Onbeş nolu sınır taşı

ne zamandır bu dağ başındayım

hangi işgüzar eller dikti beni buraya
kumdan kilden demirden mamulüm
hangi dereden aldınız kumu
/kili hangi ocaktan

madenden alındım
işlendim haddeden geçtim
demir oldum birkaç filiz sınıra dikildim
ismim: onbeş nolu sınır taşı, biliniz

onbeş nolu sınır taşıyım bu hudutta
dört bir yanım çırılçıplak
ne bir kavak ağacı var ne bir servi
ne sesli sessiz bir pınar
ne de ceylanlar uğrar bana
yârenim yok yapayalnızım sınır boyunca

onbeş nolu sınır taşıyım bu hudutta
seksen altı yıldır yalnız yaşarım burada
kuşlar uçar üzerimden kanat çırparlar
pasavansız köylüler hışımdan kaçarlar
rüzgâr gibi geçerler savururlar tozu dumanı
bodur boyumu aşarlar
görüntüm “dur!” dese de, ne çare!

kaçakçılar gelirler yanıma milliyet sormam
gölgem yok yaprağım yok durağım onlara
kimler gelir geçer yanı başımdan bir bilseniz
çok gördüm duydum ama sağır ve dilsizim
evraktan ırak ekmek geçidiyim kaçakçıya
ben, onbeş nolu sınır taşıyım bu hudutta

kaçakçılar savuşurlar yanımdan
kimileyin cesur kimileyin korkak adımlarla
ne dost bilirler beni ne de düşman
gözlerim yoktur ama bilirim
kaçakçının gözlerindeki
/korku ve sevinci

o gün yanı başımda kanlar içinde
otuz dört insan elliden fazla katır
/yanarlarken cayır cayır
bir ben şahidim bir de ay ve yıldız
keşke gözlerim olsaydı allah’ım
gözlerim olsaydı ağlasaydım

ağlasaydım
pınar gibi çağlasaydım
gözlerimden yaşlar aksaydı
aksaydı hep aksaydı
göz seli alsaydı
her iki yakasını sınırın

kim bilebilir bunları kim
şüphesiz sen bilirsin allah’ım
gözyaşı acının şiiri değil mi
şair benden sorsa da susarım
tıpkı yıllardır sustuğum gibi

herkes bekler
o gece neler gördü
onbeş nolu sınır taşı neler…
ne ağzım var ne dilim
kendimi bile tarif edemem
göz de kulak da dil de şairde
gördüklerim duyduklarım ona ayandır
ağzım dilim yok ama tanığım tarihe
ben, onbeş nolu sınır taşıyım bu hudutta

rüzgâr eser kuşlar uçuşur üzerimden
katırlar gelir geçer yanımdan nal sesleriyle
hüzünlüdürler ırak’a giderken kaçakçılar
çoğu çocuk ekmek peşinde namus uğruna
katır kervanlarında dönüşler sevinçlidir
sıcaklaşmış eller yürekler kanatlanmıştır
kazanç ve vuslat direnç vermiştir dizlere
nafaka uğruna aşılır bu dağlar bir de sevda
ben görürüm onların kan ter içindeki hallerini
sınıra vardıklarında kurumuştur dilleri damakları
yürekleri serinleten ne bir çeşme ne bir pınar
bana varmak onura varmaktır
/böyle bellenir kavlince
ne sevdalar tanıdım dağlar aşıp vardılar bana
/aşıp da vardılar bir bilinmez divana

o gecenin tanıklığı düştü payıma
yıkın beni kırın beni parçalayın atın
demiri göğe fırlatın
kum ve kilimi katın toprağa
sürün bu diyarlardan tanıklık eziyor beni
dilsiz ağızsızım dertlerine dermansızım
ben, onbeş nolu sınır taşıyım bu hudutta

bilsem de bir şeyler kayıt dışı bu hususta
lâkin vicdanda tutulsun bunun muhasebesi
ben, onbeş nolu sınır taşıyım bu hudutta.

