Azalan Ömre Gazel

Zaman eksiltir insanı, her geçen gün, ömründen çala çala
Geçende oturup düşündüm, ne kadar kaldığımı, azala azala

Sonra çıkıp yürüdüm, içki de istemedi, her nasılsa canım
Tesbih gibi çekip geçmiş yılları, yüreğim darala darala

Bu dünya bâkidir ve herkesten, elbette birşeyler kalır
Kanayan bir sevda kalacak, delik deşik, benden kala kala

Ben sizleri içinizdeki, o bilmediğiniz, yüzünüzle sevdim
Usandım yıllar boyu durmadan, kuyulara bakraç sala sala

Yetti artık Altıok Metin, sürdüğün bu pıtraklı zor ömür
Tuzak ol bir ölüme, denizler gibi, var git çoğala çoğala

Metin Altıok

azalan+omre+gazel Azalan Ömre Gazel

Çıldırmak Varken

Teodora için,

doğdun binlerce sanrı birlikte ördü karanlık saçlarını
oyunlar kurup şehre indin
rüyalarını soyunmak ve bulmak için suçlarını
iyilikten kötülükten çok önce geldin
ne varsa yaşanmamış bildin ne varsa söylenmemiş
açıp kapılarını geldin ve çok güzeldin

güzeldin ve hazırdın dokunaklı her güne ama kimdin
oyunlar kurup şehre indin
istanbulda ateşten bir çadırda bekleşirken hayat
ben beklemeyendim ne unutan ne de hatırlayan
ruhumdaki yanıklardan izler taşıyordu dilim
sonra geldin tanrı şiddetle arandığında
bulaştı sana da tüm deliliğim
artık hiçbirşey düşünemiyorum iyiyim

ama sen ne taşıyorsun böyle
aşk dehşetini sundu sunacağı kadar dünyaya
ve geç kaldı insanlar sen hala yaşıyorsun
elbette gelirsin sevinci çatlatmaya
herşeye yeniden, herşeyi doya doya

elbette çıldıracağız
aşk geri aldığında yüreklerin gözyaşlarını
gülüşlerini çocukların
ve bu yüzden üşüdüğünde dünya
donduğunda bakışları güzel kızların
çıldıracağız
haydi gül tatlı kız

düşün ki dudaklarından hayatlar savrulurdu hep
oynardın acılarınla seni ilk böyle gördüm
ruhunu bıraktığın bir denizin oldu mu senin
iyilik derin bir uçurum artık tanrıya uzak
niçin söyle aşktan başka tanrı, tanrıdan başka aşk, niçin bu ölüm
ayrıyken uzakta büyük istasyonda seni düşündüm

günahlarımı, bulup bulup yitirdiğim tanrımı
düşünüp durdum büyük istasyonda yalnızdım belki acımasızdım
yüreğim kanamadı daha seni tam anlayamadım
ama yağdı yağmurlar günlerce ben günlerce sana sızdım
bazen belki alabildiğine inanmış
belki bazen tanrısızdım

ama sen ne taşıyorsun böyle
acı da sevinç te tanrıdan
artık şarkını söyle artık beni inandır
artık bütün dönüşler tanrıyadır
artık bütün suçlular yüreklerinden asılacak
artık çıldıracağız
kabaracak şehrin şehveti kahkahamız duyulmayacak
yaşayacağız o koku o yatak
artık çıldıracağız
haydi gül tatlı kız

Sıtkı Caney

cildirmak+varken Çıldırmak Varken

Meksika Sınırı

Hep bir Meksika sınırım olsun isterdim,
alamancı komşumuzun siyah beyaz tevesinde
kovboylar hep Meksika sınırına giderdi
kimse dokunamazdı sınırı geçtiler mi
Meksika sınırı isterdim en sevdiğim şairlere
hep hapiste olurlardı nedense

Hapis yatmış olurdu yoldaşım gönüldaşım
saf tutmak istediğim namazda omuz omuza
hapse düşersin derlerdi
tutup ciğerimden yazsam
en sevdiğim filim artisi
hapsi boylardı illaki
filmin en güzel yerinde

Camimizin imamı
edebiyat öğretmeni
Meksika sınırımız olmadığından belki
ortasında dururlardı
en canalıcı lafın
bir damar kabarırdı cümlelerinde
meksika sınırı olsaydı Türkiyem’in
ondokuz yaşımda sevdiğim kızla
atlar geçerdim sınırı kimse dokunamazdı
yerine Gayrettepe’de dayaklar yedim
günlerce uyutmadılar siyasi şubede

Şimdi
Meksika sınırına iki saat mesafede
tekrarlayıp duruyorum kendi kendime
bir Meksika sınırı lazım her memlekete
Meksika’nın kendisine de

