Kün

hem acıyım hem acının
yalvacıyım ben
git!
benden yollara doğru

yollar sana dönmeden
git! düş sözleri ol kün
bir yerde çözül, okunsun
genç belirtiler: altın yün
kuş yığınları
söz değildi gördüğün, neyse o ol kün
ve seviştir seviştirebilirsen
iki hüznü
sözler buluta girmeden

sen sen ol kün akşamın yakarısı
ve sevdanın anlamını değiştir
hem tarla hem gelincik
olanla
daha dün
yazdan kalan neyse o ol kün
ve üleştir üleştirebilirsen
kuşlar seninle bitmeden

hem acıyım hem acının
yalvacıyım ben
git
benden yollara doğru
yollar bana dönmeden

Hilmi Yavuz

acinin+yalvaci Kün

Yine Hâl

Kazanda su kaynasa sanki ben pişiyorum;
Bir kuş bir kuş öldürse sanki ben can çekişiyorum…

Necip Fazıl KISAKÜREK

blogger-image--342094126 Yine Hâl

Viyanalı Ermiş’in İtirafları

694.1

Kaburgalarımdan birini çıkarıp
Kendime bir eş yaratmayı düşünmüştüm.
(ki, muhtemelen tıpa tıp bana benzeyecekti, bu);
ama bu sanatın, şiir yeryüzüne indirilirken
felsefeyi başına sarmış bulunanlara
yasaklandığını söylediler bana,

Ben de, kaburgalarımı
tensel iğvaların talanına bırakıp,
kaval kemiğimden bir klarnet yarattım,
Schubert’in, arınmanın gökçe kaynaklarından
iniyora benzeyen naiv liedleriyle,
Bach’ın uhrevi füglerini
felsefi düşüncenin kodlarına çeviren
tılsımlı bir klarnet…

694.2

Sık sık inançsız olduğuma hükmediyorum
en az Russell kadar inançsız…
ama yine de benimki onunki gibi yavan
ve aptalca değil.

Çünkü ben bunun için, sanırım, Eyyüb’e imanının
verdiği keder kadar ağır, karmaşık
ve bazen düşlerimde bana yüzümü, ellerimi
kurtlanmış yaralar içinde gösteren
bazen de Cabridge’deki felsefe derslerimde beni,
bir filozoftan çok, bir peygamber gibi konuşturan
sorular taşıdım her zaman yüreğimde.

Bu soruların yolu, döne dolaşa, her zaman
gelip şu sereba dayanıyordu:
Bir gün bu acılı inançsızlığın bağrından
bir tanrı filizlenip de çıkar mı?

694.3

En büyük yaralarını gizlemek için
sanatta, düşüncede en küçük çiziklerden,
en ufak falsolardan uzak durmak
ya da öyle görünmek konusunda
melekleri geride bırakacak bir titizlik,
incelik sergileyebiliyor insan.

Ama incelte incelte, sonunda, kabuğunu
içindekileri gösterecek duruma
getirmiş olabileceğini unutuyor.

yahut unutmuyor da, böyle bir durumun
gelecek kuşakların damağında bırakacağı
efsane tadından ötürü
gizli bir gurur duyuyor;
gizli ve oyuna hile katan
bir kumarbazınki kadar şeytanca…

694.4

Dürüstlük sanatındaki yeteneğim,
çağdaşlarımın gözünde beni
neredeyse mesih konumuna yükseltecek.

Gerçekte olan şu, dürüstlük taçlandırılınca,
en basit, en sıradan düşünceler bile
bir tür vahiy etkisi yaratıyor.

Bu büyüyü bozmam gerektiğini biliyorum,
ama bozmak istiyor muyum,
bundan kuşkuluyum.

Çünkü fantezi de olsa, şakirtlerimin eliyle sunulan
bir ‘gökçe krallık’ fikri, ölümü de, hayat gibi,
bir keder, bir gerçek olmaktan çıkarıp

bir oyun, bir sanat,
bir rüyanın mümkün yorumlarından sadece biri
haline dönüştürüyor.

694. 5

yok sayıcılık, bilimi ve mantığı
kendi tarafında gördüğü her zaman,
kabadayılık taslayan korkak birinin
gülünç kahramanlığını yansıtıyor.

694 . 6

uyanıkken insanların hepsi aynı dünyada yaşarlar,
ama uykuda herkesin ayrı bir dünyası vardır
diyor efesli büyük herakles.

felsefenin uzayında, sözcüklerin, fikirlerin,
kavramların ve onları, alacakaranlıkları içinde
seçilebilir kılan yıldızların, güneşlerin
ve öteki gök cisimlerinin, buz içindeki hareketsiz
ışıldayıp durdukları insansız alemlerde
sanırım hiç değilse, benim gibi elli yaşını aşmış
içindeki derinlerden ya kaçan,
ya da oralardan kovulmuş bulunan yalnız biri,
yalnızlıktan kuruyup gitmek üzere olan biri,
onun elinden eteğinden tutup çekiştiren
ve gerçekliğe, gerçek dünyaya alıp götüren
mesela bir oğlu, bir dölü olsun isterdi.

gözbebeklerinin aynasında ona,
aynaların başkalarına ve başka koşullarda
asla göstermeyecekleri kadar uzak,
çok uzak derinliklerde
insana kendi çocukluğunu gösteren
ve bakışlarındaki parıltıyada da babasına,
soyunun devam edeceğini ima eden
Davud oğlu süleyman gibi,
dili ezgilerle, kederlerle,
bilgeliklerle incelmiş bir oğul…

694.7

Aslında o kadar kötüyüm,
o kadar çirkin şeyler yaptım
ve çirkin şeyler yaşadım ki,
Tanrıya inanmak zorundayım!

