Umutsuzlar Parkı

I
Biliyorsunuz parkların
Sizi çağıran tarafları
İnsanın gizli, karanlık köşeleriyle oranlı
Orada saklanıyor onlar
Çünkü her türlü saklanıyorlar orada
Bir yağmur öncesinin loş sokaklarıyla
Dağınık mavisiyle gözlerinin
Sevgi vermez kadın uçlarıyla
Korkuya, sadece korkuya sığınmış olarak
Eskimiş, kurtlanmış ikonlarıyla kiliselerinin
Yalvaran bakışlarıyla –nasıl da sevimsiz-
En kötüsü, belki en kötüsü
Bir duygu açlığıyla soluyarak
Parklara yerleşiyorlar, parkların
Onları çağıran köşelerine
Bir karıncayı selamlıyorlar, besili, siyah
Bacak aralarından
Çömelmiş, öyle sakin
Selamlıyorlar
“Günaydın” diyorlar atılmış bir kâğıt parçasına
Kuleler yapıyorlar ayak parmaklarından
Birinci katta bir kibrit çöpü oturuyor
Acılar alıp veriyor dünyadan
Dillerini gösteriyorlar, diz kapaklarını
Bir sıkıntı şiiri gibi
Sıkıntı
İşte
Tam orada duruyorlar.

II

Bu kimin duruşu, bu sizin en gülmediğiniz saatlerde
Her cümlede iki tek göz, bu kimin
Ya da kim korkuttu bu kadar sizi
Bu nasıl sevişmek, üstelik bu kadar hızlı
Ya da tam tersine
Boş vermek öperken, severken boş vermek sevmelere
Sulardan ürpermek gibi dokununca,
Ya da ben kimi sarmışım böyle kollarımla
Kime söz vermişim, biraz da unutmak gibi
Denir mi, ama hiç denir mi, iş edinmişim ben
İş edinmişim öyle kimsesizliği
Kendimi saymazsam – hem niye sayacakmışım kendimi –
Çünkü herkese bağlı, çünkü bir yığın ölüden gelen kendimi
Konuşmak? konuşuyorum, alışmak? evet alışıyorum da
Süresiz, dıştan ve yaşamsız resimler gibi.

Ne çıkar sanki sardıysam sizi kollarımla
Unutmak, belki de unutmak olsun diye mi
Onu da tatmak gibi
Oysa ne bir evim oldu, ne de bir yerim var şimdi gidecek
Ama gitmenin saati geldi
Kirli bir gömleği çıkarıp asmak
Yıkayıp kurutmak ister ellerimi
Su içmek, saati kurmak ve sebepsiz dolaşmak biraz da
Açınca camları – diyelim camları açtık ya sonra? –
Sonrası şu: ben bir camı, bir perdeyi açmış adam değilim
Bilirim ama çok bilirim kapadığımı
Öyle iş olsun diye mi, hayır
Bilirim içerde kendimi bulacağımı
Dışarda görüldüysem inattan başka değil
Evet, çünkü bu karanlık işime en geleni
Kendimi saklıyorum ya, bir yığın ölüden gelen kendimi
Oramı buramı dürtüyorum, bunu sahiden yapıyorum
Ve açıyorum bütün muslukları
Diyorum sular mı böyle, sular mı olmalı
Ne geldiği, ne de gittiği yer belli
Olmuyor, gene kendimi düşünüyorum
Alıştım istemiyorum.

III

Binlerce, ama binlerce yıldır yaşıyorum
Bunu göklerden anlıyorum, kendimden anlıyorum biraz
İnsan, insan, insandan; ne iyi ne de kötü
Kolumu sallıyorum yürürken, kötüysem yüzümü buruşturuyorum
Çok eski bir yerimdeyim, çürüyen bir yerimden geliyorum
Öldüklerimi sayıyorum, yeniden doğduklarımı
Anlıyorum, ama yepyeni anlıyorum bıktığımı
Evlerde, köşebaşlarında değişmek diyorlar buna
Değişmek
Biri mi öldü, bir mi sevindi, değişmek koyuyorlar adını
Bana kızıyorlar sonra, ansızın bana
Kimi ellerini sürüyor, kimi gözlerini kapıyor yaşadıklarıma
Oysa ben düz insan, bazı insan, karanlık insan
Ve geçilmiyor ki benim
Duvarlar, evler, sokaklar gibi yapılmışlığımdan.

Bilmezler, kızmıyorum, bunu onlardan anlıyorum biraz
Erimek, bir olmak ve unutulmak içindeki onlardan
Ya da bir başkaca şey: ben kendimi ayırıyorum
O yapayalnız olmaktaki kendimi
Böyleyken akıp gidiyorum bir nehir gerçeği gibi
Sanki ben upuzun bir hikaye
En okunmadık yerlerimle
Yok artık sıkılıyorum.

IV

Biliyorsunuz, size geldim sadece
Kapınızdan aldım, ballı çöreklerinizden
Peki bu sevinmek niye?
Girdim ki içeriye yıllardır soyunuyordunuz
Ve işte giyiniyordunuz yıllarca
Bir Mısır, bir Roma, belki de bir Yunan elleriyle
Eski bir insandınız merdiven gıcırdıyordu
Her eski daha bir eskiyi uyarıyordu
Otlar ve geyikler duruyordu tanımsız sadelikler içinde
Sesler mi? acı sesler geliyordu erkeksiz, yanık
Bir türlü bakıyor, gene bir türlü soluyordunuz işte
Düşündüm, ama merdiven gıcırdıyordu
Olmazdı sanki gıcırdamasın, ürpermesindi bir yerimiz
Biliyorsunuz olmazdı
Ağzımız koksun, ama koksun, biz iğrençliğe de varız
Yatalım, leş gibi yatalım, öylesine alıştığımız ki bu
Bir kumru bir kumruyu tamamlasın
Bir yılan, bir fare bir deliği kapasın bu
Sadece bu.

Bak göreceksin nasıl da ayrılmak istiyoruz sonra
Nasıl da kaçmak istiyoruz birbirimizden
Yeniden yeniden yeniden
Yeniden hazırlanıyoruz
Sanki bir güzelliği ödüyoruz
Belki bir güzelliği ödüyoruz.

V

Biz olmayan insanlarız, ya da çok kuşkuluyuz – böyle
Nereden geldiniz, tam sizi soracaktım – böyle
Biraz da soğuk almışım, biraz da içki, biraz da bahçe
Yukarı çıkalım, hadi çıkalım, annem çay pişirir size
Çünkü o bizim yukarda her zaman bir mavi olur
Güneşler girer çıkar ellerinize
Biriyle konuşuyorsunuz, olmayan biriyle, hadi sevinin
Kim bilir, belki de buluşursunuz
Söz verip sizi bekletenlerle
Sonra da çıkarız – niye olmasın – bahçeye çıkarız birlikte
Otlara basarız, dallara değeriz, bunları hep yaparız
Biraz da susmalıyız. İnsan bir şeyler aramalı kendinde.

Dedim ya, annem de var, ama çay pişirmez size
Durur da durur işte yıllanmış heykeller gibi
Bilmem ki, bilmiyorum da, belki de benim annem yok
Belki de öyle beyaz ki, alışmış görünmezliğe.

Nereye gidiyorsunuz ama nereye
Sanki biz olmayan insanlarız biraz da kuşkuluyuz
Ya da çok kuşkuluyuz – böyle.

VI

Yüzümü size çeviriyorum, siz misiniz?
Elimi suya uzatıyorum, siz misiniz?
Siz misiniz, belki de hiç konuşmuyorum
Belki de kim diye sorsalar beni
Güneşe, çarşıya, kadehe uzatacağım ellerimi
Belki de alıp başımı gideceğim
Biliyorsunuz ya bir ağrısı vardır gitmenin
Nereye ama, nereye olursa gitmenin
Hüzünle karışık bir ağrısı.

İşte bir denizdeyim, dalgalar ortasında
Kim olsa denizci der, denizden anlayan der bana
Adımı bilmeden der, adımı bilmeden
Şafaklar kadar güzel adımı
O zaman bir kıvrılandır, bir kuruyandır dudaklarım
Ve gittikçe sıkılmaktır ülkesi sıkıntının
Sanki bir yokluğa, bir çaresizliğe bakar gibi
Nice yüzler görürüm, nice değişik kıyılar
İnsanı, o kayalar gibi sert insanı
Bekledikleri kadar.

Bir ağız, bir tütün, bir mızıka gerçeği gibi
Varınca kıyıya birden
Değilsin artık gemici.

VII

Bana bir şeyler söylediniz, anlamadım
Bir cümle, iyi bir söz, gene anlamadım
Doğrusu hiç anlamadım, siz ne demiştiniz?
Ben ne demiştim, ve çekip gitmiştim sonra
Öyle ya, niye hiç değişmedi bakışlarınız?
BİTMEDİ, DİYORUM BİTMEDİ ŞAŞKINLIĞIMIZ.

O gün bugündür işte – ben mesela
Çok usta bir avcının gözleri karşısında
Bir çocuk olarak taptaze oyuncakların
Ve çok ölçülü saatlerinde ev kadınlarının
Ki birdenbire açılan kucaklarında
BİTMEDİ, AMA BİTMEDİ ŞAŞKINLIĞIMIZ.

Bitmedi anlaşıp soyunduğumuz gün – o beyaz
Bir taşı kaldırdığımda o akıl almayacak yaşayış
Tanrıyı sorduğumda, olur ya, günün birinde tanrıyı
Odama kapanıp saydığımda ayak parmaklarımı
Kapımı çaldıklarında – bunu size söylüyorum anladınız
Kaykılmış, büyümüş gözleriyle onların
Kim der ki yalan, ve yalandır orda konuştuklarımız
BİTMEDİ, DAHA BİTMEDİ ŞAŞKINLIĞIMIZ

Üstelik bitecek gibi değil
Biri kopmuş ayağından, biri kopmuş kimsesizliğinden
Sımsıkı tuttuğu dönerken köşeyi
Elinde bir bıçakla
Ve öldürmek isterken – kimiyse kimi
Gülünç, sebepsiz, bilinç altı
Ama tutalım, koyvermeyelim
Tutalım koyvermeyelim bırakın kibarlığı
Yanılmak kolay, üstelik çok belli işte yanıldığımız
BİTMEDİ, DİYORUM BİTMEDİ ŞAŞKINLIĞIMIZ.

Paralar bozduruyoruz, gereksiz eşyalar alıyoruz bu yüzden
İçtikçe içiyoruz o çocukluk günlerinin yüzüyle
Birimi öldü ne, selviler, mezar taşları, kalabalık
Ya da bir masal mı söyleniyordu, hiç mi bitmeyecek bir
Masal
Kimbilir n’olduydu gene
İşte bir sevgilinin bırakıp gitmesi üzerine
Apışıp kaldığımız, yatıverdiğimiz yemekten sonra
Saatin kaç olduğu – üstelik sorulmaz ki
Sabah kadar sabaha
Uyuyup uyandığımız
BİTMEDİ, DİYORUM BİTMEDİ ŞAŞKINLIĞIMIZ.

Evlere sığamıyoruz, öylesine büyüdü ki vücutlarımız
Ve konuşmalarımız, öyle büyüdüler ki peşi sıra
Hani hep bir olup da eve taşıdıklarımız
Kahveden, meydandan, sokak içlerinden
Bulup da çıkardığımız
Konuşmalar:

– Biri geliyor sözü değiştirelim
– Yürüsek açılırdık
– Bu ne uzun bakmak kendinize
– Ağzım mı kokuyor ne, yaa! … çok kötü günümdeyim
– Akşama bezik, evet, siz ne içerdiniz?
– Annem mi, çok sevinecek..
– Belki de sinemaya gideriz..
– Bilirsin erken kalkmalı, yarın.. (gülüşler) yok canım!
– Siz yarın deyince aklıma ölmek geliyor, katıla katıla ölmek
– Bana kalırsa..
– Evet size kalırsa
– Bana kalırsa şimdiden eğlenelim
– Sus!
– Biri geliyor
– Biri geliyormuş sözü değiştirelim

Yengemin başı ağrıyor, tek sebebi büyümek
Masalar, tabaklar, hani şu kirazlar koyduğumuz
Kalmadı adım atacak yer bu yüzden
Oğuza söylemeli, bir daha çiçek getirmesin
Lale de saçlarını kestirmeli
Sonra gereksiz eşyalar var, bir gün oturup konuşalım
Örneğin şu hasır koltuk neye yarıyor
Bana kalırsa babamın mineli saati
Tek başına bütün bir odayı dolduruyor
Hele annemin güneş gözlükleri
Yarından tezi yok, çakımı, kol saatimi, eldivenlerimi
Aaaa! Kitaplarınız
BİTMEDİ, DAHA BİTMEDİ ŞAŞKINLIĞIMIZ.

Üstelik bitecek gibi değil
Çok yaşlı bir kadın yün eğiriyor – düpedüz ilgisizlik
Bisiklet yarışları, akşam gezintileri, insan ne güzel eğleniyor
Bir hırsız giriyor ellerinize, polisler hırsızı kovalıyor
Daha akşama çok var – olsun – biri sizi öpmeye hazırlanıyor
Bense berbere uğrayacağım, şu saçlarıma bakın!
Üstelik bilmiyorum bu şarapları nasıl içiyoruz
Balıkları nereden geliyor soframızın hele
Yıllardır ama, yıllardır neyi koysalar önümüze
Alıştık, sadece bir türlü bakıyoruz.

İşte biz böyle yapıyoruz.

