Elveda Bakü

Elveda Bakü! Seni bir daha görmeyeceğim.
Şimdi yürekte korku, yürekte hüzün
Elimin altında sancılı ve yakın yüreğim
Etkisinde yalnızca “dost” sözcüğünün.

Elveda Bakü! Türk mavisi elveda!
Tükeniyor gücüm, soğuyor kanım.
Götüreceğim mutluluk gibi ta mezara
Balahan mayısını, dalgalarını Hazar’ın.

Elveda Bakü! Elveda sade bir şarkı gibi!
Son kez kucaklıyorum dostumu işte
Başını altın bir gül gibi
Sevgiyle eğsin diye leylak rengi siste.

Sergey Yesenin

Çeviri: Uğur Büke

elveda+baku Elveda Bakü

İnsanlar sana fetva verse de sen yine kendi kalbine bir danış. Hz. Muhammed (s.a.v.)

Sensiz giden trenler, ufuklarda kaybolan birer ümit
Nehir gibi akmıyor günler Heraklit Heraklit.
Zaman masal kuşlarına benziyor
Abûs, kocaman, sâkit.
Ve geceleri
Alnında dolaşır biteviye
Kirli, soğuk pençeleri.
Yıldızları söndürmüş fırtına,
Batan gemidesin;
Senden ne kalacak yarına!
Kıyılardan imdat isteyen sesin.

Günler nehir gibi akmıyor. Nehrin serinliği var, sularında yıkanabilirsiniz, gümüş pullu balıklar yaşar koynunda nehrin…
Hayata çiviliyiz kollarımızdan, zaaflarımızdan çiviliyiz. Ve günler, çehrelerinde kamçıdan sert bir istihza. Ve günler, bakışlarında hançer… birer birer geçiyor önümüzden. kimi suratımıza tükürüyor durup, kimi tokatlıyor bizi. Kim çözecek ellerimizi Tanrım? Kim çözecek?.. Günler kükreyerek geçen canavarlara benziyor, uluyarak geçen canavarlara… Gök karanlık, kulaklarımızda acı bir nârâ…
Nehre benzemez günler Heraklit! Yanan alnımızı serinletir kardeş suları nehrin. Nehir bir gözyaşıdır, bize ağlayan. Nehir bir busedir. Nehrin sularında gök var, altın yıldızlarıyla gök.

Neden azgın rüzgârların önüne kattığı kumlara benzetmedin günlerin geçişini, neden dökülen yapraklara benzetmedin, eriyen kara benzetmedin Koca Hafız! Günler belki de önünüzden şuh birer kadın gibi göz süzerek geçiyordu. Bir an serin bir rüzgâr gibi dostça dolaşıyordu yanan alnımızda parmakları. Günler birer arı, siz kovandınız. Belki zaman zaman yandınız alevden dudaklarıyla, ama aydınlandınız, aydınlattınız… Günler belki dilber zaman zaman, belki o canavarlar kafilesinden sonra bir meryem, bir Mesalina. Ama zincirli ellerin, koparsan da zincirlerini, günlerin saçını okşayamazsın, kadın sandığın canavarlaşır birden, meryem ifritleşir, Mesalina ısırır parmaklarını zavallı dostum! Çok çok, yırtılan entarilerinden birer parça kalır avuçlarında…
Korkuyorum günlerden, korkuyorum. Uçsuz bucaksız bir uçurum günler, anlamıyorum söylediklerini. Dörtnala giden azgın bir atın yelelerini sarılmışız bir elimizle, yarların arasından geçiyoruz… ve tarlalarda başaklar, şiirin başakları, mânânın başakları… Yoluyoruz yolabildiğimiz kadar. Yazık ki dikenle başak yan yana ve avuçlarımızda, bir avuç diken, bir avuç ısırgan!
Günler birer kelebek belki. Ama ellerine konmuyorlar ki bilesin ve bir ânda tozlaşan o çiçekleri hatıraların defterine gözyaşlarınla iğneleyesin! Günler birer kuş belki de. Neden saçlarına konmuyorlar? kanatları birer el gibi dokunsa alnına ne olur?
Günler senden birer parça götüren haramiler, kırk haramiler, kırk bin haramiler. Günler sam yeli, sen çöl, sen kumdan bir tepecik. Günler yaramaz birer çocuk, sen çerden çöpten kurdukları bir evcik… Günler geçiyorlar, geçtiler… Her biri bir parçanı kopardı, koparacak… Onlardan sana ne kadı? Hiç. Senden onlara şarkıların kalacak. ne şarkıları?

