Orda ne haliniz varsa görün!

Beni buraya kapattılar çünkü saçmaladıklarını söylüyorum.
Rahatlarını bozuyorum. Alışmadıkları şeyler yapmalarını istiyorum. Hayatlarına sövüyorum.
Kaçık olduğumu düşünüyorlar. Kaçık olan kendileri.
O halde şimdi yeni bir karar alıyorum: buradan kaçmak için plan yapmaktan vazgeçtim.
Bunun yerine yine ters bir şey yapacağım ve herkesi bu deliğin dışına hapsedeceğim.

Sizi hapsediyorum ey insanlar!

Beni tıktığınız bu deliğin dışına hapsediyorum sizi!

Orda ne haliniz varsa görün!

Ömer Faruk Dönmez/ Hep Ayı Hikaye

ne+haliniz+varsa Orda ne haliniz varsa görün!

Bir Anne Atlamış Fırat’tan

bir anne atlamış Fırat’tan
üç çocuğuyla biri sırtında
ekiplere haber
boşuna aramayın oralarda
bana vurdu cesetleri…

Esra Zeynep

firattan+atlayan+anne Bir Anne Atlamış Fırat'tan

kadınların en güzeli

gerçek şu ki geleceğin çiftleri tatilde-özellikle de
plajlarda-oluşmakta. aynı kentte-hatta aynı
semtte- oturan genç adamlar ve genç kızlar
on bir ay boyunca birbirlerinin ayrımına
varmadan karşılaşıyor, yan yana yürüyorlar.
hiç kuşkusuz kafaları bu işte değil
tarlalarda söyledikleri gibi “bakışmaları” için
plaj gerekir, böylece plaj uçsuz bucaksız bir
nişanlı panayırı olarak belirir.

ben bunları düşünürken, birkaç metre ötemde
söyleşi iyice kızışmıştı.topluluğun ortasında ,
anne, artık pek genç sayılmayacak, şimdiden
bayağı toplu bir kadın , en küçüğünü, belki
altı yaşında bir çocuğu dizlerine oturtmuş,
ona sessizce sarılıyordu.

ama çevrelerindeki gençler çoşku içinde bir
yerel “miss” seçmek üzere o akşam gazinoda
yapılacak bir güzellik yarışmasından söz
ediyorlardı. Kazanma şansı olan genç kızların
adları atılıyordu ortaya. Kızlar, utanmış ve
imrenmiş durumda, kendilerine güvenemiyor,
bu türlü gösterilere karşı yüzeyde kalan
bir ilgisizlik gösteriyorlar.

birden bir sessizlik oluyor,
sonra küçük oğlanın sesi duyuluyor:
“Anne, sen niye katılmıyorsun
güzellik yarışmasına?”
bir anlık şaşkınlık.
sonra delikanlıların kahkahalarının uğultusu.
bu oğlan alık ki alık!
düşünebiliyor musun annem
güzellik yarışmasına katılacak!

ama bütün bu gürültünün ortasında,
iki kişi var ki hiçbir şey söylemiyor.
gözlerini açabildiğince açıp tutkuyla
annesine bakan küçük oğlan.
bu kaba sevinç boşalmasından hiçbir şey,
hiç ama hiçbir şey anlamıyor.
gözlerini ne denli açarsa açsın,
gördüğü tartışmasız bir biçimde,
kadınların en güzeli.

ve artık pek genç olmayan,
şimdiden biraz toplamış anne,
küçük oğluna bakan.
hayır, küçük oğlunun gözlerinde
hayran hayran kendine bakan.
Plaj nişanlıları..

Michel Tournier

Michel-Tournier-siirleri kadınların en güzeli

Körebe

Çok uzakta biri var sanki beni bekliyor
Günlerin ayların yılların tükendiği bir yerde
Çok uzakta biri var…

Tüylerimin seyirmesinden anlıyorum
Ayaklarımın geri geri gitmesinden
Her şehirde ve nedense biraz soluklanıyorum
Önümde hep ikinci bir kadeh
Sağımda solumda sarmaşıklar zakkumlar
Durup durup ardıma baktığım doğru
Çok uzakta biri var…

Burcumun üstüne iliştiriyor burcunu
Düşünerek uzaklaşıyor benden
Unutarak yakınlaşıyor sanki

Çok uzakta biri var
Kaçarak seviyor beni..