VIII

İnsan doğduğu günleri iyi bilmeli
Size çiçekler aldım, adımı yazdım üstüne, iyi bilmeli
Korkunç bir Yahudi, korkunç bir pastayı bölüyordu ikiye
Bir avlu taptaze bir çaydanlığı gösteriyordu giderek
Oooo! Demek bütün insanlar çay içecek
Bilmem, çok uzakta biri sevindi
Sonra ben sevindim; acı mı, sevinç mi, ama bilmeden
Belki de ilk olarak vardım ayakta durmanın tadına
Sıktım ki sıktım bir ara dişlerimi
Bir bakış, bir korku, yada gereksiz bir eşya
Yani ne varsa atılması gereken sırtımda
Önce yavaş yavaş, sonra hızlı hızlı
Ve bir Ortodoks kabalığınca içten
Soyundum, yıkandım, ki görülmemiştir böylesi
Aklıma geldi derken; acı mı, sevinç mi gene aklıma
Ben ki bir ölüyü beklemekle geçirdim geceyi
Bir ölüyü ve ölünün bütün inceliklerini
Size çiçekler aldım, adımı yazdım üstüne, biraz da bunun için
Gözlerim görüyordu, öyle ki, benden ayrı görüyordu gözlerim
Dişlerim ağrıyordu, denir ki ayrıca ağrıyordu benden
Bilmem çok uzakta biri sevindi
Sonra ben sevindim, kadınlar sarışındı
Ben biraz esmerdim, o kadar
İşlerim kötü gitti
Bilseydim katılırdım savaşlar oldu ötemde
Yaşayanlar güzeldi
İnsan doğduğu günleri iyi bilmeli.

Geçen yıl korkulu bir çağda uyandım
Sur dışlarına çıktım, sıcak havaları severdim
Mezarları gördüm, müzeler daha güzeldi
Annem sevinmek için boncuklar alıyordu çarşıdan
Ben boncuğu sevmem, hele kırmızı hiç sevmem
Demek çok uzaklarda biri sevindi
Sonra ben sevindim, o ben ki işte bütün gün
Bir ölüyü bekledim ve ölünün bütün inceliklerini
Biri bir cinayetten dönüyordu, şan getiren bir cinayetten
Biriyse bir köleydi, kâğıtlar kalemler içinde
Akşamlara dek bir masa katılığınca gün
Ama o gün bugündür ayrılmadım ben
Ayrılmadım işte o
Beklediğim ölüden.

Pek yakınım olacak, karım, ya da kızkardeşim
Belki hiçbiri değil, sadece bir kız
Öyle ki, biralar, yaz günleri, onunla biraz güzeldir
Ama çok iyi bir günde çıldırıverdi
Yalnızlıktan
İnsan doğduğu günleri iyi bilmeli
Sonra temizce bir yemek yemiştim, hatırlıyorum
Dövülmüş kısraklar gibi uyumuştum
Bir şeyler ummuştum, umudu kesmek gibi
Sonra da gürültüler yapmak için dışarı çıktım
Kocaman bir adamdı dışardakiler
Bilmem, böylece kaça çıktı bekledim ölüler
İşte her bakımdan kendini arıyordu biri
Şaşırmış arıyordu – ben miydim neydim –
Yıkılmış, bunalmış, sürgün içinde
Kendini arıyordu, aynı renk, aynı biçimdeki kendini
İnsan doğduğu günleri iyi bilmeli.

Koşup duruyorken, önce aşkların peşi sıra
İyi günler, serin evler, baygın kokulardan gelen aşkların
Bu sanki en azından tanrıyla işbirliği
Ya da buluşmak gibi özüyle insanların
Oysa bir sığıntıydım çok uzaktan bir gülmeye
Yalvaran gözleriyle – açılmış açıldıkları kadar –
Ya da bir tilki avında kim bilir kimin inceliği
– Gözleri, ufukta bir yerdi işte gözleri –
Belki de yer alıyordum korkuyla avuntu karşısında
Belkide yitirilmiş, yok bakacak bir yeri
Ya da bir ölüydük işte ve ölünün bütün incelikleri
Size çiçekler aldım, adımı yazdım üstüne, iyi bilmeli
Korkunç bir Yahudi, korkunç bir pastayı bölüyordu ikiye
Bir avlu taptaze bir çaydanlığı gösteriyordu giderek
Oooo! demek bütün insanlar çay içecek
Hayır! Çok uzakta biri sevindi.

IX

Artık ne uyanmak için bu sabahlar
Ne de bekliyoruz, beklemek için değil
Üstelik ne de bir karanlıkta anlatıyoruz bu düşünceyi
Ne açıp da ağzımızı tek kelime
Yok, hayır, kaskatı durmuşuz sadece
Durmuşuz; ölümü, acıyı, daha neleri durdurmak için
Evet bir de cins tuzaklar kurmuşuz gözlerimize
Tuzaklar, ve sanırım herkesin işi bizi anlamak
Biz ki dört kişiyiz evde; ben, çocuklar ve karım
Artık adını sürdüremiyoruz gizli kalmanın
İçkiler içiyoruz, en çok da kötü içkiler – Hıh sığınmak!
Bilmem ki ne demeli, böylesi içinden geliyor insanın
Belki de alışıyoruz, soylu bir düşüncedir alışmak
Diyoruz, belki de
En önce İsa almıştır kendi söylevlerine
Sonra da biz; ya durmak, ya da bir zincirle oynamak bütün gün
Ya da pek olağan şey, katılmak bir döğüşe
Korkmak, o kadar korkmak ki sonuca varmak için
Sinmek, kalakalmak dört duvar arası bir yerde
Bakınca duvarlara – üstelik böyle de bakmak kendimize
Biz ki dört kişiyiz evde; ben, çocuklar ve karım
Artık tadını sürdüremiyoruz gizli kalmanın.

Karımı soruyordunuz, her zamanki gibi çok geveze
Bir gün onu yaşarken görmüştüm – görmüştünüz
Çiçek mi koparıyordu ne, elini tutmuştum tutmuştunuz
Yani ben ne yaptıysam, o sizinde yaptığınızdı biraz
Ben ki ne yapmıyordum, o sizin de yapmadığınızdı.

Karımı sormuştunuz, nedense ölmüştür karım
Sizinle yemeğe gitmek gibi kolay ölmüştür işte
O kadar kolay ölmüştür ki, belki de anlatırım
Ne süs, ne çiçek, ne de bir şölen
Üstelik ne de bir şey eksiltti gülümsemesinden
Konuşup duruyordu gene akşamlara dek
Kumarsa kumar, içkiyse içki
Yani bir kedi gelirdi arada bir
Bir köpek siyaha koşardı ellerinden
Bense o günlerde bir kürk tacirinin evinde
Tırnakları kirli bir oğlanla
Bir gemici durmadan bir sıkıntıyı anlatır
Şişeleri devirir elinin tersiyle.

Karımı sormuştunuz, nedense ölmüştür karım
Sizinle yemeğe gitmek gibi kolay ölmüştür işte
O kadar kolay ölmüştür ki, elbette anlatırım
Bana gelince, günlerce kendimi yokladım ben
Elimi kanattım, yüzümü kestim, kafamı vurdum bir yerlere
Uyudum uyudum uyudum öylesine
Ve şaşırdım böylece yemek saatlerini
Ve sabahlara karşı yattım, aklıma çocukluğum geldi
Sevdim ki sevdim o her zaman sevmediğim şeyleri
Koynuma bir bıçak yerleştirdim, düşmeyecek gibi eğilirken
Geceleri kapkalın adamlarla döğüştüm
Birinde yaralandım üç dikiş vurdular göğsüme
Bir gün de peşi sıra gittim bir adamın
Siyah elbiseli, siyah şapkalı, eldivenli
Adamsa ummadığım şey, bir bankaya girdi
İstediğim kirli işlere karışmaktı, olmadı.

Bir gün de bir lokantaya girdim, yanımda biri vardı
İğrendim, ama susmayı seçtim sadece
Böyleyken garsonun biri elini kesti
Çıkardı mendilini, bir düğüm attı üstüne
Masaya geldi derken usulcacık masaya
Geldi: ne içersiniz? sahi biz ne içer mişiz?
Şarap mı, konyak mı, ve ne dermişiz viskiye
Çıkalım dedim o yanımdaki kız gibi herife
Başını salladı, kim olsa böyle yapardı, çıktık
Karanlık, uzakta surlar, ve kadınlar geliyordu üstümüze
Bense şaşırmış gibi çıkalım diyordum durmadan
Adamsa bakıyordu, şaşırmış bakıyordu kendimize
Hep böyle diyordum işte, çıkalım çıkalım çıkalım
Çıkalım diyordum, çıkalım diyorduk, hadi çıkalım
Nereye, ama nereye?

Belki de biliyoruz, doğrusu bilmiyorum, biliyor musunuz?
Ben askerdim, yağmur mu yağıyordu, bir yere geldim
Üçüncü sınıf bir otele indim, tırnaklarım kirliydi biraz
Bir o kadar da kirliydi ayaklarım
Burnum mu kanadıydı ne; ispirto, pamuk, sırtüstü yatmak
Yattım öğleye kadar, otelci karısını dövdü aşağıda
Üç çocuğu vardı otelcinin, bir horozun başındaydılar
Sabahsa bir karışık şeydi, sanırım peynirler, salamlar kesiyordu
Adamlar
En ayıp yerlerini tıraş ediyordu biri
Alıştım gitti
Sonra yıkandım, tıraş oldum ben de, görmeliydiniz
Sonra da bir bara gittim – neee! Bara mı gittiniz?
Doğrusu müzelere gidecektim, biriyle buluşacaktım – sonra da
Tam üç yıl oluyor özlediğim bir kadınla…
Öldüyse, hayır ölmemiştir, nereden çıkardınız?
Neyse ben bara gittim, çıkarken anladım gittiğimi
Başım da ağrıyordu, üstelik alnımın üstünde koca bir yara
Ya duvara çarptımdı, diyorum, ya da kestimdi bir bardakla
Ya da kim bilir, bana sorarsanız tanrısal bir şey
Elbette, kim ne der, inanmışım ben
Bir keder, bir susuş, ve bütün bunların yüze vurmuşluğuna
Otele döndüm sonra, oteller gidiyordu biraz
Girmeler çıkmalar, uzanıp yatmalar büyüyordu odalarda
Otelci duruyordu, karısı duruyordu, çocuklar durmuştular
Birden aklıma geldi, dilimi çıkarttım onlara
Dilimi çıkardım; sipsivri, kıpkızıl, ucunu oynatarak
Onlar ki biraz şaşkın, acıyorlar gibi biraz da
Sonra pek tuhaf oldu, ne yapsam, yalıyor gibi yaptım elimi
Öyle ya, elimi kestimdi ben – ne yani, deli değilim ya!

Yukarı çıktım, bilseniz çığlıklar içindeydi odam
Yataklar bir şeyleri kaydırıyordu soluk soluğa
Bardaklar büyümüş – o gün bugündür anlatamam büyümeyi
Çoraplar, gömlekler, kravatlar taşıyordu sokağa
Bir kedi esniyordu – ben gördüm – üstünde şehirlerin
Bir böcek – yetişir be – dünyayı yokluyordu bacaklarıyla
Yığılmış kalmışım öyle, sonradan anlattılar
İyi ki anlattılar, otelci karısını dövdü gene aşağıda
Biliriz, üç çocuğu vardı işte otelcinin
Ama bilmiyoruz, biz neydik ve ne olmağa.

Kalktım bir bara gittim – neee! bara mı gittiniz?
Doğrusu müzeleri gezecektim; biriyle buluşacaktım – sonra da
Tam üç yıl oluyor özlediğim bir kadınla
Kadın mı dediniz, dedim ya, ne olacak?
Hiiiç!
Alışmak, sadece alışmak.

Ben o kadınla yattım mı, kör olayım bilmiyorum
İnanın Yattımsa
Ama bilmiyorum.

X

“Ya ne yapmalı “ diyor annem bu geçkin çizgileri
“Yıllardır aynı evdeyiz” bunu ne yapmalı
Babam: ve ne yapmalı diyor bu bir yığın geleneği
İşte bir sahnedeyiz: ev, gelenek, duygulu kadın
Bense ufacık taşlar üzerinde bir ufacık şey olmanın
Bir pencere beyaz, bir karanlık mayhoş, ne iyi
Sürüyle odalar, sürüyle gülüşler, sürüyle konuşmalar
Ne yazık! vakit de yok kurtarmak için geleceği
Düşünsek bile şimdiden – düşünemiyoruz ya
Üstelik ne çıkar bundan, ve ne katardı yaşamımıza
Hiçbir şey! çünkü ne varsa içimizde gelecek için
Sanki bir öyküsü bu hayatı süslemenin
Soframız, yatak odalarımız, lambalarımız
Annemin tarih kitapları, babamın güneş gözlükleri
Kuyular gibi işte, şişeler sarkıttığımız yaz akşamları
Tavan arasındaki boşluk, gölgesi karşı duvarın
Kırlangıç yuvaları, yüzümüzden cins kanatların geçtiği
Kavunlar karpuzlar yardığımız, o yemekten ayrı düşündüklerimiz, o
Bir şey mi kaybettik öyle, kim bilir bize neler eklediği
Sonra bir bıçak gibi durduğu sarısı içe çökmüş lambaların
Babamın kaşları çatık, annemse düşünceli
Kim bilir n’olduydu gene, diyelim bir yoksulluk önceliği
Belki de hiçbiri değil, canımız sıkılmaz istemiş o kadar
Annem: ve ne yapmalı diyor bu geçkin çizgileri
Böylece bir sahne daha: güneşler, alışmak ve biz
Sanki bir tramvaya bindik, az sonra ineceğiz
Aksilik bu ya, diyelim ansızın bozuldu tramvay
İndik, ve yeniden beklemeye koyulduk hepimiz
İşte bir sahne daha: bir sigara yaktıydı babam
Annem saçlarını düzeltti, bir şeyler gösterdiydi eliyle
Bizse kısa bir oyun tutturduk, hiç! yetinmek için sadece
Öyle bir sahne ki bu: anladık, sevdik, ve unuttuk her şeyi
Sonra bir tramvay daha geldi.

