Yazmam Daha Aşk Şiiri

Oydu bir bakışta tanıdım onu
Kuşlar bakımından uçarı
Çocuk tutumuyla beklenmedik
Uzatmış ay aydınlık karanlığıma
Nerden uzatmışsa tenha boynunu

Dünyanın en güzel kadını oydu
Saçlarını tarasa baştan başa rumeli
Otursa ama hiç oturmaz ki
Kan kadını rüzgardı atların
Hep andım ne yaşanır olduğunu

En çok neresi mi ağzıydı elbet
Bütün duyarlıklara ayarlı
Öpüşlerin türlüsünden elhamra
Sınırsız denizinde çarşafların
Bir gider bir gelirdi işlek ağzı

Ah şimdi benim gözlerim
Bir ağlamaktı tutturmuş gidiyor
Bir kadın gömleği üstümde
Günün maviliği ondan
Gecenin horozu ondan

Cemal Süreya

Yazmam+Daha+Ask+siiri Yazmam Daha Aşk Şiiri

Yarımada

Zaman mı? Değil zaman
Akan zaman değil mesafelerdir
Güneşin çekici yukarda
Suyun bıçağı aşağıda
Krom alçakgönüllü, bakır utangaç
Ağaç: bir damla iki kıvılcım arasında
Rüzgâr bilmiyor nerden eseceğini
Sınırlar kesik,
Yerleşme yerlerinde balkıma

Biz kırıldık daha da kırılırız
Ama katil de bilmiyor öldürdüğünü
Hırsız da bilmiyor çaldığını
Biz yeni bir hayatın acemileriyiz
Bütün bildiklerimiz yeniden biçimleniyor
Şiirimiz, aşkımız yeniden,
Son kötü günleri yaşıyoruz belki
Ilk güzel günleri de yaşarız belki
Kekre bir şey var bu havada
Geçmişle gelecek arasında
Acıyla sevinç arasında
Öfkeyle bağış arasında

Biz kırıldık daha da kırılırız
Doğudan batıya bütün dünyada
Ama kardeşin kardeşe vurduğu hançer
Iki ciğer arasında bağlantı kurar
Büyür, bir gün, zenginleşir orada
Çünkü Ali’yi dirilten iksir de saklı
Hasan’a sunulmuş ağuda,
Granitin de olur bir okyanus diriliği,
Nehirler daha uysal akar,
Bir çiçek nasıl açıyorsa kendiliğinden
Bir kuş nasıl uçuyorsa
Öyle sever, çalışır insan,
Kıraçlar çarptıkça dağlara
Gül göçürür şafağından
Doğanın altın şafağından
Insanın altın şafağından
Tarihin altın şafağından
Biz kırıldık daha da kırılırız
Kimse dokunamaz bizim suçsuzluğumuza.

Cemal Süreya

yarimada Yarımada

İnficar

öp ey gençliğim
genzimde çığlıklaşan bu çıplak sesi
ey kalbin kara lekesi öp
ne el değmemiş parklar ne güz delilikleri
ararken gecenin aynasında kendini erkekliğim
ararken deniz kızlarını fahişeler
yalandır çılgınlığı kitaplardan bildiğim

yaslanıp yorgunluklara dinelmek olmaz artık
ah neler yapardık yağmura karışan kızlara bakıp
yokluğum yokluğunu alır artardı kalabalık
ve tuhaflığı kalkıp da gitmemenin ağlardık sonra
ağlardı anne karnında cenin

yakılırken
yeryüzüne süzülen o sözcükler
toplardı gülüşlerini bebekler ve ben terlerdim
terlerdim azgın bir denizden
soğumuş sokaklara doğru
yarılıp serpilirken güneş

artık azalan bir inzal coşkusudur yaşamak
bir ürkü yokluğun ve sinemalar
akıp giden bir ırmak

böylece ardımdan kuşkular bırakıp
karışacağım sana ey bakire deniz
artık annemiz yok
biz aynı nehirdeniz

başlar mı birileri birazdan ağlamaya
ben buna başladım bile
ki hinlikler doğurmakta bir kadın karnında dünya
bu genç sakalımı her kestiğimde
şehrin kavşaklarında genç kızlar arasında
gökyüzüne dönüp dönüp ağlamamı görürdüm
arardı beni şehirde fulya