Ahmet Erhan

korebe Körebe

İstanbul

istanbul korkularımdır
istanbul konya’da güzel güzel yaşamak varken, çekip giden dostlarımdır
istanbul acı bir “hoşçakal”dır
istanbul titreyen bir Mazhar Alanson bestesidir
istanbul yayınlanan ilk hikâyem, istanbul yayınlanan ilk kitabımdır
istanbul uzaklarda bekleyen çiçekçi bir kadındır
istanbul incecik bir minaredir
istanbul çocukluğumun türk filmleridir
kıvır kıvır saçlarıyla zeki alasya’nın gençliği, iri iri gözleriyle türkan şoray’ın sultan-lığıdır
istanbul hiçbir zaman sokaklarında yaşamadığım,
istanbul hiçbir zaman sokaklarından çıkamadığımdır
istanbul hayallerim, istanbul yenilgilerimdir
istanbul seyrettiğim, istanbul umut ettiğimdir
istanbul bir kadıköy vapurunda gazete okuyan asık suratlı ihtiyarlardır
istanbul uykusuz ziyaretlerimdir
istanbul gürültüsü kulaklarımda çınlayıp duran bir trendir
istanbul yorgun ve yoksul bir haydarpaşa’dır
istanbul ilhan berk’tir
istanbul ilhan berk’in istanbul kitabı’dır
istanbul cıgaramın ilk nefesidir
istanbul hikâyemin son cümlesidir

istanbul sorularımdır: bunca yıl hiç orada bulunmayıp da bunca yıl hep orada olabilmek nasıl mümkün olmuştur?

istanbul hiç başlanmamış bir cümle,
istanbul hiç bitmeyen bir susuştur

Abdullah Harmancı/ Seni Ne İhtiyarlattı?

istanbul İstanbul

Roboski Versus Noel

Şekere, mazota ve Allah’a inanan oğullar için,

Allah’a sarılıp ağlamak istiyorum bazen
Sûr üç gece önce üflenmiş
Üç gece önce korkunç aydınlanmıştır gökyüzü
Anne, “oğlum” diyerek uykusundan
Ve korkuyla pencereye: “hayrolur inşallah”
Sınıra yakın o yaylada yeni bir can pazarıdır
Olağan bile denmeyecek kadar olağandır her şey
Üç gece önce
**
Şekere ve mazota inanan oğullar
Devlete de inanmışlardır mecburen
Her şey yeni bir spor ayakkabısı kadar çocuk
Bir sofrayı doyurmak kadar erkekçedir
Olsundur ve şükürdür
Oğullar çünkü
Kadere, nasibe ve rızka
Oğullar en çok, Allaha inanmışlardır
**
Ötekiler
Gökyüzünün korkunç aydınlığından bihaber
Yine bir Son Dakika’dadır
Çoğu haklılıklarından emin
Derin bir oh! Ve eşkıyaya söverler
Değil mi ki izlerin neidüğü belirsizdir
Bizden olmayan kim varsa
Bize benzemeyen kim
Kim varsa bizden gayrı, öteki
Nasılsa düşman, nasılsa katli vacip
Der ve sözleşirler
Sır kalacaktır yine Sûr’un niye üflendiği
**
Birkaç gazete
Birkaç demeç
Sosyal medyada da birkaç cengâver sonra
Yangın, bir kez daha kartpostaldan
Zaten ellerini yıkayıp giden de
İsrafil falan değildir
**
Odalar sığılmaz olur artık
Baba, elma ağacını kökünden keser
Suyla şaka yapamayacak kadar büyür kız kardeş
Anne, Allaha havale eder
Allaha inanan oğulların hesabını
Kalan oğullar korka korka da olsa
Devam ederler inanmaya; şekere ve mazota
Çünkü üç gece önce onlara
İnanan kimse yoktur
Şekerden ve mazottan başka
Oğullar artık,
Yalnız şekere, mazota ve Allaha
Devlete inanan kalmamıştır
**
Ötekiler
Nisyan ile malul
Ah bile demezler havai fişekler atıldığında
Gökyüzü, o korkunç aydınlığı hatırladığında
Ah bile demezler
Hediyeler başlar; geleneksel, küçük, kırmızı
Bütçeye göre, hindi ya da tavuk
Piyango çekilişleri, büyük ikramiye, amorti
Ve üç… Ve iki… Ve bir…
Sadece üç gece sonra sadece üç
Hoş geldin iki bin on üüüüçççç
**
Karın içinde yanan kardan habersiz
Toplanmak vaktidir plastik çam ağacının altında
Eller çırpılır
Ve başlar kavmini helak eden şarkı:
jingle bells,jingle bells,
jingle all the way!
oh what fun it is to ride
in a one horse open sleigh!