Mehmet Efe

meksika+siniri Meksika Sınırı

Ey Gezgin Yalnızlık

bak yine yağmur
hem birazdan yolcuyum
ben nasıl sevdim

gülüşler yara
öpüşler ceza
ölümler yavrum
işte yolcuyum
unuttum o kararan denizi
arar yusufu uykum
n’olur alıkoyma yanında yüreğimi

n’olur alıkoyma
dolmak üzere vakit
asfalt kirpiklerin ve yağmur lekeleri
şimdi beni şımartan kara bir gizem yollar
açılmaz kilit

artık yolcuyum
huyum değişmez artık ay doğmazsa geceye
bak kuruyan tuzuna dudaklarımın
bak bu benim sessizliğim
ah yanında kalsın isterdim
yanında bütün kimsesizliğim
yolcuyum yorgunum çok kuşkuluyum
kalbimi yağmura terkedemedim
ben nasıl sevdim
ben nasıl sevdim

ah aşkın karmaşık ayetleri
yaklaşan bir şey var bizi ürperten besbelli
ağlasan artık ey dirilik ey sevgili
bak yine yağmur
hem yolcuyum birazdan

Sıtkı Caney

yagmur Ey Gezgin Yalnızlık

Aşktandır

1.

kalbin en gizli bilgisini ısmarlamıştım sana
parıldayan sisini bir sabah dervişinin
yalnayak sesini
aşk mutlu bir akşam gibi siniyordu ruhuna

gözlerin hayata hafif aralık
bıraksam akacaktın tarihe ve boşluga
seni anmanın ayakizleriydi çocuklar
onlara sonsuz bir ninni
sana yüzyılların imkansız bilgisini ısmarlamıştım

büyüleyen her çığlığın sonunda anlamıştım
hiçbirzaman açıklanamayacak olan yüreğin açıklarında
yiten kıyılarında aklın,karanlık sazlıklarında
belki bir kamıştım
kesilmeyi bekleyen

ardımsıra diriliğin o kışkırtan şirreti
alçakça bir iççekiş ödenen her diyetten

istenen
genç zamanlarımın öcünü almaktı
yeniden tarihe ve güvenliğe yakalanmamak
ve hayatla boyölçüşenlerin cakasını anlamak için
yeniden yaralanmaktı

ve aktı akacağı kadar her aşktan
düşünce ölüleri şairler narin kadın elleri
ne açılan .bir cennet ne yaklaşan cehennem
nasıl başlar bir insan hayata yenibaştan

yarın
yeni bir haber alınır her arkadaştan
aralanır geleceğin örtüsü yeni bir haber olur
kapıma kilit vurup çıkarım
çıkarım göğsü inip kalkan uçsuz kırlara
hayat yorulur, aşktan ayetler kalır
şiiri yarım kederi yarım kırgın kızlara

yaşmağını açtığım rüyalar unutulur
unutulur sevdiğimin başdöndüren tabirleri de
nedir aslında yollara düşüldüğünde
nedir kalan
sarsılan
hırpalanan
geride

2.

Gözyaşlarını arıyor dünyalılar
her ölenin ardından gözyaşlarını

bense varacağım yere belki varmıştım
güneş yaktığı zaman yaprak sarardığında
kışları kar altında ve dağlarda her bahar
sana kalbin en gizli bilgisini ısmarlamıştım

sonunda anlamıştım
yıllar sonra anne oğlunu nasıl tanır
neden kararır gün batınca ortalık
gök niçin dolanır çocukların ayaklarına
neden meşhur bir şarkıdır ayrılık

sonunda anlamıştım
bastım ayağına kalabalıkların denizin dalgasıyla atıştım
yarama sardığım akgünlerim çürüdü
meyveler çürük çıktı her hüzün sofrasında
ihanet büyüleri taşınca sularımdan
üçüncü dünya harbi istedi canım
o günden beri
şeytana nanik yapıp yoksullarla anlaştım

ölümle halay çeken kızlarının göğsünde
bir muska gibi durur iken yaşamak
asıldı oğulları aşka mendil olmaya

dokunsan irin akacak kasıklarından
dokunsan yok dünya

gözyaşlarını arıyor dünyalılar
her ölenin ardından gözyaşlarını
kendi göğüne bakıp duruyor bir kadın
kötü bir haber gibi bekliyor her yarını

3.

firari bir yara
ne zaman çıksam fotoğraflara

ama yalnayak şehre çıkılmaz
göğe bakmak ayıptır
dinmez içimizin yağmuru
hayatı tütüne saran Cuma
ve dağlar bilinmez burda

oysa aşktandır
gecenin üçünde sokaklara fırlamak
dellenip uzanmak yıldızlara

nedir aslında iman,
şiir var mı,diye sorsam Hıdır’a
vakit dardır ve aşk çağırır
artık karşı çıkılır tüm anlamlara
anlam yoksa yoktur anlamın ertesi de
Necati olsa konuşurdu, prusyalı öğrenci,
doluktu gözlerim bir an, hani bir gemi güvertesinde…

şimdi sonsuz bakışlar büyütmek için
Nureddin’i de alıp
bir yolculuk başlatmalı draman’dan
sonra nehrin kızını anlatsın Turan

dokunsam yok kimse
dokunsam yalnızlık çıkacak duvarlardan
ne Selim ne Ömer
çıkıp gelmez hiçbiri uzaklardan

dostluklar elimde kaldı
baştan çıkaran bir ırmağa atıldı hülyalarım
sesi gelir belki Vahdet abi’nin az sonra telefondan
bırakırım bu şiiri yarım
uçarım

4.