yürürdü ergenliğim doğduğum günden beri
aşklar tıkanırdı gırtlağıma soluklanmalar
şaşardım ellerimden habersiz he söze aktığıma
yürür yürür taşardı ergen dolu bir deniz
inanmaz olmuştum dünyaya çıktığıma

ey çığlığım at koşturan bir şiire ağlanmaz
kanla yıkanmış sayılırız biz
henüz şafak salmamışken kapılara sesisini
aşk gösterirken körpecik memesini
uğultularım artacak
çocuklar bile unutacak ismini

bir fısıltı bir gece hep o kerpiç araları
yağmur altında bir şarkı patikalarda
resmimi çiziyorum tozlanmış gözyaşlarıyla çocukların
resmim çakal sesleriyle boğuşan çok arkalarda
bir kürt bir dağlı şehirde patlak veren

ey bir kadın gülüşünden binbir acı çıkaran
ey beni alemlere denkleştiren hız
sen ki tahtına çıkardın beni en ince çizgilerin
artık ne dünyanın halleri
ne de kahrımız

kayboldun
ardından bir ülke akıtıldı yüzüme
atlarımı sürdüğüm o çayır oluklarında
yüreğin en gizli kıvrımına yöneldim
apacık bir çılgınlık olacaktı suçlarım
çılgın bir yemin bir gülümserlik

ah yorulmayan dünya
sana bu heyecan ırmağını
alıp da sunmak için
insem mi bindiğim attan
insem mi aşk için ağlamaya

hayır andolsun zamana ki
aynı anda çağrıldım ölüme ve yaşamaya
ama dilimde alevlenen bir koşu hala
hala ayaklarımda irinlerle çıkıyorum sabaha

dehşetin rengiyle çizdim bu sesi
taşırırmış beni benden bu doyumsuz sezgiler
meşhurmuş benim imzam terleyen her kaygıda

bıkmadan fulya
bir soluk sokulmadan araya
sözetsem mi sokrat’tan
öncesinden dünyaya

hayır andolsun zamana ki
taşır kendini ölüm durmadan yaşamaya
ey soylu arap atlarının yelesi
kaç kez gidip geldim öpüştüğün rüzgara
kaç kez gidip gidip bağdat’ta geylani’yi dinledim
ve attı elinden çiçeklerini fulya
güldüm ve yaklaştı cehennemim

cehennemim
ve her gece rüyama giren yeryüzü cennetleri
ve yürüyen
yürüyen kıyamet ayetleri

ölüm neye karşılık aşk neye
hayatın ortasında suratları kemiren
ceza neden gizlenir yazısız kitaplara
çığlıkların dibinde bu kusmuk neden

ben ki bu kumral yüzle ağlayarak koşamam
dağılıyor bin kitaba bir alem
böyle koşamam
işte ağrıyor bende yarılan yaprak
ağrıyor çocuklara bırakılmış o güzellik rüzgarı
benim bu yorgun karanlığıma bakıp
şehir soyunan bir dişiden daha hızlı boğar mı gizlerini
ey ağrıyan yanıyla denizi tutan adam

bak sırtında hain serinliği iblisin
güz dağıldı yeni sevişme kanalları
fulya birşey yakıyor dilimi
karartıyor aldatılan hüzünler sevinçli gömleğimi

artık ben aynaları bağrından ayıran biriyim
birden göğeren acıların ve kanın arasında
dünyayı peşimsıra ölümlere koşturup
ağlayanlardan oldum

sür atlarını yüzümde ey yanık gençliğim
bak hala şehirde beni arıyor fulya
ismini bilmediğim kadınlar sürekli öpmek istiyor beni
ve gittikçe artıyor avucumda tuttuğum ateş
gülüşlerimi yok ederek bakıyorum dünyaya
fulya fulya fulya

Sıtkı Caney
inficar İnficar

Çok Sevmişti

Herhangi bir geminin limandan ayrılmasına bile ağlar oldum
Sonra akşamların gelişi gündüzlerin vedası üzdü beni
Sayende yaşadığıma bile efkarlanıyorum
Artık gerisini sen düşün
Sebepsiz hüzünlerdir benim kirpiklerim
İster istemez öpüp kaçarlar beni
Hiçbir şey olamamış gibi
Nasıl bir selama mutlu oluyorsam
Sensizliğimde bir yağmur damlası bazen kahrediyor beni
Çok genç öleceğim belki
Belkide yaşayanlar kendi nefeslerine bile inanamayacaklar öldüğümde
Elbette her veda gibi hüzünle uğurlanacağım
Kimileri üzülecek kimilerinden fazla
Az yaşadı diyecekler arkamdan az yaşadı
Ama çok sevmişti…

Ceyhun Yılmaz

cok+sevmisti Çok Sevmişti

Kuzgun

Ortasında bir gecenin, düşünürken yorgun, bitkin
O acayip kitapları, gün geçtikçe unutulan,
Neredeyse uyuklarken, bir tıkırtı geldi birden,
Çekingen biriydi sanki usulca kapıyı çalan;
“Bir ziyaretçidir” dedim, “oda kapısını çalan,
                            Başka kim gelir bu zaman?”

