Dinleyin

Dinleyin !
Bu yıldızları böyle
her gece
niçin yakarlar ?
Herhalde birisine gerekli diye?
Herhalde yanmalarını isteyen birisi var?
Ve herhalde birisi
bu balgam parçalarını
inci diye sayıklar?
Ve zorlayıp
bir öğle vakti kalkan toz borasını
Tanrı katına varır
geç kalmak korkusu yüreğinde
yalvarır

öper Tanrı’ nın elini merhamet dilenerek
ağlar –
anlatır kendisine niçin bir yıldız
gerektiğini –
bu azaba yıldızsız katlanamayacağını
Ve sonra o birisi
gezdirir boğuntusunu diyar diyar
sakin gözükmeğe çalışarak:
“Şimdi daha iyisin değil mi?”
diye sorar
yoluna ilk çıkana
“Korkmuyorsun artık
değil mi?”
Dinleyin!
Yaktıklarına göre bu yıldızları
böyle
her gece
Birisinin işine yaramaları şart
öyle değil mi
ve şart olsa gerek
gene her gece
hiç olmazsa bir yıldızın yanıp sönmesi..

Vladimir Mayakovski

dinleyin Dinleyin

Sonuç

Hayatın en hüzünlü anı, mevsimine kapıldığın kişinin bahçesinde açabilecek bir çiçek olmadığını anladığın andır…

Sonuç ;

Hiçbir şey silemez aşkı,
ne tartışmalar
ne ayrılık.
Bir de bakarsın
yeniden gözden geçirilmiş, ölçülüp biçilmiş,
üstünde düşünülmüştür.
Ve şimdi düzyazı parmaklı
sancağımı kaldırıyor,
doğdum doğalı ve yürekten,
sevdiğime,
ölene dek de seveceğime
yemin ediyorum.

Vladimir Vladimiroviç Mayakovski

sonuc Sonuç

Sergey Yesenin’e

Sen gittin,
diyorlar
yukarılarda bir dünyaya.
Sonsuzlaşma-
Uçuyorsun,
parıldayan yıldızlara çarparak.
Ne borç var artık bize,
içki ne de

Ayılma.
Hayır, Yesenin,
oh
çekmek değil benim istediğim.
Görüyorum ben
kesik bileklerinle sendeleyişini
Ve alayla değil
acıyla
düğümleniyor yüreğim.
Görüyorum
bir kemik çuvalı gibi
yere atışını gövdeni.
-Dur! diyorum.
Bırak!
Delirdin mi sen?
Sürer mi ölümü
hiç insan
tebeşir tozu gibi
yanaklarına?

Sen ki çok daha
iyi verirdin ölüme
ağzının payını herkesten.
Yeryüzünde başka
kimsede olmayan
o efece konuşmanla.
Niçin?
Nedeni ne?
Donup kalıyorum şaşkınlıktan.
Homurdanıyor eleştirmenler:
-Bizce, bunun asıl nedeni
Şu…
ya da bu…
ama daha çok,
kopmak toplumdan,
Çok fazla bira
ya da şarapla kafayı çekmesi.
Başka deyişle
satsaydın
bohemleri
işçi sınıfına, diyorlar.
Sınıf bilincin olsaydı,
bak, bu gelmezdi başına.
Oysa işçiler de
kvastan sert içkilerle
kafayı çekiyorlar.
O sınıf da içerek
güzelce sıçıyor kendi ağzına.
Başka deyişle
Parti’den biri
denetleseydi seni
Sağlansaydı böylece
asıl önemi
içeriğe vermen.
Yazardın o zaman
her gün
o dizelerin
yüzlercesini
Uzun uzun
ve sıkıcı
Doronin de gördüğümüz türden
Ama bence
böylesi bir deliliğin içine düşseydin
Sen çok daha önce
son verirdin
yaşamına.
Votkadan gitmek daha iyidir
inan bana
Böylesi sıkıntıdan boğulmaktansa.
Hiçbir zaman söyleyemeyecekler
nedenini bize
seni yitirişimizin.
Şuracıkta duran
çakı mı, yoksa ip mi?
Ama bulunsaydı
mürekkebi, elbette
Angelleterre otelinin
damarlarını kesmen
ve ölüp gitmen
gerekmezdi.
Sana öykünenler çıldırdılar sevinçten:
bir daha, bir daha!
Neredeyse bir yığın insan
zıvanadan çıkıp
öldürdü kendini.
Neden çoğaltmalı
intiharları
böyle sayıca?
Daha kolay değil mi
mürekkeple doldurmak
oteldeki şişeleri!
Sonsuza dek
kilitlendi artık dilin
arkasında dişlerinin.
Benim bu bilmecemsi sözlerim
yersiz
bir bilgiçlik sayılmamalı
Halkımız,
yaratıcısı ve yaşatıcısı o güzel dilimizin,
Yitirdi ölümünle
yansılı sesler üreten
en güçlü çırağını.
Ve o herifler tayışıp duruyorlar
ölü şiir döküntülerini
Geçmiş,
gömülmüş ölülerden
hemen hiçbir yeniliği olmayan.
Üstüste yığıyorlar
tatsız uyaklarını
mezara toprak atar gibi: daha beterlerini.
Onurlandırmak için oğlunu
Esin Peri’sinin bile
işine yaramayacak olan.
Sana yaraşacak
bir anıt henüz dökülmedi
Hani nerde o anıt,
döğülmüş tunçtan
ya da yontulmuş mermerden?
Oysa çoktan doldurdular
yığın yığın
parmaklarının dibini
Çöplerle,
adama sözcüklerinden, anılardan, o bok püsür şeylerden.
Adın
hıçkırıklarla birlikte doldurdu mendilleri.
Sözcüklerini
geveleyip duruyor Sobinov ağzında
Kıvrılıp oturmuş da
altına suyu çekilmiş bir kayın ağacının-
‘Hiçbir şey söyleme,
ah dostum,
içini de çek-me ne olursun.’
Ah,
sen onu ne kimbilir nasıl da alaya alırdın,
Şu Leonid Lohengrinski’yi,
baş belası, tanrının!
Ortalığı kimbilir
nasıl da ayağa kaldırırdın:
‘izin veremem
şiirsel gargaralarına
anıran eşşeklerin! ‘-
Sağır ederdin kulaklarını
üç ayaklı ıslıklarınla, sonra,
Yazdıklarının hepsini
kıçlarına sokmalarını söylerdin.
Harcardın bozuk para gibi
o yeteneksiz heriflerin hepsini,
Doldururdun
smokin ceketlerinin
kara yelkenlerini,
Öyle ki savrulurdu
sağa sola
Kogan gibileri,
Süngüleyerek
sivri bıyıklarıyla
gelip geçenleri.
Oysa bu arada
sayısı hiç de azalmadı
bu serserilerin.
Çok zorlu bir iş
onları sayıca geride bırakmak.
Yaşam
yepyeni bir biçimde
yeniden kurulacak.
İşte o zaman
yepyeni şarkılar söylenmeye başlayacak.
Böyle bir çağda
ağırlaşıyor sorunları
kalemin,
iyi ama, gösterin bana
sizi ey zavallı
hortlaklar sürüsü, hadi
Nerede görülmüştür
ve ne zaman
yüce bir kişinin,
Dikenli yolları bırakıp da
gül bahçelerini seçtiği?
Sözcükler
yönlendirir
insanoğlunun güçlerini.
Yürüyün!
Arkamızda
zaman patlasın
bir mayın gibi.
Bizim geçmişe sunacağımız
yanlızca
bukleleri
Rüzgarda
geriye savrulan saçlarımızın.
Eğlenceye ayrılacak yeri yok
gezegenimizin.
Yarınlardan
koparıp
almalıdır mutluluğu
insan.
Şu yaşamda
en kolay iştir ölmek
Asıl güç olan
yepyeni bir yaşama
başlamak.

1926

Vladimir Vladimiroviç Mayakovski

sergey+yesenine Sergey Yesenin'e

Herkes ve Herşey İçin

Hayır.
Olamaz.
Sevgilim, sen de mi kızdın bana?
Niçin?
Bak
geldim,
çiçek de getirdim,
ama, ama…asla bir kötülük
yapmadım sana!

Solgun bir yüzle,
düştüm kaldım sendeleyerek.
Sokak döndü durdu çevremde.
Duydum kesik kesik fren seslerini.
Esiyor rüzgar
acıtıyordu yanaklarımı.
Bu denli kargaşa hiç olmamıştı.

Başkentin karmaşasında
baktım çevreme
çok sert bir yüzle.
Hüzünlü,
sanki ölüm döşeğindeydim.
Yüreğim de yitik bu arada.

Bir kötülük yapmıyorsun bana,
ama
ilgilenmiyorsun da benimle.
Artık
hüç umurunda değilim.

Aşk!
Sen vardın usumda hep.
Yeter!
Bitirin bu aptalca oyunu.
İsterseniz
eleştirin beni,
en görkemli
serseriyim ben.

Anımsar mısın?
Sırtındaki haçın altında iki büklümken
bir anlığına durdu İsa.
Onu izleyen kalabalık
bağırdı o anda gülerek:
‘Yürüsene, aptal! ‘ dediler.

Doğru!
Acımasızsın.
En zorlu gününde
bağırırsın bir zavallıya.
Rahat vermez, kargışlarsın onu.
Ama biz hazırız zaten
buna.