Günler bir akbaba, çelikten gagası bu akbabanın ciğerlerine kadar saplanmıyor ki avaz avaz bağırasın, ışık olsun çığlığın, fırtına olsun, baykuş olsun, kurt olsun… Çelikten gagası akbabanın alnında dolaşıyor biteviye. Muhteşem değil ızdırabın, parlak değil… Günler bir akbaba ama gagaları çelikten değil ve sen Kaf’lara değil, karanlıklara zincirlisin. Karanlık demek adem demek, adem yani mutlak, yani Tanrı, yani sükut. Adem şarkı söyler mi ahmak!

Günleri saçlarından yakalayacaksın, canavar, bir genç kız oluverecek. Gözlerinin içine bakacaksın günlerin. Birer ağaç gibi meyve verecek günler. Günler kısır değil, kısır olan sensin. Günler erkeğin karşısında diz çöker… İhtiyar Homer’in yaralı ayaklarını lepiska saçları ile okşayan onlar değil mi? Hâlâ donuk gözbebekleri ihtiyar Homer’in, onlar için kutsal birer ateş…

Seni denemek istiyor günler, dostum. Onlar birer masal sfenksi, büyülerini çözdün mü perileşirler, akbaba güvercinleşir, yardan yara atlayan kızgın küheylan, seni Himalaya’ya, Olemp’e kanatlandırır. Senin Himalaya’da işin ne? İstemiyorsun, günleri kelimeleştirmek istemiyorsun. Mezarlaşan saatlari hayata kavuşturmak, ölüleri diriltmek belki elinde, ne biliyorsun. Belki kader bütün oklarını bunun için saplıyor kalbine. İstiyor ki, oradan akan kan günlere dokunarak ebedileştirsin onları… Kan ve gözyaşı: simyagerlerin aradığı felsefe taşı.

 
Cemil Meriç
 
 
cemil-meric-1024x682 İnsanlar sana fetva verse de sen yine kendi kalbine bir danış. Hz. Muhammed (s.a.v.)

Sen benim şiirimsin

Sen benim şiirimsin
Sen benim şiirim.
Ben senin
Alevli imgelerinde
Yanmayı bekleyen
Beyaz bir mum gibiyim.
Öyle pürüzsüzce
Süzülmeli ki ışığın karanlıkta
Yağlanıp kirlenmeden
Eriyip tükenmeliyim.

Soysal Ekinci

sen+benim+siirimsin Sen benim şiirimsin

Sonbahar Bir Kadındır

Ruhunda anlayamadığı bir hâl vardı bugün, her sonbaharda yaşardı bu duyguyu… Müebbet ıstırabın zindanında gözlerini zamana çivilemiş, kalbini Rahman’dan beklediği teselliye bağlamış bir mahkûm gibi hissediyordu kendini… Kapalı alanlar ruhuna dar geliyordu hatta bedeni bile… Dostunun kolundan çekerek:

-Dışarı çıkalım, dedi.

Birlikte dışarı çıktılar, sokaklarda dolaşmak nedense yetmedi ona, aklına kent ormanına gitmek, sonbaharın hüznüne kendi hüznünü katmak geldi.

Ormana yürüdüler… Burası sık orman ağaçlarının bulunduğu devasa bir parktı. Bedenin ruhuna dar geldiği, insanlardan ve şehrin duyguları yutup, öğüten atmosferinden kaçmak istediği zamanlarda hep buraya gelirdi. Eylül ayının son günlerini yaşıyordu tabiat… Ağaçlar altın sarısı ve kızılı yapraklarıyla göz kamaştırıyordu. Sonbahar bütün ihtişamıyla buraya konuk olmuş, gün ışığı renginde ki saçlarını savurmuştu etrafa… Kâh günün ilk ışığı gibi sarı, kâh son ışığı gibi kızıl… Hava biraz bulutluydu, bulutların aralarından kaçamak yapan güneş, ışık süzmesi şeklinde iniyordu sonbaharın saçlarına… Bu durum daha bir çekici yapmıştı ormanı… Bu manzara karşısında içini kaplayan duyguyu tanımlayamıyordu.

