gibi girip çıkarlardı
Geçimin dar kapılarından
Alın teri umut ve kaygıdan örülü
Mutluluk toprağın ve güneşin eline bakardı.

O zamanlar dünya küçüktü ve insanlar
Kardeşlik kokardı yardım duygularıyla
Paylaşmak, bir sevinci ya da güçlüğü
Bir karşı koyuş biçimiydi hayata.
Birbirine benzerdi evler, toprak dam
Beslenen hayvan, çocuk sayısı, daracık camlar…
Bir sır gibi gizlenirdi güzellik büyüdükçe kızlar
Erkekler şapkalarının siperinde geçerdi sokaklardan.
Aynı yalın dili konuşurdu yaşlılarla çocuklar
Dingin bir gölle bir akarsuyun dostluğunda.
Sevgi bir düş gülüydü bitişik avlularda
Sessizce serpilen, bunalmış ve utangaç
Evlilikle koklanırdı ancak ve solardı daha ilk yaz.

Birbirine benzerdi
Mevsimlerin bahçelere getirdiği renk
Evlere getirdiği telaş, sevinç, keder…
Yaşamak ağır bir suydu, zamanın
Ve toprağın derin ırmağında
Sürükleyerek bir nice hayatı ince kıvrımlarında
Akar, akardı…

II

Bana sorular öğreten dost
Bir de sen bulmadıkça doğrular yarımdır diyen…
Kimi gün bir türkü, kimi gün şiirlerle
Kitaplarla daha çok, giderek kitaplarla
Sabırlı, içten, yalın
Örnekler çıkarıp adım adım
Küçücük bir kentin kapalı hayatından
Bana dünyaları gösteren dost…
Telaşını taşıyorum yıllardır
Konuşurken birbirine vurduğun parmaklarının
Ve içine yüreğini koyup koyup
Ak güvercinler gibi ağzından uçurduğun
O büyülü, sıcak, doğru sözlerinin…

Sesini çoğaltıyorum sesler içinde
Bir tutku gibi geciktikçe büyüyen
İnancının onurunu taşıyorum yıllardır.

III

O zamanlar büyük kentlerin varoşlarında
Hayatın dengesini tartan öğrenciler vardı
Taşralı yüreklerinin tedirgin terazileriyle.
Öfkeye benzerlerdi biraz, aceleci sert tatlı
Sevgi kadar yumuşak, yoksulluk kadar katı
Yürüyüşleri önemli, susuşları anlamlı
Birer düş damlasıydı duruşları rengini evlerden alan
Sözleri alışılmış görüntülerin örtülerini aralardı.
Bir köprü kurup sorulardan hemen kendilerince
Bilinen iki şey arasında
Sular gibi akıp altından, üstünden rüzgâr gibi geçerek
O masal ülkesinin kapılarını zorlarlardı
İnançları kadar yalın kılıcıyla yanıtlarının
Boyları ırmak kıyılarında serin söğüt dallarıydı.

O zamanlar uzak taşra kasabalarında
Akşamlar birer kara buluttu
Ölümü yedeğine almış ajans haberleriyle.
Korkunun ve bekleyişin bunalttığı evlerde
Yüreklerinde merakın ağır yüküyle insanlar
Günde bin kez gidip gelirlerdi
Yaşamla ölümün bıçak sırtı sıratında.
Ölenler, arananlar, yakalananlar…
Gerçek oğlu, Düşten olma, 1950 Dünya doğumlu…
Bir metal ses, yitirmiş insan sıcaklığını
Okur, okurdu…
Rahatlatırken nice insanı acı bir sevinçle
Söylenen her isim
Bitişik evlere düşen yargısız bir kıyametti…

