Düşe Çağrı

Severim gerçekçi edebiyatı. Bu yaşa değin en çok onun ürünlerini, o yolda yazılmış hikayeleri, romanları, hep o çığırı öven denemeleri, eleştirmeleri okudum. Bir hikayede, bir romanda anlatılanların, gerçekte olanlara benzememesi, çok kimseler gibi benim için de büyük bir suçtur. Peri masallarından, dev masallarından çocukluğumda bile pek hoşlanmadım. Olmayacak şeyler, benzerleri görülmeyecek insanlar anlatan hikayeler arasında beğendiklerim yoktur demeyeceğim, ama onlarda da gerçeği aradım: “Bütün bunlar gene bir doğruyu söylüyor, ancak yazar gerçeği bir düşle örtmüş, kaldırın o örtüyü, arasından bakın, gerçeğin ta kendisini, çırılçıplak doğruyu bulursunuz” diye düşünürüm.

Bunun içindir ki bugünkü yazarlarımızın çoğunun gerçekçiliğe özenmelerine göneniyorum. Bize hayatı anlatıyor, her gün gördüğümüz insanları tanıtıyorlar, okurlara çevrelerindekilerin de kendileri gibi düşünen, duyan, dertler çeken birer varlık olduğunu sezdiriyorlar. İnsanoğlu, çoğu bencildir, yalnız kendiyle ilgilenir, kendi kendisiyle uğraşır da başkalarının gerçekliğini kavrayamaz. Benliğimiz içine kapanır kalırız. Bu kabuğu dışarıya değinmemize, yani temas etmemize bırakmayan bu benlik kabuğunu ancak edebiyat, gerçekçi edebiyat kırabilir. Hani şiir okumayı, hikaye okumayı boş bir iş sayıp da kendilerine yakıştıramayan kimseler vardır, siz onlar arasında başkalarını anlayan, başkalarının dertlerine, kaygılarına ortak olan birini gördünüz mü hiç?… Onu ancak edebiyat aşılar. Batılıların edebiyata “humanites” yani “insanlıklar”, kişiye insanlığı, insanca duyguları, düşünceleri aşılayan bilgiler ne denli gerçekçi olursa bu ödevini o denli iyi başarır.

Evet, severim gerçekçi edebiyatı, gerçekçi sanatı, bütün çığırlar arasında onun en üstün olduğuna inanırım. Ama düşünüyorum da: “bizi alıp düşler acununa götüren bir edebiyat da gerekli değil mi?” diyorum. Bu günün birçok yazarları sanatın toplumsal görevi üzerinde türlü türlü sözler söylüyorlar. Okurları düşler acununa alıp götürmek de edebiyatın toplumdaki görevlerinden biri değil midir? Biz gerçek içinde yaşıyoruz, duvarlarını yıkıp aşamadığımız bir gerçek içinde. Onun da güzellikleri var elbette ama pek alıştığımız için göremiyoruz, tadamıyoruz o güzellikleri. Edebiyat, sanat bize o güzellikleri sezdirsin. Madame Rachilde’in (Madam Raşild) “Güneş satıcısı”nı “Le Vendeur du Soleil” (Lö Vandör dü Soley) bir türlü unutamam, çok anlattım onu okurlarıma, bir kez daha anlatayım:

Paris’in bir köprüsü üzerinde bir satıcı, bağırıyor, dil döküyor, sattığı nesnenin eşsiz güzelliklerini anlatıyor. Başına toplananlar merakla bekliyorlar: nedir acaba o adamın sattığı? En sonunda söylüyor: “Size güneş, her gün gözlerinizin önünde duran, ama sizin bakmadığınız, güzelliğini göremediğiniz güneşi satıyorum. Bakın; bakın! Sizin bütün hülyalarınızdan güzel değil mi?” Dinleyenlerin çoğu omuzlarını silkip gidiyor, ancak bir iki kişi: “Sahi! Ne de güzelmiş!” diyorlar.

Şairin, hikayecinin o adama benzemeleri gerektir: Bize gözümüzün önünde duran, ama alışık olduğumuz için artık farkedemediğimiz güzelliklerini anlatmaları, sezdirmeleri gerekir. Hayatın yalnız iyi yanlarını söylesinler demek mi istiyorum? Hayır. Acıları, kötülükleri, çirkinlikleri söyleyerek de o işi başarabilirler, okurlara yaşamanın güzel bir şey olduğunu sezdirirler de acılar, kötülükler, çirkinlikler karşısında irkilmenin kutluluğunu, o yürekler paralayan mutluluğu duyururlar. Bütün o acıları, kötülükleri, çirkinlikleri kaldırmaya özendirirler de insan olmanın onurunu duyururlar onlara.