abdurrahman adıyan

onbes+nolu+sinir+tasi Onbeş nolu sınır taşı

sevda kaç renktir berfin

hüzün yağız atlarla geliyor
berfin’in
el oyması sır sandığında
naftalin kokulu bir kenttir hakkâri
hakkâri dediğim
çiçeklerden derlenmiş şiir güftesi
her ne kadar dostluğa ve barışa
akıyorsa da zap
hüzün ötesi
-ben sınır ötesini
kanadı kırık bir yürek belliyorum

muhtemelen kaçak uyrukludur tütün
muhtemelen kan ve ağıt yüklüdür
gam kokuyorsa gümüş tabakalarda
fırat’tan nil’e
havva’nın doğurduğu adem’in çocuklarıdır
buralar da sevdalar kaç renktir

fırat’tan nil’e kara elmas deryasıdır
yedi düvelin can damarıdır
firat’tan nil’e kan pınarıdır
kara yağızlı mezra botan uşağı
ay güneşten kaçak sevda ışınlamış
kucakla güneşi /kucakla
kırk haramilerden aşır da gel
tabakası nemli tütün
umudun ve hasretin ısıtır yüreğimi
heybesi sevda yüklüm
biliyor musun sevdan kimlere ölümdür

delikanlının namlusunda ışıldarken
tarutaze namusu
hüzün yağız atlarla gelir
gönül dağlarına sevda feri değmemiş
devrin sevda yoksunu zalimleri
ferman buyurmuşlar /ay doğarken
haraç-mezat- can pazarda
çakallar pusuda bir durna avlar
zap şimdiler de
sevda harına düşmüş göze benzer
gayrı yer suskun
gök matemli
bulutlar renksiz akar
ey şair
buralarda sevdalar neden alacadır

yerle yeksan olmuştur aşkın ülkesi
rüzigâr pasaportsuz sınır ihlâline yeltenmişse de
kimlik sormamıştır /iki yürek
dört arşın toprağa
ondandır zap ve delikanlı yürekler
kabına sığmaz da berfin’e akar
sevdalar bilmem ki kaç dağ ötesidir

hakkâri
dağların kenti
ters lâlelerin çiçeklerin şiir armonisi
çığların ve bebek ölümlerinin
ıtır ıtır esen hüzün ve ağıt senfonisi

berfin‘im
gül sinende sakla
ceviz işlemeli çeyiz sandığını
ölümsüz aşklar töreler ötesidir

mart 2003 / van
abdurrahman adıyan

sevda+kac+renktir+berfin sevda kaç renktir berfin

Bir Kadın Yaratmakta Sufice Vehimler

Eğer sen hayatımda olmasaydın
Senin gibi bir kadın icad ederdim
Boyu uzun kılıç gibi
Gözleri berrak…
Tıpkı yaz göğü gibi
Yüzünü yapraklara resmederdim
Sesini yapraklara kazırdım
Göğüsünü Şam güvercinlerine benzetirdim
Ve denize uzanmış bir balkona
Suya dokunan ve batmaktan korkmayan
Saçlarını gül bahçesi yapardım
Beline bi kaside
Ağızını bir şarap kadehi
Gece boyunca meşgul olurdum
Gerdanlığının titreyişlerini
Kulak memelerinin musikisini
Tasvir etmekle
Olmasaydın kaderin sayfalarında
Var ederdim ey sevgilim
Şekillerden bir şekilde
Bir parça Ay’dan ödünç alırdım
Bir avuç deniz sedefinden
Günün ilk ışıklarından
Denizi, yolcuları, yolculuğu ödünç alırdım.
Senin gözlerin için
Yağdırırdım yağmuru…
Sen hayatımda olmasaydın
Yeryüzünde hava, su, ağaç olmazdı
Yeyüzünde sen olmazdın…
Sen olmasaydın… sevgilim
Gerçekte…Aylarca uğraşırdım
Bu geniş alın üzerinde
Ve aylarca…ve aylarca
Bu ince ağız ve parmaklar üzerine…
Yine de senin gibi bir kadın düşünürdüm
Elleri şeffaf
Kirpiklerinin üzerine
İki yıldız fırlatırdım
Yatağının üzerinde
İki mum yakardım
Fakat varmı senin bir benzerin sevgilim
Nerede bulunur…?
Nerede…?

Nizar Kabbani
çeviren: Kemal Yüksel

bir+kadin+yaratmak Bir Kadın Yaratmakta Sufice Vehimler

ey aşkın kitabı

yirmi yıldır aşkın yolu üzerindeyim
ve hala yol meçhul
bir kez katil
çoğu kez maktul oldum
yirmi yıl… ey aşkın kitabı
hala birinci sayfadayım

Nizar Kabbani

ey+askin+kitabi ey aşkın kitabı

Ey menekşem

Ey menekşem, bir gün
Diğerlerine benzeyen bu kitabın
sayfalarını çevirdiğinde
Hayır duada bulun benim harflerime…
Zira bir zamanlar sana yazdığım her bölüm…
Şiir oldu.