Ya da onun öldüğüne ve bıraktığı mirasın
sefih, kibirli, gösteriş düşkünü oğulları
(yahut çömezleri)
tarafından çarçur edildiğinden
artık haberdar olamayacağına…

Böyle bir gereksinim içinde yaşamak, bu gidişle,
erdemli, dinibütün insanlarınkinden daha sek,
daha mistik bir dindarlık duygusu,
daha ışıltılı bir erinç
kazandıracağa benziyor bana.

694.8

Delirmemek için felsefe yaptığımı
düşünebilir miyim?

yahut içimdeki babilin
uğultusunu bastırmak için?

yahut unutturmak için kendime,
içimdeki babilde de,

dışımdaki babilde de
çoktan kaybolup gittiğimi?

694. 9

Gençliğimde Tolstoy’un o babasız-oğulsuz incili,
daracık ve sapa da olsa,
önümde bir yol olduğu umudunu vermişti bana;

ama yaşım ilerledikçe,
keşişlerin, müjiklerin ve şairlerin
çiğnediği o sarp keçi yolunun da
benim içimden geçmediği
ve felsefenin tepesine,
ayartıcı dil-oyunlarının,
gösterişli meteforların yardımıyla
kurduğum manastır eteklerinden
bir hortum gibi kıvrılıp göğe tırmanmış olduğu
ve arkasında da bir iz bırakmadığı ortaya çıktı.

694.10

Her sabah aynaya bakıp şunu haykırmalıyım:
“Şehvet düşkünü, zayıf, edepsiz,
ilkel bir yaratık var senin içinde,
kendi atığında debelenen bir canavar!
Bir meyve kurdu!

Ve işin kötüsü, senden daha zeki;
çünkü, senin aklını ve yeteneklerini
-seni, postunda gizlendiği bir aziz,
bir yalvaç olarak göstermeye yetecek kadar-
maharetle yönetmesini biliyor.

694.11

Bencilliğimi, kendime kene gibi yapışmamı,
kendime tapınmamı…
kısacası, içimdeki yılanı
orada bulunduğu yerde
saklamak zorundayım.

bunu şimdilik yapabiliyorum.
Ama onu kendimden ayırt edemeyecek kadar
bunayacağım günler gelip çatınca,
ne yapabilirim; bunu kesitremiyorum.

Klarnetim ve oynayan yılanımla
gezici bir tiyatro trampına katılırım belki
ya da sirk kumpanyasına.

694.12

Cehenneme götüren yolun iki yanında
bağların, bahçelerin, kıyısından geçerken,
insanlara, cennetin yolunun
benim hayatımın içinden
geçmediğini nasıl anlatabilirim?

Diskurlarımda İsa’yı hortlatıp
metafiziğin sisleri arasında
sembolik mantık konuşarak mı?

Bunu her yapmaya kalkışımda,
havarilerimin en zekilerinin gözlerinde bile,
düş kırıklığı yerine, parıldadığını gördüğüm
o aptalca hayranlık önce gurur veriyor bana,

ama sonra günlerce, günlerce
kendimden tiksinti içinde
yaşatıyor beni.

694.13

Bir şair olabilirdim;
çünkü nereye gidersem gideyim
tepemde dolaşmasını istediğim
ipsiz bir uçurtma icat etmekti,
çocukluğumdan beri, en derinlerdeki emelim.

Ama ancak felsefenin
Prens Mişkin’i olabildim.

Çünkü, bu ipte oynayan düzmece kralların
omuzlarında dolaşan şeytanları görmeye
ve göstermeye yetecek kadar saf olmasını,
saf görünmesini becerebilsem de,
kendi şeytanlarımı kovmak için,
zekayı bir kenara bırakıp
melekleri yardıma çağırmayı
kendime yakıştıramayacak kadar
kibirliydim.

şu da söylenebilir:
dehamın, hem şeytanları cehennemin
kapısına kadar kovalamaya,
hem de onları kendime hayran bırakmaya
yeteceği inancı aldattı beni.

694.14

bir şair, kendisini felsefenin içine kıstıracak
büyük bir hata yapabilir ve onun bu hatası
uzayın derinliklerinde yeni bir galaksi,
yepyeni bir yıldız ailesi,
bir kozmosu yaratacak kadar büyük
bir patlamayla sonuçlanabilir.

ama bir felsefeci, felsefenin içinden biri
tek başına asla bu cesamette yaratıcı
bir hata işleyemez.

onun eli işe fazla yatkındır, çünkü.
ne yetiştiği tezgah bunu kaldırır,
ne de onun kullandığı aletler
bunu yapmasına olanak verir.

ayrıca, marangozlar birbirlerini tartarken,
tuhaftır, her şeyden önce, döktükleri yongaların
birbirine eşit, birbirine benzer
ve ağacın suyu yönünde
çıkarılıp çıkarılmadığına
bakmayı adet edinmişlerdir, nedense.