Ah, hatırlıyorum şimdi, bir Aralık gecesiydi,
Örüyordu döşemeye hayalini kül ve duman,
Işısın istedim şafak çaresini arayarak
Bana kalan o acının kaybolup gitmiş Lenore’dan,
Meleklerin çağırdığı eşsiz, sevgili Lenore’dan,
                                    Adı artık anılmayan.

İpekli, kararsız, hazin hışırtısı mor perdenin
Korkulara saldı beni, daha önce duyulmayan;
Yatışsın diye yüreğim ayağa kalkarak dedim:
“Bir ziyaretçidir mutlak usulca kapıyı çalan,
Gecikmiş bir ziyaretçi usulca kapıyı çalan;
                             Başka kim olur bu zaman?”

Kan geldi yüzüme birden daha fazla çekinmeden
“Özür diliyorum” dedim, “kimseniz, Bay ya da Bayan
Dalmış, rüyadaydım sanki, öyle yavaş vurdunuz ki,
Öyle yavaş çaldınız ki kalıverdim anlamadan.”
Yalnız karanlığı gördüm uzanıp da anlamadan
                                     Kapıyı açtığım zaman.

Gözlerimi karanlığa dikip başladım bakmaya,
Şaşkınlık ve korku yüklü rüyalar geçti aklımdan;
Sessizlik durgundu ama, kıpırtı yoktu havada,
Fısıltıyla bir kelime, “Lenore” geldi uzaklardan,
Sonra yankıdı fısıltım, geri döndü uzaklardan;
                                   Yalnız bu sözdü duyulan.

Duydum vuruşu yeniden, daha hızlı eskisinden,
İçimde yanan ruhumla odama döndüğüm zaman.
İrkilip dedim: “Muhakkak pancurda bir şey olacak;
Gidip bakmalı bir kere, nedir hızlı hızlı vuran;
Yatışsın da şu yüreğim anlayayım nedir vuran;
                                Başkası değil rüzgârdan…”

Çırpınarak girdi birden o eski kutsal günlerden
Bugüne kalmış bir Kuzgun pancuru açtığım zaman.
Bana aldırmadı bile, pek ince bir hareketle
Süzüldü kapıya doğru hızla uçarak yanımdan,
Kondu Pallas’ın büstüne hızla geçerek yanımdan,
                                  Kaldı orda oynamadan.

Gururlu, sert havasına kara kuşun alışınca
Hiçbir belirti kalmadı o hazin şaşkınlığımdan;
“Gerçi yolunmuş sorgucun” dedim, “ama korkmuyorsun
Gelmekten, kocamış Kuzgun, Gecelerin kıyısından;
Söyle, nasıl çağırırlar seni Ölüm kıyısından?”
                                       Dedi Kuzgun: “Hiçbir zaman.”

Sözümü anlamasına bu kuşun şaşırdım ama
Hiçbir şey çıkaramadım bana verdiği cevaptan,
İlgisiz bir cevap sanki; şunu kabul etmeli ki
Kapısında böyle bir kuş kolay kolay görmez insan,
Böyle heykelin üstünde kolay kolay görmez insan;
                                    Adı “Hiçbir zaman” olan.

Durgun büstte otururken içini dökmüştü birden
O kelimeleri değil, abanoz kanatlı hayvan.
Sözü bu kadarla kaldı, yerinden kıpırdamadı,
Sustu, sonra ben konuştum: “Dostlarım kaçtı yanımdan
Umutlarım gibi yarın sen de kaçarsın yanımdan.”
                                      Dedi Kuzgun: “Hiçbir zaman.”

Birdenbire irkilip de o bozulan sessizlikte
“Anlaşılıyor ki” dedim, “bu sözler aklında kalan;
İnsaf bilmez felâketin kovaladığı sahibin
Sana bunları bırakmış, tekrarlıyorsun durmadan.
Umutlarına yakılmış bir ağıt gibi durmadan:
                                      Hiç -ama hiç- hiçbir zaman.”