XI

Size baktığım yol uzamakta
Kendime baktığım yol uzamakta
Yoruldum, bunaldım, canım sıkılıyor
Eve dönmeliyim, iyi bir yemek, uyumak istiyorum sonra
Yok eğer uzayıp gidecekse bu iş
Derim ki vakit erken, hava da güzel nasıl olsa
Çocuklar görürüm, uzağa bakarım, saçlarımı tararım hiç değil
Belki de biri seslenir, güneşler güneşler tutan uyruğunda
Bir resim görürüm ya da – ortalık inceydi biraz
Ya da resim gördüm; köşede, antikacıda
Ve düşündüm diyelim yanında bizim şamdanların
Bir uyuşma olacak annemin saçlarıyla da
Ne zaman? elbette sabahları
Sabaha baktığım yol uzamakta
Uyumak, nasıl uyumak, daha bilmiyorum
İki perde arası soğuk bir limonata
Belki de çıkınca evden taşıtlar beklediğimiz
Ve taşıtlar beklediğimiz durakta
Birini gördüğümüz ya da, geveze, kaypak, sıkıcı
Bitmesi bir olayın – ölüm mü geliyor aklınıza?
Kim bilir, belki de ölüm
Ama korkmayın, bütün iş korkusuzlukta
Öyle ya, ha dibinde ölmek gümüş şamdanların
Ha bir cellat elinde, gözleriniz kapalı
Belki de yürüyorken iki taşıt arasında
Belki de bir intihar; güzdü, çiçekler vardı

Şişman bir adam kulaklarını tutuyordu dünyada
Dünyaya baktığım yol uzamakta
Ve biraz düşünsek mi, alıştık nasıl olsa
Kim bilir neyi istiyorduk, neyi anmıştık az önce
Dönsek mi dersiniz, gene dönsek mi oraya
Oraya baktığım yol uzamakta
Ya da bir bahçedeyiz – üstelik kadınlar vardı
Ağzınız, çatallar, tarçınlı pasta
Ya da bir toplulukta – iyi yaptınız!
Bu çok hoştur! – size söylüyorum – yaramaz çocuk!
Beni de sandınız! – evde mi? – hayır! Limonlukta
Ve hemen kalktınız, bir yangın yeriydi orası
Ya da aklınız olacak sizi bir yangın yerine bağladı
Kızgın güneşte bir şişe ispirtoyu devirdiniz
Kutsal bir iş yaptınız ve yerleşti sizde bu kanı
Belki de bir din devirdiniz; anneniz, annenizin saçları
Gümüş şamdanlar, sabah ışığı, vesaire
Ve sanki her olay, her davranış ölümün bitişiğinde
İşte evdesiniz, iyi bir yemek, uyumak istiyorsunuz sonra
İstemek, neyi istemek, daha bilmiyorsunuz
Açtınız radyoyu, ılıyan bir ses kanınızda
AIO, İAO, AĞ UĞ AĞ
Ve kahkahalar arasında kahkahalar
Orada, aşağıda
Tek umut, tek varış, tek kurtuluş gibi
Ve kaskatı kesilmiş, beyaz
Sallanıyorsunuz boşlukta.

XII

Bir kedi başını kaldırdı, ve adam esnedi – tak
Bir yüzü vardı kocaman düşüverdi avuçlarına
Bilmem ki gelir miydi? – saat üç buçuk – üstelik hava..
Sonra şu yağmur bulutu, boşandı boşanacak
Bir kedi ürperdi, ve adam yeniden esnedi – tak
Acaba?
Yazıldı saatin üç buçuk olduğu havaya
Boşandı, taptaze üçler halinde bir yağmur
Kim bilir, bu saatte, onu anlıyorum
Belki de unutmuşumdur.
İşte düğmeler, iğneler, ibrişimler satılan bir dükkânda
Herkesin akşamı onu buluyordu
Bir adam sakallarını yokluyordu kasılarak
Sizi bekliyorum – beni bekliyormuş – niye olmasın?
Bir bakış, bir gülüş, ve yüzünü yüzüne tutuyordu ustaca
Adamsa şunu yapıyordu: hiçbir şey, ama hiçbir şey
Ne tuhaf! – Ben olsam! – ne çıkar ben olsam da
Gelmedi, gelmeyecek ve otuz yıl önce yazlıkta
Oturmuş bir köstebek yavrusunu bekliyor
Çıkmadı, ama çıkacak – babası sesleniyor
Bir sofra duruyor, gerilmiş çilek kokularıyla
Tam çileğe geldi sıra, uzattı çatalını batıracak
Hayır! bir tuhaftır bu, insan gecikmek ister biraz da
Gecikmek: sanırız bizi bir şeyler bekliyordur olağanüstü
İşte ansızın biri çıkacaktır karşınıza
Hiç yoktan biri çağıracaktır sizi
Ya da bir kadın bayılacak, bir memur çıldıracaktır önünüzde
Bir kurşun, bir kurşun daha
Yere serecektir bir serseriyi
Gecikmek: bana kalırsa eve dönmeli en iyisi
Bir küfür, bir patırtı ve babası çıkışıyor
Annesi, annesi biliyor başına geleceği
Bahçede bir kız çocuğu erik ağacını sallıyor boyuna
Diyelim her olayda böylece bir şeyler bulunur
Kalsın, daha çok zaman kalsın diye hatırda
Bir gün, bir benzin deposu havaya uçmuştu biliyorum
Bir alev, bir duman, usulca sokulmuştum
Yanmış bir cep saatini aklımda tutmuştum yıllarca

Gelmedi, ama gelecek, nedense alıştık zamansızlığa
Bir kedi başını kaldırdı, ve adam esnedi bak
Demek siz! – koca ihtiyar! – ıslandım işte!
Saat üç buçuk, vallahi saat üç buçuktu gene
Hey tanrım neye yaradı sanki unutulmak
Kadın saçlarını tarıyor, ve usulca sokuluyordu adama
Adamsa ayağa kalkıyor ve işte ayağa kalkıyordu ustaca
Dışarı çıkıyor, içeri giriyor, üç aşağı beş yukarı
Kadınsa domates doğruyor, yok mu ya bu yaz yağmurları
Evet, sahiden, niye?
Soruyor kadın:
Bu yaz yağmurları..

XIII

Şimdi her yerden bakıyorlar – demek uykusuzum –
Kral birini çağırıyor uykusuz bitmiş olarak
İşte Salı, akşama doğruyuz, Bay Kemik Taciri kestiriyor
Vahalam’da, bilmem ki neresidir Vahalam
Babamın, ak saçlı babamın açtığı yara
Bir tarla konusu
Oysa bre dolduran doldurana boşluğu
Babamın akıttığı kan
Bilmem ki neresiydi, neresidir Vahalam
Babamı tanıyorum; oysa çorabı, tütünü, acılarıyla o adam
Eksiği yok küfürden yana
Onu buğdaylar öldürecek, sapsarı öldürecekler onu
Belki de gelenek bu
Al kılçıklarıyla ve hep birden – tamam!
Bilmem ki neresiydi, neresidir Vahalam.

Kral birini çağırıyor, basarak parmağını kağıda
Bay Kemik Taciri çamurdan yüzünü üstümde tutarak
Hırçık ve kadınsal bir sesle çıkışıyor
Anlamak, sadece anlamak istiyor korktuğumu
Bir adam sokağın alt yanını doldurdu
Kırmızı elleriyle
Masa camında bir çınar yaprağı derinleşiyor
Evet, sizi anlıyorum
Yani kendimi
Saat beş, bu üçüncü çay, kalkınan bir yerimi öldürüyorum
Ve işte bilmiyorum katil kim
Bir burgu, gene bir burguyu oyuyor
Ve karım otuzunu dolduruyor bu akşam
Saat beş, diyelim erken dönmeli eve
Kral birini çağırdı ve işte birini kovmak üzere

Genel bir yanlışlık olacak, hadi kazandı Bay Kemik Taciri
Beni bu kemikler öldürecek, yağlı, pis hayvan kemikleri
Olanca aklığıyla, ve hep birden – tamam!
Bilmem ki neresiydim, neresiydi Vahalam.

Kral tacını çıkarıyor, başı ağrımış olacak
Onu selamlıyorum, kapıyorum kapıyı ardından
Saat beş, bakınca camdan onu görüyorum
Camlarda iri gölge derinleşiyor, o
Kralsa tavana bakıyor, bir kristal avize haklayabilir onu
Bay Kemik Taciri karşıya geçiyor başarıyla
Ben sadece paltomu giyiyorum

Akşam
Kral birini çağırdı; biraz et, biraz da şarap
Oturmuş masaya Bay Kemik Taciri
Karısı ve dört çocuğuyla
Duvarda bir tüfek asılı, durmadan ona bakıyor
Tavşanlar, keklikler, turnalar oluyor tüfeğin ucunda
Başkaca bir şey olmuyor
Ben kötü bir meyhaneye dalıyorum, ortalık küf kokuyor.

Duvara alıştırıyorum gözlerimi – siz nesiniz duvarlar?
Hiiiç! sadece duvarız biz
Öyleyse bir yarım saat, karım da bekleyebilir
Adamlar önce beyaz değil, sonra beyaz
Bir şapka gene bir şapkaya asılı
Bir palto gene bir paltoya
Bir adam kendiyle döğüşüyor bir adamda
Evet onu anlıyorum
– Yani kendimi –

Bir kadın bir sürahide biriyle sevişiyor
Bir burgu gene bir burgu oyuyor ayrıca
Bir adam dikilmiş ve dikilmiş içiyor durmadan
Hey tanrım! omuzlu, güçlü kuvvetli
Kocaman bir çocuk yüzü taşıyor yalnızlıktan.

Gece, saat on, karım otuzunda olmalı diyorum
Bir gidip bir geliyorum karanlıklarda
Çiçekler alıyorum, bitmeden çiçeklerini gecikmelerin
Ve dalıyorum içeri ışıksız bir kapıdan
Aranmak, yenilmek, ve hayır! utanmaktı Vahalam
Kral uyandı, karım iç çekiyor durmadan
Bir sabah ışığı kendini yerden yere vuruyor
Kızım uyuyor, ve uyuyan biri gibi konuşuyor karım
Bir duvar resmi gibi konuşuyor
Kral?
Kral uyandı.

Saat dokuzu on beş geçiyor, üşüyorum
Güneşler mi vuruyor sırtıma ne, üşüyorum
Ölgün ve değişmez adımlar atıyorum, üşüyorum
Karanlık, pis adamlar çıkıyorlar mağaralarından
Ne umut, ne hiçbir şey, sadece çıkıyorlar
Bir gece, bir sabah, ve benim bakışlarımı taşıyorlar
Karım ağlıyor, kızım uyuyor, karımsa gene ağlıyor
Diyorum
kim bilir
belki de
tamam!
Orasıydı Vahalam.

XIV

İşte bu boşluk, durmadan bizi çağırıyor
Kremler, pudralar, iç bunaltıcı kokular gibi
Bir kır bekçisi köpeğini sevdi
Bir çcuk delinmeş bir kovayı sürüdü – nereye?
Bir kadın bağırdı bağırdı bağırdı
Tam on yıl öncesine yarayacak bir sesle.

ÇOĞULLAMA

Biz kadınız, bilmeden seviyoruz bu kedileri
Seviyoruz, bir sevilme içgüdüsüyle
Bu bizim yüzümüzde ufacık çizgiler oluyor – acaba?
Evet, çok değil konuşurken düzeltiyoruz
Orayı burayı topluyoruz, yeriyse çocuklarımızı öpüyoruz
Ama biliyorsunuz ki gene de
Hepimiz, işte hepimiz
Bitmenin, tükenmenin yorgunluğu içinde.

Gözler mi? Tavana dikili, hayır, pencereye
Yağmalar, sürgünler, yangınlar içinde
Çünkü bu boşluk; tüneller, çukurlar, kap kacak ağızları
Mağaralar, denizler, gökyüzleri değil de
Bu boşluk, o bir türlü dolduramadığımız, o
Orman, dağ, kısacası evrenle.

ÇOĞULLAMA

Biz bu lavanta kokularını bilmeden taşıyoruz
Biz bu tavana bilmeden eski rengine boyuyoruz
Bu bizim terliklerimizde ufacık güller oluyor – acaba?
Evet, çok değil, onları bilmeden hoşa gideriyoruz
Sormayın, ama sormayın, bilmeden aralık tutuyoruz kapılarımızı
Bilmeden bekliyoruz, bilmeden uyuyoruz sabahlara değin
Kim bilir, belki de biz
Tanrısıyız en olunmaz şeylerin.

Bu bizim en düzenli hareketimiz: olmak
Asılıp kalmışız sokak fenerlerine
Asılıp kalmışız öyle, görenler bizi görüyor
Görenler bizi görüyor ve gidip geliyoruz dikkatle
Doğrusu, niye saklayalım, hepimiz bunu yapıyoruz
Ama biz yaşıyorken de bunu yapıyoruz sadece
Cansız
Ve gidip geliyoruz dikkatle.

ÇOĞULLAMA

Biz bu kendimizi boşuna soruyoruz kendimize
Boşuna asıyoruz onları, boşuna öldürüyoruz
Bu bizim gözlerimizden ufacık şeyler geçiyor – acaba?
Evet, çok değil, bakışırken düzeltiyoruz
Biz ne garip şeyleriz ki; doluyuz, bazıyız, avuntuluyuz
Ve bizim en güzel öldüğümüzdür bu: yaşamak
Ben biliyorum, yalan mı, sizde biliyorsunuz.

Edip Cansever
Yerçekimli Karanfil

Bir gün pişman olmak için hepimiz sıraya gireceğiz

Bir gün pişman olmak için hepimiz sıraya gireceğiz
işte o gün
başımdan hiçbir şey geçmemiş günlerin hatıra diye
kabul edilmesini isterken Risto Trifkoviç’ten
anlatsam
yarısında izin alıp gideceğiniz bir hikayedir burası
burası
dünya bizi nasıl kırdıysa öyle de gönlümüzü almamayı bildiği
yerdir.