694.15

bu son yıllarda kendimi
kendimi bir kaya kütlesi gibi yonttum, yonttum…
başlangıçta, yüzünü elleriyle örtüp
dizlerinin üstüne kapanaraktan,
sessiz sessiz ağlayan, yakaran
bir aziz çıkacağa benziyordu,
bir kayanın bağrından.

ama sona yaklaştıkça, içerde,
karanlığını -matematiksel mantık
şaşmazlığıyla yönetilen-
bir yeraltı krallığına dönüştürmek isteyen
hayalci bir solucanın yuvarlandığı ortaya çıktı;

krallığının adını da Tractatus
Logico Phlosophicus koyan
kör bir solucan.

694.16

Tanrının en ilham verici eseri, kuşkusuz, insan;
Sophoklesin dediği gibi,
tuhaf, ihtişamlı ve keder verici…

Ama aynı zamanda, aptal ve müptezel!
çünkü, her seferinde dönüp arkasına bakar
ve ruhunun atıklarına da,
bedenin atıklarına da
şöyle bir göz atmaktan
gizli bir keyif duyar.

İşte Sigmund Freud!
O da kendi tarzında
benim yaptığımı yapıyor:
yerin altında kendisine
Hasidik bir krallık kurmak için,
barsak solucanlarını psikanalizleyip,
lağım faerlerine, hamlet gibi imalı,
kinayeli cıvıldamasını
öğretmeye çalışıyor.

Yani, tutkusunu ve dehasını
bir çift kanat olarak değil, fakat,
o da benim gibi,
cehennemin dibini bulmak için
kazma ve kürek kullanıyor.

694. 17

kendi cangılımıda, kendi kusursuzluk, dürüstlük
ve erdem saplantılarımın önünden kaçan
bir av hayvanıyım ben;

eti yenmeyen, ama derisinden kürk,
dişlerinden takı, boynuzlarından da
borazan yapılan.

ve karnı, felsefenin tapınak kahinleri,
edebiyatın panayır yalvaçları eliyle
açılıp, bağırsak falına bakılan…

694. 18

Tanrının hem ulrichle, olgayla, ludwigle,
yani herkesle ayrı ayrı yaşadığı
küçük küçük hayatları,
hayatçıkları
var gibi geliyor bana,
hem de hepimizin üstünde,
tek başına,
mutlak bir yalnızlık içinde yaşadığı
uçsuz bucaksız ve içine girilemez
paylaşılamaz, çalınamaz,
ihlal edilemez
bir sanatçı hayatı…

Ve Tanrı, mantığı ve felsefeyi,
yani aklı ve illiyeti
-küçük hayatlarımız, burada,
tenin krallığında içleri daralınca,
Onun melekler katarıyla
yerden havalanmasınlar diye olacak-
bizim için tam yeterli olandan
belki biraz ağır ve ciddi,
gerekli olandan biraz büyük
ve havaleli;

ama müziği, şiiri ve matematiği,
buna bağlı olarak, sezgiyi ve hayal gücünü
-yere göğe sığmayangünahlarımızı
Onun büyük hayatına,
sonsuz merhametine
sığdırabilelim diye, sanıyorum-
namütenahi olandan belki biraz küçük,
biraz hafif, biraz hoppa ve cesur,
biraz da köpük gibi sönümlü
yaratmışa benziyor.

Tuhaf, ihtişamlı ve keder verici olan
-ki trajik diyoruz ona-
işte bu, bir yanımızın
tam yeterli olandan biraz büyük ve ağır
bir yanımızın da,
kusursuz ve ebedi olandan
biraz küçük ve hafif tutulmuş
olmasından ileri geliyor, bence.

Bunun içindir ki, mantığı matematiğe,
felsefeyi de şiire dönüştürme çabası
gençliğimde bana bir oyun zevki,
bir arınma coşkusu yaşatmış olsa bile,
şimdi artık bu mümkün gözükmüyor bana.

Vaktiyle taşlardan sessizliğin,
yıldızlardan da yalnızlığın dilini
öğrenmeliydim belki;
bu fırsatı kaçırdım;
artık bunu yapamayacak kadar yaşlı,
huysuz ve tamamlanmış
buluyorum kendimi.

694. 19

Aslında, Nuhun oğlu gibi, işi ağırdan aldım;
hedonizmin, suçluluk duygusunun,
kendine eziyetin verdiği sarhoşluklara
kaptırdım kendimi;
sular çeneme yükselmeden
düşüncenin mülkünde tırmanılacak bir dağ
bulacağım umuduyla avundum
ve gemiye yetişemedim.

Ama gelecekte benim incilimi yazacak olanlar,
benim, ergenlerin mahrem rüyalarını andıran
yakıcı, esritici, naif aforizmalarımda
düşüncenin şehvetini keşfeden
cambridgeli dostlarıma,
çömezlerime, oda arkadaşlarıma
mesihçe düşkünlüğüm olarak
söz edeceklerdir, bütün bunlardan.

