Üstâdım Hüzün

1.
sorup durdular
(duyuyor musun çığlığını hüznümün)
son şiir kitabımı okuyanlar:
nasıl haykırır ki hüzün?
ve acı
ya mümkün mü gözdeki bir damla yaşın haykırması?
bilmiyorum nasıl cevap vereceğim bu soruya
kitabıma nasıl isim bulduğumu da bilmiyorum
ve bilmiyorum nasıl bulduğumu başlıklarını da
çünkü onlardır genellikle seçen beni
ben değil
bildiğim tek şey
hüznüme
haykırış vasfını vermek istediğimdir
süvarilerin soyundan kılmaktı
şahsiyetini vererek
ve azametini

2.
haykırıştır bir çeşit yazmak da
lisanla
ve bir haykırıştır aşk da
sevdiğimiz tüm kadınların işittiği
beraber oturduğumuz vakit
işitmeyen kalbimin çığlığını
ve damarlarımın
kalastandır ancak
ve dişiliği ertelenmiş bir kadın

3.
hüzün üstadımdır benim
külrengi yazmayı
ve gri bir sesle şiir söylemeyi
elinde öğrendiğim
gri gözyaşlarıyle omzunda ağlamayı
sevgilimin

4.
sevinçse
çenesi düşük bir üstaddır ancak
kağıt oyunları
bisiklete binmek
balık avı
ve rockla dansetmekten başka
birşey öğrenmediğim

5.
sevinç kendisine güvenilmeyecek bir dosttur
çünkü yalnız kendi rahatını düşünür

6.
sevdiğim kadında ben
dramatik bir düğüm ararım
ışıltılı oyun partileri değil
şahidi olacağım

7.
mutluluk tutuşturan kadın
söndürür beni
ve solgunluğuyla kokulanmış kadın
tutuşturur beni

8.
itiraf edeyim mi size?
solgun yüzlü bir kadındır
yakan beni
bir yıldırım gibi
ve gözlerinden bir damla gözyaşı
bir Bizans Kilisesinin vitrayı gibi
kıran beni

9.
[seviyorum seni… ağladığında
seviyorum yüzünü… bulutluyken, hüzünlendiğinde
eritiyor hüzün ikimizi
bazı kadınların güzeldir yüzleri
ve en güzeldir ağladıklarında]

10.
en güzel yanı hüznün
yüksek sesle konuşmaması
fiyakalı giysiler giymeyişi
ve yüzük takmaması parmağına
sonra
saldırmaması davulla, trompetle
halhallar ve hışhışlarla üzerine
acemi dansçıları gibi
Harlem Caddesinin

11.
çantasını toparlayıp
gittiğinde tatile
hüznüm
özlüyorum

12.
sen
güzel olamayacaksın asla
sana sürme çeken
saçlarını tarayan
elbiselerini temizleyen
ve gözyaşlarıyla ayaklarını yıkayan
hüznüm olmadan
ki
odur seni şiir kitaplarının ilk şiiri yapan

13.
sevgin hüzünlü olmayı öğretti bana
asırlarca
beni hüzünlendirecek
kuşlar gibi
kollarında ağlayacağım
ve kırılmış kristal parçalarını toplar gibi
parçalarımı birleştirecek
bir kadına muhtaçken

14.
ay sıkıldığında ışığından
gizlenir gerisine gri bir bulutun
bizi terketti sanırım

15.
Arap neyinin sesi
kurumayan bir yaradır Kerbela’dan beri

18.
her sabah hüznümle oturur balkona
beraber kahvemi içerim
gazetemi gözden geçirir
en son kasidelerimi okurum ona

19.
hüznümdür sadece
kasidelerimi bilen
yayın için göndermeden önce

20.
Grek değiliz biz
trajedidir seçimimiz
bir nehir uzanır
Kerbela’dan Filistin’e
kıyısız

21.
Avam Kamarası yaratmadı
İngiliz medeniyetini
Lordlar Meclisi de
Külrengidir yaratan
Kraliçe Viktorya da değil

22.
1952’de gittim Londra’ya ilk defa
oturduğum vakit Hyde Park’da bir banka
sincaplar geldi
benimle gazetemi okumaya
ve bir ördek çıkıverdi gölden
katılmak niyetiyle kahvaltıma
sonra
çıkarıverdi kasidem çarşafını
Dımeşki pabuçlarını
ve yürüyüp gitti
yalınayak
dinmeksizin yağan yağmurun altında
haritasız hürriyetlerin ıssızlığında

23.
1952 Kasım’ında
evlendi benimle
Serpentine gölünden bir beyaz ördek
çok şiir söyledik
ve çok ördek yaptık
bu kelimeler yazılırken
su altında
soluyorum hala
ve gölün derinliklerinden
bağırıyorum hala
boğuluyorum…
boğulu…
boğu…

Nizar Kabbani
Çeviri: Mahmut ÇETİN

boguluyorum Üstâdım Hüzün

Sevgilim ihanet

Kelimelerin hastalıkları varsa eğer,”ihanet” mutlaka cüzzamlı olmakla suçlanmıştır.Oysa, soluğumuz kadar yakındır da biz onu bambaşka yerlerde ve kendimizden çok uzakta bilmeyi yeğleriz.İhanet hayatımızın ta kendisidir,dikkatli bakın, göreceksiniz.