Yapsınlar bunu şairlerimiz, hikayecilerimiz, bunu yapmak için de gerçekçi olsunlar. Peki, ama yalnız bu yeryüzünün, yaşamanın güzelliğini göremeyenlere, sezemeyenlere midir sanatın yararlığı? Güneşi satan adam muradına erdi, hepimize güneşin güzelliğini anlattı, bizi hayatın biteviyeliğinden (monotonluğundan) kurtarabilir mi?… Bugün düne benziyor, yarın bugüne benzeyecek. Çeşit çeşit güzellikler var yöremizde, güneş doğuyor, batıyor, yıldızlar parlıyor, karanlık, soğuk, kasırgalı gecelerin bir de bir tadı var, çiçekler açıldı, yarın solacak, hepsi ayrı bir duygu veriyor kişiye… İyi, hepsi iyi ama hep biteviyelik içinde geçen bu güzellikler bıktırıyor, biteviye olduğu için çirkinleşiyor. Biz o biteviyelikten kurtulamayacağımızı anlıyoruz da bir perişanlık duyuyoruz içimizde. Yalnız yaşlılar mı kapılıyor bu melale?… Bu üzüntüden bizi yalnız hülya kurtarabilir. Ama, hülyalar kurmak her kişinin elinden gelir mi sanırsınız? Gerçeğin güzelliklerini sezmek her kişiye vergi değildir de gerçekten silkinip kendine daha gönlünce bir acun kurmak her kişiye vergi midir? İyi bir dinleyin kendinizi: Hülyalarınız da günleriniz gibi, hep birbirine benzemiyor mu? Çevrenizdeki gerçeğin biteviyeliğinden kurtulamadığınız gibi, hülyalarınızın da biteviyeliğinden kurtulamıyorsunuz, onlar da sizin için, gerçek sahibi, birer duvar olmuyor mu? Size yeni yeni hülyalar kurabilmeniz için yardım edilmesini istemez misiniz?. Toplumda edebiyatın, sanatın böyle bir görevi de vardır. Gerçekçi sanat… Doğru, en üstünü belki o. Ama ötekinin, bizi olmayacak şeyler acununa, düşler acununa sürükleyip götüren, yalanlar söyleyen, masallar anlatan sanatın gerekliliğini de unutmayalım. Bizi, biteviyelik içinde sürüp giden hayattan silkindiğimiz sanısı vererek avutan edebiyatı da büsbütün küçümsemeyelim. Hülyaya çağırıyorum sizi, o acunda ne güzel şeyler var. Ama ben bir şair, bir hikayeci değilim ki size onları anlatabileyim.

Fransız düşünürlerinden Jules Soury’yi (Jül Suri) bir gün yolda görmüşler; “Bütün masalları çürüttüm, yıktım. Masalsız kaldım… Bana masal verin, masal verin bana, masalsız yaşayamıyorum!” diye bağırıyor. Çıldırdı demişler onun için, belki de çılgınlıktan o gün kurtulmuştur.

nurullah+atac Düşe Çağrı

Güney Denizleri

Sessizce yürüyoruz bir gece yamacında bir tepenin.
İlerleyen loşluğunda ikindi vaktinin,
beyazlar giyinmiş bir dev sanki amcamın oğlu
davranışı ağır, yüzü kavruk ve suskun bir dev.
Bize bunca sessizliği öğretebilmek için
çok yalnız kalmış olmalı atalarımızdan biri
– ya aptallar içinde bir büyük adam veya zavallı bir deli

Amcaoğlum konuştu bu akşam. Kendisiyle çıkıp çıkmayacağımı
sordu. Duru gecelerde tepeden
Torino’nun uzak fenerinin yansıması görülür.
Torino’da kaldığına göre … dedi,
… ama hakkın var. Yaşam, doğduğun yerden uzakta
geçmelidir. Hem kazanır, hem tadını çıkarırsın
ve sonunda da benim gibi kırkında döndüğün zaman
her şeyi değişmiş bulursun. Ama durur hep yerli yerinde
Langhe denilen bu yerler.

Bütün bunları söyledi bana, hem konuştuğu da İtalyanca sayılmazdı,
ağır ağır kullandığı yerel ağız,
şu tepenin taşları gibi öylesine kuru ki,
yirmi yılın başka dilleri ne de başka denizleri
bir türlü etkileyememiş. O ise, biraz yorgun köylülerde gördüğüm
yoğun bakışıyla yokuşa doğru yürüyor.
Tam yirmi yıl tüm dünyayı gezdi.
O gittiğinde, kadınların kucağında taşıdığı bir bebektim henüz ben.
Ölmüş dediler. Sonra, kadınların kimi zaman, sanki bir masaldaki gibi
ondan konuştuklarını duydum.
Ama erkekler, acımasızlar, unutup gittiler onu.

Epeydir ölmüş babama bir kış
limanda gemilerle yeşilimsi koca bir pul yapıştırılmış.
bir kartpostal geldi; iyicil bağbozumu dilekleriyle dolu.
Şaşırıp kalmıştı herkes, ama artık büyümüş bebek
yırtınırcasına anlatmaya çalıştı ki

Pasifik’te, Avusturalya’nın güneyinde
köpek balıklarınca yabanıl
mavinin mavisi bir denizle çevrili
Tasmanya denen bir adadan geliyordu kartpostal.
Şunu da ekledi: Demek ki inci avcılığı da yapıyordu amcaoğlu.
Çıkardı pulunu kartın.
Herkes bir yorum ileri sürdü, ama hepsi şu sonuca vardı ki
daha ölmediyse henüz ölümü yakındı.
Sonra bütün bunlar çıktı aklından herkesin
ve çok zaman geçti aradan.