Durumlar işte böyle!

Ant içerim ki dürüst olacağım,
bir kız verin bana.
Genç
güzel bir şey olsun.
Hiçbir kötülük etmeyeceğim,
yalnızca saflığını bozacağım onun
iğneleyici sözlerimle.

Göze göz! Dişe diş!

Hiç aralıksız
düşündüm binlerce kez öç almayı.
Korkutun
isterseniz beni.
Suçlu ortada zaten
değil mi?

Göze göz! Dişe diş!

Öldürün
gömün beni.
Kurtulurum oradan,
yaparım elimden geleni.
Ama
bir köpek gibi,
geleceğim arkanızdan sizin,
saldıracağım size hep!

Geceleyin birden uyanaksın.
Çünkü gürleyeceğim bet sesimle.
Hiç rahat yüzü de
vermiyorsun bana.
Kalmadı farkım
bir tutsaktan.
Ama güçlüyüm yine de ben!

Boynuzları tellere takılmış
bir geyik gibiyim.
Gözlerim kan çanağına dönmüş.
Bir zavallı da olsam
dikileceğim bütün gücümle
göstereceğim herkese yüzümü.

İnsan kaçamaz!
Pis,
pişman bir durumda.
Gerekirse yatar soğuk taşlarda.
Ben de çizeceğim bir dinsizin resmini
Çar’ın kapısına.

Kuruyun ırmaklar, dindiremesin Çar susuzluğunu.
Onu ilençleyin!
Güneş, ışığını harcama onun için boşuna!
Binlerce yoldaşım
dışlansın alanlarda!
Ve en sonunda geldiğinde o
çağların ötesinden
üşüyerek,
anlayacak son günlerini tükettiğini.
Haydutları, kıyıcıları
kurtaramayacak onu.

Gün doğuyor.
Açıldıkça açılıyor gökyüzü,
yutuyor geceyi
yavaş yavaş.
Pencereler ışıl ışıl
tavalar sımsıcak.
Dökülüyor güneş kentin üzerine.

Ey kutsal öç!
Önderlik et bana
çok güçlüsün
yaşıyorsun dizelerimde.
Benim bu yüreğim,
söyleyecek sana her şeyi
tıka basa dolu o.

Geleceğin insanları!
Nasılsınız?
Tanımalıyım sizi.
Buradayım,
bütün acılarımla.
Yaralarım sızlıyor…
Size bırakacağım her şeyimi
o mutlu ülkümü.

(1916)

Vladimir Vladimiroviç Mayakovski

herkes+ve+hersey+icin Herkes ve Herşey İçin

Ülke

Saat Çini vurdu birden: pirinççç
Ben gittim bembeyaz uykusuzluktan
Kasketimi eğip üstüne acılarımın
Sen yüzüne sürgün olduğum kadın
Karanlık her sokaktaydın gizli her köşedeydin
Bir çocuk boyuna bir suyu söylerdi. Mavi.
Bir takım genç anneleri uzatırdı bir keman
Sen tutar kendini incecik sevdirirdin
Bir umuttun bir misillemeydin yalnızlığa

Yalnız aşkı vardır aşkı olanın
Ve kaybetmek daha güç bulamamaktan
Sen yüzüne sürgün olduğum kadın
Kardeşim olan gözlerini unutamadım
Çocuğum olan alnını sevgilim olan ağzını
Dostum olan ellerini unutamadım
Karım olan karnını ve önlerini
Orospum olan yanlarını ve arkalarını
İşte bütün bunlarını bunlarını bunlarını
Nasıl unuturum hiç unutamadım
Kibrit çak masmavi yanardı sesin
Ormanlara ormanlara yüzünün sesi
En gizli kelimeleri akıtırdı ağzıma
Şu karangu şu acayip şu asyalı aşkın
Soluğu kesen ağulayan ormanlarında
Yaşadım o kısa ve korkunç hükümdarlığı
Ve çarpıntılı yüreğim saçlarının akıntısında
Karadeniz’e karışırdı ordan Akdeniz’e
Ordan da daha büyük sulara

Geceyse ay hemen tazeler minareleri
Kur’an sayfaları satılan sokaklardan
Ölüm bir çeşit sevgiyle uçar
Ölüm uçar çocuk yüzlere
Ben o sokaklardan ne kadar geçtim
Damağımda dilinin yosunlu tadı
Önce buğulu sonra cam gibi parlak sonra buğulu yine
Bir takım tavşanları andıran bir takım su hayvanlarını
Pazartesi günlerini ve haftanın öbür günlerini
Yani salı çarşamba perşembe cuma cumartesi

Bir başak ufak ufak bildirir Konya’yı
O başakta o Konya’da seni ararım
Ben şimdilerde her şeyi sana bağlıyorum iyi mi
Altın ölçü çift ölçü ve altın karşılıksız
Para basma yetkisini Fırat’ın suyunu Palandöken’i
Erzincan’ın düzünü asma bahçelerin dibini
Antalya’nın denizini o denizin dibini
Beş türlü yengeç yaşıyan sularında
Çağanoz adi pavorya çingene pavoryası ayı pavoryası bir de çalpara
Bilinir ne usta olduğum içlenmek zanaatında
Canımla besliyorum şu hüznün kuşlarını
Sen kalabalıkta bulup bulup kaybettiğim kimya
Yokluğun gayri şurdan şuraya geldi
Bir günler şölenlerle egemen ülkende
Şimdi iri gagalı yalnızlıklar dönüyor
N’olur ağzından başlıyarak soyunmaya
Bir kez daha sür hayvanlarını üstüme üstüme
Çık gel bir kez daha çıkıntılardan
Çık gel bir kez daha bozguna uğrat

Cemal Süreya

sen+tutar+sevdirirdin+kendini Ülke

Umutsuzlar Parkı

I

Biliyorsunuz parkların
Sizi çağıran tarafları
İnsanın gizli, karanlık köşeleriyle oranlı
Orada saklanıyor onlar
Çünkü her türlü saklanıyorlar orada
Bir yağmur öncesinin loş sokaklarıyla
Dağınık mavisiyle gözlerinin
Sevgi vermez kadın uçlarıyla
Korkuya, sadece korkuya sığınmış olarak
Eskimiş, kurtlanmış ikonlarıyla kiliselerinin
Yalvaran bakışlarıyla – nasıl da sevimsiz –
En kötüsü, belki de en kötüsü
Bir duygu açlığıyla soluyarak
Parklara yerleşiyorlar, parkların
Onları çağıran köşelerine
Bir karıncayı selamlıyorlar, besili, siyah
Bacak aralarından
Çömelmiş, öyle sakin
Selamlıyorlar
“Günaydın” diyorlar atılmış bir kâğıt parçasına
Kuleler yapıyorlar ayak parmaklarından
Birinci katta bir kibrit çöpü oturuyor
Acılar alıp veriyor dünyadan
Dillerini gösteriyorlar, dizkapaklarını
Bir sıkıntı şiiri gibi
Sıkıntı
İşte
Tam orada duruyorlar.

II

Bu kimin duruşu, bu sizin en gülmediğiniz saatlerde
Her cümlede iki tek göz, bu kimin
Ya da kim korkuttu bu kadar sizi
Bu nasıl sevişmek, üstelik bu kadar hızlı
Ya da tam tersine
Boş vermek öperken, severken boş vermek sevmelere
Sulardan ürpermek gibi dokununca,
Ya da ben kimi sarmışım böyle kollarımla
Kime söz vermişim, biraz da unutmak gibi
Denir mi, ama hiç denir mi, iş edinmişim ben
İş edinmişim öyle kimsesizliği
Kendimi saymazsam – hem niye sayacakmışım kendimi –
Çünkü herkese bağlı, çünkü bir yığın ölüden gelen kendimi
Konuşmak? konuşuyorum, alışmak? evet alışıyorum da
Süresiz, dıştan ve yaşamsız resimler gibi.

Ne çıkar sanki sardıysam sizi kollarımla
Unutmak, belki de unutmak olsun diye mi?
Onu da tatmak gibi
Oysa ne bir evim oldu, ne de bir yerim var şimdi gidecek
Ama gitmenin saati geldi
Kirli bir gömleği çıkarıp asmak
Yıkayıp kurutmak ister ellerimi
Su içmek, saati kurmak ve sebepsiz dolaşmak biraz da
Açınca camları – diyelim camları açtık ya sonra? –
Sonrası şu: ben bir camı, bir perdeyi açmış adam değilim
Bilirim ama çok bilirim kapadığımı
Öyle iş olsun diye mi, hayır
Bilirim içerde kendimi bulacağımı
Dışarda görüldüysem inattan başka değil
Evet, çünkü bu karanlık işime en geleni
Kendimi saklıyorum ya, bir yığın ölüden gelen kendimi
Oramı buramı dürtüyorum, bunu sahiden yapıyorum
Ve açıyorum bütün muslukları
Diyorum sular mı böyle, sular mı olmalı
Ne geldiği, ne de gittiği yer belli
Olmuyor, gene kendimi düşünüyorum
Alıştım istemiyorum.