Bülent Parlak

Dünya Burukluk Listesi

Not: Dünya burukluk listesini yaparken tamamen taraflı davrandım. İsimleri kendime göre seçtim. Listeyi daha fazla uzatabilirdim. İsteyen listeye istediği ismi ekleyebilir. Ama bütün titiz çalışmalar ancak buruk olmayanların, nefesi yetenlerin işidir.

Hazreti Adem: Adem kimseye baba diyemedi.

Hazreti Yusuf: Kuyuya atılan hangi çocuk bir daha kahkaha atabilir ki?

Yunus Emre: Sol böğrümde ince bir dert / Batar Yunus Yunus diye.

Bülent Parlak: Burukluğu fark etmesem, kendimi burukluğa yazmazdım.

İlhami Çiçek: Onda dünyanın bütün taşlarını sırtında taşır gibi bir hal hep vardı.

Beşir Fuad: 1887 yılında ameliyatını kendi icra etti.

Gerard de Nerval: Yazık! Ben ölürsem her şey ölecek demek.

Sadullah Paşa: Viyana’da sefir iken Türkiye’ye kendisi değil, cesedi.

Hüseyin Türkoğlu: Üniversiteden arkadaşımdı. Bir şubat sabahı, 2015’te bileklerini. Şahidim burukluğuna.

Tokadizâde Şekib: 1932’de oğlunu kaybettiği gün başına bir silah dayadı.

Galib Efendi: Bir gün daha yaşamak istemeyecek kadar iftiraya uğradı. O tek gün için listede. 1906. Yazar, şair.

Peyü Yavorov
: Eşinin ölümünden suçlandığında onları değil kendini öldürdü. Bulgar şair.

Halil Nihat Boztepe: 1949 yılında arkadaşının evine misafirliğe gitti. Bir daha kendi evine dönmeyi beceremedi. Şair, yazar ve çevirmen.

Stefan Zweig: Avusturyalı yazar. “Ben, çok sabırsız olan ben, onların önündengidiyorum.”

Kurt Tucholsky: En güzel savaş şiirlerini yazdığı, savaşın dehşetini anlattığı, Naziler yüzünden kaçmak zorunda kaldığı için.

Marina İvanovna Tsvetayeva: Çünkü o sürgünlerin şairiydi. Rus ihtilaline karşı çıkınca yersiz-yurtsuz bıraktılar. Sonrası burukluk.

Sergey Yesenin: Rusya’nın buruk şairi. Şu yaşamda yeni bir şey değil ki ölüm / Ama yaşamak da yeni sayılmaz kuşkusuz.

Sezai Karakoç: Burukluğu bizzat gördüm, okudum, hissettim.

İsmet Özel: Gür sesinin ve büyük şiirlerin arkasındaki buruklukla her sabah uyanıyor. Sabah onun üstüne saldırıyor.

Sami Baydar: Merzifonlu şair. 2012 yılında vefat etti. Şiirlerini okuyunca o bir buruk.

Ergin Günçe: 1983 yılında 45 yaşında vefat etti. Gencölmek diye yazdı, genç öldü.

Antonin Artaud: Beni intihar ettiler.

Didem Madak: Onun çığlığı güzel şiirler yazmasında değildi, şiiri güzelleştirmesindeydi.

Neşet Ertaş: Yazını kışa çevirdiler onun. Demiştim ki “Leyla’nın mesleği mevsimleri bozmaktır.”

Sadık Hidayet: İranlı yazar. Karamsarlığı ve uyuşamadığı dünya yüzünden listede.

Attila Jozsef: Macar asıllı yazar. Kendini yoksul ve yoksun bırakanlara hakkını helal etmedi. Ya da bağışlamadı desek daha doğru olur.

Cesare Pavese: Ömrünün büyük bölümünü gurbette geçiren, arkadaşları tarafından yalnızlığa itilen ve karşılıksız aşklar.

Andre Frédérique: İkinci dünya savaşının kayıp çocuklarından.Fransız yazar, şair.

Yukio Mishima: Japon samuray ailesinden bir yazar. Hiroşima’yı yaşamış kadar buruk.

Rabia Bayraktar: Ama bana hiç bir parçanız bir gün “Güzel kız merhaba” bile demediniz. Çünkü o da buruktu. 1955’te denize atlayarak.

Sylvia Plath: Fazlasıyla hassas, fazlasıyla yaşadı. “Ölmek, Her şey gibi, bir sanattır, Bu konuda yoktur üstüme. Aşk, aşk, işte benim mevsimim.”

Yolanda Giglioti: Mısır’da dünyaya geldi. Diyordu ki ““Beni affedin! Hayat benim için artık tahammül edilemeyecek bir halde.”

Müslüm Gürses: Hayatı buruk.

Boris Harloff: Gidiyorum eyvallah.’ denir. Ben bunu demiyorum. Çünkü gideceğim bir yer yok.” Fransız yazar.

Metin Akbaş
: 55 yaşında, 1982’de o da pes etti. Kayseri doğumlu, şair.

Zafer Ekin Karabay: Karşıdan karşıya geçerken eli bırakılan çocuklardan.

Muhammed Halil Kaya: Birlikte çok iyi susuyoruz.

Bülent Parlak, İzdiham 35. sayı
İZDİHAM

Hayat, zaman kavramı olduğu için doğmakla başlıyor; ölümle sona eriyor. Zamanın olmadığı her yer ve her şey sonsuzlukla tanışacak.

Yaram var diye konuşmaya başlarsanız bir kısmı yaranıza bakmaya gelir, bir kısmı yaranızı taşlamaya. Ama yara aynı yerde kalır.

Bülent Parlak

‘Hepimiz ölecek yaştayız…’ dedi ve ebediyet alemine gitti.

Dünya hayatını ve izdihamını geride bırakan Bülent Parlak’a Allah’tan rahmet, ailesine başsağlığı, yakınlarına sabırlar diliyorum.

Unutmayın: Şairin ölümüyle biraz daha sessiz ve nefessizdir bu dünya…

İbrahim Kalın

Evet, Sen de Öylesin Sevgilim!

Çocukluğumdan beri İsrail, işgale devam ediyor. Çocukluğumdan beri İsrail öldürmeye devam ediyor. Çocukluğumdan beri İsrail kendine ait olmayan bahçelere zorla girmeye, penceresinde gül yetiştiren kadınlara tecavüz etmeye, balkonlardaki hatıralara zorla sahip çıkmaya devam ediyor. Çocukluğumdan beri İsrail çocuk, kadın, genç, yaşlı demeden öldürmeye devam ediyor. Çocukluğumdan beri biz İsrail’i kınamaya devam ediyoruz.

2009 yılında Dergah Dergisinden yayınlanan Haritası Kayıp adlı şiirimde

“Gazze’ye şiir yazılmaz
Gazze’ye şiir yazılmaz
Gazze’ye şiir yazılmaz”

demiş ve İsrail sorununa karşı elinde taşla tanklara karşı gelinemeyeceğini, bu dramatik insanlık sorununun romantize edilemeyeceğini şiirle ifade etmiştim. Ben hiçbir acının şiirle, sinemayla, romanla anlatılacağı kanısında değilim. Sadece hissettirebileceğimiz bir alandır sanat. Gazze bir büyük dramdır ve onunla ilgili yazacağımız, sergileyeceğimiz, izleteceğimiz her şey ancak hissettirmeye sebep olur. Bunu yapmak da görevimiz, oradaki zulmü sona erdirmek de. Hâlâ aynı mısralar bende, taptaze yerinde duruyor.

Taşla ancak kuş vurabilirsiniz ki onda da ben kuşlara hiç kıyamadım. Taşla tanklara karşı gelmeye çalışmak ve bunu matah bir durum gibi yıllardır sunmak Müslümanın izzetini ayaklar altına almaktan başka bir şey değil. Müslüman eğer tanka karşı duracaksa bu taşla olmamalı. Bizi aciz gösteren bu tabloların artık sona ermesi gerek. Savaşlar aynı zamanda psikolojiktir. Biz savaşa daha girmeden kaybediyoruz. O çocuğun ellerini biz çok sevdik ama taşını yere bırakmasını ona söyleme vaktimiz geldi. Ona oyun parkları yapma vaktimiz geldi. Onun gurur duyacağı bir güce mensup olma zamanı geldi.

Yıllardır bu konularda fikir beyan etmemeye özen gösteriyorum. Beyan etmek yerine bu ülke için elimden gelen iyi, temiz, bu memleketin hassasiyetlerini gözeten bir dergi çıkarmaya çaba gösterdim. Çok hata yaptık, yazım yanlışı yaptık, bilgide kusur işledik ama yaptığımız çalışmalardaki titizliğimizi biz de biliyoruz, Allah da buna şahit. Tıpkı şahit olan dostlarımız gibi. Yazdığım onlarca şiirde de buna daima özen gösterdim. Yaptığımız çalışmalarda sadece kendi ülkemizi değil dünyanın neresinde haksızlığa uğramış bir insan ve topluluk varsa onların yanında olduğumuzu gösteren metinler yayınladık. Çünkü ben hep şuna inandım: Mazlumun, mağdurun ülkesi de, dini, dili ayrı olmaz çünkü.

İsrail, biz müslümanlar için ilk kıblegâhımız olan Kudüs’ü işgal ederken herkesten daha çok içim acıyor belki de. Bu vahşilik, bu zalimlik sona ermeli. Peki nasıl? Taşlarla mı? Uçaklara karşı küfür ederek mi? Hayır, hayır, hayır!

Kılıcın dönemi bitti. Tüfenk icat olunca mertlik bozuldu diyen Köroğlu 16. yüz yılda Bolu’da yaşadığı söylenen bir halk ozanı. Onun meramı da büyük bir haksızlığa karşı durmaktı. Durabildiği kadar durdu, bedel ödedi. Ama biz bedel ödemek yerine sloganlarla vakit kaybediyoruz. Kötü bir şuur, sonu gelmez aynılıklarla. Ve şu an 21. yüz yılda uçaklara yumruk sallamakla hiçbir zulmün çözülmediğini gördük. Uçakları üstümüze güldürmenin anlamı yok.

Biz yüz yıllardır Hıristiyan ve Yahudi terörünün oyunlarının, zulmünün, barbarlıklarının, vahşetinin sadece göz yaşı dökenleriyiz, kınayanları, protesto edenleriyiz. Bir şey yapmak yerine bir şeyi kınamak kötü bir konuşmacı olmaktan başka bir anlam taşımıyor. Elimizden gelen şey bizi ele rüsva ediyorsa o zaman elimizi değiştirmemiz gerekiyor.

Şimdi her şey için temiz bir sayfa açmanın ve o sayfayı bir daha kirletmeyecek düzeni kurma zamanı değil mi?

Küçük bir ilçede yapılan ihale yolsuzluğuna göz yummak Doğu Türkistan’da yaşayan Türklerin işkence görmesine sebep oluyor. Sedat Peker her gün kirli ilişkilere dair açıklamalar yaparken devletimizin ve de savcıların sessizliği Miyammar’daki zulme bizi ortak ediyor, İkizdere’de doğa katliamı yapılırken ses çıkarmamak bir Filistinli çocuğun daha İsrail askerleri tarafından yaralanmasına sebep oluyor, bu ülkenin bakanı kendi şirketinden bakanlığına -Ruhsar Pekcan- hileyle, haksızlıkla mal alımı yapılırken buna kayıtsız kalmak Bosna’daki kuşların Sırp nişancılar tarafından vurulmasına sebep oluyor. İnsanları evlerine hapsederken tıklım tıklım dolu salonlarda kongreler yapmanın bedeli Suriye’den hissediliyor. Bunu anladığımız, hissettiğimiz ve idrak ettiğimiz gün başarmanın ilk günü olacaktır.

Bu topraklar, Anadolu kendi güzelliğini ortaya koyacak kadar birikime, kültüre, otokontrole ve terbiyeye sahip. Bunu yapmak zorundayız. Hem kendimiz, hem başkaları için. Hiç kimsenin, hiçbir grubun, hiçbir oluşumun şahsi menfaati geleceğimizden, bu ülkeden, bizden yardım bekleyen masumlardan daha üstün ve daha el üstünde tutulur olamaz.

Tarih şahittir ki dünyada adil bir düzen olacaksa bunu Türkiye yapacak. Yani ben, yani sen, yani biz. Ama evimizin bahçesini süpürmeden bizim kimseye bir faydamız olmayacağını artık görmemiz gerek. Önce kendi içimizde büyük bir devlet gibi davranacağız, hemşehri devleti gibi değil. Ben bunca yıllık hayatımda her şeyin değiştiğini ama olan bitenlerin hiç değişmediğini üzülerek ve öfkeyle görüyorum. Bütün vatandaşlarının kendini güvende, adalette, huzurda, refahta hissettiği bir ülkeye olan ihtiyacımız her zamankinden daha çok. Her Şey İçin Çok Geç adlı kitabımda “Herkes haklı, hiçbir şey doğru değil” derken kendi hayatımı yazdığım kadar ülkenin de değişmeyen hayatını kaleme alıyordum. Türkiye’de dürüstlük elinde imkan olmayanların sonuna kadar savunduğu, eline imkan geçenlerin bu kavramı delik-deşik ederken bahanelerle çevresini sarmaladığı bir duruş biçimi. Evet sen de öylesin sevgilim!

Bu dünyaya herkes görevini yapmaya gelir. Kötü olan kötülüğünü, bozguncu olan bozgunculuğunu, zalim olan ise zalimliğini sergilemeye gelir bu dünyaya. Biz eğer aksini iddia ediyorsak tavrımız ve duruşumuz bu yönde olmalı, bu alanda çabalamalıyız. Yoksa geçit verdiğimiz şeyler bir gün gelir bizi de vurur.