Ah nice zaman geçti, Malezyalı korsan oyunu
oynadığımdan bu yana.
En son, ölümcül bir noktada suya atladığımdan bu yana,
bir oyun arkadaşımı bir ağaç üstünde kovalayıp
ağacın o güzelim dallarını kırdığımdan bu yana
ve bir düşmanımın kafasını parçalayıp dövüldükten bu yana
ne yaşamlar geçti aradan! Başka günler, başka oyunlar,
daha anasının gözü düşmanlar karşısında başka kan sarsıntıları ve
düşünceler, düşler.

Sonsuz korkular öğretti bu kent,
bir kalabalık, bir cadde tirtir titretti beni,
ya da bir yüzde, kimi zaman gizlice izlenen bir düşünce.
Duyarım hâlâ gözlerimde, bunca sürten adımlar üstüne vuran
binlerce sokak lâmbasının alaylı ışığını.
Amcamın oğlu döndü geldi. Savaş bitti.
Dev gibi o, cüceler ülkesinde. Üstelik para da yapmış.
Hısım akraba fısıldaşıyordu: Bilemedin bir yıl sonra
yer bitirir hepsini, sonunda yine gider gurbete.
Ölümü böyle olur bir baltaya sap olamamışların.
Kararlı bir yüzü var amcamın oğlunun. Köyde bir yer satın aldı
bir giriş katında. Çimentodan bir de garaj yaptırdı.
Önünde benzin satmak için pırıl pırı bir depo
ve dönemeçte, köprünün üstünde, koskoca bir reklâm tabelâsı.
Bir tamir ustası oturttu paraları alsın diye
tüttürüp sigarasını o da dolaşıp durdu Langhe topraklarında
Köyden evlenmişti bu arada. Kuşkusuz bir gün dünyada karşılaştığı
yabancı kızlar gibi incecik ve sarışın bir kız aldı.

Yine yalnız dolaştı hep. Hep beyazlar içinde,
elleri arkada, yüzü kavruk,
pazar pazar dolaşıp içinden pazarlıkla
durmadan at pazarlığı yapıyordu.
Tasarı suya düşünce, nedenini açıkladı bana.
Ereği, tüm hayvanları vadide toplamak ve herkesi
motor almaya zorlamakmış.
Ama diyordu, hayvan yok mu şu hayvan, yok daha büyüğü ondan.
Ben düşündüm bunu. Bilmeliydim,
öküzle insanın aynı soydan olduğunu burda.

Yarım saattir yürüyoruz. Doruk yakın. Gittikçe
artıyor çevrede hışırtısı ve ıslığı rüzgârın.
Birden duruyor amcamın oğlu ve dönüp bana şöyle diyor:
Bu yıl şunu yazacağım ilâna; Santo Stefano Belbo vâdisi
bayramlarda hep başı çekmiştir. Böyle desinler Cannelli köylüleri!
Sonra yine yokuşa tırmanıyor. Anlatımsız bir toprak ve rüzgâr
kokusu kavrıyor karanlıkta ikimizi, uzakta ise birkaç ışık:
köy evleri, sesi zor duyulan taşıtlar. Ben ise
bu adamı denizden, uzak ülkelerden ve hâlâ bitmeyen suskunluktan koparıp
bana kavuşturan gücü düşünüyorum.
Yolculuklarını anlatmaz öyle amcamın oğlu.
Yalnızca şuraya ya da buraya gittiğini der kupkuru
bir de motorları düşündüğünü.
Kala kala bir tek düş kalmıştı içinde:
bir kezinde, Balinalar adında Hollandalı bir balıkçı gemisinde
ateşçiyken, deniz deniz gezmişti.
Ağır zıpkınları güneşte uçarken görmüş,
kan köpük içinde balinaları kaçışırken görmüş
kuyruklarını dikip oklarla cebelleşirken.
Arada bir anlatır bunu.

Ama ona
yeryüzünün en güzel adalarında
şafağın sürüşünü görmüş talihli birisi olduğunu söylediğimde,
anılarında gülümseyip
doğar doğmaz bile güneş
eskiydi artık bizim için gün
derdi.

Cesare Pavase
Çev: Bedrettin CÖMERT

cesare+pavese Güney Denizleri

Baba Olmak

Gereksiz denizin önünde yalnız adam
bekler durur akşamı, bekler durur sabahı.
Orda çocuklar oynuyor, ama bu adam
isterdi ki bu adam onun da bir çocuğu olsun
ve seyretsin onları oynarken.
Her gün yıkılıp yeniden doğan
ve çocukların yüzüne renk katan
bir saraydır suyun üstünde koca bulutlar.
Deniz her zaman olacaktır.