IV

Ey gece sokaklarına sabahın resmini çizen
Ey gülüşün ve ay ışığının gümüş çocuğu
Yaşlanan yolcusu artık uzun yürüyüşün
Ey sözleri halkının kalbini içeren…
Yağmur çürüttü o afişleri çoktandır
Bir suçlu gibi susturup renklerini
Sürükleyip götürdü o türküleri rüzgâr…
Hani o, güneşini eğninde taşıyan
Bir ulu geleceğin altın kalemini
Batırıp batırıp ömrüne ve geceye
Kenti süslediğin…
Birinde bir ölümsüz yüz ölüme inat
Birinde düğün eden sözcükler
Yaşamak ve direnmek kıvamında…
Yok artık, gömüldü anıların göğsüne
Közünü küllerinde saklayan bir ateş gibi
Şimdi her şey duruk örtüsünde zamanın…
Duvarlarında boydan boya
Büyük şirketlerin reklam afişleri
İnsanı silahsız vuran bir yasal suç
Şimdi kent, sana yasakladıklarıyla
Ölü, çirkin ve kirli…

V

Biz o çocukları hiç anlamadık
Biz o çocukları tanımadık hiç…

Mavi bir damar gibi kentin gerilen bedeninden
Bir çığlık çağlayanı gibi, geniş uzun pembe
Savrulup gittiler de kaç kez rüzgâr rüzgâr
Duyurabilmek için bizim türkülerimizi bize
Bir gün olsun inip aralarına katılmadık
Sesimizi katmadık seslerine…
Korktuk, neden korktuğumuzu bilmeden
Büyük heyecanlardan korktuk, küçük rahatlardan
Uzun yolculuklardan, yakın acılardan
Kurumlaşmış ne varsa güzeli ve geleceği kuşatan
Korktuk hepsinden…
Çekilip böcekler gibi evlerin kabuğuna
Sıkı sıkı sürgüledik kapılarımızı,
Balkonlara çıktık en fazla, camlardan sarktık
Garip bir merakla bakıp arkalarından
Saygılı, şaşkın, küçümser
Karmakarışık duygular içinde bocalayıp kaldık.

Sözleri ulaştı uzaklığımıza perde perde
Tanyerinde yükselen buğusu gibi toprağın
Ama elleri, yürekleri, yüzleri
Sert miydi sıcak mı, dost muydu düşman mı?
Bir gün olsun dokunup kendi ellerimizle
Aklımızla yüreğimizle duygularımızla
Anlamadık…
Uyup yükseklerden gelen bir sesin buyurgan tonuna
Bizim olmayan bir ağızla konuştuk haklarında…

Şimdi düşünüyorum da
Korkmayan yanımızmış o çocuklar bizim
Ama biz korktuk.
Konuşan yanımızmış o çocuklar bizim
Ama biz sustuk.
Düşleyen yanımızmış o çocuklar bizim
Ama biz teslim olduk.

Biliyor musun, güz
Daha bir dokunaklı geçiyor beş yıldır.
Yağmur yağdı bugün, savrulan yapraklar
Sürüklendi bir süre dilsiz sokaklarda.
Bilmem ki, bilmem ki nerelerden
Çıkıp geldiler birden o çocuklar ufkuma
Yedi renkli türküler, bayraklar, pankartlar…
Bir yalnızlık duydum ta içimin derininde
Bir ses sağanağı, bir özlem…
Düşünüyorum da, farkına varmadan
Sessizce, kendiliğinden
Sevmişim meğer onları ben, inanmışım
Katılmışım hatta türkülerine kendimce
Uzaktan uzağa…
Yoksa niye kanasın değil mi
Bunca yıldan sonra sesim
Böyle durup dururken…

VI

Resmini çizdiğin gibi duruyor kent
Olanca akışına karşı hayatın
Evler mevsimler ömürler boyunca
Kimseler düşlerinin dışına çıkamadı.