Efendiler! Aklımızı başımıza almanın vaktidir. Düşmanlarının sevmediği ama bahsederken dürüstlüğünden şüphe etmediği insanlar olmak zorundayız. Düşmanlarının sevmediği ama çalışkanlığımızı ibretle örnek gösterdiği bir millet de olmak zorundayız. Çünkü biz müslümanız, çünkü bizim peygamberimizin adı Muhammed’ül Emin. Çünkü biz başarmak zorundayız. Malcom X gibi. Ne diyordu Malcom X? Başaracağız, kalbimin ta derinliklerinden gelen duyguyla söylüyorum ki başaracağız! Başarmak zorundayız.

Taşla korkutamayacağımız tanklardan daha iyi tanklar yaparak, yumruk sallayarak düşüremeyeceğimiz uçaklardan daha iyi uçaklar yaparak, Time dergisinden daha ses getiren dergiler yapıp dünyaya tanıtarak, vizyonda en fazla izlenilen filmleri dünyanın tüm sinema salonlarında hayranlıkla izleterek aklımıza başımıza almanın vaktidir. Bizim boşa geçirecek bir dakikamız bile yok. Şimdi elinizdeki telefonları kenara bırakın ve başınızı ellerinizin arasına alarak düşünmeye başlayın. Benim vazifem bu kargaşada nedir? Bu kargaşa elbet bitecek ama yenisi başlayana kadar. İşte ben de bunu söylüyorum. Yenisi başlayana kadar yapacaklarımızın en iyisini yapmak zorundayız.

Savaşlar birkaç yıl sürer. Barış ise yüz yıl. Biz bütün mağlubiyetleri barış zamanında alıyoruz. O halde yapmamız gereken iş çok, almamız gereken yol da. Barış zamanlarında kaybettiklerimizle ayağa kalkacağız, savaş zamanlarında kaybettiklerimizle değil!

Yoksa bize olan yazık, çocuklarımıza da olacak.

Bülent Parlak
İZDİHAM

mesele dostum yenilirken yenmiş gibi durabilmekte

mesele dostum
yenilirken yenmiş gibi durabilmekte
yenerken de yenilmiş gibi olabilmekte
kuru tahtaya düşen toprağın
son diye fısıldadığı güne kadar
toprak anamızın
bütün yenilgileri
yenmeleri
kanı da
göz yaşlarını da
sevinç çığlıklarını da
örteceği güne kadar

***

Yalnızım.

Bir manastır gibi yalnız ve günahkar,
ıssız bir telgraf direği gibi başında dağın,
bugün
dünyaların, kentlerin sonsuz gürültüsü içinde

Aram Pehlivanyan

Futur

Beni anlayanlar bana yabancı

beni anlamayanlar benden davacı

ne yapmalıyım o zaman
yosunları kutlamalıyım onların
yumuşak ve alıngan umutlarını
yeşertmeliyim, umutsuzlara
çakmak taşı armağan etmeliyim
ateş böceklerini kunduzlarla
bisikletlerine mavi kurdela takıp dolaşan
uçarı genç kızlarla barıştırmalıyım
her gün şaşı yıldızlara bakıp daha da şaşıran
ablalarından birine kendimi armağan etmeliyim
ikindi güneşinin son mektubunda bildirdiği gibi
belki ben de daha mutlu olurum o zaman
korkularımdan ve kuşkularımdan kurtulup kuşlaşırsam

Mustafa Atiker

Hüzün insana bu dünyanın yerleşebileceği bir yer olmadığını ve faniliğini fısıldar.

“Sözün, burçları yıkıp çeperleri aştığı yerdir şiirsel anlatım. Bu yüzden sözü şairane değil ama şiir halinde söylemek gerek”

Şiir yazan bir ruh hekimi Prof. Dr. Kemal Sayar, bir televizyon programında şöyle diyordu: “Kâinatta hiçbir söz boşluğa gitmez. Mutlaka yankılanacağı bir kalp bulur, oraya yerleşir.” Kemal Sayar ile şiir ve edebiyat halesi içinde insandan, dünyadan ve düzenden sözler ettik. Bu söyleşide hiçbir söz boşa gitmesin, kalbinize yerleşsin.

–  Her söyleşide böyle biraz heyecanlanırım ama ilk kez şiir yazan bir ruh hekimiyle söyleşiyor olmaktan ayaklarım yere değmiyor. Bu yüzden bu söyleşi bir nevi de terapi. Şiiri çok seven biri olarak şiirin sadece bir kelime olarak bile bana iyi geldiğini söyleyebilirim. Sizin şairliğiniz hekimliğinizden de eski. Peki, ruhun doğrudan temasa geçtiği bir tür olarak şiiri siz nasıl ifade edersiniz? Bir terapi, bir iç döküm ya da sadece bir sanat dalı mı yoksa insanın kendi kendine konuşabildiği bir yüzleşme sahası mı?

Kemal Sayar: Şiiri, kapalı söylemenin, neredeyse susarak söylemenin bir tarzı olarak görüyorum. İyi şairler, kalabalıkları muhatap alan, belagatle, söz kıvraklığı ve kalabalığıyla rakiplerine galebe çalan kalem işçilerinin arasından çıkmıyor. En azından bir okur olarak benim tercihim, şiir zevkim bu yönde değil. Sade, söze takla attırmayan, okuru duygu olarak kavrayabilen şiirin meftunuyum. Bir ortak duygunun aşinası olan insanlar, şairin kelimeleri soyarak, eksilterek, giderek yankıdan oluşan bir imge ve çağrışımlardan yarattığı akışı müşterek bir dilmiş gibi algılıyor. Şair de zaten onlar için yazıyor. Kelimelerin tedavüldeki anlamlarının bertaraf edildiği, yalnızca aynı ruh iklimini soluyan veya o iklimin kayıp diyarlarını özleyen, arayan insanların işittiği, manasını tam çözemese de efsununa kapıldığı bir söz sanatı şiir. Aynı zamanda Naili’nin tasrihe mecal kalmadı ima ile geçtik’dediği gibi mecaz ve metaforun sanatı. Duyguya doğrudan erişemiyoruz çoğu kez, bir insana depresyonun neye benzediğini soruyorsunuz ve size ‘Kapkaranlık ve çıkışsız bir odada kalmak gibi’ dediğinde anlayabiliyorsunuz. Metafor bize bir yaşantının kapılarını aralıyor. Daha derinlerde bir yerde saklı kalmış, nebula halinde bir duyguyu yakalamanızı ve dünyaya çıkarmanızı sağlıyor. Bu manada şifa verici olduğunu düşünüyorum. Has şiir bize hissedip de adını koyamadığımız şeyi anlamlandırabilmekte yardımcı olur. Bizi sarsar, kendimizle karşılaştırır. Bu açıdan şiiri iç dökmekten ya da kendiyle hasbıhalden ziyade terapi odasının sözlü süreçlerine daha yakın buluyorum. Danışanın, sadece erbabının anlayacağı kapalı, kesik, eksiltili, dönüşmüş anlatımı, sözün adeta bir tercüme sürecinden sonra tıpkı rüyaların dili gibi sahibine göre yeniden yapılandırılarak, yorumlanarak bir anlam kazanması dile getirilenleri şiire yakınlaştırır. Hep söylerim, bazı terapi seansları şiire benzer, ruhum öyle yıkanır o odada. Şiir diyemiyorsak da poetik metinler oldukları rahatlıkla iddia edilebilir. Hem şiir hem de psikoterapi, duygular hakkında düşünme ve “düşünceler hakkında hissetme” girişimleri olarak görülebilir: Zihinselleştirmenin özü budur. İnsanlar, aşk, sevinç, umutsuzluk, ölüm ve kayıp gibi yüksek bir duygu durumundayken şiire ve psikoterapiye başvururlar.

– Ricat, İki Güneş Arasında ve Hızır ile Roza başlıklarıyla bir araya gelmiş Bütün Şiirler kitabınızda pek çokları gibi benim de kapılıp ezber ettiğim Ruknettin’in kalbi için kehanetler adlı şiiriniz bir hekimin hastası gibi konuşuyor. Öyle bir hasta ki, ‘gayya kuyusu’ derken okuru da o kuyunun içine indiriyor. Halini böyle beyan edebilmesi bir şairin hekim bile olsa insan okumaktan, dinlemekten yaralar aldığını düşündürüyor. Elbette hekimler de hastalanabilir gayet de tabii. İnsan dinlemek kolay iş değil. Aşağıdaki şiirinizde de böyle bir beyan var sanki? Şiir şifalı bir şey evet ama şiir yazmakla okumak arasındaki gibi iyileşmekle ötelemek arasında da bir fark var mı? Öteleyen iyileşir mi?

dileseler Tanrı’dan
ruhun eşsiz karanlığına
gözleri alıştıracak bir lamba
bir yöne tayini ya da
yağmurla boran
yolla yolcu arasında
dans eden psikiyatristler
bir kendilerini iyileştirebilseler!

Hepimiz belki de ‘yaralı şifacılar’ız ve kendi şifamızı arıyoruz

Tam isabet! İnsanlar kendi yaralarını sağaltmak istemeseler niye psikiyatri hekimi olmaya niyetlensinler? Hepimiz belki de ‘yaralı şifacılar’ız ve kendi şifamızı arıyoruz. ‘Ruhumun kuyularına bağırıp da/ Gelen sesle dönmeseydim meşke/ Neme gerekti benim tababet-i ruhiye?’… Bir şairin şiiri her zaman hülyalı, coşkulu, ümitli kılmaz dinleyeni, bazen de şairin dilinden okurun ruhuna ifritler, kezzap ve agular bulaşır. Kömür dumanı gibi soluduğunuz bir şiirle zehirlenebilirsiniz. Bazı şiirlerden sonra insan onulmaz yaralarıyla baş başa kalabiliyor. Aynı şey, terapi odalarında da gerçekleşebiliyor. “Sitemin taşıyla başı sınuk bedeni şikeste Fuzuli’yem/ Bu alamet ile bulur beni soran olsa nâm-ü nişânımı” beyitini çok severim, bir kitabıma da isim olarak verdim. Bizim danışanlarımızın bilhassa ağır yaralanmış, bimar ruhlar arasından, kendi ufunetini güvenip eline sarıldığı doktoru da tanısın isteyenlerin içinden geldiği göz önüne alınırsa, daha ağır bir mesleki risk altında olduğu da söylenebilir ruh hekimlerinin. Mesleğimin başında, henüz daha tecrübesiz olduğum zamanlarda terapi odasındaki bu aktarımın etkisinde daha ağır şekilde kalıyordum ben de. İsmet Özel, “Dünyaya alışan şiir yazamaz” demişti. Maalesef zamanla şairliğimin yerini psikiyatristliğimin almasının nedeni de bu dünyaya alışma süreci. ‘Şair ve doktor’ başlıklı yazımı şöyle bitirmiştim: ‘Daha derin yaralar için doktor yetmez. Şairin de orada olması gerekir.’  Yine de şairin orada olması gereken zamanlarda halen görev başına çağırabiliyorum aziz hatırasını şükür. İyi bir şiir okuruyum üstelik öyle olduğumu düşünüyorum. Danışanlarıma şiir tavsiyelerinde bulunduğum gibi, öğrencilerime de şiirle ülfet kurmalarını salık veriyorum. Bizim mesleğimizde insan ruhunun henüz adı konulmamış ilişki, duygu ve sezgi biçimlerine muğlâk ve müphem de olsa aşina olmak için, tanı kitabının önünde yürüyebilmek için şiir, hikâye ve roman okuru olarak ince bir zevk edinmek zaruri. Bilhassa da kendi edebiyatımızın zirve isimlerini, şairleri, edipleri sürekli ve dikkatli bir nazarla okumamız lazım, çünkü her kültürün kendine münhasır anlamlandırma dinamikleri olabiliyor, bazı kültürler açısından hastalık sayılması gereken ruhsal durumlar, başka kültürün genel yapısında farklı bir raddeye kadar kabul gören, onaylanan süreçler olabiliyor. Mesela bizdeki melal duygusu veya yas süreçleri gibi. İşte bunları anlamak için de sosyolojik, antropolojik analizler kadar edebiyata da başvurmak gerekli. Edebiyatı sadece bir anlamlandırma, zihinselleştirme aracı olarak görmüyorum tabii ki, yekdil olmanın, hemdert olmanın yani empatinin belirli bir türünün iyi terapistlerin vazgeçilmez niteliği olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Bunun gibi genç meslektaşlarıma sıklıkla Neşet Ertaş gibi bu toprağın abdallarını dinlemelerini de salık veriyorum. Psikiyatri görüşmelerinde şiirler üzerinden yorum yaptığım da oluyor, görüşme sonlarında şiir salık verdiğim de. Evet, şiir terapötik bir rahatlama sağlıyor, hepimizin yaşam sevinci, direnç ve ümit aşılayan, kana doğrudan karışan ince ve derin sözlere, güzel sözlere ihtiyacı var. Gündelik yaşamını aksatacak, insanlarla ve yaşamla ilişkilerini baltalayacak kadar ruh sağlığı örselenmemiş insanların, kendi kendilerini sağaltacak rutinlerinden biri olmalı şiir ve edebiyat okurluğu, hatta yazarlığı. Bazı nevroz türleri şairin meleklerinin kanat açıklığını belirler. Rilke, “Ya şeytanlarımı kovayım derken, meleklerimi ürkütürsem?” diyerek terapi almaktan imtina etmişti. Ancak, şiirin sadece yan bir uygulama olarak kullanılabileceği daha ağır tablolarda muhakkak uzman yardımı almak gerekli. Terapi ve gerekirse ilaç desteğiyle, hastanın tekrardan yaşama tutunabileceği, rahatsızlığı yaratan iç dinamiklerini ve çevresel şartlarını şuurlu bir bakışla gözleyebileceği bir duruma getirebilmek gerekir ki hasta yaşaması gereken kederleri ve mutsuzlukları cesaretle yaşayabilsin, hayatını dönüştürebilsin. Freud başarılı bir psikanalizin, hastayı mutlu eden değil, hayatın olağan mutsuzluklarını, meşru acılarını gereğince göğüsleyebilecek duruma getiren analiz olduğu düşünürdü. Tedavi sonrasında, şiirle melale, melankoliye, daüssılaya yine güvenle düşülebilir.