III

Binlerce, ama binlerce yıldır yaşıyorum
Bunu göklerden anlıyorum, kendimden anlıyorum biraz
İnsan, insan, insandan; ne iyi ne de kötü
Kolumu sallıyorum yürürken, kötüysem yüzümü buruşturuyorum
Çok eski bir yerimdeyim, çürüyen bir yerimden geliyorum
Öldüklerimi sayıyorum, yeniden doğduklarımı
Anlıyorum, ama yepyeni anlıyorum bıktığımı
Evlerde, köşebaşlarında değişmek diyorlar buna
Değişmek
Biri mi öldü, biri mi sevindi, değişmek koyuyorlar adını
Bana kızıyorlar sonra, anısızın bana
Kimi ellerini sürüyor, kimi gözlerini kapıyor yaşadıklarıma
Oysa ben düz insan, bazı insan, karanlık insan
Ve geçilmiyor ki benim
Duvarlar, evler, sokaklar gibi yapılmışlığımdan.

Bilmezler, kızmıyorum, bunu onlardan anlıyorum biraz
Erimek, bir olmak ve unutulmak içindeki onlardan
Ya da bir başkaca şey: ben kendimi ayırıyorum
O yapayalnız olmaktaki kendimi
Böyleyken akıp gidiyorum bir nehir gerçeği gibi
Sanki ben upuzun bir hikâye
En okunmadık yerlerimle
Yok artık sıkılıyorum.

IV

Biliyorsunuz, size geldim sadece
Kapınızdan aldım, ballı çöreklerinizden
Peki bu sevinmek niye?
Girdim ki içeriye yıllardır soyunuyordunuz
Ve işte giyiniyordunuz yıllarca
Bir Mısır, bir Roma, belki de bir Yunan elleriyle
Eski bir insandınız merdivenler gıcırdıyordu
Her eski daha bir eskiyi uyarıyordu
Otlar ve geyikler duruyordu tanımsız sadelikler içinde
Sesler mi? acı sesler geliyordu erkeksiz, yanık
Bir türlü bakıyor, gene bir türlü soluyordunuz işte
Düşündüm, ama merdiven gıcırdıyordu
Olmazdı sanki gıcırdamasın, ürpermesindi bir yerimiz
Biliyorsunuz olmazdı
Ağzımız koksun, ama koksun, biz iğrençliğe de varız
Yatalım, leş gibi yatalım, öylesine alıştığımız ki bu
Bir kumru bir kumruyu tamamlasın
Bir yılan, bir fare bir deliği kapasın bu
Sadece bu.

Bak göreceksin nasıl da ayrılmak istiyoruz sonra
Nasıl da kaçmak istiyoruz birbirimizden
Yeniden yeniden yeniden
Yeniden hazırlanıyoruz
Sanki bir güzelliği ödüyoruz
Belki bir güzelliği ödüyoruz.

V

Biz olmayan insanlarız, ya da çok kuşkuluyuz – böyle
Nereden geldiniz, tam sizi soracaktım – böyle
Biraz da soğuk almışım, biraz da içki, biraz da bahçe
Yukarı çıkalım, hadi çıkalım, annem çay pişirir size
Çünkü o bizim yukarda her zaman bir mavi olur
Güneşler girer çıkar ellerinize
Biriyle konuşursunuz, olmayan biriyle, hadi sevinin
Kim bilir, belki de buluşursunuz
Söz verip sizi bekletenlerle
Sonra da çıkarız – niye olmasın – bahçeye çıkarız birlikte
Otlara basarız, dallara değeriz, bunları hep yaparız
Biraz da susmalıyız. İnsan bir şeyler aramalı kendinde.

Dedim ya, annem de var, ama çay pişirmez size
Durur da durur işte yıllanmış heykeller gibi
Bilmem ki, bilmiyorum da, belki de benim annem yok
Belki de öyle beyaz ki, alışmış görünmezliğe.

Nereye gidiyorsunuz ama nereye
Sanki biz olmayan insanlarız biraz da kuşkuluyuz
Ya da çok kuşkuluyuz – böyle.

VI

Yüzümü size çeviriyorum, siz misiniz?
Elimi suya uzatıyorum, siz misiniz?
Siz misiniz, belki de hiç konuşmuyorum
Belki de kim diye sorsalar beni
Güneşe, çarşıya, kadehe uzatacağım ellerimi
Belki de alıp başımı gideceğim
Biliyorsunuz ya bir ağrısı vardır gitmenin
Nereye, ama nereye olursa gitmenin
Hüzünle karışık bir ağrısı.

İşte bir denizdeyim, dalgalar ortasında
Kim olsa denizci der, denizden anlayan der bana
Adımı bilmeden der, adımı bilmeden
Şafaklar kadar güzel adımı
O zaman bir kıvrılandır, bir kuruyandır dudaklarım
Ve gittikçe sıkılmaktır ülkesi sıkıntının
Sanki bir yokluğa, bir çaresizliğe bakar gibi
Nice yüzler görürüm, nice değişik kıyılar
İnsanı, o kayalar gibi sert insanı
Bekledikleri kadar.

Bir ağız, bir tütün, bir mızıka gerçeği gibi
Varınca kıyıya birden
Değilsin artık gemici.

VII

Bana bir şeyler söylediniz, anlamadım
Bir cümle, bir iyi söz, gene anlamadım
Doğrusu hiç anlamadım, siz ne demiştiniz?
Ben ne demiştim, ve çekip gitmiştim sonra
Öyle ya, niye hiç değişmedi bakışlarınız?
BİTMEDİ, DİYORUM BİTMEDİ ŞAŞKINLIĞIMIZ.

O gün bugündür işte – ben mesela
Çok usta bir avcının gözleri karşısında
Bir çocuk olarak taptaze oyuncakların
Ve çok ölçülü saatlerinde ev kadınlarının
Ki birdenbire açılan kucaklarında
BİTMEDİ, AMA BİTMEDİ ŞAŞKINLIĞIMIZ.

Bitmedi anlaşıp soyunduğumuz gün – o beyaz
Bir taşı kaldırdığımda o akıl almayacak yaşayış
Tanrıyı sorduğumda, olur ya, günün birinde tanrıyı
Odama kapanıp saydığımda ayak parmaklarımı
Kapımı çaldıklarında – bunu size söylüyorum anladınız
Kaykılmış, büyümüş gözleriyle onların
Kim der ki yalan, ve yalandır orda konuştuklarımız
BİTMEDİ, DAHA BİTMEDİ ŞAŞKINLIĞIMIZ.

Üstelik bitecek gibi değil
Biri kopmuş ayağından, biri kopmuş kimsesizliğinden
Sımsıkı tuttuğu dönerken köşeyi
Elinde bir bıçakla
Ve öldürmek isterken – kimiyse kimi
Gülünç, sebepsiz, bilinçaltı
Ama tutalım, koyvermeyelim
Tutalım koyvermeyelim bırakın kibarlığı
Yanılmak kolay, üstelik çok belli işte yanıldığımız
BİTMEDİ, DİYORUM BİTMEDİ ŞAŞKINLIĞIMIZ.

Paralar bozduruyoruz, gereksiz eşyalar alıyoruz bu yüzden
İçtikçe içiyoruz o çocukluk günlerinin yüzüyle
Biri mi öldüydü ne, selviler, mezar taşları, kalabalık
Ya da bir masal mı söyleniyordu, hiç mi hiç bitmeyecek bir masal
Kimbilir n’olduydu gene
İşte bir sevgilinin bırakıp gitmesi üzerine
Apışıp kaldığımız, yatıverdiğimiz yemekten sonra
Saatin kaç olduğu – üstelik sorulmaz ki
Sabaha kadar sabaha
Uyuyup uyandığımız
BİTMEDİ, DİYORUM BİTMEDİ ŞAŞKINLIĞIMIZ.

Evlere sığamıyoruz, öylesine büyüdü ki vücutlarımız
Ve konuşmalarımız, öylebüyüdüler ki peşi sıra
Hani hep bir olup da eve taşıdıklarımız
Kahveden, meydandan, sokak içlerinden
Bulup da çıkardığımız
Konuşmalar:

– Biri geliyor sözü değiştirelim
– Yürüsek açılırdık
– Bu ne uzun bakmak kendinize
– Ağzım mı kokuyor ne, yaa!… çok kötü bir günümdeyim
– Akşama bezik, evet, siz ne içerdiniz?
– Annem mi, çok sevinecek..
, Belki de sinemaya gideriz..
– Bilirsin erken kalkmalı, yarın.. (gülüşler) yok canım!
– Siz yarın deyince aklıma ölmek geliyor, katıla katıla ölmek
– Bana kalırsa..
– Evet size kalırsa
– Bana kalırsa şimdiden eğlenelim
– sus!
– Biri geliyor
– Biri geliyormuş sözü değiştirelim..

Yengemin başı ağrıyor, tek sebebi büyümek
Masalar, tabaklar, hani şu kirazlar koyduğumuz
Kalmadı adım atacak yer bu yüzden
Oğuza söylemeli, bir daha çiçek getirmesin
Lale de saçlarını kestirmeli
Sonra gereksiz eşyalar var, bir gün oturup konuşalım
Örneğin şu hasır koltuk neye yarıyor
Bana kalırsa babamın mineli saati
Tek bşaına bütün bir odayı dolduruyor
Hele annemin güneş gözlükleri
Yarından tezi yok, çakımı, kol saatimi, eldivenlerimi
Aaaa! kitaplarınız
BİTMEDİ, DAHA BİTMEDİ ŞAŞKINLIĞIMIZ.

