iki gündür dolanıyorum sokakları kurumuş yapraklar gibi

Denizleri dökülmesin diye, kimim atlasların duvara asılmadığı doğrudur.
Ama sanmıyorum doğru olsun, ağaçların soğuk kış günlerinde, kabuklarının altına pazen giydikleri…
***

Ben de bilmiyorum önümüzdeki şubatın yirmi sekiz mi yirmi dokuz mu çekeceğini… Yirmi dokuz çekecekse, bana da haber ver. Unutmayalım o gün, dört yılda bir doğum günü olan dostumuza, küçük bir hediye göndermeyi.

***

Bana sorup durduğun o iki dizeyi buldum sonunda. Karaşın bir şairmiş, o iki dizenin sahibi:
“Her çocuğun kalbinde kendinden daha büyük bir çocuk vardır/Bütün sınıf sana çocuk bayramlarında zarfsız kuşlar gönderecek”
Unutmadan, bu iki dizeyi defterine yaz istersen. İstersen ezberine yaz. İstersen unut. Nasılsa daha çok okuyacağız orta ikiden terk çocuklar şairini…

***

Ama mesela şeyi unutma… Neyi unutma biliyor musun, pencereden sokağına bakmayı… Sabahları kalktığında ve o güzelim akşamüstleri…

***

İyi oldu artık mektup yazmayacağını söylemen. Mektup beklemek, bilsen öylesine zor ve öyle güzel ki…

***

Geçenlerde yaşadığım bir şey, şunu öğretti bana: İstese de çok uzağına gidemiyor insan kendisinin. Hangi trene binse, içindeki bir istasyona varıyor sonunda. Hangi rüzgara tutunsa kendine savruluyor; hangi denize açılsa, yine kendi kıyılarında buluyor kendini…

***

Önüne açacağım her ‘yıldızlı atlas’ta; ama büyük; ama küçük bir deniz olacak mutlaka…

Onları duvara asmamaya çalış n’olur, yere dökülmesin denizleri…

Anlat, kanatlarındaki sarı benekleri geceleyin ay mı bıraktı?
Yağmur yağınca ağırlaşır mı kanatların?
Yokuşta uçarken yorulur musun?

..

Helikopter böceğinin uçamayan böcekleri sırtında taşıdığı doğru mu?
Uçmak mı güzel konmak mı?
Nereye çıkar salyangozların açtıkları gümüşten yollar?
Alçacıktan uçunca kuşlar, sen de heyecanlanır mısın?

Parmağıma konan kelebek, n’olur biraz daha kal!

Yıldızlı Atlas/Burhan Eren

blogger-image-1545597891 iki gündür dolanıyorum sokakları kurumuş yapraklar gibi

Açelya Çiçegi

Beni görmekten sıkılıp da
Gidersen

Tek bir söz söylemeden göndereceğim seni

Yongbyong’daki Yaksan dağından
Açelya çiçeklerini
Kucak kucak toplayıp yoluna sereceğim
Adım adım giderken
Yoluna serdiğim o çiçeklere
Hafifçe basıp gidin
Beni görmekten sıkılıp da
Gidersen
Ölsem de gözyaşı dökmeyeceğim.
Gim So-Vol
(Açelya Çiçeği/agora kitaplığı/Çeviren: Hatice Köroğlu)

진달래꽃

나 보기가 역겨워
가실 때에는
말없이 고이 보내 드리오리다.
영변에 약산
진달래꽃,
아름 따다 가실 길에 뿌리오리다.
가시는 걸음 걸음
놓인 그 꽃을
사뿐히 즈려 밟고 가시옵소서.
나 보기가 역겨워
가실 때에는
죽어도 아니 눈물 흘리오리다.

김 소월

yaksan+montain Açelya Çiçegi

İleride Bir Gün

İleride bir gün beni ararsan
O zaman ben ‘unuttum’ diyeceğim

Kalbinin derinliğinde bana sitem edersen
Özlemin sonunda ‘unuttum’ diyeceğim

Sen hâlâ sitem etmeye devam edersen
‘İnanmadığımdan unuttum’ diyeceğim

Bugün de dün de unutmamıştım
‘İlerde bir gün de unuttum’ diyeceğim
İleride bir gün unuttum

Gim So-Vol
Çeviren: Hatice Köroğlu

Hatice+K%C3%B6ro%C4%9Flu İleride Bir Gün

Ağıt

Parçalanıp kırılan ismin!
Boşluğun ortasında dağılan ismin!
Çarılınca da sahipsiz kalan ismin!
Çağıra çağıra öleceğim!