694. 20

Tanrı, Felsefi Soruşturmalarıma, Değinmelerime,
şifreli notlarıma, vesaire, şöyle bir göz atıp da
onları eliyle bir kenara ittikten sonra,
dönüp bana şunu söyleyecektir:

Gel, seni kendi gözlerinde yargılayalım, Ludy!
Başkalarında gördüğünde seni tiksindiren ürperten,
mideni bulandıran fiilerden
başlayalım işe!*

Cahit Koytak

*İtalik yazıların dayandığı orijinal ifade:
Tanrı bana şöyle diyebilir: Seni kendi ağzınla yargılıyorum, senin kendi eylemlerin, başkalarını onları yaparken gördüğünde seni tiksindiren, titreten eylemlerdi.”

blogger-image--1873566803 Viyanalı Ermiş'in İtirafları

Bir Yol

Birdenbire ayağa kalktı ve eliyle trenin penceresinden işaret ederek:

-İşte, dedi, şu gördüğünüz küçük yol, şu iki ağaç arasında tepenin eteğine kıvrılan patika… Fevkalâde hiçbir tarafı yok değil mi? Hemen her yerde bol bol rasgelebileceğimiz alelâde bir şey… Bununla beraber nereye gittiğini, nereden geldiğini bilmediğim, bir dönemeçte kaybolan toz parçasından başka hiç bir tarafını tanımadığım bu yol benim hayatımda bütün bir sergüzeşttir.

Onbeş seneden beridir ki bu yolda her ay bir iki seyahat yaparım. Bu uzun şeridin iki yanında ve onun döne döne değişen ufkunda tanımadığım hiç bir şey yoktur. Yattığım yerden gözüme ilişen sivri bir kaya parçası, yalnız aydınlık havada ürperen tepesini gördüğüm bir ağaç, ne bileyim hatta daha alelâde bir işaretle bütün ufku kendi kendime canlandıracak kadar bu yolların aşinâsıyım, fakat yıllar var ki bu küçük yol parçasını, yol bile diyemeyeceğimiz bu dövülmüş kırmızı toprak genişliğini daima yeni, yepyeni bir şey gibi seyrettim. Onu her defasında görür görmez ürperdim, onda saadetlerin, hasretlerin, beklenilen şeylerin bütün güzelliğini ve şiirini duydum.

Şüphesiz bunda ilk defa gözüme çarptığı günün hususiyetinin de mühim bir hissesi vardır. İstanbul’dan soğuk ve yağmurlu bir günde ayrılmıştım, İlk çocuğum on gün evvel ölmüştü, karım hasta idi, başka üzüntülerim de vardı. Kısacası kaderle diş dişe, yumruk yumruğa olduğum günlerden biriydi.

Bilmem sizde de böyle midir; yolculuk benim üzerimde daima iyi ve unutturucu bir tesir yapar.

Istıraplarımızın, üzüntülerimizin mekânla, yahut hayatımızın tabii muhiti ile sıkı bir alâkası olsa gerek. Bir muharririn dediği gibi, falan yerde en kesif şiddetinde olan bir acı iki yüz kilometre daha ötede ve başka insanlar içinde biraz daha hafif ve daha kabil-i tahammül oluyor. Bununla beraber acıdan acıya fark var. Ve benimki acıların en büyüğü, evlât acısı idi, üstelik de yağmur yağıyordu.

Oh, size bu yağmurlu günlerin bende yaptığı aksülameli nasıl anlatmalı? Böyle günlerde ben değişir, büsbütün başka adam olurum. Başka bir adam, tam kelimesi değil… Bütün bir mazi, en kötü, en karanlık, en tamir edilmez taraflarıyla içimde canlanır, hortlaklarımla başbaşa kalırım. Böyle zamanlarda hayat sanki bütün çeşmelerini kapatır, yalnız bir tanesi, azap ve üzüntünün kaynağı kalır ve ben onun bulanık aynasında bütün ömrün en kötü muhasebesini yapa yapa kendimi seyrederim. Bu sefer de böyle oldu; her zaman ayak basar basmaz gündelik üzüntülerimden sıyrıldığım, yalnız kendimin olduğum Haydarpaşa garı bana bu sefer büyük ve karanlık bir lahit gibi geldi. Trene aynı ruh haleti içinde bindim. İzmit’e kadar hep aynı ıslak ve rutubetli hava içinde, tıpkı bir olukta seyahat eder gibi geldik. Hiç bir şey düşünmedim, hiç kimseyi görmedim, sadece vagonların üstüne ve pencerelerin camlarına değdikçe yağmurun çıkardığı sesi dinledim. Bir tabutta uyuyanlar yeraltının mutlak sessizliğinde kendi nabızlarını ancak böyle dinlerler.

Zaman zaman içimdeki boşluğu kısa bir şimşek gibi oğlumun hatırası deliyor, bir an için onun küçücük ve muztarip yüzü, bir büyük örümcek gibi yağmurun dört bir tarafıma gerdiği kül rengi üzüntü ağlarının içinde uzanıyordu. O zaman ben bu hayalden kurtulmak için ellerimle yüzümü kapatıyor, biteviye yer değiştiriyordum. Sonra tekrar yağmurun sesine dalıyor, tekrar bu ince ve muzır ağın altında insana sıkıntının ve kâbusun bizzat kendisi gibi görünen, güneşsiz, renksiz hayalet manzaralara dalıyorum.

