Çünkü hiç hazır olmadığım bir yaza girmek üzereyim ve çünkü geçen kışın soğuklarında, şimdi senin rüzgârlı bir tepesinde uyuduğun bu kentteki son sevdiklerim, beni, sevdiğim için öldürdüler!
Bazen kendi evini terk etmesi gerekir insanın. Tası tarağı toplayıp ardına son bir defa bile bakmadan çekip gitmek. Çünkü ağır geldiğini hissedersin bazı evlere, insanların sana “gitse de kurtulsak” gözüyle baktığını. Bunu fark ettiğin ama …
tut ki bir yalnızım ben tut da kurtulayım bu soğuk bahçeden hızla geçti günün arzuları hızla geçti gecenin dinmeyen anıları sabır taşını ikiye böldüm geçtim binbir acıdan umuttan
yoğun sisiyle boğulmadan düşüncenin ince bir ışık aralığı açayım dedim sevdiğime, düşler içinde unutulsa yeridir; benliğim ne olabilirdi ki zaten düşten ötede düş içinde bile dokunmanın şevkiyle belirmiş iken Yusuf umudu, yön göstermeyen çöllerde dolaşıp durma! Ne haldir bu! ad koyamam düşkünlüğün bu kadarına
baş ağrısıyla sızlanmanın derin çukuruna iten aldanışla kaldığımda bile güzelliği sezme fıkri arzulu gözleri sabaha kadar derin uykudan etti
görmek şarap olup sarhoşa döndürsün; varsın, kavuşmanın dopdolu kadehi gibi baygınlığı mahşere dek sürecek değil ya! anlatır kızıl dudağını ey peri cana yakın sözleri Feyzi’nin yalnızca duymuş olana, tat alana, anlayana
’İçimizdeki bütün düzlükleri İçimizde yalancı çıkaran yüksekler var…’
Gözlerin günden güne sessizleşen
Bir çağrı oluyor belleğimde Günden güne azalıp siliniyor Artık yeri bile yok şiirlerin içinde Yoklukta bir gerçeği oynar gibi Onaylıyorum ki buradaydılar Ellerin bir gece karanlığında beni İnatla ve isteyerek aradıydılar
Derken bütün gemiler kaptanlarının Çizdiği deniz sularına koyulmuş Bütün uçaklar havalanmış Bütün dünyaya açık alanlardan
Uzaklık serseri bir ezgidir Dolanır beklenmedik uzun yolları Giden gider ve bütün kalanlar Bir tortu gibi yaşar kısacık sokakları
Canım annem , ne olur kızma bana ; Hans’ın beni öptüğünü gördün ama , ne yapayım ? Sabırlı ol biraz , sana her şeyi anlatacağım ; Bütün suç , tepeden gelen yankının.
Çayırda oturuyordum ki , gördü beni ; Yaklaşmadı hemen ama , söylemeden de edemedi. “Seve seve gelirim yanına , yanlış anlamazsan tabii. Söyle , geleyim mi?” “Gel!” Deyiverdi yankı.
Sonra gelip oturdu yanı başıma ; Güzel Lise’m dedi ve aldı beni kollarına. Ona karşı nazik olup olmayacağımı Sordu ; olursam eğer , bunun Kendisini çok mutlu edeceğini söyledi. “Zevkle!” Deyiverdi yankı.
Duyunca bunu , Yanıma biraz daha sokuldu ; Benim söylediğimi sandı o sözü! “Benimle evlenir misin?” dedi ; “Bana candan öpücükler verir misin?” “Öpücükler!” Diye çığlığı basıverdi yankı.
Artık biliyorsun nasıl oldu da , Hans beni öyle öpüverdi. Ah o yaramaz , haylaz yankı , Başıma ne işler açtı! Ama , çıkınca karşına göreceksin sen de , Saygıyla isteyecek senden beni.
Hans’ın , bana göre bir eş olmadığını Düşünüyorsan anneciğim ; Tüm bunların , yankının bir oyunu olduğunu anlat ona! Ama , inanıyorsan eğer iyi bir çift olacağımıza , Bırak yankıyı ben sansın ; Onu düş kırıklığına uğratma!
Bir kahkahayla silkindim dalıp gittiğim mektuptan; yaşam hep böyle uyarır bizi, katıksız neşeye dönüşür altunî bir sesle en derin kederler; mutlu bir düşteymiş gibi zamanın dibinden gülümser, artık yanaklarından öpemeyeceğimiz sevgili yüzler.
Budur odaya süzülen mehtabın, kurumuş eski çeşmenin açıklayıp durduğu bilgelik ve giz
Sevinç de olgunlaştırır kalbi acı ve ayrılık gibi; süzülüp dibe çökeldikçe anılar anlarız ki çürüme ve tohum süreçtirler.
