Ateş Çiçeği

Seninle sevişirken
akışını duyardım
damarlarımızdaki nehirlerin

Sarsılırdı dünya
anımsatmak için bütün çiçeklerini

Seninle sevişirken
o kıvrak ve doyulmaz ritminde
yaşamak adındaki titreşimlerin

Bir kuş gökyüzünde
okyanusun dibinde balık
mırıl mırıl bir kedi

Sevişirken ulaşırdım
çok uzak bir şehire
tarih öncesinde

Sarılırdım teninin fısıltılarına
gövdem kayan bir yıldızdı
kaynayan dalgalara

Ağzının içinde
ıslak ürperişler
çağırırdı düş ülkesine

Bir an
gözlerini görürdüm
o delip geçen
büyülü kıvılcımda

Yürürdüm
içindeki yolda
bir çığlık gibi çoğalarak

Seninle karışırken
titreyip yanarak
uçardık
bulutlarca yumuşak

Güneş açardı
ıslanmış yapraklarımıza
bir tomurcuk patlardı dalda

Eğilip öperdim
küçük damlacıkları alnında
bir ateş çiçeği
denizlerin kıyısında.

Neşe Yaşın

atescicegi Ateş Çiçeği

Savaşa gitme oğlum

Ölmenin ve öldürmenin değil yaşamanın ve yaşatmanın kahramanı ol. Gücünü silahlardan değil sözcüklerden al”
Savaşa gitme oğlum. Vatanı seviyorsan onun için ölmeye ve öldürmeye değil yaşamaya ve yaşatmaya git. Vatana hizmet etmek istiyorsan bahçıvan ol; bahçelerini çiçeklendir. Evsizler için evler, gençler için kültür siteleri yap. Bir fedakârlık yapmak istiyorsan yaşlıların bakım programlarına katıl, engelli çocuklar için festivaller, ayrımcılığa uğrayanlar için gösteriler düzenle ama savaşa gitme. Gençleri başka gençlerin katili ya da ölü olmaya gönderiyorlar. Onlara inanma oğlum.

Söylenen her şeye inanma. Onların “vatan haini” dedikleri vatanı en çok sevenlerdir. Onlar, yalnızca kendi vatanlarını değil başkalarının vatanını da sevenlerdir. Onlar, yalnızca kendi oğullarını değil başkalarının oğullarını da sevenlerdir. Onlar, farklı düşünme ve bunu dillendirme cesaretini gösterenlerdir. Vatan, üzerinde yaşayan insanlar olmadan nedir ki? Bu insanların çeşitliliği bir zenginliktir; farklı diller, farklı kültürler, farklı düşünceler bir arada ve armoni içinde en güzel ülkeleri yaratırlar. Kimseyi senden değişik diye, senden daha az eğitimli, senden daha yoksul, senden daha farklı düşüncelere sahip, senden farklı bir yaşam biçimi içinde diye hor görme. Bir insan hayatından daha değerli hiçbir şey yoktur ve her insan bir vatandır bunu unutma oğlum.

Belki sana okullarda çok şey anlattılar. Televizyonlarla düşüncelerine girdiler ve kafanı karıştırdılar. “Düşman” dediklerinden nefret etmeni sağladılar. Ama “düşman” da bir insandır ve onun evinde senin adın da “düşman”dır bunu unutma oğlum. Bu “düşman” denilen ve öldürmen emredilen genç kimbilir sana ne çok benzemektedir. Farklı bir dil konuşsa da belki senin düşlerine sahiptir. Belki sen de onun yerinde olsan onun heyecanlarına kapılır onun yaptığı yanlışları yapardın. Başka bir ortamda tanışsanız belki de çok iyi arkadaş olurdunuz.

Sen hiç savaştan çıkmış bir ülke gördün mü oğlum? Bir savaş belki üç gün sürer. Ama onun açtığı yaraların iyileşmesi yüz yıl sürer. Bu dünyada savaşı destekleyen, savaşa yardımcı olan herşeye karşı çık, hayata sahip çık oğlum. Derler ki bir dava uğruna canını verenler kahramandır.