Sanki kelime bir mızraptır da, vurduğunda ta içimizde bir tel hıçkırır

Şiir demek ses demek. Her kitabın içinde bir ezgi var gibi gelir bana. O sesi duymayan kelimelerin anlamlarını anlayamaz zannederim. Şiiri, şairi çok mübalağa ettiğim düşünülmesin, çünkü her şair böyle değildir. O duymak istediğimiz sesi şiirine giydirememiştir kimi şairler. O halde o şiir kimseyi iyileştirmez. Çünkü onu yazmaya iten öfkenin içinde yazdığı şiiri de boğup bırakmıştır. “Affetmek” üzerine bir konuşmanızda şiirinizdeki sesi duyduğumdan beri böyle düşünüyorum. Ama o insana huzur veren ses sadece affetmekle kavuşulacak bir şey mi? İnsan affedilmek de istemez mi? Affedilmediğini bilen insanın şiiri neden insana iyi gelecek şarkıyı söyletmez? Affedilmediğinde ne yapmalı insan?

‘Şiir ses ile anlam arasındaki tereddüttür’ diyor Paul Valery. Şiirin kullandığı materyal, malzemesi kelimeler olduğu için sıklıkla konuşma dilinin işlevini de yüklendiği, yani bir mesaj iletmesi gerektiğini düşünür ehl-i hıred olmayan insanlar. Ancak şairin asıl işi, ruhunda biriktirip damıttığı renklerden, manzaralardan, mana ve seslerden bize bir ahenk tertip etmektir. Valery de bu sözüyle kelimelerin davranmaları gerektiği gibi davranmadığı bu halden bahsediyor gibi gelir bana. Sanki kelime bir mızraptır da, vurduğunda ta içimizde bir tel hıçkırır. Bunu, darbenin hızı ve gücüyle, iç ritmiyle, uyağıyla, vezniyle, redifiyle de başarır. En vezinsiz görüneninde bile bir iç ahenk dalgalanır iyi şiirde. Yine İsmet Özel’in ifadesine başvuracağım, İyi şiirleri (iyi müzikte olduğu gibi) okuduktan (dinledikten) sonra eserde kendimize ait ve hiç kimseden ödünç almadığımız bir şeyi unutmuş, kaybetmiş, bırakmış gibi oluruz. Kendimize ait o şeyden vazgeçmediğimiz yahut o şeysizlikten duyduğumuz mahrumiyet acısına duçar olduğumuz zaman bir daha, biraz daha yanaşırız esere. Kendimize ait başka bir şeyi oralarda düşürmek pahasına. demişti. Bu ilişkinin, yani iki yokluğun takas edildiği, birbiriyle dolup taştığı bu alışveriş, hakikatin dile getirilebildiği en üst form kabul edilir bu sebeple. Sözün, burçları yıkıp çeperleri aştığı yerdir şiirsel anlatım. Bu yüzden sözü şairane değil ama şiir halinde söylemek gerek. Konuşmalarımda, sözün güzelini söyleme çabam bundan. Çünkü işe yarayan tek söz, bağrımızda aşinasını bulandır. Denk geldiğiniz konuşmamın sizde bir yankı yaratabilmiş olmasının nedeni de ihtimal ki budur.

“Hınç oklarını aradım gözlerinde /Oysa sen parıldayan bir yürekle geldin /Yaralar ve ışıklar içinde.“diyor Pablo Neruda. Evet, ışık yaradan sızar ve yaralarını gördüğünüz birine sonsuza dek düşmanlık edemezsiniz. Affediş belki orada başlar. Affetmek, yalnızca yapılan şey bağışlanamayacak türden bir şeyse hükmünü icra eder diyen düşünürler de var. Bu, insanın muktedir olduğu bir hal değil belki, yalnızca ilahi inayetin başarabileceği bir şey. Mesela Jankelevitch’e göre affediş beşerin takat yetiremeyeceği bir şeydir, zira ya bir mazeret ya da yanlışa çanak tutmayla zedelenecektir. Gerçek bir affediş göklerden gelen bir bağıştır, ilahi alanın beşeri alana bir temasıdır, mucizevî ve ilham vericidir. Geleceğe dönüktür ancak geçmişle ilişkimizi de değiştirebilir. İnsan, bağışlanamaz bir şey yaptığını düşündüğünde bile af dilemeli ve mümkün olduğu ölçüde davranışının sonuçlarını telafi edecek ödünleyici davranışlarda bulunmalı, bağışlanma dileğinde ısrarcı, sabitkadem olmalıdır. Muhatabı tarafından affedilemediği halde bile, insanın yükünü hafifletecek bir şeydir bu. Ayrıca hem başkalarını hem kendimizi yargılarken hiç göz önünden ayırmamamız gereken bir ölçü, insan için esas olan hata yapmamak değil, hatasıyla büyük ve güzel şeyler yapabilmesidir. İnsanın yeryüzü seferi bir hatayla ve af dileğiyle başladı, bizim mitsel öykümüz bu; “Kahramanın yolculuğu.” Hatamız başkasıyla beraber bizde de bir yara açtığında, o yarayı iyileştirmek için yaptığımız her güzel davranış, birilerine iyi gelecek ve dünyada hayrı büyütecektir. Affetmek geçmişi değiştiremez ama geleceği genişletir. Sizin de üzerine harikulade bir yazı yazdığınız, yakın zamanlarda yitirdiğimiz büyük şairimiz Sezai Karakoç, ‘Af dilemeye geldim/ Affa layık olmasam da…’ demişti. Belki bu yolculuğa önce kendimizi affedebilmekle başlamalıyız.

Hüznün sık sık karıştırıldığı depresyon, ölümcül sonuçlara yol açabilen ciddi bir rahatsızlık

Hüzün Hastalığı’nda hüznün insanı sahici kıldığını söylüyorsunuz. Böylece kendi kendime “Hüzün Hastası” teşhisini koyabiliyorum ben de. Fakat şu soruya yanıt vermek ister misiniz bilmiyorum, ben bu tanımlamayı bir hekimden çok bir şairin yaptığını düşünüyorum. Şöyle; gözlemden çok birebir tecrübe edilmiş de bu tanımlama vücut bulmuş gibi sanki. Siz hiç Hüzün Hastalığı’na kapıldınız mı? Bir yazan olarak değil bir hasta olarak soruyorum, hüzün insanı öldürecek kadar güçlü bir hastalık mıdır? Tedavisi nedir?

“Hüzün duyabilen her ruh iyiliğe muktedirdir” diyor Tom Amcanın Kulübesi’ni yazan Harriet Beecher Stowe. Hüzün insana bu dünyanın yerleşebileceği bir yer olmadığını ve faniliğini fısıldar. Kutsalla temas insanın kırılgan olduğunu fark edebilmesiyle mümkün… Hüzün insanı kendi kırılganlığıyla temasa sokar. Firavunlaşan bir ego önünde diz çökeceği bir Tanrı aramaz, o zaten kendisini tanrılaştırmıştır.  O yüzden hüznü bir hastalık olarak değil, bir uyandırma çağrısı olarak ele alıyorum. Hüznümüzün medikalize edilmesine, bir hastalığa dönüştürülmesine karşı durmalıyız. Pek çoğumuz eksikliğini hayatın dağdağasında fark etmeden yaşayıp gitse de insan yitiği olandır. Hüzün, kaygı, hüsran duyguları bizim varoluşsal zeminimiz. İnsan yaşamının potansiyel bir tekâmül süreci olmasının mesnedi bu duygular. Hekimlik, modern tıbbi bir disiplin olarak değil de kelimenin kökenindeki “hikmet” manasıyla irtibatlandırılarak ele alındığında, bu bir hikemi saptama. Şairliğime vermeniz, hüsn-ü teveccühünüz. Öte yandan, şiir de hikemi bir eyleme tarzıdır, bunu göz ardı etmiyorum. Ben de geniş ve ince düşünmeyi, derin hissetmeyi önemseyen, kör topal da olsa bu şekilde yaşama gayretinde, bunu başarabilen insanlara satırlarında bile olsa yakın olmayı seven bir insanım. “Hüzün ki en çok yakışandır bize/ belki de en çok anladığımız” diyor Nazım Hikmet’e yazdığı şiirinde Hilmi Yavuz. Hüznün bir tedavisi yok… Olmasın da. Ama sevinç ve neşe de olsun hayatımızda. İnsan hüznü hissedebildiği kadar sevince de yer açabiliyor hayatında zaten. “Hüznü” yani şair İlhami Çiçek’in tabiriyle “kalbi” olmayanın sevinçleri ve neşesi de yapma çiçekler gibi. Vitrinlik. Hüznün kendisi ölümcül değildir bu sebeple, dirimseldir hatta. Yas duygusu bile böyledir. Ama hüznün sık sık karıştırıldığı depresyon öte yandan, ölümcül sonuçlara yol açabilen ciddi bir rahatsızlık. Onun için de başarılı sonuçlar veren farklı tedavi yöntemleri ve terapötik yaşam pratikleri mevcut. Benim hüznümü soruyorsunuz. Üç beş iyi şiir ve yazımın tamamı, hüznün dostluğu ve cömert ikramlarıyla ortaya çıktı.

Dilin miti terk etmesi hayata anlam veren her şeyi geride bırakmasıdır…

Konuştuğu gibi yazan biri ne iş yaparsa yapsın -güzel konuşmak sünnettir derdi dedem- güzel konuşuyorsa zaten yaraya merhem gibi bir şeydir sanırım. Bütün kitaplarınızdaki gibi gündelik hayatta da kullandığınız üslubu önemsiyorum, seviyorum. “İnsan dinlemekten bembeyaz olmuş bir adam” diyesim bile geliyor size bu yüzden. Üslubunuz sesinize, yüzünüze yayılmış sizin. Yavaşla’da (Kızılderili anlatısı) “O kadar hızlı gidiyoruz ki ruhlarımız arkada kalıyor” derken ruhun ihtiyacı olan sözlerin, değerlerin de geride kaldığını görüyoruz. İsmet Özel bir şiirinde “Ne kaybettiğini hatırla” der. Pek çok toplumda bu böyledir belki ama bir takım değerlerin temelini oluşturduğu bizim toplumumuzda üslubumuz neden değişti, konuşurken neden güzel konuşma ihtiyacı duymuyor, bunun karşımızdaki insana da iyi geleceğini düşünmüyoruz? Ne kaybettiğimizi neden hatırlamıyoruz?

İnsan kendi içinde başka bir varlık, dışarıdan göründüğü haliyle başka bir varlık. Dilerim bu güzel sözleri hak edecek bir kişiyimdir, değilsem de olurum. Eskiler, sözün canı olduğunu söylerdi. Bu, söze karşı yalnızca tasavvufi bir yaklaşım da değil. İnsanlığın en erken uygarlıklarından itibaren, modern dönemlere kadar, sözün, Tanrı kelamının varlığa şekil ve madde verdiğine inanılırdı. Sadece kitabi dinler değil üstelik malum üç kitapta da yer alır bizzat sözün varlığı yarattığına dair (Tanrı ışık olsun dedi, Başlangıçta söz vardı, Ol der ve olur) benzer ibareler. Dilin miti terk etmesi hayata anlam veren her şeyi geride bırakmasıdır: Rengi, sıcaklığı, anlamı, güzelliği. Jacques Ellul’ün Sözün Düşüşü kitabı, modernlikle beraber gelen bu zihniyet dönüşümünü çok da şiirsel anlatan bir kaynak eser, her fırsatta tavsiye ediyorum. İlahi dinlerin dışındaki inançlar da büyünün, kehanetin bu sözle yaratma yeteneğinin insan tarafından ödünç alınmış bir sureti olduğunu kabul ederdi… Rabbin isimlerinin, sıfatlarının insanda tecelli ettiğine inanan bir inanca dâhiliz, sözün canlı olduğuna ve yaratabildiğine inanıyorum ben de. Yok etmek için değil, yaşatmak için, yaşamı güçlendirmek için söz söylemek gerek, hayrı söylemek en nihayetinde budur. ‘Ya hayır söyle ya sus’, ne güzel bir öğüt değil mi? Güzelliği yitik malımız saymalıyız, her yerde onu baş tacı etmeliyiz. Biz niye böyle olduk? Çirkin söz, çirkin eylem nasıl metastaz hücresi gibi bu denli hızlı yayıldı? Bu konuda saatlerce konuşabiliriz. ‘Güzelliği arıyorsan önce sen güzel ol’ diye yazmıştım, güzellik nerede ve hangi mevzide olursak olalım her birimizin arayıp bulma sorumluluğundadır, herkes bir yerden başlasın.

Didem Madak’la yapılan bir röportajdaki bir anekdot beni çok etkilemişti…

– Sizi farklı kılan elbette ki şair oluşunuz. Doğarken insanın değerli olduğunu unutmamışsınız. ‘Yazan biri’ demiyorum dikkat edin lütfen. Şunun için söylüyorum, pek hoşlanmadığımı da belirterek, açık sözlü olmak gerekirse kişisel gelişim kitaplarını sahte ve ticari buluyorum, onları yazanları da. Çünkü kişiye özel değil. Herkese aynı eğitimi aynı biçimde veren sistemi eleştiren bu kitaplar zaten baştan tutarsızlık değil mi? Bu bir meydan okuma değil ama burada bir yanlış var. Kocaman bir zaman kaybını insanın kalbine bir boşluk gibi iliştiriyorlar. Öte yandan bir de ‘hasta hikâyelerini’ televizyonlara satan psikiyatrist yazarlar var. İsmi değiştirmek bir şey ifade etmiyor, çünkü hikâye değişmiyor. Bir terapi gibi değil, toplumsal bir travma veba gibi yayılıyor, “bütün bunlar gerçek mi?” diye… Bir kritik yaratmak için değil ama bir hekim olarak bütün bunları siz nasıl değerlendiriyorsunuz? Psikiyatri ve Kültür‘e buradan bakarsak eğer bu insanların kaderine, hayatına negatif bir müdahalede bulunmak değil midir?