-Görüyor musun, burası başka bir dünya, sanki masal ülkesi veya cennetten bir köşe belki de rüyadayız. Etrafa bak… Özellikle şurada ki ağaca, bütün yaprakları ateş kızılı, bu renk tonu belki de başka hiçbir yerde yok. Gün batımını seyredebiliriz burada, özellikle sonbaharda… Güneş ufkun kollarına doğru koştuğunda, saçtığı ışığın yapraklar arasından süzülüşü ve meltemle dansı harika.

Yavaş yavaş yürüdüler patika yoldan, sonbahar, ayaklarına altından bir halı sermişti sanki…

-Gerçekten burası çok güzel, dinlendiriyor insanı. Sakin ve huzurlu…

-Evet öyle…

Konuşmadan bankta oturdular bir süre, ikisi de sonbaharın nefesine bıraktılar iç dünyalarını…

-Baharla özdeşleştirirler aşkı ama sonbahara daha çok yakışıyor bence, diyerek sessizliği bozdu.

-Belki de!

-Sana bir şey sorabilir miyim?

-Elbette.

-Telefonda annenle konuşurken hep bir kelimeyi tekrar ediyorsun “Zênê”. Kürtçe anne mi demek?

-Hayır, o annemin adı!

-Yaa! Siz de Avrupalılar gibi ebeveynlerinize isimleriyle mi hitap ediyorsunuz?

Bir kahkaha attı, yüksek sesle:

-Hayır! Bizde de “anne”, “baba” denir ama benim annem, kendisine anne dememize izin vermedi…

-Çok tuhaf! Neden?

-Geçmişe dayanan bir hikâye…

-Mahzuru yoksa anlatır mısın?

-Ah! Acı bir hikâyedir bu… Zênê genç bir kızken… Halasının oğluyla birbirlerini çok sevmişler. Büyük bir aşk yani… Sonra halası gelip istemiş oğluna. Dedem de severmiş yeğenini, o yüzden hiç zorluk çıkarmamış. Fakat anneannem kızını görümcesine gelin vermek istemiyormuş. Klasik gelin-görümce problemleri, bilirsin, kadınsı kıskançlıklar belki de… Kafasına koymuş ne yapıp edip kızını vermemeyi ve babam gelmiş aklına… Babamın köyü annemin köyüne yakındır. Anneannem tanıyormuş babamı, uzaktan akrabası zaten. “Kızımı sana verecem” diye aklına girmiş. Böylece anneannemin de yardımıyla babam Zênê’yi zorla kaçırmış.

-Aman Allah’ım! Nasıl bir anne bu ya… Kızma ama baban da anneannen de çok vicdansız, insafsızmışlar.

-Yoo ne kızıcam… Fakat bizi babaannem büyüttü. Babamdan ve babaannemden ilgi gördük, o yüzden Zênê’den çok babamıza düşkünüz… Zênê, yanına gittiğimizde kovardı bizi, iteklerdi “Benim çocuğum değilsiniz, siz o adamın çocuklarısınız, anne demeyin bana” derdi.

-Off! Bir çocuk için korkunç bir durum… Yanlış yapmış ama suçlayamıyorum kadını… Peki, bu adam, annenin sözlüsü peşine düşmemiş mi? Geri alabilmek için bir şey yapmamış mı?