Yine de yetmez zaman gecenin ve kitapların söylediğini çözmeye, kaç kent, kaç aşk terk edilmiştir; sinmiştir ölümler satırlara bir koku gibi; hep bir şeyler kalmıştır geride asla unutmak istemediğimiz
Yüzyıllar içre konuşur farklı yazılar, solar, yıpranır meşin ve parşömen bellekte kalır o bengi iz.
‘Neyse’ demek iyidir, ‘bu da geçer’ demek gibidir, geçmez, herkes bilir geçmediğini, geçmiş gibi yapılır. Bazen ‘gibi yapmak’ da iyidir, bazen öyledir, bazen geçer, hiçbir zaman geçmez. İnsan ‘neyse’ demeyi hayli geç öğrenir, belki de geç değildir, tam vaktindedir. Kimi bunda bir olgunluk bulsa da, bulunan şey zorunluluktan başka bir şey değildir. Uzatacak ne var, insan ‘neyse’ demeye başladığında, ‘ne sabahtır bu mavilik ne akşam’ duygusunun da, yavaş yavaş ondan geçtiğini kabul etmeye de başlamış demektir. İkindinin akşam alacası dediğimiz o garip vakte değdiği yerdedir. Hiçbir şey ‘neyse’ demenin niye bunca dokunaklı olduğunu o ıssızlık anı kadar iyi anlatamaz.
Sizin de ‘neyse’ demekten, ‘peki’ demekten yorulduğunuz olmuyor mu? ‘Neyse’ demenin, sanki her şeyi, herkesi, hayatı bağışlıyormuş gibi görünen, oysa unutmaktan, sineye çekmekten, uzaklaşmaktan başka bir şey olmayan kolaycılığı ağır gelmiyor mu? İnsan, ne kendini bağışlıyor gerçekte, ne de bir başkası gibi gelen hayatı, yalnızca unutmayı seçiyor. Unutma! Unutarak yaşayabilirsin diyor, içimizde varsa bir ses, belki de yaşarsan unutursun. Unutarak yaşamak: ‘Neyse’ demek mi? Her şeyi unutmak, kendini de unutmak için. Geri alıyorum söylediğimi, ‘neyse’ demek ‘Bu da geçer ya hu’ demek değil, kimse beni hatırlamasın, ben kendimi çoktan unuttum demek.
Çok yorgunum hatırlamaktan demek, belki de başka hiçbir şey dememek. Attila İlhan’ın dediği gibi: “İnsan bir akşamüstü ansızın yorulur/ tutsak ustura ağzında yaşamaktan” demek. Yazı da yorar bazen insanı, ‘neyse’ diye yazmak bile ağır gelir, kelimeler eline gelmez olur, ‘nasip’ diye baktığın kelimeler bile gönülsüz, uzak durur yazıya. (Bakınız: ‘Neyse’ adlı bu yazı.)
Yalnızca yazı mı, şiir de yorar, şiir de yorulur, hiç başlanmamış, yarım kalmış şiirlerden söz etmiyorum, onlara heves yetmemiştir ya da heves o kadardır. Şu tamamlanmış gibi duran, yayımlanmaya hazır, hatta yayımlanmış şiirler de bazen ‘neyse’ yorgunluğunu taşır. Tomris Uyar’ın unutulmaz hikâyesi ‘Metal Yorgunluğu’nu okuduysanız, beni daha iyi anlarsınız. Uçakların yorgunluğunu anlatmak için kullanılan bu deyimden, insanın düşmesini, kelimelerin düşmesini de anlayabilirsiniz. Metal yorgunluğu sürtünmeden kaynaklanıyorsa, insanın yorgunluğu da karşılaşmaktan, çarpışmaktan, kelimelerin yorgunluğu, insanın acısını alır diye, ağır cümlelere, dizelere bir teselli olarak yerleştirilmekten neden kaynaklanmasın? ‘Neyse’ diye başlayan bir yazı ne anlatabilir?
‘Neyse’ diye bir yazıyı okuyan bunda ne bulabilir? ‘Neyse’ diye yazan, yazmış bulunmakla kurtulabilir mi bu duygudan? ‘Neyse’ diye yazmanın ne faydası var? Hiç. Şimdi ‘neyse’ demek iyi midir? İsterseniz iyi olsun, biri ‘hiç’ diye, biri ‘terörist’ diye öldürülen iki çocuğun henüz sıcak gözleri üstümüzdeyken… Burası da kalbin, vicdanın, hiç yorulmasını beklemediğimiz şeylerin yorulduğu yerdir, insan hatırlamaktan, hatırlatmaktan yorulur.