yarın
yeni bir haber alınır her arkadaştan
aralanır yüzyılların örtüsü yeni bir haber olur
acıma kilit vurup çıkarım
çıkarım göğsü inip kalkan uçsuz dağlara
sevdiğim beni bulur,okunur alınyazım
yorgun balıkçılara onarılmaz ağlara

yaşmağını açtığım rüyalar hatırlanır
hatırlanır sevdiğimin başdöndüren tabirleri de
cümle alem bilir artık aşktandır bana bütün olanlar
fışkıran bu bahar dönen bu dünya
ve yağmurlar
aşktandır
aşktandır sevdiğimin başdöndüren tabirleri de
fotoğraflar
firari bir yara
kalır
geride
aşktandır

Sıtkı Caney

asktandir Aşktandır

Kuş Rab Hayat

Ben zamanla akarım.
Bir kum gibi akarım, bir su gibi ve ben zamanla birlikte, zaman gibi bir boşluğa akarım.
Zamanın eli, abanoz renkli bir oymacının eli gibi küçük keskisiyle dolaşır üstümde, bir çocuk yapar, bir delikanlı yapar, bir ihtiyar yapar; her seferinde biraz daha azalarak şekilden sekile girerim ve vahşi ve kaprisli bir eldeki bir dal parçası gibi her şekil değiştirdiğimde ayaklarımın dibinde hatıra denen, bana hem çok yakın hem çok uzak, hem çok bildik hem çok yabancı, esrarlı ve kımıldak bir toz yığını birikir.
Ve hatıralar çoğaldıkça ben eksilirim.
Durmadan, durulmadan, hiç oyalanmadan, oyalanamadan, geçmiş ve gelecek denen iki cam kürenin ‘an’ denen ince boğumundan geçerim; an, oymacının elinin bedenime değdiği yerdir, keski darbelerinin sızıyla hissedildiği yer, geleceğin biteviye geçmişe döndüğü, geçmişin çoğalıp geleceğin azaldığı yer.
Bir kum saati gibi ben kendi geçmişime akarım.
Bazen bir aşkla, bazen bir ihanetle, bazen vuslatı olmayan bir ayrılışla, sızısı daha da artan anlarla geçmişe akarken geleceğe daha çok bağlanır, hızla çoğalıp beni tutsak almaya uğraşan geçmişin hükmediciliğinden sıyrılmaya çabalarım.
Afrika’daki o kuşu düşünürüm.
O tuhaf ve küçük kuşu.
Gölgesi mora çalan koyu ormanların, sivri kayalarla dövüşerek akan köpüklü nehirlerin, timsahlı bataklıkların, kayıp kabilelerin, çiçek çiçek uzun kumaşlara sarınmış sıkı kalçalı siyah kadınların, mızrak gibi ince erkeklerin, kırmızı toprakların, kaçak avcıların, diktatörlerin, gerillaların ve bin bir çeşit hayvanatın kıtası Afrika’nın güneyinde, ağaç kuytularına saklanmış bir kuş yaşar.
Ömrü bir gündür.
Bir sabah güneşle doğar ve yeryüzünün en kızıl günbatımında ölür.
O bir tek günde, benim ve benim gibi insanların seksen yılda yaşadığını hiç eksiksiz yaşayıp tamamlar.
Sonra, Rabbin kutsal kitabında tüm insanlara söylediğini hatırlarım:
“Size bir öğleden sonralık hayat verdim.”
Kuşa hayat diye benim bir günümü, bana hayat diye bilmediğim bir başkasının öğleden sonrasını veren kader, kuşu, beni ve kâinatın sonsuzluğunda saklı bilmediğim başka birilerini değişik kum saatlerinden değişik zamanlara, değişik geçmişlere, değişik hayatlara akıtır; ben, benim ömrümü bir günde yaşayan kuştan daha farklı neler yapabilir, bilmediğim birinin ‘öğleden sonrası’ olan ömrümü bir küçük kuş çaresizliğinden nasıl kurtarırım?
Benim sorum budur.
Bunu sorarım.
Ben kendi soruma bir cevap ararım.
Her yerde bu cevabı ararım.