Sahi siz
Allaha sarılıp ağlamak istemediniz mi hiç?

Dilek Kartal
aglama_anne_guzel_yerdeyim Roboski Versus Noel

bir dost dünyanın dibinde de olsa seni düştüğün kuyudan sesiyle çıkarabilirmiş

üşüyordum.

dahası bir kaza görmüştüm.

bir öğrencim yerde yatıyordu.

ayağı ezilmişti.

daha çok üşüdüm. yanımdaki arkadaşımın merhameti o çocuğun ayağını eminim daha çabuk iyileştirecek.

üşüyordum ve bankaya uğramak zorundaydım. sıcak günlerde bile bir bankanın içine girdim mi üşürdüm. işimi çabuk hallettim ve eve dönmek için araba beklemeye başladım. soğuktu ve durakta kazık gibi dikiliyordum. zaman zaman tanıdıklarım geçiyor iki üç kelimeyle selamlaşıyorduk.

araba gelmedi, soğuk iyice abandı üzerime. içim daha bir başka üşüyordu. içimdekiyle de konuşmuyordum o an. öyle ki iç ve dış hat seferleri iptal olmuş, havalimanının en ücra köşesinde dil bilmez bir yabancı gibiydim.

bir telefon geldi. garipti. zira ekranda ara, yazıyor ama ben aranıyordum.

yurtdışı araması…

telefonu açtım; çok tanıdık, çok uzak çok bildik bir şiveyle sesleniyordu…

soğuk bıçak gibi kesildi. içimdeki kulak kabarttı. dışımdakinin ağzı kulaklarına vardı.

tahhar diye bir şehirden, bir dost aramasıymış, alt tarafı!

yoo, dünyanın en soğuk ülkelerinden birinden aranıyordum. dünyanın en sıcak insanlarından biri arıyordu.

ve şarjım öyle azdı ki… gelemedim, dedim. olsun, dedi, martta… demişti ki jarş bitti. birden soğuklar başladı sanmayın! avucuma bir avuç ateş bıraktı dostum. bende onu kalbime, üşüyen yerlerime yasladım.

ve ses odur ki dünyanın bütün buzlarını eriten bir ılık nefes taşır içinde.

hamid abiyi siz de bir gün tanıyacaksınız. tahhar’a yolunuz düşerse, doktor hamid deyin, sizi klinik’e götürecekler ve gönlünüz, karnınız doyacak, dostlukla ihya olacaksınız.

yarım kalmış tüm işlerinizi tamamlayamayacaksınız belki ama iyi işler yaptığınıza inanacak ve üşümeyeceksiniz.

neymiş yeğen; bir dost dünyanın dibinde de olsa seni düştüğün kuyudan sesiyle çıkarabilirmiş. ki dost sesi dünyada az bulunan bir elementtir. bulunca da spagetti görmüş italyan gibi homini gırtlak tüketmemeliymiş.

şimdi, tahhar’da bıraktığım “yanımdaki adam” dan işmar almış gibi ısındım. bu soğuk elbet geçer, yeter ki kalbine hamid denli dostlar ses versin.

Zeki Bulduk
dost+sesi bir dost dünyanın dibinde de olsa seni düştüğün kuyudan sesiyle çıkarabilirmiş

dilsiz insan suyu çekilmiş kuyudur

bazen kelimeler seni terk eder.
cansızdır dokunduğun, diline düşen sözcükler.
o an anlarsın, kelimelerin mezarlığında dolaştığını.
insan, dersin, dipsiz bir kuyu…
birden fark edersin ki kuyudan çektiğin kovanın içinde su vardı.
kör kuyudur bazen insan.
çöle kesmiş dünyada kör bir kuyudur dilini kaybeden insan.