İzmit’ten sonra uzun bir müddet yine böyle sürdü, sonra yağmur biraz diner gibi oldu, gök yükseldi; bulutların arasından çamur rengindeki dünyaya, başka renkler, iki gün süren bu kötü havanın unutturduğu sıcak kuvvetler girdi. Ve tren yavaşladı. O zaman ben, bu küçük yolun üzerinde iki günden beri ilk defa küçük bir güneş parçasını, küçük ve aydınlık bir halı gibi serilmiş buldum. Islak söğüt dallarına sevinçle yayılan ve sonra orada, yerde sıcak ve aydınlık bir müjde gibi biriken güneş… Ve aynı zamanda, bütün içimi altüst eden acaip akisli uğultu… O anda içimden geçenleri nasıl anlatmalı? Bu aylarca toprağın karanlığında kaybolan bir göğün birdenbire küçük bir filizle mavi havaya ve aydınlığa kavuşması gibi bir şeydi. İşte o zamandan beri bu yol, birçoğu, binlercesi gibi birkaç, yüz metre sonra küçük bir Anadolu köyünün inzivasında kaybolacağına hiç şüphe olmayan bu küçük ve sade yol benim için mahiyetini değiştirdi. Saadetin, ruh muvazenesinin bir nevi sembolü, kapısında güneşin divan durduğu bir iklimin başlangıç noktası oldu; ve müthiş bir arzu ile, her şeyi, bütün üzüntü ve kederlerimi, bütün sevgi ve zenginliklerimi burada bırakıp inmek, bu küçük yolda yürüyüp gitmek istedim.

Bana öyle geldi ki bunu yapacak olursam hayatımda her şey değişecek, bütün sefaletlerim, hasretlerim dinecek, yepyeni bir insan olacağım.

O zamandan beri dokuz sene geçti. Ölen çocuğumun acısını zaman ve yenileri unutturdu. Küçük sefaletlerim ve sıkıntılarım düzeldi, yahut yerlerine başkaları geldi. Her şey az çok değişti, fakat bu yolun benim içimdeki mânâsı hep aynı kaldı. Onunla her karşılaşışımda hep aynı saadet hissi beni dayanılmaz kuvvetiyle çekti, her defasında oracıkta her şeyi bırakıp inmek ve o yolun uzletinde kaybolmak ihtiyacını duydum. Hatta şu anda bile aynı ihtiyacın içindeyim. Ne yazık ki…

Bu kaçınma ihtiyacına bakıp da beni, her an talihin yeni bir gadrine uğrayan, hayatı felâketlerle dolu bîçârelerden sanmayınız. Herkes gibi ben de zaman zaman kaderin iyi veya kötü yüzüyle karşılaştım. Fakat düşünülürse ondan şikâyete büyük hakkım yok. İyi bir kadınla evlendim, epeyce kazanıyorum, hayatım kendi çizilmiş yolunda düzgün ve rahat gidiyor. Bununla beraber ondan memnun değilim. İçimde kendi hayatımı yaşamadığım kanaati var. Daha samimi olayım ister misiniz? Bu yaşadığım hayat o kadar benim değil ki her hangi bir saatimde birisi gelip de bana “Haydi kalk, sıran geldi, kendin ol!” diye bağırsa sanki böyle bir şey mümkünmüş gibi inanıp koşacağım. Bu his bende o kadar kuvvetli… Her hangi bir kalabalıkta kendimden başka herkes olmağa razıyım.

Ah bir elbise değişir gibi hüviyetini değiştirebilmek, lalettayin içinde kaybolmak, bir avuç kum içinde, bir kum tanesi olmak ve böyle olduğunu dahi bilmemek. Ne bileyim, bir maske, bir numara, bir sicil varakası, bir manivela, bir çark, bir düğme, her şey olmak, yalnız…

Felaketim şu ki, ben zaman zaman kendimi bulan adamım. Niçin gülüyorsunuz? Beni bir budala zannetmeyiniz. Bu gülüşümden sizin bu azabı tanımadığınız anlaşılıyor. Kendi kendini bulmak… Bu hakikaten korkunç bir şeydir, fakat aynı zamanda güzel ve dikâate değer bir eğlence de olabilir.

Bir sarhoş tasavvur ediniz ki kadeh elinde ve sofra başında birdenbire uyanıyor, kendisini ve etrafını görüyor, eşya ile zaman ile kendi arasındaki alâkanın istihzasına geçiyor; bu bedbahtı zannetmem ki bir daha kolay kolay kendinden geçirebilesiniz, elveda alkolün unutturucu cenneti… Bu uyanış şüphesiz ancak bir dakika veya bir saniye içinde olabilir, fakat bu saniye, bir uçurum başında birdenbire gözleri açılan bir adamın ürpermesiyle doludur.

Bakınız, bu ilk önce nasıl oldu: daha henüz çocuğumuz ölmemişti. Bir kış gecesi karım ve çocuklarımla beraber oturuyorduk. Ben yazı yazıyordum, oğlum ayaklarımın dibinde oynuyor, karım biraz ötede, zannedersem, bir şey örüyordu. Küçük kızım onun dizlerine abanmış, elinin hareketiyle beraber gidip gelmeğe çalışıyordu. Odamız sıcak ve sakindi. Bu aile ve ev dediğimiz acaip kuruluşun o cins anlarından biriydi ki dışarıdan aydınlık ve buğulu penceremize, odanın içinde arasıra gidip gelen gölgelerimize bakan her hangi bir yolcuya ufak bir kıskançlık hissi verebilir ve boş geçmiş ömrü için onu acı acı düşüncelere daldırabilirdi.