İhanet daima iki uçlu.Gerçekleşmesi için bir muhatap gerekli ve bu yanıyla aşka benziyor.Bu yüzden değil mi ki ihaneti yaşayanlar,büyük aşkları yaşayanlar kadar ünlü ve daima çift isimle anılıyor bu öyküler.Habil ile Kabil söz gelimi.Leylâ ile Mecnun .En trajik olanı galiba İsa’nın son akşam yemeği ve İşte insan. Hıristiyan batıda her şey bu çok eski ihanetin etrafında döner ve çarmıhlar artık daima omuzlardadır.Sezar’ı asıl öldüren yediği hançerden daha çok Brütüs’ün,olmaması gerektiğine inandığı bir yerdeki mevcudiyetini görmesidir.Genç Osman için de öyle. Evvelâ sarayının kapısını emanet ettiği bostancılar ardına kadar açarlar bâb-ı hümayunu ihtilâlcilere,ardından o kadar güvenerek sığındığı Yeniçeriler emanete ihanet ederek alıverirler “Osman Çelebi”nin canını.Gerçi Yeniçeriler çok çaba sarf etmişlerdir ama artık kaldırılmış bulunan 28.ortanın adı yoklamalarda her okunuşunda yeri göğü inleterek yok olsun diye bağırmaları bile alınlarındaki bu ihanet lekesini temizlemeye yetmez. Esasen Genç Osman’a ihanet edenler arasında kısacık saltanatında tutulan güneş ve yüzlerce yıldan beri ilk kez donan Boğaz sularının da kendine özgü bir yeri olması gerek.Halk, ölümüne o kadar çok ağlayacağı padişahın ,sağlığında uğursuzluğuna inanmıştır.

Osmanlı’yı kuşkusuz çok az şey Kırım Hanı Murad Giray’ın Viyana kapılarındaki ihaneti kadar yaralamıştır.Üstelik Giray, bilerek yapmaktadır:Bilirim,dine sığmaz,ihanettir cümlesini sarf etmiş olması bile tutmakla yükümlü bulunduğu köprüyü müttefik kuvvetlere hoyratça açmasına mani olamaz.

Osmanlı’yı çokça meşgul eden eşine az rastlanır bir başka ihanet de Abdülmecid’in dördüncü ikbali Serefraz’ın yarattığı ve neredeyse bir milli gaileye dönüşen “aile faciası”dır. Fazlasıyla kıskanan ve kıskanılan bir kadın olan Serefraz, Dolmabahçe’den ayrılarak Yıldız Kasrı’na yerleşmiştir. Sık sık kasra gelen Abdülmecid’i içeri almakta çok cömert davranmayan dördüncü ikbal üstelik Küçük Fesli lâkabıyla tanınan bir Ermeni delikanlısının aşkına karşılık vermektedir.Hanedana mensup bir kadının açık ihaneti özellikle sarayı çok rahatsız eder.Ailesi tarafından Adalar’a kaçırılan delikanlının Sultan’a duyduğu aşk yüzünden tekrar İstanbul’a dönmesi ise saray mensupları tarafından öldürülmesinden başkaca bir sonuç vermez.Ailesi delikanlının İngiliz,Fransız ve Rus sefaretlerine baş vurarak takibat açılmasını isterler ve mesele İstanbul’u uzun zaman meşgul eder.Bazı kaynaklarda rastlamamıza rağmen bu hikâye oldukça inanılmaz.Asıl inanılmaz olansa bunca hadiseden sonra Serefraz’ın hâlâ padişah nezdindeki kıymetini muhafaza edebilmiş olması.

İhanet Osmanlı hanedanından hiç uzak değil.Bütün saraylar kadar Osmanlı sarayının da içinde.Yavuz’un kızı Fatma Sultan, bir kişiye düştüm ki beni kelb hesabına saymaz…bir hil‘atini görmedim,bir kaftanını giymedim.Dul avret gibi dirilürüm cümleleriyle evliliğinin ve düşlerinin ihanetine uğradığını ,çok sade bir lisanla ve döneminde her hangi bir genç kadının yapabileceği tek şeyi yaparak babasına aktarır.

Fakat muhteşem ihanetleriyle Kanuni yine -bir Osmanlı trajedisi varsa- baş roldedir.İlki elbet Şehzade Mustafa etrafında biçimlenir.Nizam-ı âlem uğruna şehzade katline izin veren kanunname bir yana,Mustafa’nın katli esnasında Kanuni’nin başını çadır aralığından uzattığı rivayeti ve bunu böyle de gösteren minyatür asıl ihaneti vurgulamakta.Ve ihanete tepkiyi.Az rastlanır bir düğünle Kanuni’nin resmi eşi olmayı çok kolay başaran ve vak’anüvislere bakılırsa nikâhtan sonra muhteşem kocasının ihanetine hiç uğramayan Hürrem’in Kanuni’yi bu ihanete hazırlaması çok kolay olmamış olmalı.Ama aynı şey sadece ecel celâlilerinin aldığı Mustafa Han ile sınırlı kalmayacak ve Hürrem, isminin başındaki makbul sıfatı kısa zamanda maktul’e dönüveren İbrahim Paşa’nın öyküsüne de girecektir. Makbul İbrahim Paşa , damatların başka kadınlarla düşüp kalkması katiyen yasaklandığı halde ;Yavuz’un kızı,Kanuni’nin kardeşi gibi bir sultan olan eşine ,Muhsine adlı bir kadınla ihanet etmektedir.Kuşku yok ki,İbrahim’in sonunun hazırlanmasında bu ihanetin payı hiçti.O, seher semasında çokça ışık saçmaya başlayan bir yıldızcıktı ve muhteşem bir güneşin kaçınılmaz ihanetine uğradı.Her türlü ihtimale açık bir ikbal yolunu ayakları dibine sererken daha başlangıçta Kanuni , İbrahim Paşa’ya , kendi sağlığında bir zarar gelmeyeceğine dair yemin etmişti.Bu yüzden katline karar vermesi çok kolay olmadı.Kanuni hakkında bir eser sahibi bulunan Fairfax Downey’e bakılırsa, uyuyan kimse hayatta değildir,uyku ölüme benzer ve insan o esnada hayatla kendisini bağlayan her hangi bir bağdan müberra bulunur mealindeki ayetden hareketle İbrahim

Paşa, Kanuni uyuduğu bir esnada maktul edildi.Fakat Paşa kim bilir kendisini ölmeden önce öldüren bu ihanete uğradığı esnada,Kanuni’nin uyumakta olduğu yan taraftaki odasında aniden uyandığı ve onu Hürrem Sultan’ın teskin ettiği rivayet olunur.