Kişisel gelişim pazarı, mutluluk vecibesinin insanlara dikte edildiği ve bunun da ancak sosyal persona, romantik ilişki ve maddi başarı alanlarına bir kariyer gibi yaklaşarak elde edilebileceğine dair bir anlayışı zihinlere zerk eden modern bir kült. ‘Mutluluk Endüstrisi’ deniliyor buna. Belirttiğiniz gibi şahsi niteliklerin göz ardı edildiği ve tamamen kişinin kendi imajını bir tüketim nesnesi gibi pazarlamasına yönelik geliştirilmiş stratejilerden müteşekkil. Kadim geleneklerin insanı terbiye eden tekâmül ve olgunlaşma süreçlerinde, insanın “olma” kaygısı odak noktadayken, kişisel gelişimde odakta yer alan “sahip olma”; prestijli bir işe, vitrinde yer alacak eş- sevgili, başarılı çocuklara, network işlevi görecek sosyal çevreye, maddi imkânlara nasıl erişilebileceğine dair tüyolar, kısa yollar, dışarıdan sokma akıllar. Oysa mutluluk, sahip olarak elde edilebilecek bir hal değil, mutluluğu kabul edebilecek ruhsal bir dönüşüm gerçekleşmeden insan sadece ele geçirmenin anlık coşkularıyla yetinmek zorunda kalacak. Anadolu kültüründe yaygın olarak yapılan bir yörük duası çalındı yakınlarda kulağıma: “Allah’ım! İlk önce dağa taşa ver. Ormana, hayvanlara, suya ver. Ondan sonra insanlara, kapı komşuma, muhtaç olana ver. Peşi sıra da bana ver!..” diye. Bunu kişisel gelişim kitaplarında bulamazsınız. İnsan evladı çok geniş bir varlık halkasının bağımlı ancak ikame edilemez bir parçası madem, içinde yaşadığı topluma bigâne kalarak yalnızca kendi selametini öncelemesi gaflettir.

İnsanların, psikolojik problemlerin herkes için olduğu, profesyonel yardım almanın, psikoterapist veya psikiyatriste gitmenin kınanacak ayıplanacak bir hal olmadığı bilincini edinmeleri açısından bu alandaki yapımları her ne kadar faydalı bulsam da, danışanların gerçek hikâyelerinin televizyonda meze yapıldığı yapımlara olumlu bakmıyorum. Ayrıca kendim seyretmesem de sosyal medyadaki tepkilerden çok ağır psikolojik duygu durumlarının istismar edildiği izlenimi edindim. İsimlerin saklanması zaten bir yasal sorumluluk. Burada yarattığı etkilerin de ötesinde bir mecra olarak televizyonun hikâyeleri dönüştürdüğü anlam zeminine dikkat etmek önemli bence. Didem Madak’la yapılan bir röportajdaki bir anekdot beni çok etkilemişti, Çocukken kuzenimle evcilik oynuyorduk. Dövme işini abartıp bebekleri yerden yere çalmaya başladık. Teyzem, ne yapıyorsunuz dedi, onların da canı var. Biz şaşırıp duraksadık. Onlar canlı değil ama dedik. Evet, ama demişti teyzem, siz onları canlı farz ediyordunuz döverken.” Yazarından, izleyicilerine kadar bu yapımlara konu insanların canlı insanlar olduğunun gayet bilincinde herkes ve televizyonun onların hikâyelerini nasıl kullandığına bu yüzden aldırmamız gerekiyor. Ve en nihayetinde insanların hikâyeleri onlara aittir, o hikâyeleri dönüştürmeden, olduğu gibi yazıya veya filme dökmek bir tür acı pornografisidir.

Modern yaşamı günah keçisi gibi gösteremeyiz, modern öncesinde de insanın insana hoyratlığı az değildi

– Ruhun Labirentleri’ni okuduğumda kalabalıklara bir de onun dışındaymış gibi baktım. Eğitimin bir parçası olması gerektiği için çok ağır vakaların bulunduğu kliniklerde de bulundum. Kalabalıklara da kliniklerdeki hastalara da bakarken ‘hınç’a maruz kaldıklarını gördüm. “Çıt!” Demiş kırılmışlardı. Onarmak mümkün değildi artık onları. Hiç kimsenin hiç kimseye benzemediği halde aynı şiddete maruz kaldığını ve aynı şeyler yüzünden yaşamadıklarını sadece nefes aldıklarını gördüm. İnsanın “hiç olmasa da olur şeyler” yüzünden kendilerini mahvettiklerini… İnsan öleceğini unutur mu? Unutursa ne olur? Ruhun Labirentleri ‘modern insan’ın yarattığı ölme biçimleriyle mi dolu? İnsana gözleri görsün diye verildi ama insan bunları görmeye nasıl dayanıyor?

Ölüme, yaşamın sonunda başımıza gelecek bir biyolojik süreç olarak bakıyor büyük çoğunluk. “Bazıları kendi ölümlerini bir türlü ölemiyor, başkaları sık sık ölüyor.” diyordu Heidegger. Ölüm konuşur hayatımızın ortasında aslında daima. Kendi ölümünü ölmeyi başarabilmek için kendi hayatını yaşıyor olmanın sorumluluğunu cesaretle üstlenmek gerekiyor. Kimdi hatırlayamadım şimdi, ‘artık hayattayken ölüme ölümden sonraki hayattan daha fazla inanıyorum’ diyordu. Bir ‘yaşayanlar mezarlığı’nda yaşıyoruz ve ‘ölümden önceki hayat’ı neredeyse yaşamayı bilmiyoruz. Ve bazıları da sık sık öldürülüyor henüz yaşamları sona ermeden. Yaşam sevinçleri, hevesleri, ümitleri, güvenleri, sevme yetenekleri öldürülüyor insanların. Bunu kötülük olsun diye de yapmıyor ekseriyetle insanlar, en fenası bu. Anne-babalar, eşler, işyerinde amirler, eğitimciler, yöneticiler, akrabalar, arkadaşlar yapıyor birbirine. Hayatın gerçekleri, iş veya akademik başarının zorunlulukları, alışkanlıklar diyerek, ihtimam- dikkat- zaman eksikliğinden, sevgi ve ilgi eksikliğinden sık sık birilerini parça parça öldürüyorlar. Modern yaşamı günah keçisi gibi gösteremeyiz, modern öncesinde de insanın insana hoyratlığı az değildi. Ama modern olmak, daha etkili silahlara, enstrümanlara sahip olmak demek aynı zamanda. İnsanlarda yaşam sevincini ve iyiliği filizlendirmeye, çiçeklendirmeye yönelik eylem ve söylemler edinmeye çabalamalıyız, bu mümkün görünmüyorsa da hiçbir şey söylemeyip geri çekilmeyi bilmeliyiz. George Eliot’un çok sevdiğim bir sözü var, mealen, ‘dünyanın iyiliği biraz da elinden kötülük gelebileceği halde bunu yapmayan, inatla gizli saklı yaşayan ve şimdi ziyaret edilmeyen mezarlarda yatan kişilerin tarihe geçmemiş eylemlerine bağlıdır.’

Yaşanmış bir şeyin hiç olmamışçasına unutulmasının mümkün olmadığını biliyoruz

– Bir hekim olarak da bir şair, bir öykücü olarak da yazdığınız, bir araya getirdiğiniz bütün metinlerinizde insanı mutsuz eden şeyin “unutmak” olduğunu gördüm. Ben unutmamam gereken bir şeyi unuttuğumda sanki hayatımı kaybetmiş gibi hissediyorum, bir anlığına da olsa. Fakat insanların çoğunluğu kendilerini unutmuşlar, çevrelerini. Hayatının koşulları altında ezilenler de konfor içinde yaşayanlar da öyle. Bazen insanın canı acıyacak ki yaşadığını anlayacak sözünü zalimce bulurdum. Fakat artık böyle düşünmüyorum. Acının aklı insanda sabit tutan bir yanı olmalı? Acı çekmede insanın eşiğini nasıl belirleyeceğiz? İnsan canı acımayınca daha mı çabuk unutuyor her şeyi?

Unutmak, hafızanın bir hastalığı yahut eksikliği olarak düşünüldüğünden, “Hafıza-i beşer nisyan ile maluldür” derdi eskiler. Ama bunun böyle olmadığını biliyoruz bugün. İnsan, merhametle unutmaya muktedir bir varlık. Bilinçli bir unutmadan bahsetmiyorum elbette, hafıza, hatırlamanın acısının benliği parçalayacak kadar güçlü olması durumunda seçici bir ayıklamaya gidiyor ve bazı şeyleri unutuluşun sislerine gömüyor, bağıntıları nedeniyle unutması mümkün olmayan bazı şeyleri de kurgu içinde değiştiriyor, o şekilde sahte bir anıyla hatırlıyor. İnsanın zihinsel yetileri bir sağ kalım muharebesi yürütüyor, bu açıdan unutmak bir zayıflık değil, mucizevî bir meleke. Unutmanın, insanı, başına gelen şeylerin esaretinden kurtaran bir özgürlük hamlesi olduğu bile söylenebilir. Çocukluğunda sistematik olarak istismar ve şiddete maruz kalmış bir çocuğun, bu bilinçli anılarla ömür boyu yaşamak zorunda kalmasını hayal edin, böyle bir geçmiş, kusursuz bir hafızayla ancak lanetlenebilir. Bu yüzden unutmak bir lütuftur ve bunu böyle kabul etmek gerek. Ve yaşanmış bir şeyin hiç olmamışçasına unutulmasının mümkün olmadığını da biliyoruz. Beden hatırlar. Psikolojik rahatsızlıkların pek çoğunun kökeninde bilinçli hafızanın unuttuğu şeyler hakkında bilinçaltının attığı çığlıklar vardır. İnsan, bilinçli olarak hatırladığı şeyleri zamanla değiştirebilir, hatıraların rengi solar, sesi kesilir; ama unutmak için gömdüğü şeyler pırıl pırıl, eksilmeden, tüm yaşanmışlık duyumlarıyla saklanır bilinçaltında. Psikanaliz de bu problemli geçmişi elden çıkarabilmek için erişilebilir hale getirme sürecidir. Kişisel acıları, hazinesine hırsla sarılan cincüceler gibi saklayıp onlara sarılmanın salık verilecek bir yani yok o sebeple, insanın yüzü yaşama dönük olmalı. Zamanı geldiğinde, yeteri kadar güçlenip büyüdüğünde tekrar onları gün yüzüne çıkarıp insanın onlarla yüzleşebilmesi şartıyla… Toplumsal acılar içinse psikanaliz sürecine benzer şekilde, maşeri vicdanı tatmin eden bir yüzleşme ve adalet aşamasından geçmek gerekiyor.

Unutmak, düşünmenin de temelidir ilginç şekilde. Bağıntılar kurmak için olguların bazı yönlerini yoklarmış gibi unutarak soyutlamak ve başka şeylere benzetmek gerekir. Çünkü kavramlarla düşünürüz, nesnelerin kesin algılarıyla değil. Bu zaviyeden bakınca yazma eylemi bile hatırlama türünden değil, unutma türünden bir edimdir. Yüksek zihinsel melekelerin tamamı da böyledir. Borges’in Funes’in Belleği hikâyesi, hatırlama ve unutma hakkında çarpıcı bir hikâye, bu konuyla ilgilenenler için tavsiye ediyorum.

Modern yaşamın hızının hizmet ettiği gönüllü bir unutkanlık da var öte yandan. Milan Kundera, “Çağımızda unutma arzusu bir saplantı haline gelmiştir, bu nedenle, bu arzuyu tatmin etmek için hız iblisine teslim olmuştur çağımız; kendini anımsamak istemediğini bize anlatmak için hızını artırır; çünkü kendinden bıkmıştır; kendinden tiksinmektedir; belleğin titrek alevini söndürmek istemektedir.” sözleriyle bu sürecin dinamiklerini çok incelikle açığa vuruyor.

– Bütün pandemi boyunca insanlar şunu birden ve iyice anladılar sanırım: “Yalnızmışız!” İlk insandan bu yana belli seviyelerde biz insanoğlu bu yalnızlık duygusunu yaşadık, biliyoruz. Âdem’in yeryüzüne indiği ilk günkü yalnızlığını, Yusuf’un kuyudaki yalnızlığını, savaşların, yetimhanelerin yaşattığı yalnızlığı da tattık, biliyoruz ama insanoğlu ilk kez dünyanın en kalabalık yalnızlığını yaşadı. İnsanın ölünce uyanacağı yalnızlığı diri diri tattı. Bu şimdiye kadar bildiğimiz depresyonlardan çok daha başka bir depresyon çıkardı ortaya. Tarih boyunca her şeyi yaşamış insan neslinin giderek daha dayanıklı olması gerekmez miydi? Bütün bunlar insanın giderek daha tecrübesiz, dayanıksız olduğunu gösterdi. Neden? Tıp, teknoloji gelişirken insan neden zayıflıyor, bunu nasıl açıklarsınız?