-O kadarını bilemiyorum… Fakat aklını kaybetmiş, teyzemden duymuştum… Zênê ise hiçbir akrabasına sormamış onu, bu konuyu asla konuşmamış, adını hiç anmamış, anamamış belki de… Akrabaları da halaoğlunun aklını kaybettiğini söylememişler, gizlemişler ondan… Sanırım Zênê’nin de aklına bir şey olmasından korkmuşlar. Çocukken geceleri tuvalete gitmek için uyandığımda bazen Zênê’nin mutfakta ağladığına şahit olurdum. Biraz dinlerdim ağlamasını, öyle acıklı bir ağlayışı vardı ki, sessizce ama sanırsın ciğerleri kopuyor. Kapı aralığından gizlice bakardım. İki elini göğsüne bastırmış halde başı önde hıçkırırdı. Bir şeyler söylerdi, sadece “Keşke o gün ölseydim” dediğini hatırlıyorum. Ancak büyüyüp, bu olayı duyunca anladım neden bize öyle davrandığını ve geceleri ağladığını… Her sabah erkenden tarlaya gider, akşama kadar deli gibi çalışırdı. Sanırım kendini hep evin dışına atmak istiyordu. Doğurduğu her çocuğu babaannemin kucağına verip “Al, benim çocuğum değil, sen bak” demiş…

-Sevmediği adamdan tam dokuz çocuk… Aslında bir kadın her ne olursa olsun doğurduğu çocuğu sever, kötü davranamaz. Bu annelik içgüdüsüdür. Sanırım annen aklını yitirmemiş ama psikolojisi bozulmuş.

-Öyle zaten… Çok dayak yedik. Hatta saymıştım bir seferinde… Bir gün içinde tam sekiz kez dayak yemiştim… Sadece bir abimi sever, ona kıyamaz. Hepimiz babama benzeriz abim hariç, o dedeme, annemim babasına benzer. Belki de benzetiyordur abimi halasının oğluna, kim bilir… Ama kendisi şimdi hep ilgi ve sevgi görmek istiyor bizden.

-Çok üzüldüm annen için, yaşamla ölüm arası bir hayat… Aslında ölmekten beter bir durum, insan bir kere ölür kurtulur ama bu şekilde her gün bin kere ölüm… Zênê’nin sizden ilgi beklemesi çok normal, sevgisiz yaşamış çünkü… Baban Zênê’yi sevse bile Zênê sevmediği için tamamen sevgisiz bir hayat… Şimdi ikisi de yaşlı olmalı, araları nasıl?

-Tartıştıklarına hiç şahit olmadım, gerçi muhabbetlerine de… Zaten birkaç senedir babam felçli…

-Aa! Demek istemiyorum ama insanın aklına geliyor, bu durum yaptıklarının cezası olabilir mi diye…

-Kim bilir… Geçen sene köyden akrabaları geldi. İçlerinden biri “Bekir! Hatırlıyor musun? Bundan otuz beş sene önce, genç bir kızın saçlarını bileğine dolamış sürüklüyordun…” dedi. Aslında Allah yaptığının karşılığını verdi demeye getirdi.

-Yaa! Bir de sürüklemiş mi? Doğru ya! Kendi isteğiyle kaçmayan kızı ancak öyle kaçırabilirdi! Zavallı kadın!

-Ama şimdi Zênê acıyor ona… Kendisi ilgilenmez, bir bardak su dahi vermez ama kızlarını “Babanızın yemeğini yedirin, banyosunu yaptırın” diye sürekli ikaz ediyor.

-Ah zavallı! Yaşanmamış bir aşk, yaşanmamış bir hayat demektir aslında… Ona çok iyi davranın, incitmeyin, sakın size sevgi göstermedi diye kızmayın ne olur!

-Sözünü dinleriz, saygıda asla kusur etmeyiz, hasta olunca herkes pervane olur etrafında… Öyle nazlıdır ki, hastalanınca daha beter olur, bildiğin çocuk… Aşırı ilgi istiyor… Şimdi saçları bembeyaz, çok erken beyazladı zaten… Yüzünde ki kırışıklıklar güzelliğinden hiçbir şey götürmedi. Bütün kızlarından güzeldir ayrıca. Gözlerinin derinliğinde ki ıstırabı görmek için Zênê’nin hikâyesini bilmene gerek yok, gözlerine bakman kâfi. Bu günlerde “Neden bana anne demiyorsunuz?” diyor ama hiç birimiz anne diyemiyoruz…