Yaralar sabah. Bu ıslak kumsalda
ağlara’ve taşlara takılarak sürünür güneş.
Çıkar dışarı adam bulanık güneşte, yürür
deniz boyunca. Vurup kıyıya artık yatışmayan
köpüklere bakmaz bile…
Bu saatte, ılıklığında yatağın,
uykudadır hâlâ çocuklar. Bu saatte bir kadın
yalnız olmasa sevişecek bir kadın
uyuyordur yatağında. Uzaktaki kadın gibi
çırılçıplak soyunur ağırdan adam ve iner denize.

Geceleyin sonra, dağılıp gidince deniz
yıldızlar altındaki koca boşluk dinlenir.
Kızıllaşmış evlerde çocukların
başları düşer uykudan, bazısı da ağlar.
Beklemekten yorgun adam
yıldızlara kaldırır gözlerini, ama onlar duymazlar ki.
Bu saatte bir çocuğu soyup uyutan kadınlar vardır.
Bu saatte bir yatakta bir adamla sarılmış kadınlar vardır.
Karanlık pencereden boğuk bir soluk giriyor,
denizin tüm üzüncünü bilen adamdan gayri
kimse dinlemiyor onu.

Cesare Pavese
Çev: Bedrettin Cömert

baba+olmak Baba Olmak

Çalışmak Yorar

Evden kaçmak için yolu geçmeyi
yapsa yapsa bir çocuk yapar.
çocuk değil ki artık
bütün gün sokaklarda sürten bu adam
üstelik evden de kaçmıyor.

Hani yaz ikindileri vardır
meydanlar bomboş uzanır batan güneş altında,
geçip gereksiz bitkilerle bir bulvardan
durur yalnız adam.
Değer mi bunca yalnızlık, gittikçe daha yalnız olmak için?
Boştur yollar meydanlar yalnız gezildiğinde.
Oysa bir kadın durdurmalı
konuşup da birlikte yaşamaya inandırmalı,
yoksa hep kendisiyle konuşur insan. bunun için de
kimi vakit körkütük olur geceleri
ve anlatır durmadan, anlatır yapıp edeceklerini.

Böyle ıssız meydanda bekleyerek
rastlanmaz elbette kimseye, ama dolaşırken sokakları
durduğu olur insanın şöyle bir.
Olsalardı iki kişi, başka olurdu ev
sokaklarda bile. Kadın olurdu, değerdi dolaşmaya.
Gece kimsecikler kalmaz meydanda
Oradan geçen bu adam görmez
yararsız ışıklar içinden evleri
kaldırmaz artık gözlerini.
Kaldırımları dinler yalnızca
kendininkiler gibi nasırlı ellerin döşediği.
Doğru değil ıssız meydanlarda kalmak.
Mutlaka yolda olmalı o kadın
yalvarsan eve çeki düzen verecek.

Cesare Pavese
Çeviri: Bedrettin Cömert

calismak+yorar Çalışmak Yorar

Alışkanlıklar

Ağaçlıklı yolun asfaltında sessiz bir göl
oluşturuyor ay ve arkadaşım başka zamanları anımsıyor
O zamanlar beklenmedik bir karşılaşma yeterdi ona
yalnız değildi artık. Aya bakarak
geceyi solurdu. Ama karşılaştığı kadının
titrek merdivenlerde yaşadığı kısa maceranın
kokusu daha taze. Sakin oda
ile ansızın beliren hep orada yaşama arzusu
doldururdu yüreğini. Sonra mehtapta
uzun yorgun adımlarla memnun geri dönerdi

O zamanlar kendisiyle çok iyi arkadaştı
Sabah uyanır yataktan atlardı
bedenini ve eski düşüncelerini yeniden bularak
Dışarı çıkmaktan hoşlanırdı yağmura bırakarak kendisini
ya da güneşe yıldızlara bakmaktan
apansız beliren insanlarla konuşmaktan zevk alırdı
Baştan başlamayı bildiğine inanırdı son güne dek
her yeni günle birlikte mesleğini değiştirerek
Büyük yorgunlukların ardindan oturup sigara içerdi
En büyük zevki yalnız kalmaktı

Dostum yaşlandı daha çok seveceği
bir ev istiyor bir gece dışarı çıkmak
ve ağaçlıklı yolda durup aya bakmak
ancak geri döndüğünde sessiz bir kadın bulmak
sakin bir kadın sabırla bekleyen

Dostum yaşlandı ve kendine yetmiyor artık
Geçenler hep aynı yağmurla
güneş aynı ve sabah bir çöl
Yorulmaya değmiyor. Ve mehtapta dışarı çıkmak
bekleyenin yoksa değmiyor.