Nasıl ki, insanlığın bugün karşılaştığı bakteri ve virüslerin iki bin yıl öncekinden daha güçlü ve dirençli olmasının nedeni, insanın daha dirençli olmasıysa, psikolojik sağlığımız açısından karşılaştığımız risklerin de daha tehlikeli olması, avuntularımızın ve meşgalelerimizin daha baskın olmasından kaynaklanıyor. Doğal olarak daha yalnızız çünkü çok daha büyük kalabalıkların içinde yaşıyoruz. Pandemiye böyle bir ortamda girdik, yani gündelik avuntularımızın neredeyse tamamına yakınından mahrum kaldık. İş yerlerinden, arkadaş çevrelerinin sosyal aktivitelerinden, cafe-restaurant- sinema- tiyatro- konser buluşmalarından. Hazırlıklı olanlar, zaten asosyal ve içedönük bir yaşam sürenler pek de etkilenmediler gözlemlediğim kadarıyla pandemi yalnızlığından. Diğerleri sosyal medya ve ekran üzerinden sosyalleşmenin yeni yöntemlerini deneyimlediler. Yüzeysel ilişkiler bir şekilde ekran aracılığıyla da sürdürülebilir ama her iki kesimden insanların da asıl eksikliğini çektiği şey, yakın temas yoksunluğu aslında. Bir tür ‘dokunma açlığı’. Göz göze temasın, birbirine sokulup gülüşmenin, kederlenmenin, kucaklaşmanın, insan dokunuşunun eksikliği, her türlü ruhsal rahatsızlık tablosunun daha da ağırlaşmasının önemli nedenlerinden.

Şifa arayan, şifa bulur

– İnsanı iyileştirmek için ilaçların, teknolojinin çoğu zaman işe yaramadığını düşünüyorum. Beni böyle konuşturan gençliğin verdiği cehalet de olabilir, ama iyileşmek istemeyen biri için bunlar etkili olmaz zaten sanırım. İnsanın iyileşmeye ikna edilmesi lazım. Bu da onun biyolojik yapısından çok manevi yapısıyla ilgili değil midir? İnsanın içine girmek, kalbine bakmak için ille de ilaçlar ya da neşter kullanmak şart mıdır? Sufi Psikoloji buradan ele alınırsa neden önemli?

Koruyucu ruh sağlığı önlemleri de diyebileceğimiz, insanın zihinsel ve ruhsal esenlik durumunu koruyan, onu geliştiren, olgunlaştıran alışkanlıklar, düşünme ve ihsas şekilleri her insanın yaşam tarzı içerisinde yer almalı zaten. Tabiat içinde geçirilecek daha uzun süreler, aile-dostlar-sevdiklerimiz ile yakın ve derin ilişkiler, sosyal sermayenin, geniş aile, komşu ilişkilerinin destek ağı, güzellik, sanat ve edebiyat, felsefe ve bilimle iç dünyayı genişletmek, daha yüce bir varlığa duyulan iman ve güven ile bunu güçlendiren ritüeller… Tüm bunlar bizim yaşama anlam katmamızı, kırılganlığımızı destekleyebilmemizi sağlar. Bunların bazılarını bize başvuran danışanlarımıza da şahsi niteliklerine göre tavsiye ediyoruz zaten. Psikoterapinin açığa çıkardığı, bilinçdışı acılar ve çevresel-kültürel şartların hastaların ruh durumları üzerindeki etkisini analiz ederken bu enstrümanların faydasını göz ardı etmiyoruz. Ancak, ruhsal rahatsızlıkların fizyolojik sonuçlar doğurduğu veya zaten mevcut bazı fizyolojik rahatsızlıkların etkili olduğu hastalıklarda ilaç kullanımı, hastanın yaşamını sadece kolaylaştırmakla ve düzeltmekle kalmaz, kurtarır da. Modern tıbbın gelişimini göz ardı ederek kurtarabileceğimiz, bir nebze rahat nefes aldırabileceğimiz hayatlardan bu yardımı esirgemek, hekimlik mesleğinin deontolojisiyle çelişen bir hal. Bu açıdan, ilaç kullanılması gereken durumlarda sadece terapötik uygulamalardan medet beklemek geri dönüşü mümkün olmayan sonuçlara yol açabilir. Öte yanda psikoterapide iyileşmenin kişinin kendi sorunlarını hikâye edebilmesiyle başladığı söylenir. Şifa arayan, şifa bulur. Pek çok ruhsal tedavide asıl iyileştirici etken kişide uyandırdığı ümittir. Kişinin anlaşıldığını ve bu yüzden yardım görebileceğini düşünmesi iyileşmeyi ateşleyen ana yakıttır. Her sorun ilaçlarla çözülmez. Anlam arayışları, evlat kayıpları, manevi buhranlar standart tedavi yaklaşımlarıyla değil varoluşa dair derin sularda yüzmeyi göze alarak göğüslenip anlaşılabilir. Pozitivist tıp paradigmasının boşa düştüğü yerler çoktur. Bir ölümü söylerken insanların inandığı anlam dairesine yaslanmak tıp adamlarını da rahatlatır. Psikoterapi seansında ‘Tanrıya kırgınım’ diye söze başlayan birisine, ‘Ben bilim adamıyım, o konularla ilgilenmem’ diyebilir misiniz?

Şikâyet kültüründen sorumluluk kültürüne geçmeliyiz

– Son olarak siz de farkındasınız elbette artık eşikleri çatlatacak seviyede yükselen toplumsal çöküşün. Kadın cinayetleri, çocuk istismarı, işsizlik, derin yoksulluk insanın ruh sağlını bozmada geçerli nedenlerin temeli çoğunlukla bunlardan ibaret. Bütün bunların yaşandığı bir ülkede elbette o ülkeyi yönetenlerin bu konuyla ilgili iki ayrı bakanlığının olup bu konulara eğilmemesi de bana göre sosyolojiden çok psikolojinin konusu. Toplumun ruh sağlığı ve rehabilitasyonu konusunda insanlara ve onları yönetenlere ne tavsiye edersiniz?

‘Çöküş’ benim katılmak istemeyeceğim bir kelime olur. Ben yaraların sarılabilirliğine, umudun bir yol bulup bize şifa verebileceğine, hatalarımızdan öğrenmeyi bilirsek yarının bugünden güzel olabileceğine inanmak istiyorum. Kötülük her yer ve toplumda var, yeni iletişim araçlarıyla daha gözle görülür hale gelmiş bulunuyor. Bu da her birimize sorumluluk yüklüyor: ‘Ben ne yapabilirim?’ Şikâyet kültüründen sorumluluk kültürüne geçmeliyiz. Pek çok olumsuzluğa rağmen dinamik ve zor zamanlarda kenetlenebileceğini göstermiş bir toplumda yaşıyoruz. Hoyratlığın, psikopatlığın, nobranlık ve suiistimalin yeterince cezalandırılabildiği adil bir toplum inşa etmeye çalışmalıyız. İyilerin mükâfatlandırılıp kötülerin hak ettiği cezayı bulduğu bir toplum olamazsak yılgınlık bizi teslim alır. Modern kentlerde insanların ruh sağlığını etkileyen çevresel koşullardan (dikey yapılaşma, orman ve koruların azalması, ulaşım için harcanan vaktin uzunluğu, çalışma süreleri ve şartları, eğitimdeki müfredat yükü ve süresi vs.), sosyal sermayenin (aile, komşuluk, güven ve dayanışmayı sağlayan ilişkilerin tamamı) korunmasına kadar kamu otoritelerine pek çok görev düşüyor. Söylediğiniz gibi derin yoksulluk, eğitimli gençlerin işsizliği ve geleceğe ilişkin güvensizlik de ruhsal problemlerin artışındaki önemli etkenlerden biri.  Sosyal eşitsizlik gerek beden gerekse de ruh sağlığı için en önemli belirleyicilerden birisi, eşitsizlik arttığında sağlıksızlık da artıyor. İnsanların toplumumuzda haysiyetleriyle yaşama hakkına asla halel gelmemesi gerekir. ‘Bütün diğer değerler insan haysiyetine hizmet ettikleri ve bunun davasını sürdürdükleri ölçüde değerdir‘ der bilge sosyolog Zygmunt Bauman. İnsana yapılacak en büyük kötülüklerden biri ona karşı kayıtsız kalmaktır. Kayıtsız kalmak onun insanlığını azaltmak, onun haysiyetini zedelemek demektir. Kayıtsızlığın bir biçimi de onun biricikliğini tanımamak, onun iç dünyasının zenginliğini görmezden gelmektir. Kültürler arası düzlemde düşünürsek, insanı kendi varoluşunun biricikliğiyle kavramadığımızda bizden farklı düşünenden yahut sokaktaki göçmenden bir tehdit üretebiliriz. Her türlü siyaset insanı mihver almalı ve ondaki çeşitliliği, zenginliği, rengi, farklılığı görebilmelidir.

Kadın ve çocukların sömürüsüne, fiziksel veya psikolojik, ekonomik şiddete maruz bırakılmasına göz yuman uygulamalar, düzenlemeler ve bazı görevlilerin görev ihmali, ardında pek çok mağdur ve kurban bırakıyor. Olumsuz örnekleri sayıp dökebiliriz ancak bu alanda büyük bir gayretle çalışan kamu görevli ve kurumlarını da tanıma imkânım oldu. Eşgüdüm eksik kalırsa ferdi gayretler de bir süre sonra yorgunlukla boşa düşüyor. Daha insani, birey haklarını güçlendirmeye yönelik tedbirlere ağırlık verilmesi, sosyal hukuk devleti ilkesinin geniş yorumlarının faaliyete geçirilmesi gerekiyor.  Koruyucu ruh sağlığı hizmetlerinin, sağlık kuruluşlarında olduğu kadar eğitim kurumlarında ve öğrenci yurtlarında da yaygınlaştırılması, sosyal hizmet görevlilerinin dezavantajlı durumdaki kişiler için daha aktif rol alması da öncelikle alınacak tedbirler arasında. Ama her şeyden evvel bir ‘konuşma ahlak’ını tahkim etmemiz gerekiyor, vatanını farklı biçimlerde seven insanların birbirinden itaat talep etmedikleri, sadece konuşmayı istedikleri, birbirlerinden öğrenebilecek bir şeyleri olduğu hissiyle bir ‘diyalojik konuşma’yı başlattıkları bir güzel ahlakı filizlendirmeliyiz.

– İnsanlar sonradan tanışmazlar, tanıştıklarını sandıkları gün birbirlerini hatırlarlar. Böyle düşünmek, buna inanmak benim çok hoşuma gidiyor. Beni yanıtladınız, beni hatırladınız diyorum. Teşekkür ederim, bir gün yan yana gelmek dilerim.

Ben de teşekkür ederim, bu içten ve güzel sorularınız için. “Kalpten kalbe bir yol vardır” diyor Neşet usta, tez zamanda görüşmek dileğiyle.

Ayfer Feriha

İnsanın sessizce yaşayacağı bir histir keder, içe doğru derinleşme sağlayan, sizi manevî yönden olgunlaştıran, dünyanın kırılganlığını ve geçiciliğini duyuran bir his. Kederin artık ilerlemiş bir boyutu olarak değerlendirebileceğimiz depresyon, bir sosyologun betimlemesiyle, ‘kendi olma yorgunluğu’dur. İnsan bazen kendisi olmaktan yorulup ümitsizliğe düşebilir. Ama bu sürecin sonunda kendisini zenginleştirebilecek bir tecrübe edinir, hayata dair bir bilgi devşirir buradan. İnsanın iç dünyası mahremdir, oraya herkes elini kolunu sallayarak giremez, kırılganlık ve üzüntüler gösteri programlarına meze yapılamaz.

Kemal Sayar

Çiçek

anlamazsınız

günlerin yorgunluğu içinde
sizin için kalın kitapların arasında
kurutmaya bırakmadığınız bir çiçeği
uzatır size bir gün
anlarsınız

geceyi vuran kurşun değil sessizlik
bir gün alçak sesle söyler
duymak zorundasınız
geceyi vuran kurşun değil sessizlik

yavaş yavaş
ve biter
kimsenin gecesine girmeyen bir hüzündür
bir size söylenir
bir siz bilirsiniz

1966

Eray Canberk

Babalar Uzak

Kimi geceler vardır bir çocuk

Usulca yer değiştirir yatağında
Gizli mağaralarda gündüzden artan ışık
Gibi kendi ıssızlığını çoğaltır yalnızlık

Kimi geceler vardır yıldızlar
Kendileri kadar çok ve uzaktırlar
Tozların dinlendiği saatlerde elişi
Sıcaklığını arayan çocuğun usulca ürperişi

Kimi geceler vardır uzak yollara çıkılır
Bakınca bir kapı açılır karanlıkta, uçuşur tozlar
Orada bir erkek usulca bir kadından ayrılır
Orada kendi gövdesine sığınır bir çocuk

Kimi geceler vardır, babalar uzakta eskir
Suya atılan bir taşın buruşan sessizliğidir
Ayışığı, gölgeler… kâğıttan yelkenli
Kimi geceler uzakta, bir tepenin ardında

Ova: bir çığlığın izdüşümü avuçlarımda

Tuğrul Tanyol (1953)

Östrojen

Anne! Ben sende kötü bir başlangıçtım.

Hayatın kanlı duvarına sancıyla tutunan taş.
Sevmediler beni, ben bir anne ölüsüydüm.
Anlamadığın bir dille beni yalanladılar!
Şiir yazdım… O da yazdı… Okumadık birbirimizi.

Anne! Duvardan anneleri silmek istiyorum.
Ölmeliyim anne olmamak için bir daha.
İlaç boşaldıkça beynim çürüyor!
Neyi bekliyoruz gömülmek için ilaç kutusuna!
Çürüyen beyin kokusuna anneler dayanamaz.

Anne! Şiirleri cam vazolar gibi…
Salonun, yüzümün, kağıdın orta yerinde!
Yeniden ezberleyip duvardaki biçimini,
Aklımı senin “ilk göz ağrımsın” dediğin
Yere bırakıp şöyle senin gibi büyümeyi…

Anne! Duvarımı yıkma yüzüme bak!
Çıkar gözlerini ağrından kurtul!
Ben iyiyim, kendi halinde bir ceza…
Kutsal olan şeyler kolay yıkılır
Beni sevme kendinden kurtul!

Anne! Beni sana benzetiyorlar
Korkuyorum anne olmaktan!

Emel Güz