Üstelik bitecek gibi değil
Çok yaşlı bir kadın yün eğiriyor – düpedüz ilgisizlik
Bisiklet yarışları, akşam gezintileri, insan ne güzel eğleniyor
Bir hırsız giriyor ellerinize polisler hırsızı kovalıyor
Daha akşama çok var – olsun – biri sizi öpmeye hazırlanıyor
Bense berbere uğrayacağım, şu saçlarıma bakın!
Üstelik bilmiyorum bu şarapları nasıl içiyoruz
Balıkları nereden geliyor soframızın hele
Yıllardır ama, yıllardır neyi koysalar önümüze
Alıştık, sadece bir türlü bakıyoruz.

İşte biz böyle yapıyoruz.

VIII

İnsan doğduğu günleri iyi bilmeli
Size çiçekler aldım, adımı yazdım üstüne, iyi bilmeli
Korkunç bir Yahudi, korkunç bir pastayı bölüyordu ikiye
Bir avlu taptaze bir çaydanlığı gösteriyordu giderek
Oooo! demek bütün insanlar çay içecek
Bilmem, çok uzakta biri sevindi
Sonra ben sevindim; acı mı, sevinç mi, ama bilmeden
Belki de ilk olarak vardım ayakta durmanın tadına
Sıktım ki sıktım bir ara dişlerimi
Bir bakış, bir korku, ya da gereksiz bir eşya
Yani ne varsa atılması gereken sırtımda
Önce yavaş yavaş, sonra hızlı hızlı
Ve bir Ortodoks kabalığınca içten
Soyundum, yıkandım, ki görülmemiştir böylesi
Aklıma geldi derken; acı mı, sevinç mi, gene aklıma
Ben ki bir ölüyü beklemekle geçirdim geceyi
Bir ölüyü ve ölünün bütün inceliklerini
Size çiçekler aldım, adımı yazdım üstüne, biraz da bunun için
Gözlerim görüyordu, öyle ki, benden ayrı görüyordu gözlerim
Dişlerim ağrıyordu, denir ki ayrıca ağrıyordu benden
Bilmem, çok uzaklarda biri sevindi
Sonra ben sevindim, kadınlar sarışındı
Ben biraz esmerdim, o kadar
İşlerim kötü gitti
Bilseydim katılırdım savaşlar oldu ötemde
Yaşayanlar güzeldi
İnsan doğduğu günleri iyi bilmeli.

Geçen yıl korkulu bir çağda uyandım
Sur sışlarına çıktım, sıcak havaları severdim
Mezarlar gördüm, müzeler daha güzeldi
Annem sevinmek için boncuklar alıyordu çarşıdan
Ben boncuğu hiç sevmem, hele kırmızı hiç sevmem
Demek çok uzaklarda biri sevindi
Sonra ben sevindim, o ben ki işte bütün gün
Bir ölüyü bekledim ve ölünün bütün inceliklerini
Biri bir cinayetten dönüyordu, şan getiren bir cinayetten
Biriyse bir köleydi, kâğıtlar kalemler içinde
Akşamlara dek bir masa katılığınca gülen
Ama o gün bugündür ayrılmadım ben
Ayrılmadım işte o
Beklediğim ölüden.

Pek yakınım olacak, karım, ya da kızkardeşim
Belki hiçbiri değil, sadece bir kız
Öyle ki, biralar, yaz günleri onunla biraz güzeldir
Ama çok iyi bir günde çıldırıverdi
Yalnızlıktan
İnsan doğduğu günleri iyi bilmeli
Sonra temizce bir yemek yemiştim, hatırlıyorum
Dövülmüş kısraklar gibi uyumuştum
Bir şeyler ummuştum, umudu kesmek gibi
Sonra da gürültüler yapmak için dışarı çıktım
Kocaman bir adamdı dışardakiler
Bilmem, böylece kaça çıktı beklediğim ölüler
İşte her bakımdan kendini arıyordu biri
Şaşırmış arıyordu – ben miydim neydim –
Yıkılmış, bunalmış, sürgün içinde
Kendini arıyordu, aynı renk, aynı biçimdeki kendini
İnsan doğduğu günleri iyi bilmeli.

Koşup duruyorken, önce aşkların peşi sıra
İyi günler, serin evler, baygın kokulardan gelen aşkların
Bu sanki en azından tanrıyla işbirliği
Ya da buluşmak gibi özüyle insanların
Oysa bir sığıntıydım çok uzaktan bir gülmeye
Yalvaran gözleriyle – açılmış açıldıkları kadar –
Ya da bir tilki avında kim bilir kimin inceliği
– Gözleri, ufukta bir yerdi işte gözleri –
Belki de yer alıyordum korkuyla avuntu karşısında
Belki de yitirilmiş, yok bakacak yeri
Ya da bir ölüydük işte ve ölünün bütün incelikleri
Size çiçekler aldım, adım yazdım üstüne, iyi bilmeli
Korkunç bir Yahudi, korkunç bir pastayı bölüyordu ikiye
Bir avlu taptaze bir çaydanlığı gösteriyordu giderek
Oooo! demek bütün insanlar çay içecek
Hayır! Çok uzakta biri sevindi.

IX

Artık ne uyanmak için bu sabahlar
Ne de bekliyoruz, beklemek için değil
Üstelik ne de bir karanlıkla anlatıyoruz bu düşünceyi
Ne açıp da ağzımızı tek kelime
Yok, hayır, kaskatı durmuşuz sadece
Durmuşuz; ölümü, acıyı, daha neleri durdurmak için
Evet bir de cins tuzaklar kurmuşuz gözlerimize
Tuzaklar, ve sanırım herkesin işi bizi anlamak
Biz ki dört kişiyiz evde; ben, çocuklar ve karım
Artık adını sürdüremiyoruz gizli kalmanın
İçkiler içiyoruz, en çok da kötü içkiler – Hıh sığınmak!
Bilmem ki ne demeli, böylesi içinden geliyor insanın
Belki de alışıyoruz, soylu bir düşüncedir alışmak
Diyoruz, belki de
En önce İsa alışmıştır kendi söylevlerine
Sonra da biz; ya durmak, ya a bir zincirle oynamak bütün gün
Ya da pek olağan şey, katılmak bir döğüşe
Korkmak, o kadar korkmak ki sonuca varmak için
Sinmek, kalakalmak dört duvar arası bir yerde
Bakınca duvarlara – üstelik böyle de bakmak kendimize
Bir ki dört kişiyiz evde; ben, çocuklar ve karım
Diyoruz – ve gülünçtür bu – herkesin işi bizi anlamak
Artık tadını sürdüremiyoruz gizli kalmanın.

Karımı soruyordunuz, her zmanki gibi çok geveze
Bir gün onu yaşarken görmüştüm – görmüştünüz
Çiçek mi koparıyordu ne, elini tutmuştum tutmuştunuz
Yani ben ne yaptıysam, o sizin de yaptığınızdı biraz
Ben ki neyi yapmıyordum, o sizin de yapmadığınızdı.

Karımı sormuştunuz, nedense ölmüştür karım
Sizinle yemeğe gitmek gibi kolay ölmüştür işte
O kadar kolay ölmüştür ki, belki de anlatırım
Ne süs, ne çiçek, ne de bir şölen
Üstelik ne de bir şey eksiltti gülümsemesinden
Konuşup duruyordu gene akşamla dek
Kumarsa kumar, içkiyse içki
Yani bir kedi gelirdi arada bir
Bir köpek siyaha koşardı ellerinden
Bense o günlerde bir kürk tacirinin evinde
Tırnakları kirli bir oğlanla
Bir gemici durmadan sıkıntıyı anlatır
Şişeleri devirirdi elinin tersiyle.

Karımı sormuştunuz, nedense ölmüştür karım
Sizinle yemeğe gitmek gibi kolay ölmüştür işte
O kadar kolay ölmüştür ki, elbette anlatırım
Bana gelince, günlerce kendimi yokladım ben
Elimi kanattım, yüzümü kestim, kafamı vurdum bir yerlere
Uyudum uyudum uyudum öylesine
Ve şaşırdım böylece yemek saatlerini
Ve sabahlara karşı yattım, aklıma çocukluğum geldi
Sevdim ki sevdim o her zaman sevmediğim şeyleri
Koynuma bir bıçak yerleştirdim, düşmeyecek gibi eğilirken
Geceleri kapkalın adamlarla döğüştüm, ama döğüştüm
Birinde yaralandım, üç dikiş vurdular göğsüme
Bir gün de peşi sıra gittim bir adamın
Siyah elbiseli, siyah şapkalı, eldivenli
Adamsa ummadığım şey, bir bankaya girdi
İsteğim kirli işlere karışmaktı, olmadı

Bir gün de bir lokantaya girdin, yanımda biri vardı
İğrendim, ama susmayı seçtim sadece
Böyleyken garsonun biri elini kesti
Çıkardı mendilini, bir düğüm attı üstüne
Masaya geldi derken usulcacık masaya
Geldi: ne içersiniz? Sahi biz ne içermişiz?
Şarap mı, konyak mı, ve ne dermişiz viskiye
Çıkalım dedim, o yanımdaki kız gibi herife
Başını salladı, kim olsa böyle yapardı, çıktık
Karanlık, uzakta surlar, ve kadınlar geliyordu üstümüze
Bense şaşırmış gibi çıkalım diyordum durmadan
Adamsa bakıyordu, şaşırmış bakıyordu kendimize
Hep böyle diyordum işte, çıkalım çıkalım çıkalım
Çıkalım diyordum, çıkalım diyorduk, hadi çıkalım!
Nereye, ama nereye?