Çekip gitti beni o gün yaslı kılan garip hüzün;
Bir koltuk çektim kapıya, karşımdaydı artık hayvan,
Sonra gömüldüm mindere, sonra daldım hayallere,
Sonra Kuzgun’u düşündüm, geçmiş yüzyıllardan kalan
Ne demek istediğini böyle kulağımda kalan.
                                     Çatlak çatlak: “Hiçbir zaman.”

Oturup düşündüm öyle, söylemeden, tek söz bile
Ateşli gözleri şimdi göğsümün içini yakan
Durup o Kuzgun’a baktım, mindere gömüldü başım,
Kadife kaplı mindere, üzerine ışık vuran,
Elleri Lenore’un artık mor mindere, ışık vuran,
                                   Değmeyecek hiçbir zaman!

Sanki ağırlaştı hava, çınlayan adımlarıyla
Melek geçti, ellerinde görünmeyen bir buhurdan.
“Aptal,” dedim, “dön hayata; Tanrın sana acımış da
Meleklerini yollamış kurtul diye o anıdan;
İç bu iksiri de unut, kurtul artık o anıdan.”
                                    Dedi Kuzgun: “Hiçbir zaman.”

“Geldin bir kere nasılsa, cehennemlerden mi yoksa?
Ey kutsal yaratık” dedim, “uğursuz kuş ya da şeytan!
Bu çorak ülkede teksin, yine de çıkıyor sesin,
Korkuların hortladığı evimde, n’olur anlatsan
Acılarımın ilâcı oralarda mı, anlatsan…”
                                 Dedi Kuzgun: “Hiçbir zaman.”

“Şu yukarda dönen gökle Tanrı’yı seversen söyle;
Ey kutsal yaratık” dedim, “uğursuz kuş ya da şeytan!
Azalt biraz kederimi, söyle ruhum cennette mi
Buluşacak o Lenore’la, adı meleklerce konan,
O sevgili, eşsiz kızla, adı meleklerce konan?”
                               Dedi Kuzgun: “Hiçbir zaman.”

Kalkıp haykırdım: “Getirsin ayrılışı bu sözlerin!
Rüzgârlara dön yeniden, ölüm kıyısına uzan!
Hatıra bırakma sakın, bir tüyün bile kalmasın!
Dağıtma yalnızlığımı! Bırak beni, git kapımdan!
Yüreğimden çek gaganı, çıkar artık, git kapımdan!”
                                Dedi Kuzgun: “Hiçbir zaman.”

Oda kapımın üstünde, Pallas’ın solgun büstünde
Oturmakta, oturmakta Kuzgun hiç kıpırdamadan;
Hayal kuran bir iblisin gözleriyle derin derin
Bakarken yansıyor koyu gölgesi o tahtalardan,
O gölgede yüzen ruhum kurtulup da tahtalardan
                            Kalkmayacak – hiçbir zaman!

Edgar Allan Poe
Çeviri : Ülkü Tamer

kuzgun Kuzgun

tereddüt

radyo oyunlarına benzer insan hayatı
hep arkası yarın! arkası yarın! arkası yarın!
sanki hep arkalarda kalmışçasına yarın!
sanki hep arkalarda kalması gerekirmişçesine yarın
bölük pörçük yaşanırken aşklar, acılar, nefretler
başka insanların dillerinde, başka oyuncuların yeteneğinde
radyo oyunlarına benzer insan hayatı
efektler kimin elinden, seslendirenler kim, konu ne
bir dinleyici gibi oturursunuz kendi hayatınızın önüne
meraklanırsanız, heyecanlanırsınız, sinirlenirsiniz de
oysa kahramanı olduğunuz oyunda
habersizken olanlardan, olacaklardan
ağlarken ince ince siz, titrerken yarım yarım..
radyo oyunlarına benzer insan hayatı
hep
arkası yarın!
arkası yarın!
arkası yarın!

Küçük İskender

arkasi+yarin tereddüt

on iki mısralık savunma

Kuruyup düşen yaprağını düşünür mü ağaç hiç
gözyaşı kanallarında gondolla dolaşırken aşk
bir isim tamlamasına dönüşmek isterken iki sevgili..

Tek derdi, kendi derinliğine çekilmektir acının;
suyu suyla kirletmek kadar masum
bir gözü öteki göze düşman etmek kadar tehlikeli..