Kadınların göğüslerinde, orospuların koynunda, romanlarda, kavgalarda, isyanlarda, mahkemelerde, aşklarda, acılarda, dostluklarda, savaşlarda, barışlarda, yazılarda, sokaklarda, ağaçlarda, her yerde ararım bu cevabı.
Belki de derim, beni, benim ömrümü bir günde yaşayan kuştan ayıran, bu cevabı aramaktır.
Ve benim hayatımın tümünü bir gün yaşayan kuşa, bir bilinmeyenin öğleden sonrasını da bana veren Rabbe derim ki: “Ben sana, senin bana verdiğinden fazlasını vermeliyim.”
Ve sorarım kendime, bana verilenin daha fazlasını verebilmek için ben ne yapmalıyım?
Ve sorarım Rabbe: “Yarattığın senden daha cömert olmak için ne yapmalı?”
Bedenimde her an’ın darbesini hissederek geçmişime akarken, ne yapmalıyım ki, daha çok eskiyeceğimi bilerek geleceğime daha hızlı koşayım?
Benim bütün hayatımı, bedenimi, kaderimi, bana dokunduğu her an bende bir iz bırakarak değiştiren zamanı, ben nasıl değiştiririm, o bende bir iz bırakırken, ben de onda nasıl küçük bir iz bırakabilirim?
Zamanla nasıl ödeşebilirim?
Bana sahip olan zamana ben nasıl sahip olurum?
Bilirim, zamanın efendileri vardır ve zamanın tutsakları.
Ama gariptir kader; çoğunlukla zamanın tutsakları hayatın efendileri olur; geçmişlerine zincirli olanlar ve gözlerini ânın keskin pırıltısından ayıramayanlar geçmişlerini ve anlarını iktidarla ve altınla değiştirir, isimlerini ‘an’ın üstüne yazarlar ve an değiştiğinde isimleri de silinir; gelecek, üstünde onların ismi yazmayan anlarla doğarak gelir.
Zamanın efendileri ise, ah işte onlar, onları saraylarda, köşklerde, alâyişli selamlarda, törenlerde, karanlık
alışverişlerde göremezsiniz. Geçmiş, bir deniz gibi hayatın eteklerinden çekildiğinde, gelen gelecek üstünde onların ismini taşır, bedenleri eskise ve yok olsa da, onlar zamanın süvarileri gibi geleceğin sağrısında oturur hep.
Zamanın tutsağı olan, isimleri anlara kazılı bugünkü hayatın efendileri Afrika’daki küçük kuşu bilmez.
Rabbin kendisine bir öğleden sonralık hayat bağışladığını düşünmez.
Yıllarla süren hayatları bir kuşun bir günlük ömründen daha fazla iz bırakmaz.
Süslüdür elbiseleri; parlak üniformaları, pahalı kravatları vardır ve hep, “Bana ne vereceksin?” diye sorarlar zamana.
“Bana ne vereceksin?”
Her andan bir şey kapmaya uğraşırlar ve her an daima onlardan daha fazlasını kapar.
Ben zamanla akarım.
İnce bir kum gibi hep geçmişe akarım.
Azalır, eksilir, hem tanıdık hem yabancı bir geçmişin içinde hatıralarla birikir, zamanın elinin bedenimdeki keskin sızısını hep duyarım.
Afrika’daki kuşu, bana bir öğleden sonralık hayat bağışlandığını ve bir gün bu kum saatinin kırılacağını ve geçmişimin bir avuç kum gibi bir kum fırtınasına kanşıp gideceğini bilirim.
Zamanın efendilerini ve zamanın tutsaklarını düşünürüm.
Zamanla akarım ben.
Bir kızıl akşamüstü, zaman beni bırakıp bensiz yoluna devam ettiğinde, ben zamansız nasıl akarım diye sorarım.
Ve sorarım Rabbe: “Senin bana verdiğinden daha fazlasını ben sana nasıl veririm?”
Cevap gelmese de ben onu duyarım:
“Zamanın zincirinden kurtularak.”
Ben zamanla akarım ve umarım ki bir gün zaman bana akar.