Belki de biliyoruz, doğrusu bilmiyorum, biliyor musunuz?
Ben askerdim, yağmur mu yağıyordu, bir yere geldim
Üçüncü sınıf bir otele indim, tırnaklarım kirliydi biraz
Bir o kadar da kirliydi ayaklarım
Burnum mu kanadıydı ne; ispirto, pamuk, sırtüstü yatmak
Yattım öğleye kadar, otelci karısını dövdü aşağıda
Üç çocuğu vardı otelcinin, bir horozun başındaydılar
Sabahsa bir karışık şeydi, sanırım peynirler, salamlar kesiyordu adamlar
En ayıp yerlerini tıraş ediyordu biri
Alıştım gitti
Sonra yıkandım, tıraş oldum ben de, görmeliydiniz
Sonra da bir bara gittim – neee! bara mı gittiniz?
Doğrusu müzeleri gezecektim, biriyle buluşacaktım – sonra da
Tam üç yıl oluyor özlediğim bir kadınla…
Öldüyse, hayır ölmemiştir, nereden çıkardınız?
Neyse ben bara gittim, çıkarken anladım gittiğimi
Başım da ağrıyordu, üstelik alnımın üstünde koca bir yara
Ya duvara çarptımdı, diyorum, ya da kestimdi bir bardakla
Ya da kim bilir, bana sorarsanız tanrısal bir şey
Elbette, kim ne der, inanmışım ben
Bir keder, bir susuş ve bütün bunların yüze vurmuşluğuna
Otele döndüm sonra, oteller gidiyordu biraz
Girmeler, çıkmalar, uzanıp yatmalar büyüyordu odalarda
Otelci duruyordu, karısı duruyordu, çocuklar durmuştular
Birden aklıma geldi, dilimi çıkardım onlara
Dilimi çıkardım; sipsivri, kıpkızıl, ucunu oynatarak
Onlar ki biraz şaşkın, acıyorlar gibi biraz da
Sonra pek tuhaf oldu, ne yapsam, yalıyor gibi yaptım elimi
Öyle ya, elimi kestimdi ben – ne yani, deli değilim ya!

Yukarı çıktım, bilseniz çığlıklar içindeydi odam
Yataklar bir şeyleri kaydırıyordu soluk soluğa
Bardaklar büyümüş – o gün bugündür anlatamam büyümeyi
Çoraplar, gömlekler, kravatlar taşıyordu sokağa
Bir kedi esniyordu – ben gördüm – üstünde şehirlerin
Bir böcek – yetişir be – dünyayı yokluyordu bacaklarıyla
Yığılmış kalmışım öyle, sonradan anlattılar
İyi ki anlattılar, otelci karısını dövdü gene aşağıda
Biliriz, üç çocuğu vardı işte otelcinin
Ama bilmiyoruz, biz neydik ve ne olmağa.

Kalktım bir bara gittim – neee! bara mı gittiniz?
Doğrusu müzeleri gezecektim, biriyle buluşacaktım – sonra da
Tam üç yıl oluyor özlediğim bir kadınla
Kadın mı dediniz, dedim ya, ne olacak?
Hiiiç!
Alışmak, sadece alışmak.

Ben o kadınla yattım mı, kör olayım bilmiyorum
İnanın yattımsa
Ama bilmiyorum.

X

“Ya ne yapmalı” diyor annem bu geçkin çizgileri
“Yıllardır aynı evdeyiz” bunu ne yapmalı
Babam: ve ne yapmalı diyor bu bir yığın geleneği
İşte bir sahnedeyiz: ev, gelenek, duygulu kadın
Bense ufacık taşlar üzerinde bir ufacık şey olmanın
Bir pencere beyaz, bir karanlık mayhoş, ne iyi
Sürüyle odalar, sürüyle gülüşler, sürüyle konuşmalar
Ne yazık! vakit de yok kurtarmak için geleceği
Düşünsek bile şimdiden – düşünemiyoruz ya
Üstelik ne çıkar bundan, ve ne katardı yaşamımıza
Hiçbir şey! çünkü ne varsa içimizde gelecek için
Sanki bir öyküsü bu hayatı süslemenin
Soframız, yatak odalarımız, lambalarımız
Annemin tarih kitapları, babamın güneş gözlükleri
Kuyular gibi işte, şişeler sarkıttığımız yaz akşamları
Tavan arasındaki boşluk, gölgesi karşı duvarın
Kırlangıç yuvaları, yüzümüzden cins kanatların geçtiği
Kavunlar karpuzlar yardığımız, o yemekten ayrı düşündüklerimiz, o
Bir şey mi kaybettik öyle, kim bilir bize neler eklediği
Sonra bir bıçak gibi durduğu sarısı içe çökmüş lambaların
Babamın kaşları çatık, annemse düşünceli
Kim bilir n’olduydu gene, diyelim bir yoksulluk önceliği
Belki de hiçbiri değil, canımız sıkılmak istemiş o kadar
Annem: ve ne yapmalı diyor bu geçkin çizgileri
Böylece bir sahne daha: güneşler, alışmak ve biz
Sanki bir tramvaya bindik, az sonra ineceğiz

Aksilik bu ya, diyelim ansızın bozuldu tramvay
İndik, ve yeniden beklemeye koyulduk hepimiz
İşte bir sahne daha: bir sigara yaktıydı babam
Annem saçlarını düzeltti, bir şeyler gösterdiydi eliyle
Bizse kısa bir oyun tutturduk, hiç! yetinmek için sadece
Öyle bir sahne ki bu: anladık, sevdik, ve unuttuk her şeyi
Sonra bir tramvay daha geldi.

XI

Size baktığım yol uzamakta
Kendine baktığım yol uzamakta
Yoruldum, bunaldım, canım sıkılıyor
Eve dönmeliyim, iyi bir yemek, uyumak istiyorum sonra
Yok eğer uzayıp gidecekse bu iş
Derim ki vakit erken, hava da güzel nasıl olsa
Çocuklar görürüm, uzağa bakarım, saçlarımı tararım hiç değil
Belki de biri seslenir, güneşler, güneşler tutan uyruğunda
Bir resim görürüm ya da – ortalık inceydi biraz
Ya da bir resim gördüm; köşede, antikacıda
Ve düşündüm diyelim yanında bizim şamdanların
Bir uyuşma olacak annemin saçlarıyla da
Ne zaman? elbette sabahları
Sabaha baktığım yol uzamakta
Bilirim, her şey tamam, yemek de yendi kurtuldum
Uykuya baktığım yol uzamakta
Uyumak, nasıl uyumak, daha bilmiyorum
İki perde arası soğuk bir limonata
Belki de çıkınca evden taşıtlar beklediğimiz
Ve taşıtlar beklediğimiz durakta
Birini gördüğümüz ya da, geveze, kaypak, sıkıcı
Bitmesi bir olayın – ölüm mü geliyor aklınıza?
Kim bilir, belki de ölüm
Ama korkmayın, bütün iş korkusuzlukta
Öyle ya, ha dibinde ölmek gümüş şamdanların
Ha bir cellat elinde, gözleriniz kapalı
Belki de yürüyorken, iki taşıt arasında
Belki de bir intihar; güzdü, çiçekler vardı
Şişman bir adam kulaklarını tutuyordu dünyada
Dünyaya baktığım yol uzamakta
Ve biraz düşünsek mi, alıştık nasıl olsa
Kim bilir neyi istiyorduk, neyi anmıştık az önce
Dönsek mi dersiniz, gene dönsek mi oraya
Oraya baktığım yol uzamakta
Ya da bir bahçedeyiz – üstelik kadınlar vardı
Ağzınız, çatallar, tarçınlı pasta
Ya da bir toplulukta – iyi yaptınız!
Bu çok hoştur! – size söylüyorum – yaramaz çocuk!
Beni de sandınız! – evde mi? – hayır! limonlukta
Ve hemen kalktınız, bir yangın yeriydi orası
Ya da aklınız olacak sizi bir yangına yerine bağladı
Kızgın güneşte bir şişe ispirtoyu devirdiniz
Kutsal bir iş yaptınız ve yerleşti sizde bu kanı
Belki de bir din devirdiniz; anneniz, annenizin saçları
Gümüş şamdanlar, sabah ışığı, vesaire
Ve sanki he olay, her davranış, ölümün bitişiğinde
İşte evdesiniz, iyi bir yemek, uyumak istiyorsunuz sonra
İstemek, neyi istemek, daha bilmiyorsunuz
Açtınız radyoyu, ılıyan bir ses kanınızda:
AIU, İAO, AĞ UĞ AĞ
Ve kahkahalar arasında kahkahalar
Orada, aşağıda
Tek umut, tek varış, tek kurtuluş gibi
Ve kaskatı kesilmiş, beyaz
Sallanıyorsunuz boşlukta.