Nasıl oldu ben de bilmiyorum; birdenbire olduğum yerde çok uzun bir uykudan uyanmış gibi doğruldum ve etrafıma şaşkın şaşkın bakmağa başladım. İnsan, eşya, bütün etrafımdakiler benimle alâkalarını kesmiş gibiydiler, her şey, hepsi bana yabancı oluvermişti. Bu kadar senelik karımı, kendi çocuklarımı, evimi, odanın her bir vaktinde hayatımın bir hadisesi olmuş eşyasını, velhasıl elimdeki işe ve üstümdeki elbiseye kadar hiç bir şeyi tanımıyordum. O anda bir aynada kendi yüzümü görsem belki onu da tanıyamazdım. O kadar kendi hakikatimde, rüyalarımın hakikatine uyanmıştım. Bu ne Baudelaire’in çift odasına, ne de Quincey’nin afyonun cennetinde gördüğü rüyalardan realiteye dönüşüne benziyordu. Bu daha sade bir şey, uzun gafletinde birden uyanan ruhun kendi kendisine tertip ettiği bir nevi cürmümeşhuttu. Hakikaten bütün bunların benim içimle, günlerin sefaleti altında haberim olmadan için için kaynayan asıl benliğimle ne alakası olabilir? Bu siyah, uzun saçları geçmiş güzelliğinden muhteşem bir yadigâr gibi duran bitkin yüzlü kadın kimdi? Bununla beraber onun kendi karım olduğunu, bu çocukların kendi çocuklarım olduğunu biliyordum. Kendi kendime mütemadiyen koskoca on seneyi, bu kapanık odada, bu acaip ve manasız eşya arasında, bu şimdi bana yabancı birer sembol gibi görünen çehreler arasında nasıl geçirdiğimi soruyorum.

Nihayet dayanamadım, lalettayin bir mazeret uydurarak sokağa fırladım. Bugün olmuş gibi hatırımdadır; soğuk, aydınlık bir kış gecesiydi, sokaklarda hemen hemen kimse yoktu, durmadan dinlenmeden, kendi kendime “Niçin, niçin böyle oldu, niçin böyle olsun?” diye sora sora yürüyordum. Bir müddet sonra yoruldum, küçük bir kahveye girdim. Tanımadığım birtakım adamlar tütün ve nefes kokan bulanık hava içinde gülerek bağırarak konuşuyorlar, oyun oynuyorlardı. Ben de bir köşeye çekildim. O zamana kadar gece vakti evimden dışarıya ancak sinema, tiyatro gibi şeyler için çıkardım. Zaten böyle bir itiyadı bir türlü anlayamamıştım. Fakat şimdi yadırgamıyor, hatta bir nevi sıcaklık duyuyordum. “Burası bizim arafımız olsa gerek…” diye düşündüm, sonra yavaş yavaş etrafımdakilere bakmağa başladım.

Bir insan yüzünün en manalı bir âlem olduğunu ben o geceye kadar anlayamamıştım. Hayat dediğimiz o girift oyunun, aktörlerini bu kadar kuvvetle benimseyeceğini, onların her hal ve tavrına kendi akışının damgasını bu kadar kuvvetle vuracağını hiç düşünmemiştim. Yüz buruşuğunun, göz altındaki her hangi bir çizginin, dudak kenarındaki bir kıvrımın, ne bileyim, konuşmadan evvelki bir saniyelik bir tereddüdün, küçük bir el işaretinin, manasız ve ehemmiyetsiz bir bakışın, her gülüşün, bir omuz düşüklüğünün bütün bir ömrü en ince, en karışık, en nüfuz edilmez taraflarından anlatacak birer emare, birer işaret olduğunu hiç düşündünüz mü?

Karşımda bana arkasını dönmüş, tavla oynayan bir adamcağız vardı. Orta boylu, zayıf, başı tepesine doğru açılmış otuz, otuz beş yaşlarında bir insan; her gün sokakta, dairede, lokantada rastladığımız insanlardan biri. Başı biraz kalkık omuzlarının arasına sonradan yapıştırılmış gibi gömülü, sırtı biraz öne bükük, ikide bir kontrolsüz bir hareketle sağ elini alnına doğru kaldırıyor, sanki görünmeyen zehirli bir böceği kovalıyordu. Bu sinirli, zayıf el ile beraber bu kemikli başın ikide bir böyle arkaya doğru gidişi ne korkunç, ne zalim bir şeydi! Bir iki defa yanındakilerle konuşmak için yüzünü benden yana doğru çevirdi.

Ne karışık bir çehresi vardı. Geniş alnı, gözlerinin ve dudaklarının kenarı, kırışık ve çizgi içindeydi. Bununla beraber yalnız bir bakışını tuttuğum gözleri ne kadar genç ve iri idi. Müthiş bir hareket bolluğu içinde kızararak, konuşarak, şansa lanet ederek oynuyordu. Birdenbire zarları bıraktı. Müthiş bir şey olmuş gibi bir an durdu, düşündü. Sonra hafif bir omuz kaldırışıyla ayağa kalktı, yukarıda bahsettiğim el işaretiyle fikri sabitini bir kere daha koydu. Oyun arkadaşıyla hesabını görerek, yine başı omuzlarına gömülü, kendi içine katlanmış hüviyetiyle, fakat bu sefer nispeten daha sakin bir yüzle kahveden çıkıp gitti. Niçin oyun ortasında zarları bıraktı? Ayakta neyi düşündü ve neye karar verdi? Niçin bir dakika evvel omuzları o kadar çökük ve mahkumdu ve neden kahveden çıkarken bütün hüviyetinde bir nevi sükunet ve kayıtsızlık vardı? Muamma.