-Çok normal ilgi istemesi! Yaralı bir kalbi var çünkü… Dokunsanız kırılır, çok incitilmiş, hırpalanmış zamanında… İnsanlar unuttuğunu düşünebilir ama bence yarası kabuk bağlamış, iyileşmemiş aslında. Yüreğinde ki ateş sadece küllenmiş olmalı, derinden ve gizlice yanıyordur. Külün altında kıpkırmızı kor vardır ama görünmez bakan sadece külleri görür…

Üç beş dakika süren sessizlikten sonra:

-Sonbaharı hep bir kadına benzetirdim ben; olgun, anlayışlı, mağrur, mahzun, sabırlı aynı zamanda güzel ve alımlı, çoğu zaman suskun ama kasırgalara, sağanaklara gebe… Şimdi Zênê’nin hikâyesinden sonra daha çok benzetiyorum. Sonbaharda bir Zênê saklı tüm halleriyle… Anneni görmeyi çok isterim kardeşim, siz hiç “anne” diyememişsiniz ama ben “anne” deyip ıstırap çöllerinde kavrulmuş ellerinden öpmek isterim.

-Birlikte gideriz köye, öpersin Zênê’nin ellerinden. Yorgundur, hüzünlüdür kalbi ama sevgi doludur. Hele misafire nasıl hizmet edeceğini şaşırır. Birde anne dersen senden iyisi yok. Üç beş kelime Türkçe bilir, “anne” de onlardan biri.

Gitme vakti gelmişti artık, güneş iyice eğilmiş, ormana sessizlik çökmüştü. Kalkıp yavaş yavaş sessizce yürüdüler çıkışa doğru. Bir süre sonra yüreğinde ki duygular, ağzından dökülmeye başladı:

-Ah! Kronik bir ıstıraba dönüşür bazen hayat; yakın sandıkların tırnak tırnak koparır ruhundan, inciterek, acıtarak, pervasızca sahip olduğun ne varsa duygularına dair, sana dair… Naif bir yüreğe sahipsen ve bir kere göstermişsen zayıf yanını safça… Verdikçe sonuna kadar almak isterler acımadan tüketene kadar seni sen yapan her şeyi… Sevgiye kıymet verilmeyen şu dünyada, sevgiyle uzanan bir el, seni sen kadar düşünen bir yürek ummak “Çok mu imkânsız ?” diye düşünürsün her incitildiğinde… Halden hale geçer yüreğin; ya bir kuytuda için için ağlamak, ya bir dostun omzunda hıçkırmak ya da sevdiğinin gülümsemesine sığınmak istersin yetim bir çocuk saflığıyla… Hele bir de umudunu kesmişsen insanlardan; kâh dağ başının zirvesi düşer aklına çığlık atabilmek için, kâh nehirler düşlersin seni deryalara ulaştıracak, kâh bir çöl tek başına ölmek için Ebu Zer misali… Kronik bir yorgunluğa dönüşür zaman zaman hayat; kendinden bile sıkılır, aynada gördüğün mutsuz yüzden bıkarsın… Hiçbir şey yapmak gelmez içinden, sadece alıp başını gitmek istersin… Sadece gitmek, nereye olursa… İnsan neden ve nereye çekip gitmek ister ki… İki insanda gizlidir bunun cevabı Yunus’ta ve Mecnun’da… Biri aşka, biri davaya dair ama ikisi de insani…

Akşam yaklaşmış, Zênê’nin ıstıraplı gözleriyle bağ kurduğu ufukta ki tüm bulutlar birden bire dağılmıştı. Güneş ışıkların bin bir tonuyla muhteşem bir tabloya benziyordu ufuk, pırıl pırıldı…

Arkadaşının telefonu çalınca birden sıçradı. Telefonda ki sesi duyabiliyor, Kürtçe olduğu için anlayamıyordu. Fakat sesin tonundan ve onun bembeyaz olan suratından kötü bir şeyler olduğunu anlamıştı. Dizlerinin bağı çözülen ve ayakta duramayan dostunun kollarından tutup banka oturttu. “Zênê!” diyebildi arkadaşı ve titreyen sesiyle devam etti:

-Zênê… Zênê! Anne… Annem ölmüş!