Yüreğimde sakladığım bir kelime
Hiç söyleyemedim
‘Sevdiğimdin’!
‘Sevdiğimdin’!

Kızıl güneş batıdaki dağın ortasına takıldı
Geyik sürüsü de üzüntüden ağlar
Parçalanmışçasına duran dağın üzerinde
Ben senin ismini haykırırım

Üzüntüyle kederle haykırırım
Üzüntüyle kederle haykırırım
Haykırışlarım yok olur
Gökyüzü yeryüzü arası o kadar engin ki

Ayakta durduğum bu halimle burada taş olsam da
İsmini haykıra haykıra öleceğim!
‘Sevdiğimdin’!
‘Sevdiğimdin’!

Gim So-Vol
Çeviren: Hatice Köroğlu

gim+so+vol Ağıt

Bulut

Şuradaki şu bulutu yakalayıp üstüne binip
Kan kırmızı rengine boyanan şu bulutu
Gece olunca kararan şu bulutu
Yakalayıp üsütüne binip yüreğim şu uzağa
Engin gökyüzünü uçarak geçip
Uykuya dalmış senin kucağınla kucaklanmak isterdim
‘Boş ver öyle yapamazsın’ dedin
Sevgilim dinle, yağmur olup
Şu bulut sana yağarsa
Düşün gece gözyaşımı

Gim So-Vol
Çeviren: Hatice Köroğlu

bulut Bulut


Sevinç ve Hüzün

Ey ağır yükle koşan insanlar
Sadece engellerle karşılaşan ayaklarınıza bakmayın
Bazen başınızı kaldırıp dağ taş dört bir yandaki
Rahatlatıcı dünya güzelliklerine bakın

Yemeğin tatlı ya da acı olması ağza bağlıdır
Şerefli veya rezil olmanın sevinci ve üzüntüsü de yüreğe
Bir bak güneş batsa da ay doğar
Ayın son gecesi hava kirliyse dinlenin de öyle gidin
Ey ağır yükle koşan insanlar
Nefes nefese kalınır diye yokuştan şikayet etmeden
Bazen yürekleri yumuşatarak düz yolun
Bir başlangıcının olacağını da düşünün

Rahatlık sıkıntının tohumu da olur
Acılar sevincin tohumu olur
Bir bak verimsiz tarlaya bir şey ekince bile
Sonbaharda altın başaklar çok olur

Bıçak sırtında dans edilen hayat diye
Suya atlayan kötü kadın
Belki öyle de düşünülebilir ama
Öyle de olmayabilir sebebini anlayamadık

Bıçak sırtında dans edilen hayat diye
Kendisi bıçak ağzı üstünde dans etmiş
Ondan kim deli dansı yapmasını istedi ki
O kadar geçimsiz kadındı ki

Doğrusu kendi sıkıntımı kendim alırım
Tutunacak yeri olmayan kalopanax ağacı
Ağır yükle koşan insan
Yol kenarında yeşil kırlarda dinlen de git

Ağır yükle koşan insan
Engellerle karşılaşan ayakların köklerine bakmayıp
Bazen dört mevsim dağ ırmak dört yanda
Değişen dünyaya da bir bak

Ağırdır diye bu yükü atacak mısın
Sıkıntılı diye bu yolda yürümeyecek misin
Ağır yükü yüklenip koşan insan
Derenin üstündeki su damlasına bak

Bir damla su bile birikip aktığında
Akıp gider de denizde dalga olur
Gökyüzüne çıkıp da bulut olur
Tekrar toprağa iner yağmur olur

Yağmur olup yağan su birikince
Dağda şelale olup enerji olur
Kırlar sulanır bol hububat olur
Susuzluktan kıvranan toprağa bereket olur

O giderken güzel çiçeğin bir tanesi solup giderken
Gece soğuk çiğ olup ıslatır
Yalnız bir yolcu acıkınca
Yol kenarında soğuk pınar olup açlığını hafifletir

Derenin tek bir damlasının bile
Akmasının anlamı öyledir ki
Herhangi bir insan hayatı kendine ait diye
Engelli bu yolu suçladın mı
Bu yükün ağırlığının bir anlamı var
Bu yükün sıkıntılılığının da bir anlamı var
Ağır yükü yüklenip koşan insan
Bu dünyada insan gibi bir insandır.