XII

Bir kedi başını kaldırdı, ve adam esnedi – tak
Bir yüzü vardı kocaman düşüverdi avuçlarına
Bilmem ki gelir miydi? – saat üç buçuk – üstelik hava..
Sonra şu yağmur bulutu, boşandı boşanacak
Bir kedi ürperdi, ve adam yeniden esnedi – tak
Acaba?
Yazıldı saatin üç buçuk olduğu havaya
Boşandı taptaze üçler halinde bir yağmur
Kim bilir, bu saatte, onu anlıyorum
Belki de unutmuştur.
İşte düğmeler, iğneler, ibrişimler satılan bir dükkânda
Herkesin akşamı onu buluyordu
Bir adam sakallarını yokluyordu kasılarak
Sizi bekliyorum – beni bekliyormuş – niye olmasın?
Bir bakış, bir gülüş, ve yüzünü yüzüne tutuyordu ustaca
Adamsa şunu yapıyordu: hiçbir şey, ama hiçbir şey
Ne tuhaf! – Ben olsam! – ne çıkar ben olsam da
Gelmedi, gelmeyecek ve otuz yıl önce yazlıkta
Oturmuş bir köstebek yavrusunu bekliyor
Çıkmadı, ama çıkacak – babası sesleniyor
Bir sofra duruyor, gerilmiş çilek kokularıyla
Tam çileğe geldi sıra, uzattı çatalı batıracak
Hayır! bir tuhaftır bu, insan gecikmek ister biraz da
Gecikmek: sanırız bizi bir şeyler bekliyordur olağanüstü
İşte ansızın biri çıkacaktır karşınıza
Hiç yoktan biri çağıracaktır sizi
Ya da bir kadın bayılacak, bir memur çıldıracaktır önünüzde
Bir kurşun, bir kurşun daha
Yere serecektir bir serseriyi
Gecikmek: bana kalırsa eve dönmeli en iyisi
Bir küfür, bir patırdı ve babası çıkışıyor
Annesi, annesi biliyor başına geleceği
Bahçede bir kız çocuğu erik ağacını sallıyor boyuna
Diyelim her olayda böylece bir şeyler bulunur
Kalsın, daha çok zaman kalsın diye hatırda
Bir gün, bir benzin deposu havaya uçmuştu biliyorum
Bir alev, bir duman, usulca sokulmuştum
Yanmış bir cep saatimi aklımda tutmuştum yıllarca

Gelmedi, ama gelecek, nedense alıştık zamansızlığa
Bir kedi başını kaldırdı, ve adam esnemedi bak
Demek siz! – koca ihtiyar! – ıslandım işte!
Saat üç buçuk, vallahi saat üç buçuktu gene
Hey Tanrım neye yaradı sanki unutulmak
Kadın saçlarını tarıyor, ve usulca sokuluyordu adama
Adamsa ayağa kalkıyor ve işte ayağa bakıyordu ustaca
Dışarı çıkıyor, içeri giriyor, üç aşağı beş yukarı
Kadınsa domates doğruyor, yok mu ya bu yaz yağmurları
Evet, sahiden, niye?
Soruyor kadın:
Bu yaz yağmurları..

XIII

Şimdi her yerden bakıyorlar – demek uykusuzum –
Kral birini çağırıyor uykusu bitmiş olarak
İşte salı, akşama doğruyuz, Bay Kemik Taciri kestiriyor
Vahalam’da, bilmem ki neresidir Vahalam
Babamın, ak saçlı babamın açtığı yara
Bir tarla konusu
Oy bre dolduran doldurana boşluğu
Babamın akıttığı kan
Bilmem ki neresiydi, neresidir Vahalam
Babamı tanıyorum; çorabı, tütünü, acılarıyla o adam
Eksiği yok küfürden yana
Onu buğdaylar öldürecek, sapsarı öldürecekler onu
Belki de gelenek bu
Al kılçıklarıyla ve hep birden – tamam!
Bilmem ki neresiydi, neresidir Vahalam.

Kral birini çağırıyor, basarak parmağını kâğıda
Bay Kemik Taciri çamurdan yüzünü üstümde tutarak
Hırçın ve kadınsal bir sesle çıkışıyor
Anlamak, sadece anlamak istiyor korktuğumu
Bir adam sokağın alt yanını doldurdu
Kırmızı elleriyle
Masa camında bir çınar yaprağı derinleşiyor
Evet, sizi anlıyorum
Yani kendimi
Saat beş, bu üçüncü çay, kalkınan bir yerimi öldürüyorum
Ve işte bilmiyorum katil kim
Bir burgu, gene bir burguyu oyuyor
Ve karım otuzunu dolduruyor bu akşam
Saat beş, diyorum erken dönmeli eve
Kral birini çağırdı ve işte birini kovmak üzere
Gene bir yanlışlık olacak, hadi kazandı Bay Kemik Taciri
Beni bu kemikler öldürecek, yağlı, pis hayvan kemikleri
Olanca aklığıyla, ve hep birden – tamam!
Bilmem ki neresiydim, neresiydi Vahalam.

Kral tacını çıkarıyor, başı ağrımış olacak
Onu selamlıyorum, kapıyorum kapıyı ardından
Saat beş, bakınca camdan onu görüyorum
Camlarda iri bir gölge derinleşiyor, o
Kralsa tavana bakıyor, bir kristal avize haklayabilir onu
Bay Kemik Taciri karşıya geçiyor başarıyla
Ben sadece paltomu giyiyorum

Akşam
Kral birini çağırdı; biraz et, biraz da şarap
Oturmuş masaya Bay Kemik Taciri
Karısı ve dört çocuğuyla
Duvarda bir tüfek asılı, durmadan ona bakıyor
Tavşanlar, keklikler, turnalar oluyor tüfeğin ucunda
Başkaca bir şey olmuyor
Ben kötü bir meyhaneye dalıyorum, ortalık küf kokuyor.

Duvara alıştırıyorum gözlerimi – siz nesiniz duvarlar?
Hiiiç! sadece duvarız biz
Öyleyse bir yarım saat, karım da bekleyebilir
Adamlar önce beyaz değil, sonra beyaz
Bir şapka gene bir şapkaya asılı
Bir palto gene bir paltoya
Bir adam kendiyle döğüşüyor bir adamda
Evet onu anlıyorum
– Yani kendimi –

Bir kadın bir sürahide biriyle sevişiyor
Bir burgu gene bir gurguyu oyuyor ayrıca
Bir adam dikilmiş ve dikilmiş içiyor durmadan
Hey tanrım! omuzlu, güçlü, kuvvetli
Kocaman bir çocuk yüzü taşıyor yalnızlıktan.

Gece, saat on, karım otuzunda olmalı diyorum
Bir gidip bir geliyorum karanlıklarda
Çiçekler alıyorum, bitmeyen çiçeklerini gecikmelerin
Ve dalıyorum içeri ışıksız bir kapıdan
Aranmak, yenilmek, ve hayır! utanmakti Vahalam
Kral uyandı, karım iç çekiyor durmadan
Bir sabah ışığı kendini yerden yere vuruyor
Kızım uyuyor, ve uyuyan biri gibi konuşuyor karım
Bir duvar resmi gibi konuşuyor
Kral?
Kral uyandı.

Saat dokuzu on beş geçiyor, üşüyorum
Güneşler mi vuruyor sırtıma ne, üşüyorum
Ölgün ve değişmez adımlar atıyorum, üşüyorum
Karanlık, pis adamlar çıkıyorlar mağaralarından
Ne umut, ne hiçbir şey, sadece çıkıyorlar
Bir gece, bir sabah, ve benim bakışlarımı taşıyorlar
Karım ağlıyor, kızım uyuyor, karımsa gene ağlıyor
Diyorum
kim bilir
belki de
tamam!
Orasıydı Vahalam.

XIV

İşte bu boşluk, durmadan bizi çağırıyor
Kremler, pudralar, iç bulantıcı koular gibi
Bir kır bekçisi köpeğini sevdi
Bir çocuk delinmiş bir kovayı sürdü – nereye?
Bir kadın bağırdı bağırdı bağırdı
Tam on yıl öncesine yarayacak bir sesle.

ÇOĞULLAMA

Biz kadınız, bilmeden seviyoruz bu kedileri
Seviyoruz, bir sevilme içgüdüsüyle
Bu bizim yüzümüzde ufacık çizgiler oluyor – acaba
Evet, çok değil, konuşurken düzeltiyoruz
Orayı burayı topluyoruz, yeriyse çocuklarımızı öpüyoruz
Ama biliyorsunuz ki gene de
Hepimiz, işte hepimiz
Bitmenin, tükenmenin yorgunluğu içinde.

Gözler mi? tavana dikili, hayır, pencereye
Yağmalar, sürgünler, yangınlar içinde
Çünkü bu boşluk; tüneller, çukurlar, kap kacak ağızları
Mağralar, denizler, gökyüzleri değil de
Bu boşluk, o bir türlü dolduramadığımız, o
Orman, dağ, kısacası evrenle.

ÇOĞULLAMA

Biz bu lavanta kokularını bilmeden taşıyoruz
Biz bu tavanı bilmeden eski rengine boyuyoruz
Bu bizim terliklerimizde ufacık güller oluyor – acaba?
Evet çok değil, onları bilmeden hoşa gideriyoruz
Sormayın, ama sormayın, bilmeden aralık tutuyoruz kapılarımızı
Bilmeden bekliyoruz, bilmeden uyuyoruz sabahlara değin
Kim bilir, belki de biz
Tanrısıyız en olunmaz şeylerin.