Omuzlarından sıkıca tuttu dostunu, sakinleştirmeye, teselli etmeye çalıştı… Dualar okudu… Arkadaşı hıçkırarak devam etti:

-Zênê’nin halaoğlu… O da bu sabah ölmüş, sabah ezanında…

Şirin Çevik

sonbahar+bir+kadindir Sonbahar Bir Kadındır

Geç Kaldım

Ah herşey burada kalıyor demek
Bu içimizi ısıtan güneş,
Özenle kurduğumuz evler,
Aşk için büyüdüğümüz günler,
Yorgunluklarımız,
O aziz acılarımız, savaşlar,
Demek hepsi
Burada kalıyor öyle mi?
Boşuna yorulduk desene
Özgür bir yürek olmaktı en güzeli…

Mevlana İdris Zengin

demek-hepsi-burada-kaliyor-oyle-mi Geç Kaldım

Toprak Yanlış Yapmaz

Allah uzak değildir
Zaman hızlı geçer yalnızca

Unutulanlar vardır
Dünya biterken telaşla hastanelere uğrayıp
Hayata açılmayan bir sokağın adresini sorarlar
Işıksız ve şarkısız bir yürüyüş başlar sonra
Ateş söner ikinci zaman iner yüzlere

Kalpler suçlanamaz
Yoktur kendi kalbini yaratan kimse

Güzel bir soru olarak geçiyorken dünyadan
Allah’ın anlamıyla gülümseyen bir bahçeye düştüm
Sabahla dokunmuş pelerinini attı omuzlarıma
Uçurumlar dalgınlaşıp çiçeğe dönüşürken
Buldum cevabını esrarım kalmadı

Her şeyi eksiltir gecikmek acıdan başka
Allah uzak değildir zaman hızlı geçer toprak yanlış yapmaz

Mevlana İdris

toprak+yanlis+yapmaz Toprak Yanlış Yapmaz

Kimseyi değiştiremezsin hayatta

Kimseyi değiştiremezsin hayatta.
Ve kimse için de değişmemelisin.
Kimliğini kaybettiğin an, yaşamını çöpe attın demektir.
İstemediğin sürece, hiçbir şey için ödün vermeyeceksin.
Çünkü gün gelir, verecek hiçbir şeyin kalmaz.
Her şeyi sen istediğin için yapacaksın,
başkası senden istediği için değil.
Ve sen, sen olarak kaldığın sürece senin yanında olanlar
da mutlu olacaktır.
Bırak hayatına eşlik etmek isteyenler gelsin seninle.

Yolun bitimine kadar gelmeleri şart değil.
Herkesin gidebileceği bir yol vardır.
Sen yeter ki, yanında yer almayı bil.
Ne sen kimse için mecburi istikametsin,
ne de bir başkası senin için…
Seninle gelmek isteyenleri yanına al.
Belki beraber daha çok şey katabilirsiniz bu hayata.
Yanındaki seni mutlu ettiği sürece kalsın hayatında, zorlama kendini.
Hayat rahat ve anlayışlı insanlarla
Ve hayat hak ettiği gibi yaşandığında güzel…

Ve unutma; aynı dili konuşanlar değil
aynı duyguyu paylaşanlar anlaşabilir…

Charles Bukowski

kimseyi+degistiremezsin Kimseyi değiştiremezsin hayatta

Teşekkürler Hayat (Gracias a la vida)

teşekkürler hayat, bütün verdiklerin için

iki göz verdin bana, her açtığımda onları
kusursuzca ayırt edebiliyorum siyahı beyazdan,
ve cennetin yıldızlı görüntüsünü,
ve de kalabalıklar içerisinde sevdiğim adamı.

teşekkürler hayat, bütün verdiklerin için

bana ses ve harfleri verdin,
ve onlarla haykırıp, düşünebildiğim kelimeler,
anne, arkadaş,kardeş ve yanan ışık,
bir de sevda, duygularıma yol gösteren.

teşekkürler hayat, bütün verdiklerin için

sesi verdin, bütün şiddetiyle hayatı içeren
gece gündüz cırcırböceklerini ve kanaryaları kaydeden,
çekiç seslerini, motorları, köpek havlamalarını, fırtınaları da,
ve sevdiğimin yumuşak sesini de.