Ahmet Altan

kus+rab+hayat Kuş Rab Hayat

Zima Kavşağı’ndan

Geriye bakışlarla geçti yıllarım,
bazı özel duygularla, düşünceler, isteklerle;
yaşamamın düzgün dönemeçlerinde
çeşitli davranışlar; ama bitmiş bir şey yok.
Yine de yeni yollar açar bunlar insana,
yeni bir güç kazandırır, sizin ilk defa
toz kaldırarak çıplak ayakla yürüdüğünüz
o toprağa basmak.

Yevgeni Yevtuşenko
Çeviri: ÜlküTamer

zima+kavsagi Zima Kavşağı'ndan

Kristal Denizaltı

Kristal denizaltı
Benim de o kristal denizaltıya binmişliğim var.
Süt buğusu gibi solgun maviliğin yayıldığı ıssız bir sabah vakti, dönüp dönmeyeceğini bilmediğin bir yolculuğa çıkmak için ürpertilerle binip kapaklarını kapatırsın.
Eğer dönersen başka biri olarak döneceksindir yolculuğundan.
O denizaltı bir yere gitmez.
Giden sensindir.
O denizaltının içinde tuhaf bir yolculuğa çıkarsın, o yolculukta gördüklerini, duyduklarını, hissettiklerini hiç kimseye anlatamazsın, senin anlattığını kimse anlamaz çünkü.
Onlar da vaktinde o yolculuğa çıkmış olsalar bile, kimse kimsenin yolculuk hikâyesini kavrayamaz.
Kristal denizaltının çevresinden geçip de senin içeride yaptıklarını görenler şaşarlar sana, şaşılacak şeyler yaparsın gerçekten.
O denizaltıya binenler kendilerini bile şaşırtacak davranışlarda bulunurlar.
Bir orospuya âşık olmaktır o denizaltıya binmek.
Bir serseriye tutulmak.
Bir çılgının peşinden gitmek.
Bütün hayatını bir bencilin yanında geçirmek istemektir.
Geleceğini, bir dakikasını bile kendine ayırmadan,
verdiğin armağanın değerini belki de hiç bilmeyecek birine vermeye hazırlanmaktır.
Seni seyredenler hastalığını düşünürler.
‘Hastalıklı ilişkiler’ tanımlamasının içindesindir artık.
Denizaltının dışındakiler, seni iyileştirmek için sana bağırırlar, nasihatler verirler, yardım etmeye çabalarlar.
Seslerini duyar ama yalnızca gülümsersin.
Fuzulî’nin şiiridir artık senin duyduğun:
‘El çek ilacımdan tabib…’
İyileşmek istemezsin.
Yalnızca, seni hastalıklı insanların arasına atanı değil hastalığı da sevdiğini kim bilebilir ki seni seyredenler arasında.
Sen artık Zelda’ya tutulan Fitzgerald, Wagner’e tutulan Cosima’sındır. Kulağına sesler gelir:
— Senin sevdiğin çirkin bir kadın; o adam bencil; güvenilmez biri senin güvendiğin, hastalıklı bir ilişki bu.
Gülümsersin.
Onlara şöyle demek istersin:
— ilişkinin hastalıklı olması önemli değil ki, önemli olan iki kişinin hastalığının birbirine, birbiri için yaratılmış iki parça gibi uyması.
Zaten hastalıklı bir ilişkinin olabilmesi, insanın o kristal denizaltıya binip bilinmez yolculuklara çıkması için, birbirine tutulan iki kişinin değil, onların hastalıklarının birbirine değmesi, o hastalıkların kıvrımlarının denk gelmesi gerekir.
Seyredenler, hastalıkların uyduğunu görmezler.
Onların gördüğü birbirine uymayan iki kişidir.
Çirkin bir erkek ve güzel bir kadın gibi, fedakâr bir kadın ve çıkarcı bir erkek gibi, sevecen bir erkek ve sinirli bir kadın gibi iki benzemeyen insanın aynı denizaltının içinde açılarıyla ve mutluluklarıyla tuhaf bir seyahate çıkmasına şaşar insanlar. Sorarlar kendi kendilerine:
— Neden bu iki insan aynı kristal denizaltının içinde? Cevap çok basittir aslında:
— Çünkü onların hastalıkları birbirine uyuyor. O kristal denizaltıya binmişliğim var. Hastalıkları hastalıklarımın kıvrımlarına uyanlara rastlamışlığım var.
Fuzulî’nin mısrasını mırıldanmışlığım var:
‘El çek ilacımdan tabib…’
İtiraf edeyim ki, ilişkiler içinde en çok hastalıklı olanları severim, ateşimin yükselmesini, sayıklamalarımı, kâbuslarımla hayallerimin birbirine karışmasını, en dokunulmaz yerlerimde hissettiğim sızıları.
Hastalığının bütün kıvrımları hastalığımın bütün kıvrımlarıyla öpüşen bir kadınla denizaltıma binip çıktığım yolculukları.
Solgun bir sabah vakti insanların arasından ayrılışımı.
Hiçbir yere gitmeyen bir denizaltının içinde, hiç kimsenin gitmediği yerlere gitmeyi.
Birçoğumuz çıktık bu yolculuğa.
Evet, sevdiğimiz hasta biri.
Evet, bu ilişki hastalıklı.
Ama bunun ne önemi var, hastalıklarımız birbirini tutuyorsa, öpüşen dudaklar gibi değiyorsa hastalıklarımız birbirine.
Hangi sağlıklı ilişki böyle ateşler içinde yanabilir ki, hangi sağlıklı ilişki benim gördüğüm rüyaları görebilir ki, hangi sağlıklı ilişki böyle sancıyabilir ki.
Ateşlerle yanarak, sancılarla kavrularak, çılgın rüyaların içinde kıvranarak, kristal denizaltıda hastalıklı ilişkilerin içinde seyahatlere çıktım.
Gezdiğim sıcak sahillerin büyücüleri bana hep aynı şeyi söyledi:
— Önemli olan onun sana uyması değil, önemli olan onun hastalığının senin hastalığına uyması.
Dolaştığım tarih sayfalan, aşk bölümlerinde hep ‘hastalıklı’ ilişkileri anlatıyordu, kayda geçmeye değer olarak yalnızca onları bulmuştu.
Brahms, Clara Schumann’a böyle tutulmuş; Yesenin, Isadora Duncan’a hayatını böyle armağan etmişti.
Onlar birbirlerine uymuyordu.
Uyan, hastalıklarıydı.
Solgun bir sabah vakti kristal bir denizaltıya biner, hayatın derinliklerine gidersiniz.
Dönüp dönmeyeceğinizi bilmeden.
Dönerseniz başka biri olarak dönersiniz.
Kristal bir denizaltıya binmişliğim var.
Ateşler içinde kıvrandığım.
Ve sizin ateşler içinde kıvrandığınız.
Hiç iyileşmek istemediniz.
En iyileşmek istediğiniz, iyileşmek için yalvardığınız zamanlarda bile istemediniz iyileşmeyi.
Bir kristal denizaltıya binip gittim bir gün.
Garip rüyalar gördüm.