Bu bizim en düzenli hareketimiz: olmak
Asılıp kalmışız öyle, görenler bizi görüyor
Görenler bizi görüyor ve gidip geliyoruz dikkatle
Doğrusu, niye saklayalım, hepimiz bunu yapıyoruz
Ama biz yaşıyorken de bunu yapıyoruz sadece
Cansız
Ve gidip geliyoruz dikkatle.

ÇOĞULLAMA

Biz bu kendimizi boşuna soruyoruz kendimize
Boşuna asıyoruz onları, boşuna öldürüyoruz
Bu bizim gözlerimizden ufacık şeyler geçiyor – acaba?
Evet, çok değil, bakışırken düzeltiyoruz
Biz ne garip şeyleriz ki; doluyuz, bazıyız, avuntuluyuz
Ve bizim en güzel öldüğümüzdür bu: yaşamak
Ben biliyorum, yalan mı, siz de biliyorsunuz.

Edip Cansever

umutsuzlar+parki Umutsuzlar Parkı

İstanbul Destanı

İstanbul deyince aklıma martı gelir.
Yarısı gümüş, yarısı köpük
Yarısı balık, yarısı kuş.
İstanbul deyince aklıma bir masal gelir,
bir varmış, bir yokmuş.

İstanbul deyince aklıma Gülcemal gelir,
Anadolu’da, toprak damlı bir evde,
Gülcemal üstüne türküler söylenir.
Süt akar cümle musluklarından,
direklerinde güller tomurcuklanır.
Anadolu’da, toprak damlı bir evde çocukluğum,
Gülcemel’le gider İstanbul’a,
Gülcemal’le gelir.

İstanbul deyince aklıma,
bir sepet kınalı yapıncak gelir.
Şehzadebaşı’nda akşam üstü,
sepetin üstünde üç tane mum.
Bir kız yanaşır, insafsızca dişi,
boyuna, posuna kurban olduğum.
Kalın dudaklarında yapıncağın balı,
tepeden tırnağa arzu dolu.
Sam yeli, söğüt dalı, harmandalı,
bir şarap mahzeninde doğmuş olmalı.
Şehzadebaşı’nda akşam üstü,
yine zevrak-i derunum,
kırılıp kenara düştü.

İstanbul deyince aklıma Kapalıçarşı gelir.
Dokuzuncu senfoniyle kol kola,
Cezayir marşı gelir.
Dört başı mamur bir gelin odası;
haraç mezat satılmakta.
Bir gelinle güvey eksik yatakda.
Köşede sedef kakmalı tombul bit ut,
Tamburi Cemil bey çalıyor eski plakta.
Sonra ellerinde şamdanlar, nargileler,
paslı Acem kılıçları.
Amerikan kovboyları,
eller yukarı…

Ne kadar da beyaz elbiseleri,
Amerikan deniz erleri.
Kocaman bir papatyadan yolunmuşlar gibi.
Sütden duru, buluttan beyaz.
Beyazın böylesine ölüm yakışır mı dersin?
Yakışmaz.
Ama harbederken onlara
Bambaşka elbiseler giydirirler.
Kan rengi, barut rengi, duman rengi.
Kin tutar, kir tutmaz.

İstanbul deyince aklıma
Kocaman bir dalyan gelir.
Kimi paslı bir örümcek ağı gibi
Gerinir Beykoz’da
Kimi Fenerbahçe’de yan gelir.
Dalyanda kırk tane Orkinos
Kırk değirmen taşı gibi dönmektedir.

Orkinos dediğin balıkların şahı
Orkinoz mavzerle gözünden vurulur.
Denizin içinde ağaçlar devrilir.
Kan çanağına döner Dalyan’ın yüzü
Camgöbeği yeşili bulanır
Bir çırpıda kırk Orkinos.
Reisin sevinten dili dolanır.
Bir martı gelir konar direğe
Atılan Kolyos’u havada yutar.
Bir başkasını beklemez gider.
Balıkcı gülümser tatlı tatlı
Adı Marika dır bu martı’nın der,
Her zaman böyle gelir, böyle gider.

İstanbul deyince aklıma Adalar gelir.
Dünya’nın en kötü Fransızcası orda harcanır.
Çalımından geçilmez altmışlık Madamların
Ağzı dili olsada tenhadaki çamların.
Görüp göreceği rahmeti anlatsa insanların.

İstanbul deyince aklıma kuleler gelir.
Ne zaman birinin resmini yapsam, öteki kıskanır.
Ama şu Kızkulesi’nin aklı olsa
Galata kulesine varır.
Bir sürü çocukları olur.

İstanbul deyince aklıma,
Tophane’de küçücük bir sokak gelir.
Her Allah’ın günü kahvelerine
Anadolu’dan bir sürü fakir fukara gelir.
Kimi dilenecek dilenmesine, utanır,
Kiminin elinde bir süpürge peyda olur uzun
Dudaklarında kirli, paslı bir tebessüm,
Çöpcü olmuştur bugüne bugün.

Kiminin sırtında perişan bir küfe,
Kiminin sırtında nakışlı semer.
Şehrin cümbüşüne katılır gider.
Kalın yağlı bir kolona koşulur,
Piyano taşırlar omuz omuza.
Kendinden ağır yükün altında adamlar,
Balmumu gibi erir dururlar.
Sonra kan ter içinde soluk alırlar
Nazik eşya nazik hammallar ister neylersin
Ama onlar kadar piyanoyu ciddiye alırlar mı dersin?
Nazdan nazik, çiniden bilezik eller.
Derken;
Karşı radyoda gayetle mülayim bir ses
Evlere şenlik üstat Sinir Zulmettin.
Hacıyağına bulanmış sesiyle esner ;
Gamı şadiyi felek,
böyle gelir böyle gider.

İstanbul deyince aklıma,
Stadyum gelir.
Güne, güneşe karşı yirmibeşbin kişi
Hepsinin dudağında İstiklal marşı.
Bulutlar atılır top top, pare pare
Yirmibeşbin kişilik bir aydınlıkiçinde eririm
Canım ağzıma gelir sevinçten hilafsız,
İstaseler bir gelincik gibi koparır veririm.

İstanbul deyince aklıma
stadyum gelir.
Kanımın karıştığını duyarım, ılık ılık.
memleketimin insanlarına
Daha fazla sokulmak isterim yanlarına.
Ben de bağırırım birlikte
Avazım çıktığı kadar.
Göğsümü gere gere.
Ver Lefter’e yaz deftere
Stadyum gelir.

İstanbul deyince aklıma
Binlerce insanın aynı anda,
Aynı şeyi duymasından doğan sevincin,
Heybetini düşünürüm.
Birbirine eklenir kafamda,
Binler, yüzbinler, milyonlar.
Sonra bir mısra havalanır ürkek,
Bir uykuyu cananla beraber uyuyanlar.

İstanbul deyince aklıma,
Yahya Kemal gelirdi bir eyyam.
Şimdi Orhan Veli gelir.
Deminden beri dilimin ucundasın Orhan Veli.
Deminden beri senin tadın senin tuzun.
Senin şiirin senin yüzün.
Yaralı bir güvercin misali
Başımın üstünde dolanır durur.
Gelir sessizce konar, bu şiirin bir yerine
Neresine mi? arayan bulur.
Erbabı bilir.
Deli eder insanı bu şehir deli,
Kadehlerin çınlasın Orhan Veli.

İstanbul deyince aklıma, Sait Faik gelir.
Burgaz adasında kıyıda,
Mavi gözlü bir çocuk büyür döne döne
Mavi gözlü bir ihtiyar balıkcı gencelir küçülür.
İkisi bir boya geldi mi Sait kesilirler,
Bütün İstanbul’ u dolaşırlar elele, başbaşa
Ana avrat küfrederler uçan kuşa eşe dosta.
Sivriada’da da martı yumurtası toplarlar çili çili
Ziba mahallesinde gece yarısı.
Sabaha Galata’dan geçer yolları
Maytaba alacakları tutar kahvede
Zararsız bir deliyi.
Ula Hasan derler, gazeteyi ters tutaysun
Çaktırmadan gazetesini tutuştururlar fakirin,
Sonra oturup sessizce ağlarlar.

İstanbul deyince aklıma,
Sait Faik gelir.
Taşında, toprağında, suyunda,
Fakirin fukaranın yanı başında.
Hey Allah’ım, en güzel çağında Sait’e
Dört beş yıl ömrün kaldı denir.
Sait, Sait olurda nasıl dayanır,
Mavi gözlü çocuk boş verir ölüm haberine.
İhtiyar balıkcı pis pis düşünür.
Bir zehir yeşilidir açılır.
Bir yeşil ki ciğerine işler adamın.
Bir yeşil ki kasıp kavurur.
Küçük mavi çocuk
İhtiyar balıkcı
Ve dilimize bulaşan zehir yeşili.
İstanbul çalkalandıkca bu denizlerde dipdiri,
Dilimiz yaşadıkça yaşasın Sait’in şiiiri.

İstanbul deyince aklıma,
Sabiyem gelir.
Sabiyem boynunda büyük bir demetle,
Sarıyer’den gelir, Pendik’den gelir.
Bahar nereden gelirse velhasıl,
Sabiyem oradan gelir.
Ne delidir, ne divane,
Aslını ararsan çingenedir.
Tepeden tırnağa güneştir.
Topraktır,
Anadır.
Analar içinde bir tanedir.
Biri sırtında, biri memesinde, biri karnında,
Karnı her daim burnundadır.