Güzelleştirmek için yürüyüşlerini insanların
Ayakkabı boyuyor, o çocuklar yine
Omuzlarında evlerin yollara sarkmış zayıflığı
İnce bir eziklik sızıyor durdukları yerlere
Elleriyle seslerinin tedirgin çatlaklarından
Matlaşıyor mavisi tam burada resmin

Dillerinde bir eski bildik rüzgârla
Konuşuyor kendi merkezinde iki genç
Saçları sözlerine karışmış
Gülüşleri gamzelerinde düğümlü
Balkıyıp duruyor yüzlerinde
Yürek çarpıntılarından bir titrek hale.
Hayatı kurtarıyor tam bu noktada
Resmin arılaşmış mavisi

Kadınlar porselen yün ve ruj satın alıyorlar
Kadınlar durmadan bir şeyler satın alıyorlar
Solgun dudaklarını bırakıp sırnaşık tezgâhlara
Kirpik saç boya yedi renkli kokular
Gün boyu mağazalarda devinen bir telaş
Yıpranan yerlerini yeniliyor kadınlar
Üstlerinde aldanışın uçuk sarısı
Bir eksiği taşıyorlar çarşılardan evlere
Senin renkler arasına sözcüklerle çektiğin
O görünmez ince derin çizgide.

Göğüsleri caddeye sarkmış bir sinema afişi
Tutup bir adamı en zayıf yerinden içeri alıyor
İçeri alıyor birahaneler sıkıntı yolcularını
Camiler dünya kaçkını cennet düşçülerini…
Yüzünde yalnızlık arması yayvan hüzünler
Terli düş kokuları dinen telaşlar kapanan kapılarıyla
Akşamı karşılıyor kent arabesk şarkılarda…
Polis raporlarında asayiş berkemal
Bir adam geçiyor günün ufkundan
Günün ve umudun o kırılgan çizgisinden
Bilge bir gülümsemeyle örterek bulanık görüntüleri
Bir güven duygusu gibi rahat ve güzel
Alnında mavi bir serinlik, beyaz bir ıslıkla dilinde…

XIII.

İnsan ki anılardan bir buluttur
Hayatın sonsuzluğa akıp giden göğünde
Savruldukça çoğalır çözüldükçe birikir..
Düşmeden son damlası toprağın rahmine
Kimbilir kaç mevsim görür
Kaç rüzgâr geçirir..

XIX.

İnsan belleğinin ihanete vuran unutuşu
Ey yanlışı emziren kör meme
Hayatın kaçınılmaz kusuru..
Kapındayız işte koskoca bir geçmişle
Ölüler diriler düşenler dövüşenler..
Nicedir boşluğunda kimsesiz rüzgârların
Acı çığlıklar attığı cansız alanlar
Doğrular, yanlışlar..
Bir gizli dil gibi öfkenin için için
Derininde büyüdüğü dilsiz suskunluklar..
Kalanlar, kaybedilenler
Ne varsa, kapındayız işte
Tutuşturmak üzere yeniden
Zamanın küllenen yüreğini..
Sun bize inancın duru pınarlarından
Süzülen o eski tadını düşlerin;
Ömrümüzün acemi dallarında
O bir heyecanla telâş telâş açılan
Don vurmuş tomurcuğunu geleceğin..

Yaşamak ölümden üstün, acıdan büyük
Ver bize coşkusunu yeniden
Sesimizi geri ver
Sahipsiz kalmasın özgürlüğün türküleri
Kardeşliğin paylaşmanın sevginin
İnsanı çoğaltan o gönül zenginlikleri..
Zoru seçiyoruz yeniden, inançla, inatla
İyi, doğru ve güzel
Ne varsa “büyük insanlık” adına
Kapındayız işte bir daha
Tarihsin sen
İnsan emeği ve düşüyle yoğrulmuş
Göster bize geleceğin yollarını..

Şükrü Erbaş
yolculuk Yolculuk

Yol Ayrımında

hüzün ikizidir aşkın
birlikte otururlar yol ortasında

ah serkeş güzelliği elmas sevişmelerin
çağırmasın beni artık çılgın krallığına
diş izi çoğaldıkça bitiyor elma

kayalık dalgalarınla dinle beni
deniz çıplak uzanır tuzun beyazlığına
sen kendi düşlerinden asıldın mı hiç
yeni bir çığlık öğret yanıtlarına

hüzün derindeki izidir aşkın
birlikte susarlar yol ayrımında

Ayten Mutlu
ayten+mutlu Yol Ayrımında

Elveda

-I-
gidersen
asırlık bir ağaca yaslanmış gövdem
kökünden sarsılacak
var gücümle bağıracağım
günleri yanıtlayan ormanda
hiçbir şey kalmayacak
kendi sesimden başka

madenciler uzun lambalarını yakarak
gururla inecekler
oraya
dünyanın bir saat gibi döndüğü
dağların derinlerine

her şey karanlığa düşmeden önce
ışık sönmeden
kapanmadan gökyüzünün kilidi
sadece büyücü ve ölüm
görecek beni

