Hadi git azıcık İstanbul iste
Kosunlar o denizi bir çanağa
Bir çıkına elesinler o günlerimi
O yazdan Üsküdar’dan ne kaldıysa Elif’ten
Doldur ceplerine
Onlarda yoksa komşularında vardır
Tanırlar sevinirler
Beni Bay Metin gönderdi, de
Metin Eloğlu
Şub 23
Şub 23
En mutlu – gün en mutlu saat
Kurumuş körelmiş yüreğimin bildiği,
En büyük umutları gücün ve gururun
Hissettiğim, geçip gitti.
Güç mü dedim? Evet öyle düşünmüştüm
Ama yazık! Çoktan yitip gitti hepsi
Gençliğimin hayalleri-
Ama boşver şimdi.
Ya gurur, ne yapacağım senle şimdi
Sakin ol ruhum!
Belki bir diğer baş devralır
Üzerime döktüğün zehri.
En mutlu gün – en mutlu saat
Gözlerimin gördüğü göreceği,
En parlak ışıltısı gücün ve gururun
Hissettiğim:
Ama o zaman çektiğim acıyla
Gücün ve gururun umudunu verselerdi,
Yaşamazdım o parlak saati tekrar
Çünkü onun kanatlarındaydı kara alaşım
Ve çırptıkça-bir öz dökülüyordu
Öldürmeye yeterli
Onu bilen bir ruhu.
Edgar Allan Poe
Şub 23
Mutsuz, ipeksi, kırılgan bir şeydi, yaz!
Ruhumuzu nereye taşısak yazdan
kurtulamayacaktık. Şapkanın dalgın-
lığından başka neydi ki yaz! Omuz-
larımızdan sarkardı sarışın bir ince-
liğin boynumuzda açtığı rüya. Kaçır-
dığımız tanrının ıslığı yaza nı ayar-
lıydı kimbilir belki de yaz yorgunu
bir hayatın karnından yuvarlanan
çakıltaşlarıydık!…
Aşkın yüzümüzle buluşmasında daha
kederli ve daha yalnızdı yaz! Çünkü
hep yaz çocuğu bellediler bizi…Ve
bu yüzden yaz, ormanın gözünden
kaçtı. Yaz bunu da atlatır biliyorum,
yaz duygusu kimseden saklanmaz bu-
nu da biliyorum peki ama nerden geliyor
boşluğun o müthiş zarif tadı!
Yazın rüzgârı ardına kadar balkon. Bak
nasıl da sığınıyoruz kendine gecikmiş
bir aşkın oyuncak saatlerine…Cumbalı
ama tuhaf bir ev kokusuydu ve öpücük-
lerle eğitirdi ayrılığı yaz! Ve fazla hatıra-
dan boynu bükük birden yaşlanırdı ağaçlar…
Aşk ve yaz o ilk şaşkınlık! İkisi de
düşleriyle gelir ikisi de çabuk biterdi…
Şub 23
Hangi garda bu kadar güzel bir şair vardır
Gardını almışsa kötülük, bizden uzak dursun
Evine geç dönen şiirler yazmaktan sıkılmadım
Ama yoruldum, beni efkârdan yağmur yapacaklar
Hangi aşkın içinde bu kadar güzel bir dem vardır
Tren kalkınca hatırlanıyor o sıcacık, üzgün anılar
Herkesin derdinden bir şiir çıkmıyor eyvah
Ama susuyorum beni şiirden şarkı yapacaklar
Valizin içinde saklanan solgun fotoğraflar vardır
Cumbalı evlerden kalan, rüyalardan arta kalan
Sahici kimse kalmış mıdır, garda bir başına yürüyen
Ama uykusuzum beni bir annenin kalbine bırakacaklar
Hangi düşlerin içinde bu kadar çok hayat vardır
Gar lokantasında Haydar vardır, bir kadeh rakıdır
Eskişehir ile Ankara arasındaki aşk bir başkadır
Ama korkuyorum beni bir tren sanacaklar
Tren kalkıyor, raydan çıkmış bir vagon nereye
Giderse oradadır şair, şairden başka uçan turna yoktur
Sahici bir kimse kalmış mıdır garda bir başına ağlayan
Bir gün beni şiirden resim yapıp duvara çakacaklar

Şub 23
Aynadaki ruhun canı acımasın ki sır hayata dönüşüyor
tendeki gövde ve senin kadar bir sevgili gelmedi ki yeryüzüne
ama aşk bunu nerden bilsin. Ben insansam ve bir daha inansam
ve şarkılarım hep yarım kalsa. Uzun uzun çalsa şu gitar ve benim
nar yüzlü sevgilimin üzüm gibi bakan üzgün gözleri ışıldasa
ve şair kalbimize fısıldasa: “Sevmek ne uzun bir kelime”
ve “Keşke yalnız bunun için sevseydim seni”. Köhne bir kır
kahvesinde yüzün mavi bir gurbetse ve hayat ve ben bu yüzden
düşmüşsek klişe bir inceliğe, benim gönlüm ayna kadar derin
kırılabilir sana, ama ne çıkar ki bundan!