teşekkürler hayat, bütün verdiklerin için

yorgun ayaklarımın adımlarını verdin
onlarla şehirleri ve gölcükleri gezdiğim
ve kumsalları ve çölleri, dağlar ve ovaları
ve yürüdüğüm, senin evin, senin cadden, ve senin avlunu.

teşekkürler hayat, bütün verdiklerin için

bana gülüşü, gözyaşlarını verdin
böylece yıkıntılardan iyi şansı ayırdığım
şarkımı yapan iki maddeyi
ve benim olan hepinizin şarkısını.

teşekkürler hayat, bütün verdiklerin için…

Violeta Parra

tesekkurler+hayat Teşekkürler Hayat (Gracias a la vida)

Beni bir yaza gömdülerdi bir zaman

Beni bir yaza gömdülerdi bir zaman
Her yer olabilecek bir kuytulukta
Bir kadın vardı bir balkonda
Sesinde yaralı bir gül olan

Hayat ve mevsimler aynı şeydi

Uyku kadar derin bir suda boğulurken
İlkbahar kekeleyerek geldi
Kırık çocuk gülüşlerindenDeniz oracıktaydı ve buğusu

Eriyorken havada sesler
Her şeyin bir büyü oluşturduğu
Gizemli kokular ve gülüşler
Beni bir yaza gömdülerdi bir zaman
Annem olan bir sessizlikte
Belki de onun kalbidir açan
Derin bir gülün içindeAtaol Behramoğlu

beni+bir+yaza+gomduler Beni bir yaza gömdülerdi bir zaman

kavak ile söylediğimdir

kavak ile…

söylediğimdir:
senden sonra göğe sürmedim ellerimi
değmedim karanlık örtüsüne zamanın
dibindeyim suların ve mağaraların
acıdan boğuluyorum ah sevgilim!
ah aşkım! sen bunu bilmiyorsun…
her yanı tutan suyu görmüyorsun.
elimi göğsüne koyuyorum ıslak değilsin
bense dibindeyim suların ve mağaraların…
kavak ağacının söylediğidir:
ardına bakmadan uzaklaştı sığırcık
dallarım boşluğa düşüyor işte
yer çekiyor, yer altı istiyor gövdemi
menendi yok bir kavak ağacıyım
gölgemi yok saysınlar yine de
güzün alnında vurduğum o damga…
söylediğimdir:
senden sonra kestim avludaki ağacı
dalları eğilmesin orada geçen günlere
çocuksu bir telaş benimki, ucu yırtılan yaşam…
bırakıyorum kendimi karmaşanın ortasına
tanıdık değil bu yangın, acıların çarpık yüzü
uzatılmış da bu avluya bırakılmış sanki
açıyorum peçesini, tuhaflık aynadaki ben!
ah! solgunluğun güzel kafiyesi…
kavak ağacının söylediğidir:
buradayım, içimden geçen bu gök de olmasa
bir gün vuracağım boylu boyunca kendimi,
fısıltılı sonbahar alıp götürmese yapraklarımı
akıtacağım kanımı yol üstlerine zul niyetine
yol da değişir yolcusunu sırtından atınca
atların sağrısında duruyor ağrıyan o ses
söylediğimdir:
vurdum sonunda kendim diye o ağacı
kökleri yürümesin mağara içlerine sinsice
sarhoş sanıyordu sonbaharı, sığırcıkları
menendi yok bir kavak ağacı serildi avluya
elimi koydum köklerine ıslak değildi
atlı gelmedi at yok, yol boyu bekleyiş
çimenlere basmanın tatlı heyecanı yok
çürüdü içimde her şey zamanın sesiyle…
kavak ağacının söylediğidir:
sonunda geldiğim yere döndüm
yapraklarımı ve kökümü dünyaya bırakıp
toprağa yasladım ak boynumu
incecik dallarım sürgün vermeyecek
salınmayacak rüzgârda tazecik gövdem
menendim yok, ak bir kavak ağacıyım…

Cevahir Bedel

kavak+ile+soyledigimdir kavak ile söylediğimdir