Tam karşımda ayak ayak üstünde oturan bir başkası hiç durmadan sol ayağını sallıyor, bir taraftan da mütemadiyen tırnaklarını kemiriyordu. Ne garip bir adamdı bu! Küçücük yüzü insana bir çekmece hissini verecek kadar kilitli idi. Kim bilir kaç uzun tahammül ve zillet senesi bu yumruk kadar küçük yüzden, bu acayip ve sır sızmaz maskeyi çıkarmıştı. Bir başkası konuşurken ellerinin ve kollarının mübalağalı işaretleriyle kendisini adeta dört bir tarafa dağıtır gibiydi.

Bütün bunları düşüne düşüne eve döndüm. Bu sessiz ıztırabı, bu adeta tabii addedilen cehennemi görmek beni biraz teskin etmiş, kendi hayatımla aramda biraz evvel bozulmak üzere olan muvazeneyi iade etmiş gibiydi. Bununla beraber o muvazeneyi bir daha hiç bir zaman bulamadım. Olan olmuştu. Artık bundan sonra bu bende bir itiyat oldu.

Hayatımın üzerinde düşünmeğe başlamıştım. Bütün iradem, bütün gayretim bir daha o eski sükûneti bana iade ettirmedi. Gündelik hayatımla arama yaşanmamış rüyaların azabı girmişti. Hayat oyununu en büyük ciddiyetle oynamaya hazırlandığım bir anda geçmiş yıllar, karşıma dikiliyor ve benden hesabını soruyordu. O günden sonra artık bir an bile yalnız değildim, soframda, yatağımda, çalışma masamda bir misafir, dişleri hiddet ve kinden kısık, gözlerinde boşa gitmiş bir ömrün bütün bıkkınlığı toplanan bir zavallı vardı ve bana pişmanlığın şuuruyla kısılmış sesi durmadan fısıldıyordu: “Ömrünü, ömrünü ne yaptın?” Ve ben bütün uzviyetimde bir yılan gibi gezen bu zehirli sesin tenbihi altında yapacağımı unutuyor, anı ve mekânı unutuyor, başta kendim olmak üzere her şeyden, yaşanmış ömrümden, gelecek senelerimden, bütün etrafımdan nefret ediyor, kaçmak, kaybolmak, kurtulmak istiyordum.

Artık uyku bile benim için bir şifa değildi. Çünkü onda da riyaların zalim ısrarı vardı. Size bu rüyaları nasıl anlatmalı? Hemen her safhasında vaktiyle sevilmiş bir genç kızın, şimdi nerede olduğunu, nasıl bir talihle yaşadığını bilmediğim sarı saçlı, büyük mavi gözlü, nergis boyunlu genç bir kızın bir nevi “laytmotif” gibi dolaştığı bu rüyalar… Bu, hasta kafanın kendi vehim ve gölgelerinden yarattığı değişici ve korkunç âlem…

İşte bu yol, bu küçük acaip yol, ben bu ruh haletinde iken karşıma çıktı ve benim için birdenbire yepyeni bir hayat imkânının, kendi kendimi bundan sonra olsun gerçekleştirebilmek imkanının bir nevi müjdesi gibi oldu.

Evet, pekâlâ biliyorum ki, bir gün ben her şeyi bırakıp bu küçük yola dalarsam onun bittiği yerde bütün saadet ve hasretlerimi, eski yaşanmış rüyalarımı bulacağım, temiz, yepyeni, mesut bir adam olacağım.

Bunu biliyorum, fakat yapamayacağımı da biliyorum. Halbuki bir ömür yaşanmağa değer bir şeydir.

Ahmet Hamdi Tanpınar

bir+yol+hikayesi Bir Yol

Dünyanın en sert ve en yumuşak madeni kalb…Ateşini bulsun hemen değişir.

“Etmeyin Reis bey! Siz ağlayamazsınız! Ağlayabilseydiniz, anlayabilirdiniz… Siz merhametten, acıma duygusundan, yalnız kötülük doğacağına inanmışsınız. Yerine göre haklısınız.. Fakat ondan ne büyük iyilik doğacağını unuttuğunuz için en büyük hakkı kaybediyorsunuz. Rahmet kaldırılmış sizin kalbinizden.. Reis Bey! Mühürlü kalbinizin açılmasını dilerim, Allah sizi de arındırsın…”

Necip Fazıl

442433114801 Dünyanın en sert ve en yumuşak madeni kalb...Ateşini bulsun hemen değişir.

Ayrılık

ayrılık demir çubuk gibi sallanıyor havada
çarpıyor yüzüme yüzüme
sersemledim

kaçıyorum ayrılık kovalıyor beni
yolu yok elinden kurtulmanın
dizlerim kesildi yıkılacağım

ayrılık zaman değil yol değil
ayrılık aramızda bir köprü
kıldan ince kılıçtan keskin

kıldan ince kılıçtan keskin
ayrılık aramızda bir köprü
seninle diz dize otururken de

Nazım Hikmet

ayrilik Ayrılık

Küçük Kızım Su ya

Bir derin uykudaydım ölümün içinden
Açtım ki gözlerimi
Bir suyun gölgesi gibi
Kendisi adeta bir suyun
Ayakucumda sen oturuyorsun

Şiir getirenlerin çok olsun çocuğum!