Ahmet Altan

kristal+denizalti Kristal Denizaltı

Bir kadınla yapılan üç şey

Bazı yazarları özler insan, onların anlattıklarını, anlatma biçimlerini, kullandıkları dili, yalnızca onlara ait olan sözcük evliliklerini, onların yarattığı ve okurken bir parçası haline geldiğiniz dünyayı, o dünyanın kokularını, seslerini, renklerini özler; ben arada bir Lawrence Durrell’i özlerim.
Yazıyı, hattâ zaman zaman fazlaca, şiire çok yaklaştıran üslubu, bu üslubun içinde insanları bütün kırılganlıkları ve sertlikleriyle anlatabilmesi, limon kokuları arasından süzülen ışığı, hoş kokulu tuğla tozuyla dolu havayı’ odama taşıması, yazmaktan aldığı zevki her kelimesiyle bana hissettirmesi, bitkinleşip bedbinleştiğim, kızgın çakıllar üstünde unutulmuş bir deniz kestanesi gibi kuruduğum zamanlarda, aynen onun kadın kahramanlarından birinin yazara yaptığını söylediği gibi ‘burun deliklerime bir yaşam soluğu’ üfler.
O soluğu minnettarlıkla içime çekerim.
İçime çektiğim o solukta benzersiz cümleler, benzersiz anlatımlar vardır, ama cümlelerinden biri, birçok okurun başına geldiği gibi, kitabın parçası olmaktan çıkıp benim kendi hayatıma katılmış, benim parçam olmuştur.
O cümle, Justine’i okuyan herkesin hatırladığı cümledir:
— Bir kadınla üç şey yapabilirsin: Ya onu seversin, ya onun için acı çekersin ya da onu yazarsın.
Bu unutulmaz bir cümledir.
Ama o cümleyi benim için daha da unutulmaz kılan, çok çok uzun yıllar önce, bir kadının sabaha karşı, parlak mor bir gökyüzünün altında koyu yeşil şemsiyeler gibi açılan fıstık çamlarının dibinde sorduğu bir sorudur:
— Bu cümlede ‘ya’ mı olmalı, yoksa ‘ve’ mi?
Bu cümleyi yazarın yazdığı gibi ‘ya seversin ya acı çekersin ya yazarsın’ diye mi kurmalıydık, yoksa ‘bir kadını seversin ve onun için acı çekersin ve onu yazarsın’ diye mi?
Soru, kadınların birçok sorusu gibi çok sade, çok düz ve verilecek cevaba göre bir hayatı tümüyle değiştirecek kadar tehlikeliydi.
Bir kadına karşı olan duygumuzda bir sıralama var mıydı, onu seviyor, sonra acı çekiyor, sonra yazıyor muyduk?
Yoksa hepsi iç içe miydi, onu hem seviyor, hem onun için acı çekiyor, hem de onu yazıyor muyduk?
Bir kadını yazmak, artık onu sevmemek, onun için acı çekmemek, onu terk etmek manasına mı geliyordu?
Sanırım hepimiz, sevmenin ve acı çekmenin birbirinden kolay kolay kopmadığını, alt akıntıları olan bir nehre girer gibi, bu duygulardan herhangi birinden suya girip derinlere doğru daldığımızda diğer duyguya rastladığımızı biliyoruz; hayat bize bir duyguyu diğerinden ayıklamanın pek mümkün olmadığını, duyguların orman perileri gibi yalnız başlarına gezmediklerini, her perinin bir de zebanisi olduğunu öğretti.
Ama sevmekle yazmak arasındaki ilişkiyi hiçbirimiz tam olarak bilemiyoruz.
Belki de soruyu tersinden sormalıyız:
— Bir kadın sevilmeyi mi, kendisi için acı çekilmesini mi, yoksa yazılmayı mı ister?
Sevilmeyi ister, sevilmeyi sever.
Kendileri için acı çeken erkekleri anlatırken seslerine yansıyan o şefkatli, acı çeken erkek için üzülen, o erkeğin o acıdan kurtulmasını dileyen ve çektiği acı için o erkeği küçümseyen edanın hemen altındaki, o acıyı kendi çekiciliğinin bir kanıtı gibi gören kadınsı kibri ve memnuniyeti hissettiğimizde, kendisi için acı çekilmesini de istediğini sezebiliyoruz.