Cesare Pavese

blogger-image--957879432 Alışkanlıklar

kuş sadece bir kuştu

kuş dedi: oooh! nasıl da mis koku, nasıl da güneş!
bahar gelmiştir
ve ben kendi çiftimi bulmaya çıkacağım

kuş taraçanın kıyısından uçtu
bir ileti gibi uçtu
kuş küçüktü
kuş düşünmüyordu
kuş gazete okumuyordu
kuşun borcu yoktu
insanları tanımıyordu kuş
kuş havada
ve kırmızı tehlike ışıkları üstünde
ve habersizlik yükseklerde uçuşuyordu
ve mavi anları
delice deniyordu

kuş, ah sadece bir kuştu.

Furuğ Ferruhzad
Çev : Haşim Hüsrevşahi

guvercin+gerdanligi kuş sadece bir kuştu

Pire

Bak şimdi şu pireye; bak da gör işte,
Benden esirgediğin ne denli küçük bir şey.
Benim kanımı emmiş, sıra gelmiş seninkine;
İki kan karışmış bile şu anda bu pirede.
Sence de, ne günah sayılır bu, ne ayıp, değil mi;
Ne de kızlığın elden gitti yani şimdi?
Oysa şu pire, kur falan yapmadan alıyor alacağını,
Şişiyor işte zevkten, birleştirirken iki kanı.
Yazık ki, biz beceremedik bir türlü şu kadarını.

Ah yapma, kıyma üç cana birden bir pirede;
Evlenme bir yana, daha da öte geçtik biz o pirenin bedeninde.
Bu gördüğün pire hem sensin şimdi, hem benim,
Hem de zifaf yatağımız, nikâh mabedimiz bizim.
Ailelerimiz, ve sen, karşı çıksanız da, buluşmuşuz,
Bu kapkara canlı duvarlar arasına kapanmışız.
Âdettendir diye beni öldürmek isteyebilirsin ama,
Hiç değilse kendinin katili olma,
Üç cinayetle üç günahın vebalini alma.

Yaptın yapacağını zalim, lafı ağzıma tıkadın;
Zavallının kanıyla tırnağını kızıla boyadın.
Senden bir damla kan emmiş olmaktan öte,
Suçu var mı şu pirenin şimdi, söyle?
Ama, haklı çıkmanın gururu okunuyor yüzünde;
Diyorsun ki, ne sende halsizlik var, ne bende.
Çok doğru; korkuların ne kadar boşmuş anlamışsındır herhalde!
İşte, şu pirenin ölümü senin canından ne götürdüyse,
Kaybedeceğin onur da o kadar, bana “Evet,” demekle.

John Donne
Çeviren: Bülent Bozkurt

pire Pire

Giderek daha uzak

Giderek daha uzak, giderek daha ıssız bir yerden
Ve yalnızca düşlerde görebilirim seni.
Sana yazsam, hava yakar mektuplarımı.
Karşılamaya gelsem seni, atım tökezler.

Yol boyunca aldığım yaralardan
Başka bir şey değilim, sana ulaştığımda.
Gözlerinde yansıyan, bölünen ve bozulan
Kendimden son ayrılıştan başka bir şey değilim.

Yolun iki yanında, gerideki dağları işaret eden,
Yüzleri beyaza boyanmış iki kişi.
Sen, ağızlarından akan kanın.

Ve ellerindeki bıçakların farkına varmadan,
Sırtın bana dönük, geçerken yanlarından,
Seslensem, eritir onları gözyaşların.

Henrik Nordbrandt

yalnizca+duslerde Giderek daha uzak

Furuğ Ferruhzad

Sunu

Güzel bir zamandı.

1963 yılının Eylül ayı. Anadoluhisarının eski ve kocaman ahşap yalılarından birinde, hanımelleri, mor salkımlar, vişne ağaçlarıyla dolu kuytu bir bahçede, sabahları rıhtımı yalayan denizi, gün boyu satıcıların seslerini ve akşamüstleri İsfahan faslının gizli serinliğini dinleyerek geçirilmiş bir yazdan sonra birden başlayan yarı kanatlı yarı gölgeli günler.

Celâlle birlikte, Hukuk Fakültesinin benim için üç yıl ara verilmiş diploma sınavına hazırlanıyorduk. îçimiz sürekli bir isyanla doluydu. Kitapları açtıktan kısa bir süre sonra, İranda ve Türkiyede, yani hukukun karanlık sürprizlerle dolu bir labirent haline dönüştüğü ülkelerimizde yaşayan hüsnüniyet sahibi üçüncü şahısların tümüne veryansın ederek kapatıyor, Furuğ Ferruhzaddan söz etmeye başlıyorduk. İranın o sırada henüz yirmi yedi yaşındaki genç ve fırtınalı kadın şairinden.

Onun, Şah dönemi işkencelerine ve yeryüzündeki tüm haksızlıklara karşı yükselttiği karanlık bir çığlık olan Yeryüzü Ayetlerini birlikte çevirdik ve Yapraklar dergisinde yayımladık. Tıpkı aynı dergide çevirisini yayımladığım Juan Goytisolonun Çürüyen Bir Ülke : İspanya yazısı gibi büyük ilgiyle karşılandı şiir. Sonraki yıllarda da unutulmadı.