Işığın kenarına bırak beni
Ben senden gidemeyenim!
Şub 23
Düşünürken buldum kayayı.
Otlarla konuşmaktan geliyordum.
Ölü bir yaprak, adını unutmuş bir sokak,
sav dolu bir tümce, suçlu bir ırmak,
bir de partal bir kuş yürüyorduk.
Bir atlı karıncaydı yaşamak, onu yürüyorduk.
Bilirim sözcüklerin ulaştığı yere hiçbir şey erişemez.
İsa ile Karahisari’nin gömlekleri dikişsizdi.
Sözcükler bunu gördü.
(Ey görünmezlik! Elimden tut.
Gecede sözcüklerin ağırlığı daha bir artıyor.
Ve…
– Yazık, tümcemi tamamlayamayacağım.
Anlamdan hep kuşku duydum.
Evler odalardı, unuttum.
Dünya ki varlığının ayırdında değildir.
Trenler geçer yüzünden: Kendini varsayar.
Her şey, her şey konuşur evrende.
Evler, çocuklar, nehirler, coğrafya.
Nehirlerin vakti olmadığını okudum.
Coğrafya adına sevinmemiştir.
Anlam sıkıcıdır.
Günde üç kez aynada kendine bakar.
Yalnızlık saçar.
Anlamla ev yapılmaz.
Anladım ama yalnızlığım sürüyor.
Düşüncelerim yok benim.
Kaya bilir kaya olduğunu, ben bilmem.
Anladığımda yitirdim şiirimi.
O gün bugün bir akarsu gibi kocadım.
Şub 23
Her şey, her şey ay gözleyen Babil’le başladı.
Adlar onu izledi.
Adlandırınca, her şey sıkıcı oldu.
Sessizlik bozuldu.
Büyük sessizlik.
Diyorsun tarihte hayvan adlarına hiç rastlanmaz.
Çiçek adlarıyla seslere de… Sesler ki… her şeydir.
Unutmam her şey dünyanın bir ucundan tutuyordu.
Baktım zaman adını alınca tanınmaz oldu.
Adını bir türlü usunda tutamıyordu bir kuş.
Sıra dağlara geldiğinde, adlarını bilmiyordu hiçbiri.
Ne güzel.
Adlandırmak ölümdür!
Nerden baksak kendini anlatıyor her şey.
Fatih, kısa boyluydu.
Bir firavuninciri yetiştiricisiydi Amos.
Farabi, esmerdi.
Ah, hiç tanışmamalıydık adlarla.
Adlarla gördüğümüz dünya, dünya değildir.
Bu yüzden yeryüzünü görmeden göçüp gidiyoruz.
Ağırlığı olmayan yoktur.
Buradan başlamalıydık.
Çılgın zaman dışarıda kaldı.
Bölündük.
Artık ne yazarsak ölümü yazarız, ölümü ve zamanı.
Neden bilmem ölümü artık dikey okuyorum.
Siz de deneyin.
Değer bu.
Burada kesiyorum.
Duydum bir ot konuşuyor kendince.
Hem kuşların doğum gününde olacağım.
Gece beni bekliyor.
Yolu biliyoruz.
İlhan Berk