Peki bir kadın yazılmayı ister mi?
Bu soruyu bir kadına sorduğunuzda çoğu, belki de hepsi, ‘hayır’ diyecektir, ‘yazılmayı istemem’; ama bunu gerçekten yazılmak istemediklerinden değil, böyle bir isteği gereksiz ve alçaltıcı bir gösteriş olarak değerlendirdiklerinden böyle söyleyeceklerdir.
Bunu derken, kadınların yazılmak istemediklerini söylemek istemiyorum, yalnızca bu konudaki duygularının gösterdikleri kadar açık ve net olmadığını, çok daha belirsiz ve karmaşık olduğunu söylemek istiyorum.
Birisinin kendilerini yazmasını isterler ve birisinin kendilerini yazmasından korkarlar.
Bir kadın kendi kendini, bir erkeğin kendi kendini tanıdığından daha fazla tanır, bir kadının esas ilgi alanı kendisidir çünkü; erkekler kadınlarla ilgilenirken kadınlar kendileriyle ilgilenirler.
Bu yüzden kendileriyle ilgili neyi ya da neleri saklamak istediklerini çok iyi bilirler.
Birilerinin kendilerini anlatmasından sıkılmaz kadınlar, günlerce, hattâ yıllarca kendilerini bir erkekten dinleyebilirler, onları korkutan anlatılmak değildir, bunu severler; onları korkutan nasıl anlatılacaklarıdır, kendileriyle ilgili gerçekleri bildiklerinden, bu gerçeklerin ne kadarının karşılarındaki erkek tarafından sezildiği konusunda hep içlerinde bir kuşku taşırlar.
Bütün kadınlar anlatılmak isterler, biri kendilerini yazsın isterler, ama hiçbir kadın bütün gerçekleriyle anlatılıp yazılmak istemez.
Onların, bir romanın kahramanı olma konusunda duygularındaki muğlaklık, bu çelişkiden kaynaklanır.
Söyledikleri şudur:
— Beni anlat, beni yaz ama beni, benim kendimi anlattığım gibi anlat, kendimi gördüğüm gibi değil.
Ama ya onu anlatacak adam, onun kendini gördüğü gibi görüyorsa; onun vücudunda beğenmeyip türlü giyim hileleriyle sakladığı yerleri gibi ruhunda beğenmeyip çeşitli şakalarla, öfkelerle, gözyaşlarıyla saklamaya çalıştığı kusurlarını da fark ediyorsa…
Hiçbir erkeğin vücutlarındaki ya da ruhlarındaki kusurları görmesine, hele bunları dile getirmesine tahammül edebileceklerini sanmam.
Belki de bu yüzden Durrell’in romanındaki o kadınca soruda ‘sevmek’ ve ‘yazmak’ birbirinden ayrılıyordur, bir erkek seviyorsa her şeyi yazacak kadar ayrıntılı ve açık görmemelidir çünkü.
Belki de bu yüzden o kadın bana, “Bunların arasında ve mi var?” diye sorarken, bir erkeğin bir kadını, o kadının kendi kendini gördüğü gibi bütün kusurlarıyla görüp, gördüklerine rağmen sevmesinin mümkün olup olmadığını sormuştur.
Bir erkek, bir kadını, onu yazacak kadar keskin bir şekilde bütün kusurlarını açıkça görüp de sevebilir mi?
Kadınlar sanırım buna ‘hayır’ diyecekler, ‘bizi bütün gerçeğimizle gören birinin bizi sevmesi mümkün değildir.’
Bana sorarsanız, ben, kadını bütün kusurları ve eksiklikleriyle gören biri onları sever derim.
Ben kadınların, vücutları gibi ruhlarının da en çok saklamak istedikleri yerlerini severim çünkü.
Onların erdemlerinden çok kusurlarının çekici olduğuna inanırım.
Durrell’inki de dahil bütün iyi romanlarda en güzel anlatılan bölümlerin kadınların ‘kusurları’ olduğunu ve erkeklerin bu kusurlara bağlandığını görürsünüz.
Yazarların, kadınlardan daha iyi bildiği tek gerçek de budur herhalde.