Fakülte yılları boyunca sadece benim değil, Demir Özlünün, Selahattin Hilavın, Doğan Hızlanın, Yaşar Kemalin, Atilla Tokatlının da yakın arkadaşı olan Celâl Hosrovşahi, çağdaş Îran edebiyatının yetenekli yazarlarından biri olduğu kadar, klasik doğu metinlerinin çoğunu ezbere bilecek kadar birikimi zengin bir gençti. Çok sevdiğim Sadık Hidayeti onun bilgisiyle daha derinden tanıdım. Hafızı, Hayyamı, bizdeki ve Batıdaki çevirilerinden çok daha başka yönleriyle.

Onun çoğu kez, olağanüstü esprilerle süslediği, Azerî renkler taşıyan zengin konuşmalarını dinlerken hep şaşırırdım. Çağdaş Fransız, Alman, İtalyan, Rus yazarlarını, ozanlarını bunca yakından tanırken, hatta Tagore ve İkbal gibi doğu ozanlarını bile dilimize çevirmişken, nasıl olmuştu da bunca yakın bir komşu ülkenin edebiyatı bize bunca uzak kalmıştı?

Nima ile başlayan ve Furuğa kadar uzanan modern İran şiiri nasıl karanlıkta bırakılmıştı bizler için? Birlikte oturup, Deryabenderinin Hacerin Kısa Bacaklı Tavuğu öyküsünü çevirirken sorardım Celâle : Nasıl bugüne kadar tanımamışım bu olağanüstü öykü yazarını?” Bana heyecanla, son otuz yılın önemli romancılarını, ozanlarını, öykü, deneme yazarlarını anlatırdı.

Ama tam kestiremediğim bir nedenle, bütün konuşmalarımız Furuğla noktalanırdı. Bana açmadığı bazı şeyler olduğunu sezerdim. Ama doğulu erkeklerin çoğunluğu gibi ölümüne dostluk ancak sırdaş değil.

Olağanüstü güzel bir Boğaz ikindisiydi. Komşumuzun oğlu ve küçük arkadaşımız Erdinç, köpeğini de bindirdiği ufak kayığından bize sesleniyordu: Abi, bir Göksu yapalım mı? Kayık, çırpıntılı sularda ceviz kabuğu gibi sallanıyordu. Kara Ticareti Hukuku kitaplarını kapadık. «Dördümüzü almaz o tekne, batar dedim. Bir avuç vişne yemiş gibi güldü. Atladı, rıhtıma çıktı. Köpek de ardından. iyi dedi, siz dolaşın. Ben tepeye çıkacağım.

Az sonra köşeyi dönerek, taş köprünün altından geçtik ve Göksunun gölgeli, durgun sularına girdik.

Sular, çürümüş ahşaplarıyla kıyıdaki eski yalılar, ağaçların dalları durgundu ama ikimizin de yüreği gençlik ateşiyle fıkır fıkır. İsyan, şiir, mizah ve kadınlar konuşmalarımızın değişmez gündemi. Şahın komik generalleri, Sarı Kulhanın açık saçık öyküleri, Isfahanın güllerle dolu bahçelerinde bir yandan afyon içilen, bir yandan muhabbet edilen kerhaneleri… ve elbette şiir.

Celâl, Fars dilini olanca müzikalitesi ile kullanarak Hafızdan, Hayyamdan şiirler okumaya bayılırdı, bugün olduğu gibi.

Çocukluğumda ve yeniyetmelik yıllarımda, babamdan ve amcamdan dinlediğim ve daha sonra çevirilerini defalarca okuduğum Hafız Divanını çoktan kapatmıştım. Bu yüzden, aramızda sık sık düzenlediğimiz ve beni hem şaşırtan hem de sevindiren o küçük töreni başlatmasını istedim arkadaşımdan. İkimiz de gözlerimizi kapadık. Elimizde birer küçük Hafız Divanı varmış gibi rastgele bir sayfa açmak üzere, yüksek sesle geleneksel dörtlüğü söyledik:

«Ey Hafız-i Şirazi
Ber men nigah endazi
Men talib-i yek falem
Tu kaşif-i her razi…»

Ellerimizde divanın açılmış sayfaları varmış gibi bir süre baktık birbirimize. Güldük. «Önce sen.» dedim Celâle. Her davranışımdan bir muziplik beklediği için itiraz etti.