Birbirlerine çarpa çarpa batan gemiler
ağlaşan mürettebat, ağlaşan halatlar, ağlaşan kaos
ağlamayı savaşmak sanan zavallı cahil melankoli..

Bilinmezin içinde pusuya yatmışken bilim
hayatın dağlarına çekilmişken eşkıya durumlar
insan yalnızca bir gün öleceği için sevinmeli..

küçük iskender

on+iki+misralik+savunma on iki mısralık savunma

alkolü bırak beni bırakma

Deniz kenarında durup karşı kıyılara bakarak
yeni bir kıta keşfeden kaşif tanımıyorum aslında!
O yüzden terk etme beni!
O yüzden gözleri yerde yürüyen çocuk olma!
Kırmızı ışıkta geçme aklımdan geceleri!
Bana ölümden söz etme mektuplarında
Bir sırrı tutar gibi tut ellerimi
Bir sırrı ağzından kaçırır gibi söyle beni sevdiğini…!
O yüzden terk etme beni!
Hayat denilen ameliyata alınırken
Dudaklarından ağzıma ver soluğun narkozu!
Baygın düşelim koşan atları seyrederken
Fenalık geçirelim bir balıkçı lokantasında
İki yudum rakı arasında!
Çok usta iki satranç oyuncusu gibi oturalım
yatağın başucuna sen ayakucuna ben
bağdaş kurup!
O yüzden terk etme beni!
Parmaklık olsun bedenin
hapsolduğum bu korkunç acıda

İçimde ters takla atan sonbahar
diye tanıştırayım seni arkadaşlarımla!
Kimse memnun olmasın el sıkıştığına
konuştuğuna tartıştığına dövüştüğüne seninle!
Cinli Bebek! bir oyuncağın yedek parçası
gibi dur hep hafızamın tozlu raflarında!

alkolü bırak! beni bırakma.

küçük iskender

alkolu+birak+beni+birakma alkolü bırak beni bırakma

uzun

                   hüseyin alemdar’a

uzun yazlardan sözeden kadınlardan korkacaksın
hani bir de ağustos, köpek gibi sarhoşsa ayakbileklerinde;
hani bir de masada rakı, aşkta endişe tükenmişse
uzun yazlardan sözeden kadınlardan çok korkacaksın
bir ağaç, gece vakti tırmanmaya kalkmışsa ölü rengeyiklerine!

uzun yolculuklardan sözeden erkeklerden korkacaksın
hani bir de taşlı tozlu yollar, deli gibi koşuyorsa gözbebeklerinde;
hani bir de devrimde inanç, vücutta takat tükenmişse
uzun yolculuklardan sözeden erkeklerden çok korkacaksın
bir çocuk, gece vakti sapanla vurmaya kalkmışsa sınırdaki askeri!

uzun şiirlerden sözeden şairlerden korkacaksın
hani bir de intihar fiyakalı bir sustalı gibi duruyorsa arka ceplerinde!
hani bir de kağıtta mürekkep, kainatta şiddet tükenmişse
uzun şiirlerden sözeden şairlerden çok korkacaksın
bir mecnun kul, gece vakti tanrıyla peygamberin arasına girmişse!

uzun sözcüğünden korkacaksın
hani bir de kısaysa yazılırken bile!

Küçük İskender

uzun+siir uzun

kerrat cetveli

Benim suçum yok!
Bir çocuktan bir çocuğa geçen
su çiçeği gibi bulaştın bana!

Kalbimi kucağıma aldım,
kalbim, kapanmayan bir ahşap çekmece sanki
yarısı içerde, yarısı dışarda
boşlukta asılı kaldı dudaklarına!

Bir marangoz ustasıydım adeta
bir ayağı mutlaka kısa masa yapan!
Bir elimde çekiç, bir elimde çivi
kendimi bir resim gibi çakacağım insanı aradım yıllarca!

Kim bilir, belki de
denize indirilen gemiye çarpacak şampanya şişesiydim hayatında!
Gemi indirildi, şampanya şişesi çarptı
Sadece gözyaşlarının köpükleri bulaştı ağır ağır dalgalara!

Hadi diyelim ki, ilkokul üç talebesinin zorlandığı matematik işlemiydim
yedi kere sekiz’in hiç bir boka yaramadığı bir hesap gibi hatırlandım aslında!

Küçük İskender

kerrat+cetveli kerrat cetveli