Ahmet Altan

bir+kadinla+yapilan+uc+sey Bir kadınla yapılan üç şey

Venüs’le Buluşma

Bazen düşünürüm de, kader bana tuhaf huylu bir arabacı gibi gözükür; sanki sizi hangi şehre götüreceğini seyahatin başından belirlemiştir de, şehre vardıktan sonra bazı dönemeçlerde dönüp adresi size sorar.
Hangi semtte, hangi sokakta, hangi evde yaşayacağınızı kendiniz belirlersiniz.
O dönemeçlere geldiğinizde kararınız ya da kararsızlığınız çizer yolu.
Kararsız kalırsanız eğer, arabacı o dönemeci geçip devam eder yoluna.
Acaba hayatımızın kaç dönemecinde kendimiz karar veririz ne yana sapacağımıza ve acaba hayatımızın kaç dönemecinde kararsızlığımız yüzünden bir dönemeci kaçırırız.
Ve o dönemeçlerde kararımızı ya da kararsızlığımızı belirleyen nedir?
Geleceğimizin rotasını kararlarımız mı, yoksa kararsızlıklarımız mı çizer?
Birçok dönemeçte kaderimize ‘buradan sap’ diye bağırmak isterken ağzımızı bile açmadan, sesimizi çıkarmadan, geçip gitmişizdir.
O dönemeçte karar verebilirsek, nereye gidecektik hiç bilemeden ve bunu hep merak ederek başka bir menzile, başka bir geleceğe, başka bir hayata doğru sessizce yolumuza devam ederiz.
Nedir bizi sessiz bırakan peki?
Nedir isteğimize rağmen karar vermemizi engelleyen?
isteklerimizden daha güçlü nasıl bir duygu var içimizde?
Istvan Szabo’nun, neredeyse sanata düşman olan ‘sanatçılarla’ Paris’te Wagner’in bir operasını sahneye koymaya çalışan Macar bir orkestra şefiyle, onun âşık olduğu Amerikalı bir sopranoyu anlattığı harika bir filmi vardır, Venüs’le Buluşma.
Genç orkestra şefi bin türlü engelin, entrikanın, kaprisin arasında istediği gibi bir müzik çalabilmek için kıvranırken, dünyanın en güzel seslerinden birine sahip olan, zeki, güzel, şımarık ve gençliğini ardında bıraktığından kaygılı sopranoya âşık olur. ,
Soprano da bu çocuksu, yetenekli ve çaresiz şefe tutulur.
Macar şef evlidir.
Güzel soprano ise, artık efsane olmuş çok ünlü bir başka Macar şefle bir zamanlar bir aşk yaşamıştır.
Genç şef, sevdiği kadın, karısı ve hayran olduğu eski şefin korkutucu efsanesi arasında sıkışır, bir yandan da orkestradaki çeşitli sorunların üstesinden gelmeye uğraşır.
Bütün bunlara rağmen birbirlerine aşklarından söz etmeyi ve birlikte olmayı başarırlar, harika sevişirler, kadınların seviştikten sonra ‘bu bir mucize’ dedikleri o olağanüstü sevişmelerden.
Bir seferinde prova yapılırken gene orkestrayla şefin arasında sorun çıkar, şef provayı izleyen sopranonun yanına gelir, “Bunları azdıramıyorum” der, “ne yapacağım?”
— Azdırırsın, der soprano, beni azdırdığına göre onları da azdırırsın.
Bu bir tek cümle bile şefe ihtiyacı olan gücü vermeye yeter.
Ama hayat her zaman bu kadar güzel değildir şef için.
Sopranoya âşık olduğunu anlayan karısı onu evden kovar, soprano, şefin evliliğini bozmak istemediğinden telefonlarına cevap vermez.
Bütün bu karmaşaya rağmen yeniden bir araya gelirler.
Soprano şefe, “Hiç kimseye böyle âşık olmadım” der.
Şef de olağanüstü güzellikte sesi olan bu huysuz kadına âşıktır.
Ve o dönemeç gelir.
Bir sevişmeden sonra yatağın üstünde çırılçıplak birbirlerine sarılmış vaziyette kucak kucağa yatarlarken, soprano, “Paris’ten sonra ne yapacağımızı düşünüyorum” der gülümseyerek.
Gelecekle ilgili bir söz bekler şeften.
Şef sesini çıkarmadan bakar kadının yüzüne.
Tek kelime etmez.
Hayatının belki de en önemli dönemeçlerinden birinde, kadere, ‘buradan sap’ diye bağırmak isterken sessizce durur.
Soprano anlar.
Şef, kadere ‘buradan sap’ diyememiştir.
Operanın ve hayatının ‘Venüs’üyle buluşamayacaktır.
Aşkına ve isteğine rağmen karar verecek cesareti gösterememiş, hayatını bir başka geleceğe döndürememiştir.
Kimbilir, belki karısının çok üzüleceğini düşünmek, belki sopranonun kendisinden bıkacağından çekinmek, belki eski ve ünlü şefin hayali altında ezileceğini sanmak, belki de sopranonun kaprislerinin kendi geleceğini boğacağından korkmak.
Nedeni ne olursa olsun şef kararını verememiştir.
Henüz var olmayan ‘gelecekle’ ilgili korkular, var olan ‘an’ı ve o andaki o olağanüstü isteği hayata geçirmeye engel olmuştur.
Kararsız kalmış, kader yoluna devam etmiştir.
Peki, gelecek nasıl olur da ‘an’ı böylesine önemsiz ve güçsüz kılabilir?
Neden insan elindeki ‘an’ı yaşamak yerine, geleceğiyle ilgili hesaplara takılıp kararsız ve sessiz kalır bir dönemeçte?
Gelecek belirsiz ve karanlık olduğu için mi, aydınlık ve belirgin olan ‘an’ı böylesine yenilgiye uğratır?
Bilinmeyenden duyduğumuz korku, bilinenin aydınlığı içinde duran istekten kuvvetli midir?
Belirsiz olan belirli olandan güçlü müdür hep?
O yüzden mi, en önemli dönemeçlerde bazen böyle kararsız ve sessiz kalır da, çok sapmak istediğimiz yollara özlemle bakarak dümdüz devam ederiz?
Hayatımızın en önemli zaman parçası, henüz gelmemiş olan ve ‘gelecek’ denilen zaman parçası mıdır?
Böyle zamanlarda kaderimizi belirleyen ‘dün’ ya da ‘bugün’ değil de ‘yarın’ mıdır?
Yarın, bu korkunç gücünü, bilinmez olmasına mı borçludur?
Geleceğin belirsiz karanlığına saklanan korku, bugünün apaçık isteğini neden bir sessizliğe mahkûm eder?
Şef, o sessizlik ânında bile, o güzel sopranoyu hayatı boyunca seveceğini ve özleyeceğini bilir, o kadın olmadan geçecek olan hayatının solgunlaşacağını keskin bir şekilde hisseder.
Yaşadığı acıyı sessizliğiyle kabullenir.
Gelecekten korktuğu için geleceği istediği gibi yaşayamaz.
Karar veremediği için hayatının yolunu kararsızlığı çizer.
Hayatlarımızı kararlarımız mı, kararsızlıklarımız mı belirler?
‘An’ın isteklerini ‘geleceğin’ endişelerine kurban edenler mi daha mutlu yaşar, yoksa geleceğin acılarını kabul edecek kadar güçlü bir şekilde ‘an’ın isteğine sarılanlar mı?
Kaç dönemeçten ‘Venüs’le buluşamadan’ geçtik acaba?
Ve acaba kaçımız gelecek korkusu yüzünden geleceğimizi kaybettik?

Ahmet Altan

venusle+bulusma Venüs'le Buluşma