-II-

gidersen
renkleri öp son defa
sesleri okşa
suyun üstündeki değirmene yürü
zaman indirirken perdelerini
ataların ve tanrıların yasakladığı
huzur
beklesin orda beni

uçan bir gölgedir o
tutsaklık ateş ve hürlükten yapılmış
mavi gücün kaynağı
kırılmaz çemberin sınırlarında
hançerin soluğuyla dirilen
kara bir kartal olur

dinginliğin acılı anasıdır o
geçmişin geleceğin anların ve yaşamın

-III-
güneş alçaldığında biraz dur
düşlerini anımsa
düşlerine adadığın hayatı
içinde rüzgârın soluğunu duy
ve düşlerin bilediği kılıcını al

sunmak için
sunmak için kanınla
bir avuç toz kemik ve ışıkla
yanan
avutmayan bağışlamayan
ölümün muhteşem güzelliğine

sunmak için yer altı prensine
büyücünün elindeki ışığı
zaman yakar uzun lambalarını
karanlığın okunu sapladığı ormanda

-IV-

bekle
şimdi ateş sönecek
yasaların kutsal dansı bitecek
kaynayan suların, kanın ve buzun
toprağın ve aşkın kardeşi olan
öfkeni
trompetlerle gelip gömecek yağmur

dünyanın kristal dehlizlerinde
ne öç, ne acı
ne uçuşan yapraklar
ne sessizlik…

hiçbir şey kalmayacak
hiçbir şey
kendi sesimden başka
var gücümle bağıracağım
ELVEDA… ELVEDA…

Ayten Mutlu
elveda Elveda

Son Armağan

yalnız bir ağacın öldüğü yerde
üç kere döner kuşlar
sunmak için kederi yaprak perilerine

koruyun onu koruyun
sonsuz uykusunu bu iyi ağacın
kutsayın onu güzel sözlerle

yeni doğmuş bir yıldızın ışıklarıyla
örtün suçsuz gövdesini
kimsesiz gövdesini
sarın iyi sözlerle

sözlerdir artık sadece
beklediği yaşayanlardan
hiçbir işe yaramayan boş sözler

bitti işte, ne rüzgâr
ne ağaç kurtlarının şenlikli çıtırtısı
gece ne ay ışığı
ne lanetli karanlık
ne de canlı gülüşü günışığının
okşayacak onun kabuklarını

dönün kuşlar, kuşlar dönün
gözyaşları akıtın sönen yapraklarına
yaşamın son armağanı olsun ağaca

dönün kuşlar üç kez daha
ağacın tek başına öldüğü cıvıltılı ormanda

Ayten Mutlu
son+armagan Son Armağan

Ölüm Gibi

işte sevişmek bitti
ölüm gibi devam ediyor gece

aşk henüz gidilmemiş bir ülkedir, diyorsun
ne kadar uzak gitsen çıkamazsın teninden
kendinden çıkamazsın ne kadar yakın gelsen

sessizce dinliyorum gecenin çanlarını
açık bir yara gibi çalıyor çanlar
vuruluyor sesinde çanların hayvanları

çıkamıyorum senden ne kadar uzak gitsem
sana varamıyorum
ne kadar yakın gelsem

gözlerinde
acının ürperen tenini okşuyorum
nereye akar, hangi ölü denize
istiridyeden koparılan incinin kanı
biliyorum