Edebiyatımız,tümüyle sanat ve edebiyat ihanet güzellemeleriyle doludur.En masumları Suat ve Necip’tir kuşkusuz ve Eylül bir ihanetin öyküsü. Duygularda da kalsa ihanetin kirinin mutlak temizlenmesi gereği Mehmed Rauf’u da etkiler.Romanın sonu Mehmed Rauf’un yapabileceği en uygun şekilde gelirken ve o kadar acıdığımız ve anladığımız dahası masumiyetine tanıklık edebileceğimiz Suat ve Necib’in günahını bu dünyada ateş temizlerken ,biz galiba hangisinin daha az dürüst olduğunu düşünmek zorunda kalırız : Romanın kuralarının mı,yaşamın kuralarının mı?

İhanetin ism-i faili sabıkalı bir kelime:Hain.Ama ihanetin ism-i faili hain ise eğer bütün o Lady Makbetler,Fintenler,Therese Raquınler, Bihterler’le birlikte bizzat yazarına göre göre içindeki mücadele herhangi bir meydan savaşında bir komutanın verdiği mücadeleden daha az olmayan Vadideki Zambak’ın Henriette’i ,Halide Edib’in Seviye Talip’i,Suat ve Necip ,oyunu toplumun kurallarına göre değil de kendi vicdanının ve erdeminin kurallarına göre oynamaya kalktığı için kaybeden Anna hep hainlerdir.Bu iki grubu ayıran ve onları gözümüzde bayağı veya masum kılan şeyse,yazarın bakış açısından başka bir şey değildir çoğu kez.Çünkü yazar,bütün düşüncelerimizi yönlendirebilecek bir büyücüdür.

Anna Karenina romanı karlı bir günde ve bir tren istasyonunda başlar.Bir başka karlı günde ve bir başka tren istasyonunda biter.İlkinde Anna,toplumun saygıdeğer bulduğu sadık bir eş,iyi bir annedir.Ve çok güzel bir kadın.Sonunda ise, aristokrat Rus toplumunun gizlice yaşanmasını rahatlıkla onayladığı yasak aşkını, meşru zemine çekemediği noktada , gizlice yaşamayı onuruna yediremeyerek açıkça yaşadığı için dışlanmış bir kadın.Artık iyi bir eş ve iyi bir anne değildir.Ama yine çok güzel bir kadın.Kendi güzelliğinin ihanetine uğrayacağı yılların hızla yaklaştığının farkında,usulca bırakır kendisini bir trenin tekerlekleri altına.Çünkü güzellik ihanet eder ve doğrudur kadının iki kez öldüğü.

Tolstoy,Anna Karenina’yı içindeki Anna Karenina’nın aynı olarak anlatabilmiş midir,bilinmez ama kaç yazar,kaç şair dil’in kendisine ihanetinden müşteki değildir?Kuşkusuz hiç. Hamid’in yakalayamadığı,ancak susmak veya pek karanlık bir şey söylemek olarak tanımladığı bir şiir,dilin ihanetine karşı geliştirilmiş bir müdafaa maskesi değil midir?Akif,ağlarım ağlatamam hissederim söyleyemem /dili yok kalbimin ondan ne kadar bizarım mısralarını ağlarken , Orhan Veli anlatamıyorum çığlığıyla anlatmaya çalışırken hep bu ihanetten müşteki değil midirler?Haşim şiiri anlaşılmaktan ziyade duyulmak zeminine çekerken,Ahmet Cemil şiir lisanını baştan ayağa bir insan,adeta konuşan bir ruh olarak tanımlarken aynı şeyi söylemiyorlar mı?Şiire kadar uzanmaya gerek yok.Derdimiz hep anlatamamak ve anlaşılamamak değil mi?Ben öyle demek istemedim cümlesi ile başlayan boğucu koridorların aşılması ne kadar zordur.Ardından gelen böyle demek istedimler de daha fazla ifadeye muktedir değildir. Üstelik bize hep ihanet eden dile rağmen bizi en iyi anlayacak olanı beklemiyor muyuz sürekli?Ve bizi en iyi anlayacak olanı bulduğumuzu zannettiğimiz her defasında yeni bir ihanete hoş geldin demiyor muyuz?Ve o her defasında yanlış kişi çıkmıyor mu?

Gerçek şu ki ,kalplerin dili olsaydı,dilin ihanetine uğramadan birbirlerine daha çok şey anlatabilirlerdi.Belki Cocteau’nün bahsettiği gibi bir şairi yanlış anladığımız için sevmekten vazgeçebilmemiz için de, Paul Eluard’ın görüşünün gerçek olması ve bizim artık kelimelere ihtiyaç kalmadan şiiri kafa ile okuyabileceğimiz günlerin gelmesi gerekli.Ama galiba o zaman da ne şiir kalır,ne nesir.

Sevgilim dil’in ihaneti,sevgilim şiir çünkü.

Ve sevgilim ihanet.