Can Yücel

siir+getirenlerin+cok+olsun+kizim Küçük Kızım Su ya

Su Gibi

Dostlar ırmak gibidir
Kiminin suyu az, kiminin çok
Kiminde elleriniz ıslanır yalnızca
Kiminde ruhunuz yıkanır boydan boya

İnsanlar vardır; üstü nilüferlerle kaplı,
Bulanık bir göl gibi…
Ne kadar uğraşsanız görünmez dibi.
Uzaktan görünümü çekici, aldatıcı
İçine daldığınızda ne kadar yanıltıcı….
Ne zaman ne geleceğini bilemezsiniz;
Sokulmaktan korkarsınız, güvenemezsiniz!

İnsanlar vardır; derin bir okyanus…
İlk anda ürkütür, korkutur sizi.
Derinliklerinde saklıdır gizi,
Daldıkça anlarsınız, daldıkça tanırsınız;
Yanında kendinizi içi boş sanırsınız.

İnsanlar vardır, coşkun bir akarsu…
Yaklaşmaya gelmez, alır sürükler.
Tutunacak yer göstermez beyaz köpükler!
Ne zaman nerede bırakacağı belli olmaz;
Bu tip insanla bir ömür dolmaz.

İnsanlar vardır; sakin akan bir dere…
İnsanı rahatlatır, huzur verir gönüllere.
Yanında olmak başlı başına bir mutluluk.
Sesinde, görüntüsünde tatlı bir durgunluk.

İnsanlar vardır; çeşit çeşit, tip tip.
Her biri başka bir karaktere sahip.
Görmeli, incelemeli, doğruyu bulmalı.
Her şeyden önemlisi insan, insan olmalı…

İnsanlar vardır; berrak, pırıl pırıl bir deniz.
Boşa gitmez ne kadar güvenseniz.
Dibini görürsünüz her şey meydanda.
Korkmadan dalarsınız, sizi sarar bir anda.
İçi dışı birdir çekinme ondan.
Her sözü içtendir, her davranışı candan…

Can Yücel

insanlar+vardir Su Gibi

Su Ölümleri

ağzımda dinmez yaralarla
bir türbeden geçirdiler akşamüstü
ellerimi tuttular sol göğsüme
zemzem içirip mürekkep sürdüler dilime

geçmedi evhâmım!

sanırdım içimdeki vandal kıracak billur kalbimi
tifo çarşılarında yahut çay bardaklarında
kırmızı gömleklerini yırtacaklar çatıların
kollarını damarlarıma gerdikçe yüzüklerimde toplanan ter
sanırdım içimde dilenen büyücü çalacak kalbimi

geçmedim yine de sâkin su bahçelerinden
taş bebekler soluyan
yollardan topladım iri ceylân gözlerini
sevgili sandım
duvarıma asıldıkça, bir halıda donan fincan güzelini

kabuk bağlıyordu evimizden küçük kadın ayakları
ile akan nehir ve durduk yerde çekildi sularımız
hatırlıyorum bir ikindi toplanıp aile mezarlığında
susuyorduk ki
bakır bir tasta iplerle oynayan ruhum
dökülen ceviz yapraklarından anladı değiştiğini mevsimin
kırdım çerçilerin, attarların yüzleriyle çalışan saatimi
kurudu kuyu, babamın gözyaşları doldurmaya yetmedi

ama o gençlik çağımda ben
ne bileydim susuzluktan öldüğünü sakâların
akşamüstleri kuru incirler içinde

İbrahim Halil Baran

su+olumleri Su Ölümleri

Acı Çekmedim

Fakat acı çektim mi? Acı çekmedim. Sadece halkımın
acı çekmesinden ötürü acı çekiyorum. Yaşıyorum
içinde, yaşıyorum anayurdumda, bir hücre gibi
o sonsuz ve alazlı kanda.
Zamanım yok kendi acılarıma.
Kimse acı çekmemi sağlayamaz
bana temiz güvenlerini veren bu hayatlar olmadan,
ve bir hain gibi bıraktı ölü mağaranın
dibine vursun diye, ne ki geri döneceğiz
oradan ve yükselteceğiz gülü.

Cellat benim yüreğimi yargılasın diye
baskı yaptığında yargıçlara,
açtı o kararlı kitle,
halkım, o muazzam labirentini,
aşklarının uyuduğu o bodrumu,
ve orada tuttular beni, gözetleyerek
ışık ve hava gelinceye dek.
Söylemişlerdi: Borçlusun bize,
sensin koyacak o soğuk işareti
o kötücül kirli isme.
Acı çektim, sadece acı çekememekten ötürü.
Biraderlerimin karanlık hapishanelerinden
geçememekten ötürü,
bütün acılarımla bir yara gibi,
ve her bir topallayan adım yetişti bana,
senin sırtına inen her bir darbe paraladı beni,
senin şehadetinden her bir damla kan
kanayan şarkıma sızdı gitti.
Sessizlik
Kendi kirlerini
Süpürüp yürüyünce
Fırtına olur

Pablo Neruda

aci+cekmedim Acı Çekmedim