Zeki Bulduk

sesini+kaybetmek dilsiz insan suyu çekilmiş kuyudur

Kendine yetişemeyenin sayıklamaları

adını bilmediğim bir şehirde öleceğim
hem de hayatımdan ömürler bölen ellerimle
uzun süre sancı çekenlere inat daha da uzatacağım sancımı
bir bakış fırlatacağım aynaya
tüm görüntülerimi kırıp
yerine bir kız çocuğu koyacağım
elbet acı sürdürülebilir bir şiir miktarınca
o gün isa çölden dönecek
ve musa asasını dizinde kırıp
eyyup konuşmadan yanımızda oturacak
başka dünyalar da vardı diyecek birden malcolm
ben senin zencinim ey hayat
sen benim her daim ırkçı tacizcimsin
kölelerinden olmadım diye yana yakıla geliyorsun trafiği alt üst ederek
Nuhun kredi limiti dolmuş karun borç veriyor kırk yaşıma karşılık
pencereden içeri bakmayalı yıllar oldu, diyor memik oğlan
zaten karlı kış geceleri de yok
ben ekranı kapatana kadar bahar geliyor
sobalar elim kadar üşüyor
hani bilmediğim bir şehirde
bilmediğim bir şekilde
birlikte öleceğim ellerim var ya
bir çingene kızın ölümü kimsenin canını sıkmaz
siyasi bir ölü gibi yatıyor kapımızda ayakkabılar
aman ayaklarını üşütme diyor İdris
birden hızır’a dönüp soruyorum:
sahi, sen o çocuğu neden öldürdün?
bak, diyor, bak, Musa’ya da dedim, tam burada kopar arkadaşlığımız
ve anlıyorum, sorular yolarkadaşlığının başlangıcıdır
sorular, yol arkadaşlığının bitişidir
sorular, diyor ödevlerini uykuya doğru yapamayan oğlum
ne çok soru soruyorsun baba?!
dilimde uzun bir yolculuğun izleri
gözümde yeşil renginin kokusu
birdenbire bir şehre varıyorum
ve hayatın üvey oğul ve kızlarını avm lerde görüyorum
her kent kendine mezar
her insan kendine gömülen bir diri
ve o sırada bir adam:
kendime yetişecek mecealim kalmadı; bir vasıl olsam kendime, tutup yakamdan, diyeceğim ki ona: bak yüzüme!

Zeki Bulduk

zeki+bulduk Kendine yetişemeyenin sayıklamaları

Avcı yabanarısı

Avcı yabanarısı diye bir böcek var. Dişisi örümcekleri ve diğer hayvanları avlar, hiç alışılmadık bir biçimde avlar onları. Göğüslerinin altından geçen büyük sinir düğümüne batırır iğnesini; bu sayede böcekler ölmeyip sadece felç olur. Dişi yabanarısı sonra felç olmuş kurbanının üzerinde -ya da vücudunun içinde- yumurtlar ve avını bir yuvaya hapseder. Yumurta kuluçkadan çıkınca yabanarısı tırtılı, avı yemeye başlar, yavaş yavaş, parça parça epey sistemli bir biçimde. İlk önce hayati olmayan dokular ve organlar yenir, felçli yaratık uzun süre canlı kalabilsin diye. Konuğu tarafından o kadar çok yenince yaratık zamanla ölür tabii. Uzun bir sürece yayılan tüm bu tüketim esnasında av, hareket edemez, bağıramaz ya da hiçbir şekilde karşı koyamaz. Şimdi Kilise’yi avcı yabanarısı, iğnesini de okullarında eğitim veren rahipler ve rahibeler olarak düşünelim. Ve öğrencileri de felç edilen avlar olarak. Avlara zerk edilen yumurta, zamanla tırtıla -kişisel felsefeye ya da dini tutuma- dönüşmesi gereken dogmadır. Bu tırtıl -tıpkı yabanarısınınki gibi- içten içe kemirir insanı, yavaş yavaş ve uzman bir edayla, ta ki kurban ölene dek.

Tim Robbins

avci+yabanarisi Avcı yabanarısı