Sevgilim ihanet,çünkü hayatın kendisi bir ihanete dönüşür yüzümüzde ter damlaları belirdiğinde ve ayaklarımız suya değdiğinde.Bir de bakarız ki birileri,bizimle hiç ilgisi olmayan birileri bizim için enine boyuna ölçerek hem de, bir oyun hazırlamışlar ve al demişler,yaşa,işte senin hayatın.Sesleri ne kadar ılık ve inandırıcıdır oysa.Ne kadar güven verici.Ve biz ayaklarımız suya değecek kadar kısa geçen bir zaman içinde,hayatımızın ihanetine uğradığımızı fark ederek çığlıklar atmaya başlarız.Bu çığlıklarımızı pek de ciddiye almayarak ,yaşıyor ve tahammül edebiliyorsan senindir biçimindeki imalarını dostun ciddiye ne kadar alsak da,içimizdeki fotoğrafın dışımızdakinden farklı olduğu gerçeği hiç bir zaman değişmez.

Önce anılarımız ihanet eder bize,teker teker bırakıp giderler.Her ihanet bir terk ediştir çünkü.Üstelik ne kadar kendisi olarak kalacağını vaad etse de ne dönen aynı kalır,ne bekleyen.Öyleyse her gidiş bir ihanettir,her ihanet bir gidiş.

Baharla yorumlamaya kalkarız hayatı kimileri.Baharın kendisi de bütün ihtişamına rağmen koskoca bir ihanete dönüşür.Beşir Ayvazoğlu,her ne kadar çiçeklerin faniliği onların bizi mutlu eden güzelliklerinin garantisidir derse de,felsefi boyutta sağlam duran bu görüş, saltanatını ilân eden duygu olunca,o kadar ikna edici değildir.Çok kısa bir zamana sığdırılmış bir gül fırtınası,siz her ne kadar bir güle dönüşebilmeyi mantıksızca ve çılgınca bekleseniz de geçer gider.Mehtabı ve yıldızı da terkisine alarak.Kent git gide küçülür,yok olur.Geriye ne bahar kalır,ne gül,ne şiir.

Hafızamızın ihaneti de hiç zor değildir.En gerektiği anda dilimizin ucuna geliveren bir iki mısraın sislendiği veya tümüyle silindiği anlar ne acıdır.Veya her anını ve görüntüsünü hıfzetmeye,zihnimize kazımaya çalışsak da çok sevgili bir beraberlikten geriye kopuk cümleler ve görüntülerle salt bir duygu yumağından başka bir şey kalmaz.Üstelik o duygu yumağı da yeteri kadar açık değildir ve bir gün,ve bir gün silikleşen bir hayali de beraberine alarak sessiz sedasız çekip gider.

Hayret bile edemeyiz.

Yüzümüzün ve bedenimizin ihaneti hiç gecikmez.Her gün aynada gördüğümüz o çehrenin on yıl önceki biz olduğuna kimi inandırabiliriz?Dahası on yıl sonraki biz de bu değilizdir.Hiç gecikmez yüzümüzün ve bedenimizin ihaneti. Cemil Meriç’i gözleri terkeder,Beethoven’i kulakları. Son ihaneti kalbimiz yapar.Bir gün,hiç nedeni yokken bir gün usulca duruverir.Oysa kul yapısı bir cihaz hâlâ ses vermektedir veya şairin dediği gibi kolumuzdaki saat hâlâ işlemektedir .

Üstelik sevgilimiz de ihanet eder bize.Aniden,belki sebepsiz ve ne kolayca başka ve tanınmayacak bir şeye dönüşür.Artık o gitmiştir ve yok olmuştur.Padişahlar cariye çıkar , cariyeler halayık.Oysa biz ona gelebilmek için ne çok şey terk etmişizdir.Bir başka deyişle ne çok ihanet etmişizdir.

Sonra aşkın kendisi .Uğrunda karşılıklı ihanetlere kalkıştığımız ve katlandığımız aşkın kendisi.Hiç zor değildir ihaneti.Hiç bitmeyeceğini sandığımız,bizi var ettiğine inandığımız,Cemil Meriç’in ifadesiyle gizlideki dörtte üçümüzü görünür kılan aşk hiç sebepsiz,hiç ölmeyeceğini sandığımız bir yerde bizi arkamızdan bıçaklar ve usulca çekip gider. Birden gözümüzdeki perde kalkar,bütün çirkinlikler ve çıplaklıklar görünür,cennetten kovuluruz.Utanç kalır geriye,pişmanlık.Oysa aşk pişman olmamak diye tanımlanır.Şarkılar ihanet eder,eskisi kadar güzel değildirler.Şiirler yere yığılır birden,kanatları kopar gecenin.

Rüzgâr küçülür,yağmur fazlalık gelir bize.

Ve ışık söner.Geride kalan her şey sarıya boyanır .

Ama ihanetin bir rengi varsa mutlak gri olmalıdır.

Dostların ihaneti kadar hiç bir şey acı değildir.Ve nedense hep de böyle olur ve biz ,bize en son ihanet edeceğini sandığımız kişinin ihanetine uğrarız ansızın.Artık bir parça Sezar olmuşuzdur.Bir yıldızlar kalır geriye,onlar da gözyaşlarının sıcaklığını duyamayacağımız kadar uzaktadırlar.Oturup hem kendimiz hem yıldızlar için ağlarız,göz yaşlarımız tükenir.Dostların ihaneti kadar hiç bir şey acı değildir çünkü.Hocam Kaya Bilgegil’in kim bilir sigarasına hitaben söyleyebilmek için kaç dostunun ihanetine uğraması gerektiği şu mısrada olduğu gibi:

Zehir de olsan insanların ihaneti kadar acı değilsin.