Şunu bil ki canını vermeye hazır olan can almaya da hazırdır. Canını verme oğlum. Onu ve başkalarının canını beraber koru. En büyük kahramanlar canı koruyanlardır… Sana diyeceklerdir ki “Sen onu öldürmezsen o seni öldürecek; aileni öldürecek. Ateş et!”. Hayatta asla bunu yaşama oğlum. Bir şey için savaşacaksan dünyadan savaşı yok etmek için savaş. Barışın yollarını döşemek için çalış. Ülkeni seviyorsan savaşa gitme.

Kolay olan savaştır ama zor olan barıştır oğlum. Sen bir barış yapıcısı ol. Bir kahraman olacaksan savaşın değil barışın kahramanı ol. Ölmenin ve öldürmenin değil yaşamanın ve yaşatmanın kahramanı ol. Gücünü silahlardan değil sözcüklerden al. Öyle konuşmalar yap ki kötülerin bile kalbi erisin. Öyle projeler yap ki dünya değişsin. Savaş ölüm ve yıkım demektir. Sen yaşamı ve onu gönendirmeyi seç.

Asla ve asla savaşa gitme oğlum. Silahları değil aklını kullan. İnsan, her sorunu çözebilecek kadar zekidir bunu unutma. Dünya, dizi dizi mezarlarla dolu. Üzerlerinde genç insanların isimleri yazılı. Hepsi de savaşlarda öldüler. Birbirlerini öldürdüler. Bunların çoğu yoksul insanlardı. Bir kısmı parlak sözlere kanmış gençlerdi. Bu insanlığın bir utancıdır ve bunu durdurmanın bir yolu vardır. Ben, seninle en çok savaşa gitmediğin için gurur duyarım. Bunu göğsüme şeref madalyası diye takarım. Savaşa gitme oğlum.

Neşe Yaşın

ceylanonkol Savaşa gitme oğlum

Eşdeğeriyle Yan

Eşdeğeriyle yan yana yürürken
Cehennem sokağında birey olmak,
Ve en inceldikten sonra
İlkel sözcüklerle konuşmak seninle.

Saat beş nalburları pencerelerden
Madeni paralar gösteriyorlar,
Yalnızlığı soruyorlar, yalnızlık,
Bir ovanın düz oluşu gibi bir şey.

Hiç bir şeyim yok akıp giden sokaktan başka
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni.

Cemal Süreya

yalnizlik Eşdeğeriyle Yan

Hiç

Hiç, bir insanı unutmak,
bir insandan vazgeçmek,
bir insanı hayatından sonsuza kadar çıkartmak zorunda
kaldın mı hiç?
Hani ölmüş gibi,
…hani uzatsan da elini tutamayacağını bilmek gibi,
her an kapından içeri gülümseyerek gireceğini bekleyip
ama aslında hiç gelemeyeceğini de bilmen gibi.
Ne zor şey değil mi ölmediğini bilmek,
ama ölmüş gibi ulaşılmaz olması artık o insanın sana,
ne kadar katlanılmaz bir gerçek değil mi
sen hala bu kadar sevgili iken?
Özlemek,
bu kadar özlemek,
etini kemiğini yakarcasına özlemek…
çok kötü değil mi?
Bu kadar özleyip onu görememek,
ona dokunamamak,
onu işitememek,
artik sonunun “Pi” hali değil mi? Biliyorsun değil mi?
Ne kadar umutsuz bir arayıştır o,
kalabalık caddede geçen binlerce yüze bakmak
belki bir kez daha görebilmek için o yüzü,
belki biraz önce geçti bu kaldırımdan diye düşünmek,
belki şu an arkamda yürüyen insanların içinde bir yerde demek,
belki şu an üzerimdedir gözleri diye paranoyalar yaşamak,
ne zordur değil mi?
Ne kadar eritir insanı farketmeden.
Sen de biliyorsun değil mi bunları?
Bir sinema koltuğunda sen de iki kişi gibi oturdun mu hiç?
Hiç iki kişi gibi zevk aldın mı bir konserden yalnız başına?
Güzel bir kafe keşfettiğinde,
güzel bir film seyrettiğinde,
güzel bir şarkı dinlediğinde,
güzellikleri oranında eksik kaldıklarını hissettin mi
paylaşamadığın için onunla.
Bir barın kalabalığında hiç yarım vücudunla sallandın mı ortada?
Hiç iki kişilik beyninle yarım insan olabildin mi?
Baktığında aynana sadece yüzünün bir yarısını gördüğün
oldu mu hiç?
Sana hayatındaki en büyük yoksunluğu yaşatandan
nefret edemediğin zamanlar oldu mu hiç?
Gözünün içine baka baka kolunu, bacağını kesen bir insanın yüzüne
sevgi dolu bir gülümseme ile bakabildiğin zamanlar
oldu mu hiç?
Hayatta inandığın bütün değerlerini altüst eden birisine
aşk şiirleri yazabildin mi?
Onu içinde korumanın seni yok etmek olduğu zamanlara
feda oldun mu hiç?
İçinde ağlayan çocuğa umut şarkıları söyleyemediğin,
özlemini,
susuzluğunu,
açlığını gideremediğin zamanlar oldu mu hiç?
Kanayan yarasını gördüğün,
ama merhem olamadığın zamanlar.
Gücünün,
hani o tanrısal gücünün,
bir çocuğun ağlamasını susturamayacak kadar olduğunu
gördüğün zamanlar
oldu mu hiç?
Hiçç
Hİç
HİÇ
Bir Hiçç .!