Belki bu yazıyı unutmak en iyisi, ben unutmaya hazırım, isterseniz siz de unutun. Kelimeler beni bağışlasın, cümleler özrümü kabul etsin, siz de üzerinde durmayıp ‘neyse’ derseniz… ‘Hali pür melal’im anlaşılmş olur: İnsan bazen en çok kendinden yorulur!
Haydar Ergülen
Tunceli’nin Pertek ilçesinde, çiçek açan badem ağaçları kar yağışı sonrası beyaza büründü. ( Sidar Can Eren – Anadolu Ajansı )
5 Tenim başıboş Bakışım kömür, Sırtımdan yokuş aşağı Poyraz.
6 Sizin ışığınız kıvrak.Gecenin içinde Onca renk, onca karanlık,sızdınız Her şeyin arasından geldiniz, Dokundunuz,kendinize kattınız. Sizin ışığınız, esriğinden beri kırık.
7 yazıysa yanlış yazılmış sözse besbelli yanlış söylenmiş yanlış duyulmuş gözse kör: Gecenin dibine baktım, herkese karanlıkta görünen bana erişmedi.
8 yaşarken mutlaka yarım bırakmalı bazı şiirleri insan
9 peşpeşe şemsiyeler geçiyor, pencerenin önünden. Bir tanesi duruyor birden,etrafında dönüyor, iri bir damla hızla akıp düşüyor ucundan. Sonra gidiyor–quasi presto
10 bulamadı kimse kapısını uykumun, kendim kendimde öylesine kilitlemişim.
11 Masanın üstünde boş bir su bardağı, bardağın hemen önünde iki üç nefesiik, düşmüş, düşüp öylece kalmış sigara külü,külün arkasında kendisinden az büyük gölgesi.
12 kozalak sizi kış kendinize kapatmış.
13 Uykumun dibinden söküp aldım sizi. Bir görüntü olsaydınız görürdüm ışığınız, bir ses olsaydınız işitirdim titreşiminiz. Bir sanıydınız ama inanmaya hazır Olduğum an varlığınıza döndünüz gerisin Geri gittiniz,upuzun,tıpkı geldiğiniz.
14 Gece,koyu ve pıhtılaşmış bir kan gölü gibi artıyor durmadan.
15 birden hızlanıyor yukarıda rüzgar,katıyor önüne üst üste yığılmış bekleyen bulutları, sürüklüyor onları Doğu’ya doğru. Aşağıda her şey dindin ve kıpırtısız oysa:Ördekler gölün yüzünde birer durgun leke, dolaşmıyor tek fısıltı olsun ağaçların dalları arasında, yalnızca yaşlı,kamburu çıkmış bir adam ilerliyor ıslak renklerinin içinde tablonun.
Çiçek gibi değil, size çiçek kadar koktuğunuzu söylerdim ben olsam-ben olamam: Bendimi yıkıp taşmak için biliyorum ilk cümlemden korktuğunuzu, gürültümde susturmaya alışmışım ben kendimi.
Olsaydım, ince şebboy kulağınızın arkasından, krizantem ensenizden, birkaç demet ful sırtınızdan belinize inesiye, bacakaranızdan siyah lâle toplar, hâreniz efendim, ben kul,
fısıldardım: Şimdi kokunuza karışır kokum, kalenizin içinde artık tutuşmuş bir okum, ağzımda kan köpüğü bir denizden kalma tad,
bin kere sarhoş, bin kere pişman derdim ben olsam, olamam: Gücüm derdim hayal gücüm, salamam içimdeki kuşu.
Kadınlar aynı anda güzel, zeki, genç ve bekar olamazlar… Genç ve güzel bir kız, güzelliğini farkettiği anda zekasını kaybeder.
Kadınlar bilinç altlarındaki hinliğin su yüzüne çıkmaması için büyük mücadele verirler. Kadın genç ve güzel ise bu mücadeleyi gençlik yıllarında yapmaya gerek duymaz.
Kadın genç, güzel, evli ve mutlu ise zekice bir yalan söylüyordur. Kadın çirkin ve evli ve de mutlu ise bu doğru olabilir
Kadının bütün düşüncesi güzelliği üstünedir, erkeğinki ise güzelliğin peşinden koşmak üzerine. Hep bu ikili nedenden ötürü birbirlerini neden anlayamadıklarını hayatlarının sonuna kadar sorup dururlar.
Kadınlar yaşlandıkça erkeğin gözünden dünyaya bakmaya başlar. Erkekler yaşlandıkça kadını anlamaya başlarlar.