Fakat en korkuncu,en dayanılmazı kendi kendimize ihanetimizdir.Kendi kendimizi hiç terk etmeyeceğimizi sanırken bir gün bakarız ki tükenmiş,yok olmuşuz.Eski doğrular terk edilen doğrulardır.Yerine koyulacak yeni doğrularımız varsa bir hainizdir,o da yoksa sadece bir hiç.Oysa yanı başımızda hiç dönmeyenler,dönse de tükenmeyenler bahar goncaları gibi boy vermektedirler ve kentin sokakları sabahın saat sıfır dörtlerinde yeni şarkılara ve şiirlere gebedir.Uyku bizi kollarına çeker.

Uyku.

Sevgilim uyku.

Nazan Bekiroğlu
sevgilim+ihanet Sevgilim ihanet

İnsanlıktan kaçmayan imam!

En son nefret söylemi kurbanı olan Beylikdüzü’nde kafasının arkasından tek kurşunla öldürülen trans arkadaşımızı duyduğumda şöyle bir geriye gittim… Seks işçiliği yaptığım 90’lı yıllarda bir trans cinayeti serisi başlamıştı. Travestiler bazen tornavida ile öldürülüyordu, bazen kurşunla, bazen de polisten kaçarken araba çarpıyordu. Arabalar yardım etmek için duruyordu, trans olduğunu görünce tekrar üstünden geçiyorlardı. Tabii ki aileleri tarafından reddedilen transeksüel bireylerin cenazelerinde de kimse sahiplenmiyor ve almaya gelmiyorlardı. Biz morga gidiyorduk. Bazen yalvarıyorduk, bazen durumumuzu anlatıyorduk. “Ailesi reddetmiş, kimse gelip cenazesini almayacak. Aynı soyadından kimse gelip imza atmayacak bu çok net” diyorduk. Bazı morg görevlileri pozitif ayrımcılık yapıyordu. Cenazeyi biz alıyorduk. Bazen ailelerin de sahip çıktığı oluyordu. Cenazelere hep katılıyorduk. Kimi zaman da belediye gömüyordu.

Yine Kulaksız Mezarlığı’nda belediyenin gömeceği bir cenazeye katılmıştık. Anam bacım cenazeyi aldık. Cenaze arabası geldi. Tabii ki belediye, bir imamı görevlendirmiş. Yazık, imama söylemişler imam da kalkmış gelmiş. Cenazeyi indirdiler arabadan, imam indi. Adam cemaatin hemen hemen hepsinin transeksüel olduğunu görünce cübbesini toparlayıp arkasına bakmadan bir koştu ki… Şimdi efendim cenazelerde insanlar genellikle ağlar. Ama imamın koşması ile birlikte ağlamamız, sonrasında gülme krizine döndü. Hepimiz birden sinirle karışık bir gülme krizine girdik mi? Ne yapacağımızı şaşırdık. Sakinleştikten sonra Kulaksız Mahallesi’nde bir camiye gittik. Bize imam gerekiyordu sonuçta. Caminin imamına durumu anlattık. Rica ettik. “Sonuçta bir insan ölmüştür. Onun kimliğine bakmayın, gömülmesi gerekiyor” dedik. İmam “Tabii, ne demek görevimizdir, geliyorum” dedi. İmam geldi. Cenaze namazına duruldu. İmam dedi ki; “Hanımlar da saf tutabilir!” Anam bizim kızlar önce bir etrafına baktı sonra namazına durdu. Yalnız, trans kadınların yarısı göğsünün üstüne ellerini koyarak tekbir aldı yarısı da göbeğine ellerini koyarak!

Neyse cenaze gömüldü. Bir baktık, Roman kadınlar Kulaksız Mahallesi’ne gelmiş. “Na biz burada dönme cenazesi istemeyiz!” Neredeyse mezarı kazacaklar! Aralarında yaşlıca bir kadın vardı. Teyzeye “Aman ne yapıyorsunuz? Düşün, sen öldüğünde götürdüler Etiler’de, Bebek’te gömdüler. Oradaki zenginler de diyecek ki, bu Çingene’yi neden buraya gömdünüz?” Kadın biraz durdu. “Na doğru söylersin kızım!” ve ahaliyi sakinleştirdi. Sonra benim yanıma geldi. “Na kızın helvasını yaptınız mı? Yapmadıysanız ben yapayım!”

Bizim hayatımızda imam hikâyeleri çoktur. Bu sefer farklı bir imamı anlatmak istiyorum. Yine bir arkadaşımızın cenazesindeyiz. (Bizde cenazeler de çok olur!) Genç bir imam vardı bu sefer ve başından beri hassas davranıyordu. Mesela gelip bana dedi ki, “Ben şimdi cenazeyi gömerken er kişi niyetine mi diyeyim er dişi niyetine mi diyeyim?” Ben de “İmam efendi, kişi kendini er dişi olarak tanımlıyordu” dedim. “Tamam” dedi. Cenaze gömüldükten sonra imam bizimle geri geldi. “Evde de bir Yasin okuyayım öyle gideyim!” dedi. “Tabii memnun oluruz!” dedik. İmam, dualar ilahiler okuduktan sonra biz de çay ikramında bulunduk. Anam bizim kızların hepsi başörtü taktı. İmam bağdaşını kurdu oturdu. Kızlar imamın etrafında toplandılar. Bu imamı daha demokrat gördüler ya başladılar soru sormaya. Biri dedi, “İmam efendi namaz kılarken nasıl tekbir getireyim? Ellerim göğsümde mi göbeğimde mi dursun?” İmam da dedi ki, “Şu an neden o elbiseyi giydiniz?” “Kendimi böyle hissediyorum.” İmam da: “O zaman namaza dururken nasıl hissediyorsan öyle elini bağla hiç önemli değil.” Başka bir soru daha geldi kızlardan. “İmam efendi malumunuz biliyorsunuz bizim ne iş yaptığımızı, bunun günah olduğunu biliyoruz. Biz cennete mi gideceğiz cehenneme mi?” (Ayol imam nereden bilsin?) İmamdan şöyle bir cevap geldi. “Sonuca değil nedene bakmanız gerekiyor! Hiç kimsenin cennete veya cehenneme gideceğini ben bilemem, onu Allah bilir. Ama bana sorarsanız siz rahat olun; size gelene kadar cehenneme gitmesi gereken çok insan var!” E kızlara dedim ki “Artık bayağı saat geç oldu. Buldunuz demokrat imamı bırakmıyorsunuz; bırakın adam gitsin!” İmam giderken tek tek hepimizle tokalaşarak vedalaştı…

İşte böyle iki ayrı imam iki ayrı insanlık! Allah her mahalleye, her köye böyle imam versin!