Hayır. Önce sen…

Ezbere bildiğim topu topu üç beş Hafız beytinden birini söyledim :

«Ela ya eyyühessaki, edir kesen ve navilha
Ki ışk asan nemüd evvel velî uftad müşkilha»

Yanlış hatırlamıyorsam Gölpınarlı şöyle çevirmişti bu beyti :

«Gel ey saki! Herkese şarap sun, bize de sun
Önce kolay göründü aşk, nice zor olduğu sonradan anlaşıldı»

İranlılar için yüzlerce yıldır gelenek olan Hafız Falı aramızda, birbirimize takılmak, dalga geçmek, tongaya bastırmak için başvurduğumuz eğlenceli oyunlardan biriydi. Beyitlerden, birbirimizin karakteri ya da o günlerde başımızdan geçenlerle ilgili komik çağrışımlar, iğneleyici sözler üretir, eğlenirdik. Bu konuda üstünlük ondaydı. Bugün de dostlar arasında zaman zaman yaptığı gibi nerdeyse tümünü ezbere bildiği Divandan uygun gazeller bulur, şakayla şiirin birbirine karıştığı bir şölen yaratırdı.

Ama bu kez hiç de öyle olmadı. Sustu. Gölgelenen kıyılarına daldı gitti Göksunun. Kayığımız süzülerek harap ahşap evlerin, halat ve çömlek imalathanelerinin önünden geçiyordu. Sonra döndü, bana baktı. Gözlerinde garip bir pırıltı farkettim. Sevinç ya da gözyaşı. Bir süre öylece durdu. Sonra «Dinle» dedi.

«…Nigah kün ki mum-ı şeb berahı ma
çegüne katre katre ab-mişeved
surahiye siyahı dideganı men
be lay lay germ tu
Lebaleb ez şerab mişeved
Be ruyi kahvare haye şiir men
Nigah kün
tu midemi ve aftab mişeved…»

Kendine özgü azeri aksanı ile çevirdi, okuduklarını:

«…Bak tam karşımızda gecenin mumu
damla damla nasıl eriyor
nasıl doluyor ağzına kadar uyku şarabıyla
gözlerimin simsiyah kadehi
senin ninnilerini dinlerken
ve bak nasıl
şiirlerimin beşiğine
sen doğuyorsun, güneş doğuyor…»

Kimden bu?

Kimden, olacak dedi, «Furuğdan elbette. Bugüne kadar okuduğum en güzel aşk şiirinin sonu..»

Benimle yaşıt olan bu siyah ve derin gözlü, hüzünlü bakışlı güzel genç kadını düşündüm. Bir üniversite öğrenimi bile görmemişti. Ama daha otuzuna varmadan çağdaş İran şiirinin en önemli şairlerinden biri, hatta birincisi olarak kabul ettirmişti kendini. Yaşam dolu, neşeli, dik başlı, hırçın ve çok duyarlı bir insandı. Baskıya karşı şiirleri elden ele dolaşıyor, her yapıtı edebiyat ortamında tartışmalara yol açıyordu. Çok genç yaşta evlenip ayrılmıştı. Özel yaşamında pervasız ve gözü pekti. Kendisinden daha yaşlı ve ünlü şairler bile hem çekiniyor, hem hayranlık duyuyorlardı Furuğa. Sonraki yıllarda yalnızca şiirleriyle değil, yaptığı son derece etkileyici bir belgesel filmle, Kara Ev»le; hem benim hem de dünya sinema çevrelerinin ilgisini daha da çekecek olan Furuğ, o sırada biraz gizemli bir yüzdü benim için.

Aşık mı Furuğ?

Celâl cevap vermedi.

Ben ağır ağır kürek çekerken Celâl, Furuğdan şiirler okumayı sürdürdü.

Farsçanın garip bir özelliği var. Nimanın, Furuğun ya da onun yakın arkadaşı Sohrabın şiirleri genellikle ölçüsüz, uyaksız olduğu halde, dilin müzikalitesi nedeniyle aruz vezninde şiirler dinlemiş gibi olursunuz. Ama öyle sanıyorum ki İranlı şiir okurları, benim çeviriden sonra aldığım garip tadı şiiri okurken ya da dinlerken alırlar. Bu tat tıpkı Nazımın kimi rubaileri gibi hem eskiyi hem yeniyi, hem Doğuyu hem Batıyı aynı anda içinde taşır.
Geçmişin diliyle gelen geleceğin sezgisi… Furuğun şiirlerini dinlerken geleceğe doğru kürek çektim.

Okul bittikten sonra İrana gitti Celâl Hosrovşahi. Ondan uzun zaman haber alamadım. 1970li yıllarda bir gün, şık takım elbisesi, James Bond tarzı çantasıyla Sinematekteki odama girdi. İran Tersaneler Genel Müdürlüğünde çalışıyordu ve bir toplantı için gelmişti. İki eski dost hasretle kucaklaştık. Konuşacak çok şey vardı. Ortak dostlarımız, politika, edebiyat, yaptığımız işler ve elbette şiir.

Birden sordum : Furuğdan ne haber?

Yüzünden karanlık bir bulut geçti. Ve yüreğine bir şey saplanmış gibi derin bir acıyla karardı.

Bilmiyor musun?

«Yoo…»

Öldü Furuğ. 1968de. Henüz otuz iki yaşındayken. Bir araba kazasında. Başını kaldırımın kıyısına vurdu ve oracıkta bir kuş gibi öldü. Son kez gördüğümde uyuyor gibiydi…»

Sustu ve bir daha konuşmadı. Şiir okumadı. Şaka yapmadı. İstanbulda kaldığı birkaç gün süresince bir daha uğramadı bana.