Can Dündar

hic Hiç

Yürek Sessizliği

Yağmur damlaları
gözlerinin göllerinde
derin ve sessiz
mercan kayaları

balıklar geçer uykularından

Ben geçerim
senin ıslak kayalarından
kuğular geçer

Bulutların aşkevi
gümüş köprülerinden
geçirir beni

Uyanmak isteyemem
tutup çekersin beni
unutuşun saraylarında
dudaklarında kışkırtıcı yanılsamalar

Gün solar
gece senin kollarında doğar
boşlukta uçan tüy ürperir

Sen yoksun
düşlerdir kuran
ışık akışı gövdemin pencerelerinden
ne acı ki yoksun
yalandır bütün ipuçları
sana yolculuğum hiç bitmez
uzaklaşırsın
rüzgar kanadında yüreğim
sorduğum sorular
yanıtsız boşluklar olur.

Yaklaştıkça uzaklaşan
yokoluşun tutkusu
aynalarda parçalanan
kırılgan, korkak ruhum
görüntülerine aldanan

Çıplak bir gece
yıldızları örtünür
düşler ağlamasın diye
avunurum imgenle

Işıklı bir gemi geçer
iki kıyıdn bakarız ona
yüreksiz ve uzak düşüncelerin
sen yoksun

Aldanır ruhum
sesim şiire tutunur
sözcüklerin köpük köpük dalgalanması
sesim bir akış senin kıyılarında

Düşler seni kurar
benim isteğim ve çağrım
yeniden ve yeniden yaratır seni

Göğsünde uyurken
bir denizin kollarında sallanışım
beklediğim ve özlediğim sözlerle
yürüyüşün gövdemde
bana akışın

Bilincin sonsuz görüntüleri
korkudan prizmalar
iç çekişi akşamın

Birden ayrımsarım
sen bir başkasısın
gönlümdeki düş solar

Yalnızlığın uğultusu
alıp götürür beni
içimde ezilip geçilmiş upuzun yollar
tarihin ağırlığı
yürek sessizliği
yıldızlar kere yıldızlar

Neşe Yaşın

nese+yasin Yürek Sessizliği

Uludere Uludere

                            Mahir’e ve Merve Ceren’e

“Bir ‘Uludere Destanı’ yok mu tezgâhta, ağbi?”

diye soruyorlar e-mektuplarında bu iki dostum.

Ve uyandırıyorlar, uyuyan közlerimi.

Bir ‘Uludere Irmağı’, evet, neden olmasın?

Allah’ın ırmaklarından biri,

‘Şiirin ve Cazın Irmakların’dan biri?

Diye soruyorum ben de kendime

Ve o otuz dört Kürdün Rabbine,

Uludere’de kana boyanan otuz dört dereciğin…

Ve Uludere’de Allahın göklerini bombalarla yırtarak

Allah’ı seven Kürtlerin başlarına yıkan tağut’a

                    Söylenecek söz bulmak için

Kendi küllerini karıştıran bu şairin Rabbine;

Kendisine Kürt mü, Türk mü, Ermeni mi,

Olduğunu sorana elinin tersini gösteren Allah’a,

Yani herkesin ve her çağın Rabbine, soruyorum,

Yazdığı kıssalar arasında, Bir de ‘Uludere Kıssası’,

‘Düşünenlerin, düşünüp ders çıkaracağı’

Bir Uludere Destanı, niye olmasın, niye?