Nizar Kabbani

ey+meneksem Ey menekşem

Postadaki Aşk

Ey kadın
Büyük sevgisini postayla gönderen
Sesini, rimelini ve kışkırtıcı kokusunu
Ey kadın
Ey kendisini tanıdığım ve tanımadığım
Durdur, durdur şu yazma işini
Gönderdiklerin hep çocukça
Yazdıkların saçma hep
Yok bunlarda bir kadın
Postayla aşk yapılmaz erkekle
Postayla ancak çocuklar baba olur

Nizar Kabbani

postadaki+ask Postadaki Aşk

Uğraşacağım

Ey kendisine ithaf ettiğim
Bunca şiir kitabını
Bir sürü şiir yazdığım gözleri için
Ey kendisi için savaşlar çıkardığım
Milletlerle boğuştuğum ve kabilelerle
Ey sesinden altın aylar dökülen
Ey simasından şiir tarihi başlayan
Ey yürüyen
Ve ardından sümbül bahçelerinin yürüdüğü
Lütfen kabul et
Biliyorum, nazik değilim
Ancak muhtaçsın bana
Diller için
Serçeler ve bülbüller için
Neden zorluyorum ki kendimi bu kadar
Kifayet etmez evrende sana hiçbir şiir
Fakat ben
Yine de uğraşacağım

Nizar Kabbani
Çeviren: İlyas Altuner

siir+yetmez+seni+anlatmaya Uğraşacağım

Yapışma

Bir sene daha kalacak mıyız bu yatakta?
Kahvaltı yapıp, durmadan sevişerek
Aynı yatakta…
Ben göğüslerinin coğrafyasını tanıyorum eyyy kadınım
Hiç kuşkun olmasın…
Bir öğrenci gibi gözüm kapalı anlatabilirim
Uygarlıkların haberlerini
İkisinin arasında doğan…

Ve ben biliyorum
Gözeneklerinden çıkan tuzlu terinin tadını
Sol dizinin üstündeki çocukluk yarasını
Sırtında uzayıp giden tüyleri de… ipek yolu gibi
Ve saçlarında uyuyan tokaları
İkna etmekte bıçağa hacet bırakmayan kokunu
Karşısına çıkan öldürmeyi meslek edinmiş göğüslerini…

Ben senin med ve cezir vaktini bilirim
Fırtınalı zamanlarını
Bitkilerinin şekillerini
Ağızından narlar ve buğdaylar toplayan
Ve sonra uçup giden kuşların isimlerini…

**
Hep tayakkuz halinde mi kalacak bedenim
Bir Arap atı gibi
Aynaların üzerinde koşarak
Piyano tuşlarının
Zinet sandıklarının…
Hep hayranlıkla donup kalacak mıyım
Bir bedevi dehşetiyle
Muhteşem göğüslerinin karşısında?
Artık iman ettim ey kadınım…
Kuşkusuz küreymiş
Yeryüzünün şekli

***
Bin yıl daha kalacakmıyız
Bu dağınık yatakta?
Bazen giyinip
Bazen soyunarak
Cinselliğin ebedi zindanında uyuyakalmak
Hoşumuza mı gitmeye başladı ne?
Babilli bir kralın mezarındaki
Nakışlara mı dönüştük yoksa
Alışmaya mı başladık
Bu her yere yayılmış kokuya
Ben ona alıştım
Onun bana alıştığı gibi

Başına gelince
Göğüsümün üzerinde küçük bir bölge sanki
Sense elimi uzattığım her yerdesin

****
Ahhhh Eyy kadınım!
Ne kadar da mahcubum sana ve üzgün
Bu çarşafların ipliklerin sayısına varıncaya kadar biliyorum
Boşuna arıyorum gözlerinde bilmediklerimi
Boşuna arıyorum
Sorduğum herhangi soruyu
Oysa ben çok iyi bilirim bir turist gibi
Heykellerin boyutlarını
Taş devrinden günümüze kadar
Su kaplarının şekillerini
Fenikelilerden günümüze kadar

Fars minyatürlerinin çeşitlerini
Rafael’in, Van Goh’nun,
Pikasso’nun, ve Goya’nın eserlerini
Osmanoğllarının yakutlarını…
Ve göğüslerinin kapılarındaki Bizans nakışlarını…
Eski hikayelerden süzülen
Narenciye ve misk kokularını

Ahhhh Eyy kadınım
Ahhhh ne kadar da kötü turist rehberleri

*****
Yaşadık cinselliği akşamdan önce
Akşamdan sonra da denedik onu
Ve yemek esnasında
Ezdik birbirimizi
Bir aşk değirmenindeymişiz gibi
Peki sonra?