Celâl Hosrovşahiyi bir on beş yıl daha görmedim. Furuğun ölümünün, onun için ne demek olduğunu biliyordum.

Bu nedenle, iki yıl önce, bombalanan Tahrandan; biraz daha zayıflamış, biraz daha tedirgin ve uzun süre kalmak niyetiyle geldiğinde hiç Furuğ konusunu açmadım. Ta ki bir akşamüstü, Boğazda bir lokantada o, kendiliğinden bir ırmak gibi ardı ardına şiirlerini okumaya başlayıncaya kadar. Devrimin, kendisinin de katıldığı ilk aylarını, anlatırken nasıl coşkuluysa öyle, ölen onbinlerce gençten nasıl acı duyuyorsa öyle. Günlerce Furuğu anlattı.

İki üç ay sonra, elinizdeki kitapta yer alan şiirleri çevirmeye başladık.

Ortalık ağır ağır kararıyor, sandal Göksunun kuytu kaynağına yaklaşıyordu. İkimiz de suskunduk. Kıyılardaki sazların birden çıkan akşam esintisiyle yükselen uğultusu ve uzak vapur düdükleri duyuluyordu. Kaynağı çevreleyen büyük çınar ağaçlarına doğru yaklaştık. Kürekleri bıraktım. Sandal hafifçe dönerek kaydı ve durdu.

Celâlin yüzü karanlıktaydı. Bana eğildi. Gözlerinde bir ışıltıyla usulca : «Furuğu seviyorum. Bir aşk öyküsü bizimki…» dedi.

Bunu hafif bir sesle söyledi ama birden, çevredeki çınarlardan bir sürü kuş havalandı.

«…karatahtaya taş sözcüğünü yazar yazmaz çocuklar / ulu ağaçlardan sığırcıkların çığlık çığlığa kanat çırparak uçup gittikleri o an…»ı şimdi çok iyi hatırlıyorum.

Güzel bir zamandı.

Onat Kutların ın şiirlerinden seçmeleri ve Celâl Hosrovşahi ile birlikte çevirerek yayınladıkları Sonsuz Günbatımı isimli kitaptan

Onat Kutlar

furug+ferruhzad Furuğ Ferruhzad

Bahçenin Fethi

Başımızın
Üstünden uçan
Ve giren serseri bir bulutun karışık düşüncelerine
Ve sesi kisa bir mızrak gibi geçen, ufku baştanbaşa
O karga
Kente götürecek bizim haberimizi
Herkes biliyor
Herkes biliyor
Sen ve ben o soğuk asık yüzlü delikten
Bahçeyi gördük
Ve kopardık elmayı
0 oynaşan ve uzak daldan
Herkes korkuyor
Herkes korkuyor ama sen ve ben
Ulaştık ışığa, suya, aynaya
Ve korkmadık
Ne pamuk ipliğiyle birleşmesi iki adın, söylemek istediğim
Ne de bir buluşma yıpranmış bir defterin sayfalarında
Benim mutlu saçlarımdır söz konusu olan
Senin yanık kırmızı şakayık öpüşlerini taşıyan saçlarım
Ve içtenliği tenimizin
Çıplaklığımızın parıltısı
Balık pulları gibi
Söz konusu olan gümüş rengi türküsüdür yaşamın
Tan ağarırken kaynaktan fışkıran
Biz o yeşil ve akan ormanda
Bir gece yaban tavşanlarından sorduk
Ve kaygılı, soğukkanlı denizde
İncilerle dolu istiridyelerden
Ve o tuhaf ve fatih dağda
Genç kartallardan sorduk
Ne yapmalıyız?
Herkes biliyor
Herkes biliyor
Sessiz ve soğuk uykusuna ulaştık biz simurgların
Gerçeği bahçede bulduk
Bilinmez bir çiçeğin utangaç bakışında
Sınırsız bir anda bulduk ölümsüzlüğü
Iki güneş birbirine bakıp dururken
Söylemek istediğim korkak fısıltılar değil karanlıkta
Gündüzdür söz konusu olan ve ardına kadar açık pencere
Ve tertemiz hava
Ve bir ocak tüm yararsız şeylerin yanıp gittiği
Ve apayrı bir ekinin tohumlarını taşıyan tarla
Ve doğum ve gelişme ve gurur
Bizim seven ellerimizdir söz konusu olan
Bir köprü kuran kokular, ışıklar ve esintilerle
Gecenin üstünde
Çimenliğe gel
Kıyısız çimenliğe ve çağır beni
İbrişim çiçekleri usulca nefes alırken
Çağır bir ceylan eşini çağırır gibi
Perdeler bir gizli acıyla dolu
Ve toprağa bakıyorlar
Masum güvercinler
Kendi beyaz burçlarının tepelerinden

Furuğ Ferruhzad

bahcenin+ferthi Bahçenin Fethi