‘Uludere’ için bir destan yazmak,

Uludere’nin oralardan geçen bir dere olmak,

Otların, taşların arasına saçılan kanı yuyup yıkamak,

Zamanın orasına, burasına sıçrayan,

Göğün kitaplarına, Tanrının web sayfalarına,

Tanrının Kâinatı doldurup taşan

Albümlerine, doğaçlama kayıtlarına,

Ve insanın suratına, alnının ortasına,

Ruhunun haritasına

Sıçrayan kanı yumak yıkamak…

Uludere de, orada, toza toprağa saçılan kaderleri,

Yazılmamış repliklerini, Kürt Hamletlerin,

Kürt Faustların ve Kürt Selim Işık’ların;

Kıyılan çocukluklarını, yeniyetmeliklerini,

Ve Dicle kıyısındaki kuzu melemelerini

                                toplamak o derenin sularına,

Ve bir yeryüzü dolusu gençliği

Ve gençliğin ölümlü tanrısallığını…

‘Uludere’ için bir destan yazmak, bir yeryüzü destanı,

Kürtçe konuşmayı bilen bir derecik olmak orada; 

Kürtçe mırıldanmayı bilen ve Kürtçe susmayı…

Ve yedinci kat göğe çıkarmak havarlarını Kürt anaların,

Peygamber sessizliğini, dağ sessizliğini Kürt babaların,

Ve Diş gıcırtılarını Uludere’de kurdun, kuşun, toprağın…

Sonra çağıl çağıl zılgıtlarla dolaşmak şehirlerde,

Zihnin arka sokaklarında ve bilincin bodrumunda:

“Ulan, biz Allahın Kürdüyüz, Kürdü

Ve o’na dönüyoruz, kabul!

Peki, ya siz? Ya siz, neyi oluyorsunuz O’nun

Ve kime dönüyorsunuz?”

Susalım şimdi ama. Ve dua edelim, dua.

Uludere’den ulu bir dere gibi geçsin dualarımız,

Yerin ve göğün bolluk ve barış çağıltılarıyla

            Akan bir dere olsun sabrımız…

Ve rahmet dileyelim, bolca rahmet dileyelim,

Allahın bu uzak akrabaları için değil yalnızca,

Dicle kıyısında kaybolan kuzular için değil yalnızca,

En çok ve öncelikle dindarları ve mirasyedileri için,

            Rahmeti de, gazabı da büyük olan Allah’ın…

Gücün ayartmalarına karşı iyi sınavlar vermeleri

Ve Gemiyi kaçırmamaları için, onların;

Dün Dersimlerden, Ermeni kıyımlarından,

Sivas katliamından falan, falan,

Bugün Agos’un önünden ve ‘Uludere’den geçen

Ve Nuh’un oğullarını, kızlarını

Çetin mi çetin sınavlardan geçiren büyük gemiyi…

Öyle bir sınav ki çünkü bu, gösterecek bize

Ve dosta, düşmana

Ve yeryüzünün gelecekteki halifelerine:

Yeni bir tanrı mı arıyor bu devletlüler kendilerine,

Yeni bir tanrı-sevgisi mi,

Yoksa yeni bir tanrı ve insan sevgisi mi?

18 Ocak 2012


Cahit Koytak


uludere+uludere+cahit+koytak Uludere Uludere

Kadınlar ve biz

Bir kadın, çocuktur aslında. Çocuk gibi davranmayı sever. Erkeğin kendisine bir çocuğa gösterdiği şefkati göstermesini de ister. Bir çocuğu okşar gibi incitmekten korkarak okşamalıdır erkek kadını. Ama hiçbir kadın çocuk muamelesi görmek istemez. Söylediği şeyler çocukça da olsa dinlenilmesini, dikkate alınmasını ister. Yani bir kadının çocukluk yapmasına izin vereceksiniz ama asla onu bir çocuk olarak görmeyeceksiniz.