Esmeray

insanliktan+kacmayan+imam İnsanlıktan kaçmayan imam!

Yalancı Şahit

Bundan yüz sene kadar evvel, İstanbul’da Sultanahmet Adliyesi’nin karşısında, Binbirdirek yakınında bir kahvehane varmış. Mahkemeye yakın olmak dolayısıyla aylakçı takımından bazı uyanıklar burada oturur, yalancı şahit lazım oldukça kadı huzuruna çıkarlarmış. Yine bir seferinde kadı efendi davalıya “şahidin var mı?” diye sorunca adam “dışarıda efendim, bir çeyrek müsaade ederseniz hemen getiririm!” cevabını yapıştırmış. Sonra da malum kahvehaneye koşup rastgele birini “yürü şahitliğe gidiyoruz!” diyerek peşine takmış. Birbirini tanımayan bu iki adam bir yandan hızlı adımlarla mahkemeye gidiyorlar, bir yandan konuşuyorlarmış:

-Ağam nedir dava konusu?

-Alacak verecek meselesi!..

Şahit atılmış:

-Hâlâ ödemedi mi o pezevenk borcunu?

-Sus bre, borçlu olan benim!

Şahit bu sefer işi pişkinliğe vurmuş:

-Ödedin ya ağam, kaç kere ödeyeceksin!..

 
 
yalanci-sahitler-kahvehanesi Yalancı Şahit

tı jı bınî nızanê

dılê mın çıkas şıkestîye
tı jı bınî nızanê
ber çavê mın reş tarîye
ez bı evîna te dı şewıtım
tı mın jı bîr dıkê

Nerden bilirdim ki
Yüreğime gizlice yerleşeceğini
Boğazıma kadar yükselip
Beni boğacağını
Sonra gözlerimden süzülüp akacağını

?

nerden+bilirdim+karaya+oturacagimi tı jı bınî nızanê

insan yalnız annesini sever

İnsan annesini sever ve tanrıya inanır
bir orta noktası yoktur dünyanın
garip şekiller çizilebilir.
değişim bir yerde mutlaka gereklidir
su beyaz ama yalnız beyaz değil
yanında ötekiler var
yeryüzü dar dünya küçük mü neymiş
herkes sefertasını alsın
bozuk paralar hazır olsun diyorlar
sen mi konuşuyorsun kim konuşuyor
benim bildiklerimi de sen bilmiyorsun
ben boşlukları dolduruyorum
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
bazı boşluklar dolmuyor
üstünü çizdiğim yerler doğruymuş
mesela Türkiye’yi kimse sevmiyor
çünkü Ginsberg yalancının tekidir
(ama o kadar yalanı boşuna mı söyledi?)
sevgilini dağa kaldırmış haydut bile gelsin
ona da güleryüz göstereceksin
felsefesinden hareket ediliyor
ölü kırlangıçlar bulunuyor yolda
insan gülerken gömecek sevdiğini çukura
nasılsa herşey bir gök altında
bir gökyüzünde güleryüz gösterir
ışık kırılır… Toprak ağırdır… Su beyaz
başkası nereye kadar gitmişti
oraya kadar gösterdin bana
herkesin elinde tuttuğu kağıtları
yanındakine göstermeden okuması
zor biliyorsun ama ben bilmiyordum
gösterdim ona ve sana niye ben bilmiyordum
nasıl duruyor yerli yerinde
diye bir soru sormuştuk bir kubbenin altında
belki kendime doğru bakarak bir konuşsam
bir yerde sakallarıyla Fidel
bir yerde sakallarıyla İmam
ve Kaddafi rengi gözlerin senin
nereye doğru bakacaklar?
diye de sorulabilirdi
şimdi yalnız soruları kaldırsam
kendimi görebilirim yalnız
çığlıklar atarak geçen gençliğimi
bile bir yere kaldırıyor sorular
orada o var sen varsın
burada kendini ayıklayan ben
yine de kaçmıyorum
sığınacak bir yer de aramıyorum
bir hain var aramızda ona yer açıyorum
ne de olsa sonuna kadar ihanete açığız
artık iyice anladım
insan yalnız annesini sever
ve tanrıya inanır yalnız

İbrahim Kiras
insan+yalniz+annesini+sever insan yalnız annesini sever

Eylül Rubai

eylüle girdim eylüle girdim
her ömrün bir eylülü vardır
onca yaşadım
şimdi bildim

Murathan Mungan

eylul+rubai Eylül Rubai

Sis Çanları

ağır yol, uzak yapılar
yaklaşmak için yaklaşık tanımlar
onlarla çıktık yola
yollarda kaldık
sis bastı her yanı
tutukluk çeken silahlar gibi
sözcükler, fısıltılar, mırıldanışlar
eksilerek vardık bir yapıya
O mu, değil mi?
Kim bilebilir şimdi
kılavuzlar şehit
şehitler hain
gözlerimiz karanlık bir pusuda
çoğumuz büyümüş, kimimiz ölmüş
kendimiz bile tanıdık değiliz artık
gözümüzden silinen düşün sabahında
önümüzde açılan yeni bir uzay
Şimdiki Zamana ait bomboş ve ölü anlar
ne başka yer ne başka zaman
bizler için hala biryerlerde çalınan
sis çanları var
belki bir gün buluşur diye
aynı ormanda kaybolan çocuklar