Ben öyle yerler bilirimi vücudundan
Bilmez onu hiçbir keramet sahibi
Ne de bir veli…
Ayrıntılarıyla bilirim ben eyyy kadınım
Ondan ki bütün vadileri,
Başakları…
Su kaynaklarını…
İşte böyledir cahil adamların işi…

******
Kaldır beyaz örtüyü
Dayanılmaz oldu sıcak
Ölmüş balık ve çürümüş et kokuyor ağızım
Hiçbir şey beni şaşırtmıyor artık
Hiçbir şey dehşete düşürmüyor
Farkında değilim mutsuz muyum?
Yoksa mutlu mu?
Aylaklık günlerine idmanlıyım
Hiçbir şey yapmıyorum
Kadehleri soğumakta
Ve sigara içmekten başka…
Sende hiçbir şeyin farkında değilsin
Dergileri karıştırmak…
Ve tırnaklarını boyamaktan başka

Keşki eyyy kadınım
Perdelerin birini açsak artık…
Çok özledim serçelerin haberlerini
Ve yağmur sesini
İnan çok özledim
Yelkenlilerin çığlıklarını
Tünellerden geçen trenleri
Ve yolculuk hatıralarını
Çok… ama çok özledim
Kafelerin gölgeliklerini
Dükkanların ışıklarını
Ve insan seslerini…
Keşki birşeyler yapsak
Boğazlamadan önce bizi
Bıkkınlığın kılıcı…

Nizar Kabbani

Ben+senin+med+ve+cezir+vaktini+bilirim Yapışma

Var mı Vaktin

Ne yapıyorsun pazar günü
Var mı vaktin
İncelemek için aşkı
Denizi
Kumsalı
Güzel kelimeleri bu pazar
Var mı vaktin
Gömmek için yüzümü saçlarına
Gün boyu
Var mı vaktin karşılamaya beni
Var mı beni dinlemek için sabrın
Yüzüm harap
Ruhum harap
Ve cesetsiz bir baş gibidir Beyrut
Verebilir misin bana ellerini
Hissetmem için ebediliği
Var mı vaktin hüznüm için
Beyrut katliamından sonra
Bir pazar günüm olmadı hiç

Nizar Kabbani
Çeviren: İlyas Altuner

var+mi+vaktin Var mı Vaktin

Sıfırın Altında İki Bin

I.
Kibar ve nazik olamadım
Maktuldüm, geldi katil olma vakti
Bitirdi ilişkimizi kesin şekilde
Kaygıya dönüştü ve katil bir yeise
Her zamanki gibi saçların
Dağıtmadı buğday ve sümbül
Sesin her zamanki gibi
Bülbül sunmadı çocuklara
Bu gece gayet uzun olacak
Uzun bir ara olacak aramızda

II.
Son nefesini vermekte aşkımız
Ulaştı sıfırın altında iki yüze
Ah ne şiddetli hava
Rüzgar söze katılıyor
Bu son gece için değil mi
Şiire giriyor soğuk
Kül tablasına, sigaraya
Yoruldum bu tiyatro gösterisinden
Kürk ve mücevher kongresi önündeki
Yoruldum küçücük rolümden
Yoruldum boyaya bulanmış yüzümden
Buhurdanların yükünden yoruldum

III.
Aşkımız ciddi bir noktada
Geldi sıfırın altında iki bine
Soğuk delip geçiyor elbiseyi bıçak gibi
Delip geçiyor duyguları
Kalmadı gözlerinde bir damla yaş
Ne orman kaldı ne ekin
Ne şiir ne de nesir
Kalmadı az çok bir neşe

IV.
Güneş doğdu
Sen oturuyorsun bir ucunda yatağın
Bense kar altındaki sevgimi denetliyorum
Güneş doğdu ve bulamadım sevgiyi
Ne büyük ne de küçük

Nizar Kabbani
Çeviren: İlyas Altuner

son+nefesini+vermede+askimiz Sıfırın Altında İki Bin