ölüm gibi devam ediyor gece
susamış bir yangını söndürerek kalbimde
çekiyorum körelmiş bir ateşin bayrağını
sesindeki çanların en yüksek kulesine

kapanıyor gecenin ağır kapısı
sonsuz mavi bir cam kırılıyor içimde

öpüyorum
öper gibi gözlerini son defa
ölüm gibi bir aşkın gözyaşlarını

Ayten Mutlu

olum+gibi Ölüm Gibi

İstanbul’un Gözleri

olur ya, gün gelir kırılırsın, yalnızlık evin olur
ya da kaybolursun anılar ormanında
sesime tutun, siste seni arayan
gözlerine, o gencecik İstanbul’un

unutmadım, unutmuş olamazsın
kalbimizde yürüyen o ışık ormanını
kapat gözlerini ve gel, o sıcak sihir
aksın yine parmaklarından bir dua gibi
yaşanmış bir aşkın tuzlu tenine

Maçka parkındaki çınar ağacı
ilk öpüşün ebruli tozlarıyla
on sekiz yaşında bir İstanbul’u
bıraksın akşamları bir rûya gibi
yağmurun ıslak dudaklarına

unutuluş müziğinin notalarına
zamanın ağzında lirik bir şiir
gibi girsin gece gelen Haydarpaşa treni

saatini öyle kur ki geri dönüşün
hiç durmasın Dolmabahçe’de zaman
cam pabucumun teki kalsın merhaba gibi
Beşiktaş iskelesinin merdiveninde
çıtır çıtır susamlı bir Ortaköy sabahı
biraz daha beklesin
meçhule giden geminin güvertesinde

kapanmadan su yolları kalbimde
her gece yıldız giyinen bir ışık şehir
ömrü ikiye bölen firuze nehir
gibi yıksın yokluk ülkesinin duvarlarını

zamanı yırtan spiral yörüngede
her zaman açık duran o gizli kapı
o yalnızlık kapısı, o tuzlu aşk
biraz İstanbul getirsin yokluğun masasına
buzlu bir kadeh rakı, bir dilim peynir
bir avuç buğulu erik tadında

biraz Mısır çarşısı, ipek çarşaflı bir gül
gibi koksun yatağım ölüm olmadan adım
son uykum aşk desenli olsun
biraz nihavent baksın biraz İstanbul
hiçliğin gözlerinde yokşehir

açmadan kapısını o karanlık ülkenin
iki dünya arasında bir köprü
kuran İstanbul’un gözleri gibi
son kez maviye boya içimdeki renkleri
çıldırtan varlığına inat sonsuz yokluğun
yokluk olmadan adım

gel
kırılmış olmasan da
yalnız değilsen de gel
n’olursun gel

Ayten Mutlu
istanbulun+gozleri İstanbul'un Gözleri

Uyandırmak İçin Seni

-I-

uyandırmak için seni
ayışığı sonatından geceyi çaldım
ıssız bir şehre gittim hiç gitmediğin
sessizliğe bilmediğin şiirler fısıldadım

rüzgârların dindiği kıyılarda
öykünü dinledim ıslak kumlardan
deniz uyuyordu ayak ucunda
aramızda tüy gibi uçarken zaman

aralık perdelerden yüzüne düşen
ayın tenha seslerini okşadım
açıklarda yitmiş bir yelkenliden
eğilip yıldızlara gölgeni öptüm

-II-

kimsesiz çocukların ince parmaklarıyla
dokundum düşlerinin kırılmış aynasına
eski resimlerin soluk çizgilerinden
ellerini seyrettim mağaralarda

uyandırmak için seni
bütün geçmişini yeniden yazdım
bir gülü iliştirip yalnızlığına
unuttum ne varsa unutmadığın

uçucu bir kokuyla sardım çıplaklığını
bir dağ gecesi gibi ürperdi tenin
soluğundan soluğuma uzanan
uzun bir yol diledim

uyandırmak için seni
alnına solgun düşen saçlarını seyrettim
sonsuzluğu çağırdım avuçlarından
kayan bir yıldız gibi ölürken kalbim

Ayten Mutlu
kayan+bir+yildiz+gibi+kalbim Uyandırmak İçin Seni

Fırtına

Korkudan uykusuz
Sarı yapraklar-
Fırtına esecek diye.

Kadir Aydemir

kadir+aydemir Fırtına