Murathan Mungan

sis+canlari Sis Çanları

Kadırga

Senelerce, senelerce evveldi;
Bir deniz ülkesinde… ve belki de
birbirine aktardığım defterlerin hepsinde
bu şiir vardı:
Senelerce, senelerce evveldi;
Biz seninle orada, o deniz ülkesinde tanıştık
uzak denizler, uzak yakınlıklar içinde
bir Kadırgada iki korsan
tarih, yarın, ütopya dolu sandıklar arasında
birbirimizi yaralarından tanıdık
dışı korsan, içi iç denizlerde yaşayan çocuklardık
konuşamadıklarımız bir bulut kalınlığında
duruyordu aramızda
oysa konuşsak, ya da dokunsak birbirimize
çekip gidecekti içimizdeki o korkunç noksanlık
batık gemilerin deniz diplerini saran
umutsuzluğu vurmuştu yüzümüze
birbirimizden ve aşkın keşfedilmemiş gizlerinden
ürküyorduk
bir definenin ikiye paylaştırılmış haritasında
bilmeden
birbirimize doğru ilerliyorduk
kara görünmüyordu yokluğumuzda
kara çok uzakta
sahiller millerce
uzaktaydı birbirimizin yokluğunda
neyimiz vardı öfkeli bir gençlikten
mağrur inceliklerimizden
ve geceler boyu kısık yıldızlar altında anlatılan
ihanetlerin kara bilgisinden başka
biliyorduk geldiğimiz yer Atlantis
o yitik ütopya
gittiğimiz yer de ora
Senelerce, senelerce evveldi;
sen yoktun
bu aşk başladığında
Senelerce, senelerce evveldi;
s e n y o k t u n
ben de yoktum
bu aşk başladığında
bizi yola çıkaran ne varsa
yol üzerindedir,
öyledir sanıyorduk
geleceği seçmeye çalışıyordu kısılmış gözlerimiz
adasız denizlerin ufkunda
Bilge ve hırsız. Çocuk ve katil. Ölüm ve oğul
oluyorduk. Denizler, meydanlar, kavgalar ortasında
fırtına bilgisi yoklarken
çözülmemiş zamanların altın bilmecelerini *
bir daha hiç çıkamadık daldığımız karanlıktan
kara ruhların büyük bayramlarından sonra ,,
Aşk giz tutmuş tuğra
Aşk 1988
Bir yıldır yoldayız
Aşkımız sağlam sularda
Aşk 1988
gideceğimiz yer Atlantis
o ütopya sıla
ayrılsak bile biliyoruz
başka bir anlamda
senelerce, senelerce sonra
sağlam, ödeşmiş, mutlu âşıklar için
bir randevudur
aynı yolculukta Kadırga
Aşk 1992 Ayrılık 1992 şimdi
biliyor muyuz gömülüp gideni
batıklarda
kaç kıyıdan toplanmış taşlarla
batıyordu dibe
şarap fıçılarıyla, zeytin dallarıyla
yarım kalmış bir gravürde
yelkenleri sönen kadırga
batıyordu
sarışın hurmalar, gümüş paralar
uzak otlar, ipek toplan, amber kokularıyla
çıkmamak üzere bir daha
bir başka mürekkebin kıyılarına
daldığımız solgun gravürden
birbirimize baktığımızda
dinliyordu deniz diplerinde
boğulmuş beyaz kentlerden
geçilen yolculuk
aynı takım yıldızların altında
dünyaya gelen aşkların benzerliği gibi
başka çağlan haber verir kimi denizler
yoksa nerden çıkardı bu rüzgâr
bu zeytin dallan, baş döndüren şarabın kokusu
ağzımızdaki bu hurma tadı
ipeğine uzandığım bu amber nerden
yüreğimdeki dövme çok eski bir gravürden
buluşurdu sessizliğimiz
okuduğumuz sayfaların derinliğinde
ne zaman sussak
aramızdan geçerdi hayalet gemileri
karşılıklı kıyılarda
aynı denize bakan
iki koltuk, iki lamba, iki ay
aynı pencerenin derinleştirdiği gecede
gemilerin ıslığını dinlerdik
tek bir söz bile etmeden konuşurduk saatlerce
kapkara hayalet gemileri geçerdi
geçmişten gelen
sessizliğin yarattığı sis içinde
kapkara hayalet gemileri
geçerdi gözlerimizin önünde
gecenin içinden
yeniden döndüğümüz sayfaların derinliklerinde
dilsiz kırılganlığıyla dip iklimi
yüzeydeki çalkantılarını unuttururdu
gömüldüğümüz denizin
som bir bütünlük içindeydik
koltuk, lamba, kitap
sayfasını kapatırken
kahramanı olduğumuz şiirin
ay sönerdi penceremizde
hayalet gemileri geçerdi
uykularımızın içinden
uzun denizlerde yorulmazdı gözlerimiz
birbirimizin güneşine baktıkça
en yeni yerlerimizi birbirimize borçlandık
çünkü âşıktık, kararlıydık, haklıydık
bir denize kaç dalga sığarsa
güz denizini ayıran halatlar yaz
denizinden geniş melankolisi ıssız
bir adaya düşecek olsan hangi
şiirleri alırdın yanına hangi
mevsimleri, ikindileri çarşafını
değiştir denizin sevgilim tropikal
yaprakların, ayın yüzüne düşen
perçemlerini kaldır hafızandan
bütün lekeleri sil alışmak çürütür
gövdenin derinliğini