***

Bir kadın güçlüdür aslında. Hatta erkeklerden çok daha güçlüdür. Ama bu gücünü her zaman ortaya koymasını sevmez. İster ki, erkek göstersin gücünü. İster ki, erkeğin gücü kendisine huzur versin. Kendi kendine yapabileceği şeyleri bile erkeğin yapmasını bekler. Böylece hem daha kadın olduğunu hissedecektir hem de erkeğinin ne kadar güçlü olduğunu görecektir. Ancak kadın gücünü göstermek istediğinde onu engelleyemezsiniz. Yapmak istediği bir şey varsa mutlaka yapar.

***

Bir kadın sevgidir aslında. İçinde her zaman sevgiyi taşır. Sevdiklerinden kolay kolay ayrılamaz. Sevdiklerini kolay kolay kıramaz. Zor sever ama tam sever. Bir kadının tam anlamıyla sevebilmesi için yüreğinin kabul ettiğini beyninin de kabul etmesi gerekir. Ve sevmezse de onu asla sevmeye zorlayamazsınız. Belki kolayca yüreğine girebilirsiniz. Ancak beyninde yer etmemişseniz her an terk edilebilirsiniz. Sevmediği halde terk etmeyen kadınlar da var elbette. Bunun tek nedeni ise engelleyemedikleri “acıma” duygusudur.

***

Bir kadın yalnızdır aslında. Hiçbir zaman kadını bütünüyle elde edemezsiniz. Kendisine ait bir dünyası vardır ve orada hep yalnızdır. O dünyaya kimsenin girmesine izin vermez. Hiçbir anahtar o dünyanın kapısını açamaz. Yalnızlık onun sığınağıdır. O sığınağa ne zaman gireceğine, ne kadar kalacağına hep kendisi karar verir. Sığınaktayken oradan çıkmaya zorlarsanız onu sonsuza dek kaybedebilirsiniz.

***

Bir kadın çılgındır aslında. Neler yapabileceğini erkek aklı hayal bile edemez. Yaratıcılığının sınırı yoktur. Ama bunu ortaya çıkartmak için hayatının erkeğini bekler. Hoyratça harcamaz yaratıcılığını. Sadece erkeğine saklar. Bir kadının gerçek erkeği olmayı başarabilmişseniz çok şanslısınız demektir. Çünkü yaşamınız asla sıradan olmayacaktır. Bir kadın hayattır aslında. Çünkü hayatın içinde olan her şey ancak kadınlar olduğunda anlam kazanıyor. Yemek yemek, su içmek bile. Bir kadının elinden içtiğiniz suyla kendi kendinize bardağı doldurup içtiğiniz su arasındaki lezzet farkını anlayabiliyor musunuz? Anlıyorsanız ne mutlu size. Anlamıyorsanız, ne yazık ki yaşamıyorsunuz.

Mehmet Coşkundeniz

kadinlar+ve+biz Kadınlar ve biz

Bir Ayrılığın Anatomisi

“İnsanların birbirini tanıması için en iyi zaman, ayrılmalarına en yakın zamandır”, der Dostoyevski…
Veda acısı, kabuğunu soyar insanın; yıldızını kazıyıp çırılçıplak ortaya serer.
Birlikteliğin örttüğü tüm kusurları ayrılık sergiler.
Bir ayrılık arifesinde helalleşilir ve o an hakiki tabiatlarıyla yüzleşilir.

“Ölene kadar” diye söz verilmiştir, ama “ölüm yolunda” başka tercihler belirmiştir.
Kararsız prensesin vicdani azap çekerken 7 cücelerin somurtkanı “aklini başına” al diye fısıldar kulağına; haytası ise “kalbinin sesini” dinle diye çekiştirir eteğinden.

Hep hayran bakan gözlere, hatalar takılmaya başlar.
“Ama”yla biter alelade iltifat cümleleri: “Sen iyi bir insansın, ama arkadaşların kötü”,
“Seni seviyorum, ama bu ilişkide mutlu değilim”,
“Ben başka türlü bir beraberlik düşlemiştim” vs.vs.