Canını mendil gibi takar dişine,
Yürekten bir şeyler katar işine.
Bir ucundan girer şehrin, ötekinden çıkar,
Alçak gönüllüdür Sabiyem,
Hem masa satar, hem göbek atar.
Ver bir çeyrek güzelim der;
Neyse halin, o çıksın falin.
Canı çıkar Sabiye’min falı çıkmaz.
Sonra anlatır dün gece başına gelenleri.
Görürüm, üryamda bir sarı yılan,
cenabet, uğraşır durur benimlen.
Uyanır bakarım benim bebeler,
Yatağın ucuna kaymış.
Ayağımın parmaklarını emer.

İstanbul deyince aklıma,
bir basma fabrikası gelir.
Duvarları uzun, masaları uzun, sobaları uzun.
Dal gibi dalyan gibi kızlar çalışır bütün gün ayakta.
Kanter içinde mahzun,
Yüzleri uzun, elleri uzun, günleri uzun.
Fabrikada pencereler, tavana yakın,
Al topuklu beyaz kızlar dalga geçmeyin.
Dışarda ağaçlar dizi dizi,
Duvarlar duvarlar, uzun duvarlar.
Niçin ağaçlardan ayırdınız bizi?
Dışarda tarlalar turuncu asfalt mosmor.
Dışarda, dışarda, dışarda.
Mevsim gürül gürül akıp gidiyor.

On dokuz yaşında Eyüp’lü Gülsüm,
Dalmış beyaz köpüklü akışına ipeklilerin.
Kötü kötü düşünüyor
İpeğin akışına doyum olmaz.
Ama gel gör ki ipekli emprimeden oğlana don olmaz.
Bir top Amerikan bezi sakız gibi beyaz,
Bir top Amerikan’dan neler çıkmaz.
Perdeler, yatak çarşafları, çoluğa çocuğa çamaşır,
Sakız gibi ağarmış bir top Amerikan bezi.
Gülsüm’ün gözleri kamaşır.
Üçüncü oğlanı doğururken Gülsüm,
Bir top Amerikan’a hasret, sizlere ömür.
Gülsüm’lerin sürüsüne bereket,
Yerine bir Gülsüm’cük bulunur elbet.
Gider Gülsüm, gelir Gülsüm,
Azrail ettiğin bulsun.

İstanbul deyince aklıma,
Ağzına kadar soğan yüklü bir taka geliir.
Sülyen kırmızısı üstüne zehir gibi yeşil,
Samsun’dan, Sürmene’den, Sinop’dan,
Yaz demez, kış demez, mutlaka gelir.
Kirli yelkeninde yeni bir yama,
Demirin pası gelir dilime.
Nabzımda duyarım motorun hızını,
Canımın içine sokasım gelir.
İri kalçaları pullu, deniz kızını.

İstanbul deyince aklıma,
Takalar gelir.
Alçakgönüllü kalender.
Ya peleng-i deryadır adları yada şimşi-i zafer

İstanbul deyince aklıma,
Koca Sinan gelir.
On parmağı on ulu çınar gibi.
Her yandan yükselir.
Sonra gecekondular gelir ardısıra
İsli paslı yetim.
Ey benim dev memesinde, cüceler emziren acayip memleketim.

Bedri Rahmi Eyüpoğlu

galata+ve+k%C4%B1z+kulesi İstanbul Destanı

Sürgün

Ellerinden bu yana ne sevinç gördü ellerim,
Ne de “elveda”dan bu yana bir
gülüş salıverdi dudaklarım.
Dönerek açılan bir deniz kabuğu gibi sessizce
Geçerken gün genişler aramızda mesafe.

Açlığa ve yalnızlığa rağmen dayanır aşk yine de.
Yüreğimin çevresine tutunur her gece
Bir kumrunun kanatları taşkın nezaketle,
Ve buluşma yüzüğündeki aşınmış mavi taş daha da parlar.

Hart Crane (1899-1932, ABD)

Çeviren: İsmail Haydar Aksoy
surgun Sürgün

Bir ben biliyorum

                                                 Friedrich Nietzsche’ye

Bir ben biliyorum
Yorgun gözlerinin altındaki halkaların
Ebem kuşağı olduğunu ve
İstediğinde yedi renk bakabileceğini
Siyah saçlarındaki akların aslında
Hırçın dalgaların gelgitlerinden oluşan
Köpüklerin bulaşığı olduğunu
Bir ben biliyorum
Yüreğinin severken
Ölmekten değil de öldürmekten korktuğu için
Tir tir titrediğini

Kayboluşlarında kendini bulup
Her şeye yeniden başlama hevesini
Yalnızlığının nasıl kursağında bıraktığını
Bir ben biliyorum
Dağların eteklerine ziller takıp
Hızla doruklara kaçışından olduğunu
Ruhunun serin esintisinin
Hayatın çarmıhına
Yalpalarda çürüyen tahtaların
Paslı çivileriyle gerildiğini
Bir ben biliyorum
Her kundaklama sonrası
Ormanlarının zehrini
Bir hışımla genzine çektiğini
Bu yangınlarla
Ciğerinin de yandığını
Yine de hiç ağlamadığını
Bir ben biliyorum
Bu şehrin goncalarını bile sevmediğini
İnim inim inleyen gecelerinde
Demlenemediğini
Bir ben tanıyorum
Ve bir ben seviyorum adamım seni bu şehirde adam gibi…

Lou Andreas-Salomé

bir+ben+biliyorum Bir ben biliyorum

Artık Git

Şu senin eşsiz sessizliğin
kabaran yerlerinden duyulabilir pekâlâ
mesela kolunun dirsek içine dokununca
göğsüne başını dayadığında herhangi biri
ellerin tutulduğunda bir kedi karşıdan karşıya geçirilirken
kokunu içime derin bir solumayla çektiğim zaman
şiir okurken gözlerinde beliren gözlerden
öyle ki hepsi başka başka
bir kovan bal gibi bakarsın arıya
kusursuz yaratılmaktan duyulan hoşnutluk gibi mavi
dalgalanan dağlar gibi mordan da öte
gönlümde yer eder
çünkü onlar bütün kış kar sularıyla oğuşturulan
bir kıyının dinlendiği yerdir ki
yine pek dingin bir ekim akşamında
oturmuştuk karşılıklı
umutla

Tuhaf şey diyesi geliyor insanın
tuhaf şey!
her şeyin böyle baştan sona değişmesi
doğa tüzüğünün ilk sayfasında yazılıysa da
her şeyin böyle baştan sona
bir uğultu ormanı gibi sessizliğe gömülmesi
hüzünden de ağır bir hüzün veriyor insana
azala çoğala
ağaçların ağır ağır açtığı yolda
yürürken mahşeri çağrıştıran sessiz kalabalıkta
yoksunluğumu
yoksulluğumu demiyorum, yoksunluğumu
gideren düşüncelerin ard arda sararıp dökülmesi
kimin kabahati diye sormuyorum
küsmene bakılırsa…

Nerde bir yalnızlık görse
konuna almaya yetinen Edip
her şeye gecikilir demişti ya
hiçbir şeye yetişilmez
kimbilir, belki de ziyade ciddiye aldım şairi
hayata geciktim, ölüme yetişemedim
istesem kusurumu sırtına yükleyebilirdim
ama ben güneşi seçtim
çünkü okumayı en iyi o biliyor
vurunca alnıma
atamın apamın kazıdığı kargacık burgacığı
tomruk kılıp kanımı
damar duvarlarıma saldırtan yazıyı
okuyanı ağlatan yazıyı
beni bikes bırakan o antik vesikayı

Söz, rakıya verilmişse tutulmayabilir kaldı ki
işim birde mi bitecek demişim
o halde iki gibi çiçekli kitapçının önünde
cebimde şiir taslağı mektup
aklımda kahverengi denizler
bal rengi
mavi
ve siyah
gözlerin neden böyle kararsız derken
birden aklıma geldi
ankara’da doğup büyüyen her kadın
nedense alaca düşünür ve düşündürür kendini
gülümseme salonundan öfke mutfağına geçilen hol
öylesine kısa ve dardır ki
basık mı basık bir gökyüzüyle
kabarık sarı bir plato arasında
bırakıp terk eder sevdiğini
üstünü toprakla örtmek için
döner yalnızca

Diyecektim ki hazırım
vazgeçtim birden
yüzümün hayata yakışmadığı doğru, ölsem de
yakışmayacak
üstelik diyorum kendi kendime
eksik değil ki dağlara koşar gibi aşka isteğim
gücüm dersen yerinde
ve Ferhad’ın külüngüne eş becerikli
sonuna kadar sabırla ve dirençle
ne kadar uzakta olsam da en yakın kalp sarayından
ne kadar da yokluğunla yaralı, yorgun
ne kadar da bu şiir böyle
umudunu bile korku tığıyla işlese de suyun üstüne
aklı gidip gidip gelse de çocuğumun
seni hatırlayınca kendimi unutup
kızgın bir kaya gibi yağmurun altında
için için eririm

Artık git
ben ardından toprak olur gelirim

Adnan Satıcı

artik+git Artık Git