hangi denizi seçtiysen o türlü
varlığın kıstırıldığı seyir defteri yaz
denizini güz denizinden ayıran
halatlar gibi çözülür adaların dağınık
belleğinden
savat gece
çakıllarda şarkısı
ay ışığıyla ayrılır denizin ipeği ikiye
yalınlığın vurgununda çözülen derinlik
gövdenin uykulu tarihi
aydınlanır karasına vurduğu sahilde
avucunda tenimin taçyapraklan
kalbimde kalabalık yeminler
vahşiyim, vahşiyiz
bu defne günlerinde
çıplaklığımızla
dağlıyoruz
birbirimizi
gökle karışıyor tenimiz
kumun zamanlarıyla
suyun yeniden elde edilmesi
bulutun dumanı
yağmurun kırbacı
yaprağın buharıyla
sevişmek için değil
yaşamak içindir çıplaklığın önemi
tanımlara zorlanmış itiraflardan
firar ediyor
gövdelerimiz
bir ejderha uyuyor ay ışığında ay
ışığında uyuyoruz ilk defa
kendiliğinden yolunu bulan
hay vanlar gibi
ateş, hava, su, toprak ve aşk
birbirimize çıkıyor her defasında
kendiliğinden yolunu bulan
birbirimizin kollarındaki ejderha
gecenin bütün burçları
inmişti sahile
ürperen kumların üzerinde hiç
görmedikleri bir sabah gibi
bakıyorlardı yüzümüze
gecenin göğsümüzde unuttuğu
bir avuç ay ışığı
senin göğsünde bıraktığım
en derin uykumdu
orada kaldım
orada kaldı
ne kadar tutkunduk birbirimize ufuk
daralırdı tenimizin yankısından o
kaçak sahil köyü, Kadırga şimdi iki
ayrı yaz kaldı bize birlikte
geçirdiğimiz o büyük yazdan
solak defterlerde uğru
erkek denizlerde mitoloji ,
korsan haritalarında define kalbim bir senden birçok âşık
edindi : . Zamanı bizden ayrı parlayan bir şeydi
kanımda kımıldayan tutku gecenin sözleşmesindeki
mürekkep her şeyi aşka ve ateşe dönüştüren
derin bir ayindi
sen gittin
buluştuğumuz körfezler şimdi başka denizlerin çekiminde
sen gittin ama doksan dokuz adın kaldı kalbimde
ne kadar gitsen de uzağa
vücudumda dolaşıyor zincirin
kurduğun bütün tuzakları
tapınak bildim
tenim çöl tenim çöl tenim çöl
bedenimi lincine bırakıp
çekip giderim çekip
giderim giderim tenim
çöl
aysberg tül
ne zaman dondu pusula
ne zaman geldik bu iklime
aramızdaki siste kaybolmuş
buzkıran gemiler
kaybolmuş kelimeler
sen yoksun
ben de yokum
kutuplar kadar yalnızız ikimiz de
rüyamızı emanet etmedik
hiç uyumadık sığda
ölümün uykusuna güvenir gibi
bırakırdık kendimizi
birbirimizin düşlerinin yastığına
aşktı bu, beraberlikti
yol arkadaşlığıydı
ve daha binlerce kelime
aşk bitmiyor bitmeden
denizi tükenmemiş Kadırga
bir çifte vav yokuşundan aşağı
doksan dokuz adımın
en güzeli sevgilim
yeniden bulmanın sulan
denizi geçenlerin adımlarından sonra
taş kadar kör
taşbaskısı gravür
diri mürekkep
kör aşk, kör levha
büyük bir fırtınada
yıkanmış aydınlığıyla
iniyor hat
güvercin dönüyor
bir dal zeytinle
aşk bitmiyor bitmeden
tükenmemiş deniziyle
masalına dönüyor Kadırga
bir türkü
Meyve bile dalına güvenir
Meyve kadar hükmüm yoğ imiş
bir dize
Denizim ben batık aşklarla dolu
bir fotoğraf
şiirde görünmüyor
ve görünmeyen nice ayrıntı
kim bilir ne zaman kendini yazmaya başlamış
başka şiirlere taşmış
taşırmış içindekileri
seyir defterinin kazalara uğradığı Kadırga
yeni dalgalarla yamıyor
yarıklığı denizi
gönderinden ithafını kazıdığı tarihi
gönderme yaptığı başka denizler yarattı kendine
kimi zaman başka şiirlerin gövdelerinde
denize açılarak sürdürdü, sürdürüyor kendini
duruyor yürekteki define, korsanlar yaşlandı
deniz zamansız
ne sen, ne ben, ne şu mai deniz
ne de melâli anlamayan diğerleri
senelerce, senelerce evveldi
senelerce senelerce evvel bir sonraki

1988 – 1992
Murathan Mungan

kadirga Kadırga

Grizu

Sözcüklerin hepsi pusu
İçindeki dilsiz çocuk
Çengel yürek, sarsak adım
Kırışmış kafesi yüzünün
Bu rol sana sepya
Alnın eski Türkçe yazısı
Taahhütlü sözcükler
Çık bu oyundan çık Her replik sobe
Sözcüklerin gönderdiği yerden
Kim sağ salim dönebilmiş geriye
Çok azı gittiği gibi kalır
gönderildiği yerde:
metruk anlam, tenha dilek
atomize edildiğin dil oyunlarının içinde saklı
Grizu: karşı tehlike
Kundakçı laser yakıyor jeneriği
Gittikçe genişleyen bir perde
kalır
gittikçe genişleyen bir perdede

Murathan Mungan

grizu Grizu