Sonra gelsin uykusuz geceler… Bir türlü karar verememeler…
Ruhen gidip gelmeler…
“Hele biraz daha zaman geçsin” diye nikah ertelemeler…
Birlikteymiş gibi yaparken, sevecek başka yüzler, yüzecek başka denizler kollamalar.
“Aslında bütün bunlar bizim iyiliğimiz için’e kendini kandırmalar.

Sonrası hep aynı:
Bekleyenin “Hani sonbaharda buluşacaktık. Hazan geldi geçti, sen gelmez oldun” sızlanmaları…
Bekleyenin “Geliyorum az kaldı” oyalamaları…
Bittiğini bile işi uzatmalar; söyleyemedikçe hepten batağa saplanmalar…
Terke makul bir gerekçe ararken hepten çarşafa dolanmalar…
Veda konuşmasında süslü iltifat cümlelerinin arasına, o cümleleri hiçleştiren mayınlar serpiştirmeler…
Üzgün görünmeler… Bağış dilenmeler…”…ama kaçınılmazdı” demeler…
“Sözünden caydın” yakınmalarını “Sen de eski sen değilsin.
Değişmişsin” diye göğüslemeler…
…asıl kendinin değiştiğini bilmezden gelmeler…
Ve son sahne:
Terk edenin o mahcup “Gönlüm başkasında” itirafına karşılık terk edilenin kırık çalımı:
“uğurlar olsun! Ben yoluma devam ediyorum”.
İhanetler hep böyledir: ilki, bir yenisine gebedir; ikincisi daha az acı verir.
Ondan sonra dur durak yoktur:
Güvenilmez aşık, sevdikçe kıran, gezdikçe ardında bir kırık kalpler mezarlığı bırakan bir dervişe döner.
Artık acılara hapsolmuştur: Buluşmak istedikçe ayrılacak, birleşmeye çalıştıkça parçalanacak, sonunda terk ettiklerinin “ah’ı tutup terk edildiğinde mukadder yalnızlığına kapanacaktır.

Can Dündar

bir+ayriligin+anatomisi Bir Ayrılığın Anatomisi

Hazır mısın?

Tam göğsünün ortasında bir yerin acıyacak.

Evinin, seni içine sığdıramayacak kadar dar olduğunu fark edeceksin…
Sokağa fırlayacaksın…
Sokaklar da dar gelecek…
Tıpkı vücudunun yüreğine dar geldiği gibi…
Ne denizin mavisi açacak içini, ne pırıl pırıl gökyüzü…
Kendini taşıyamayacak kadar çok büyüyecek, bir yandan da kaybolacak kadar küçüleceksin…
Birileri sana bir şeyler anlatacak durmadan…
“Önemli olan sağlık.”
“Yasamak güzel.”
“Boş ver, her şey unutulur.”
Sen hiçbirini duymayacaksın…
Gözyaşlarından etrafı göremez hale geleceksin…
Ondan ölmesini isteyecek kadar nefret edecek, az sonra kollarında ölmek isteyecek kadar çok
seveceksin…
Hep ondan bahsetmek isteyeceksin…
“Ölüme çare bulundu” ya da “Yarın kıyamet kopacakmış” deseler başını kaldırıp Ne dedin?” diye sormayacaksın…
Yalnız kalmak isteyeceksin…
Hem de kalabalıkların arasında kaybolmak…
İkisi de yetmeyecek…
Geçmişi düşüneceksin…
Neredeyse dakika dakika…
Ama kötüleri atlayarak…
Onunla geçtiğin yerlerden geçmek isteyeceksin…
Gittiğin yerlere gitmek…
Bu sana hiç iyi gelmeyecek…
Ama bile bile yapacaksın…
Biri sana içindeki acıyı söküp atabileceğini söylese, kaçacaksın…
Aslında kurtulmak istediğin halde, o acıyı yasamak için direneceksin…
Hayatının geri kalanını onu düşünerek geçirmek isteyeceksin….
Aksini iddia edenlerden nefret edeceksin…
Herkesi ona benzetip…
Kimseyi onun yerine koyamayacaksın…
Hiçbir şey oyalamayacak seni…
İlaçlara sığınacaksın…
Birkaç saat kafanı bulandıran ama asla onu unutturmayan.
Sadece bir müddet buzlu camın arkasından seyrettiren…
Bütün şarkılar sizin için yazılmış gibi gelecek… Boğazın düğümlenecek, dinleyemeyeceksin…
Uyumak zor, uyanmak kolay olacak…
Sabahı iple çekeceksin…
Bazen de “Hiç güneş doğmasa” diyeceksin…
Ne geceler rahatlatacak seni ne gündüzler…
Ölmeyi isteyip, ölemeyeceksin…
Belki çivi çiviyi söker diye can havliyle önüne çıkana sarılmak isteyeceksin
Nafile…
Düşüncesi bile tahammül edilmez gelecek…
Rüyalar göreceksin, gerçek olmasını istediğin…
Her sıçrayarak uyandığında onun adını söylediğini fark edeceksin…
Telefonun çalmasını bekleyeceksin…
Aramayacağını bile bile…
Her çaldığında yüreğin ağzına gelecek…
Ağlamaklı konuşacaksın arayanlarla…
Yüreğin burkulacak…
Canın yanacak…
Bir daha sevmemeye yemin edeceksin…
Hayata dair hiçbir şey yapmak gelmeyecek içinden…
Onun sesini bir kez daha duymak için yanıp tutuşacaksın…
Defalarca aradığı günlerin kıymetini bilmediğin için nefret edeceksin…
Yasadığın şehri terk etmek isteyeceksin…
Onunla hiçbir anının olmadığı bir yerlere gidip yerleşmek…
Ama bir umut…
Onunla bir gün bir yerde karşılaşma umudu…
Bu umut seni gitmekten alıkoyacak…
Gel gitler içinde yasayacaksın…
Buna yaşamak denirse…

Razı mısın bütün bunlara?
Hazır mısın sonunda ölüp ölüp dirilmeye?
O halde aşık olabilirsin

Can Dündar

hazir+misin Hazır mısın?

Bir Dost

Saate bakmaksızın kapısını çalabileceği bir dostu olmalı insanın…

‘Nereden çıktın bu vakitte’ dememeli, bir gece yarısı telaşla yataktan fırladığında; gözünün dilini bilmeli; dinlemeli sormadan, söylemeden anlamalı…

Arka bahçede varlığını sezdirmeden, mütemadiyen dikilen vefalı bir ağaç gibi köklenmeli hayatında; sen, her daim onun orada durduğunu hissetmelisin. İhtiyaç duyduğunda gidip müşfik gövdesine yaslanabilmeli, kovuklarına saklanabilmelisin.

Kucaklamalı seni güvenli kolları, dalları bitkin başına omuz, yaprakları kanayan ruhuna merhem olmalı…

En mahrem sırlarını verebilmeli, en derin yaralarını açıp gösterebilmelisin; gölgesinde serinlemelisin sorgusuz sualsiz…

Onca dalkavuk arasında bir tek o, sözünü eğip bükmeden söylemeli, yanlış anlaşılmayacağını bilmeli.

Alkışlandığında değil sadece, asıl yuhalandığında yanında durup koluna girebilmeli. Övmeli alem içinde, baş başayken sövmeli ve sen öyle güvenmelisin ki ona, övdüğünde de sövdüğünde de bunun iyilikten olduğunu bilmelisin.

Teklifsiz kefili olmalı hatalarının; günahlarının yegane şahidi… Seni senden iyi bilen, sana senden çok güvenen bir sırdaş..

Gözbebekleri bulutlandığında, yaklaşan fırtınayı sezebilmelisin. Ve sen ağladığında onun gözlerinden gelmeli yaş…

Yıllarca aynı ip üstünde çalışmış, cesaretle ihanet arasında gidip gelen bir salıncağın sınavında birbiriyle kaynaşmış iki trapezci gibi güvenle kenetlenmeli elleri…

‘Parkurun bütün zorluklarına rağmen dostluğumuzu koruyabildik, acıları birlikte göğüsleyebildik ya; yenildik sayılmayız’ diyebilmeli…

Issızlığın, yalnızlığın en koyulaştığı anda, küçücük bir kağıda yazdığımız kısa ama ümit var bir yazıyı yüreğe benzer bir taşa bağlayıp birbirimizin camından içeri atabilmeliyiz:

‘Bunu da aşacağız!

İmza: Bir dost!…’

Can Dündar

bir+dost Bir Dost