Gim So-Vol
Çeviren: Hatice Köroğlu

gim+so+vol+sevinc+ve+huzun Sevinç ve Hüzün

Hayatın Sessizliğinde

Yitirilmiş bir ormanın suskunluğunda dolanacaktım ömür boyu, var olabileceğim tek yerin sınırlarında. Defalarca kendimi aramaya gidecek, bulduğumda ardımsıra bırakmak zorunda kalacaktım, geriye dönebilmek için.

Aniden saplanan bir sancı gibi şiddetlidir duyduğun özlem. En suskun anında bile diğer sesleri unutturan çağrısı gibi tenin…

İnsan yüreği bir aynadır derlerdi eskiden. Sonsuza dek tutmak isteyeceği görüntüyü arayan taşla yaşıt bir ayna. Elmas sertliğinde, sırları dökülmüş. Aynı çamurdan biçimlendirilmiş, dünyanın yüreğiyle… Belki bu yüzden, yürek rengi bir resim dünya… Boşluğun umursamaz elinde.

Kentin acımasız, sağır, granit profiline, benim imgem karışıyor, kurşuni denize akan bir yeraltı ırmağı gibi. Hatlarını, ayrıntılarını, ifadelerini yitirmiş, bir insanın ovalliğinden başka hiçbir şeyin seçilemediği, lekeler içindeki hikayesiz yüzüm…
Daha yalın, yoksul ve sığ mı gerçek dünya, bütün bu yansımalardan: imgelerden, sözcüklerden, ışıkla dansından gölgelerin? Yoksa daha derin, karmaşık ve gizemli mi?

Irmağın ortasını çoktan geçtim, geri dönemeyeceğim kadar uzaklaştım dünün kıyılarından. En soğuk, dipsiz, anaforlu yerindeyim zamanın, akıntıya kapılmış, ağır ağır sürükleniyorum, yarın diyeceğim – henüz değil, daha sonra yarın diyeceğim- şimdilik ufuktaki bir kırbaç izini andıran kızıllığa doğru…

Gölgeler gibi sürükleniriz günden geceye, geceden güne, konaklayabileceğimiz düşlerin peşinde…

Gidilmemiş yerlerin, okunmamış kitapların, yerine getirilmemiş sözlerin, dilimin ucuna takılıp kalmış cümlelerin pişmanlığını duyuyorum en çok.

Bir insanın sevgisini kaybetmek, zorlukla ulaşılmış bir doruktan aşağı yuvarlanmaktadır.

Bazen bir düşten uyanır gibi hayatımdan uyanmayı bekliyorum, ama inan, sözünü ettiğim ölüm değil gene.

O zamanlar masumdum, çünkü canım acıyor ama bir suçlu aramıyordum…

Tek bir sözcük için bile sonsuz bir bakış gerekir… Ben diyebilmek için sonsuz bir bakışla bakmak gerekiyor dünyaya…

Dünyayla savaşa kalkışacaksan onun tarafını tutmalısın, kendini değil.

Reçetelerim yok ne kendim, ne toplum, ne de hayat için.

Pazar günleri çarçur edilmek içindir… çünkü aslında diğer günleri çarçur ettiğimizi ancak böyle unutabiliriz.

İnsanlar. Sabırlı, neşeli, temkinli, dertli, aceleci, yorgun… Gün için gereken yüz ifadelerini daha sabahtan takınmış, çatışmalara, pazarlıklara hazırlar. İnsan hep dünyayı henüz paylaşımı yapılmamış bir arazi sanmak, başkalarının oyunlarında rol kapmak için çabalamak zorunda galiba.

Kırmızı artık aynı kırmızı değil, kız çocuk kırmızısı değil. Kan rengi, utanç rengi, tokat rengi, çok lekeli.

El sözcüğünün bir anlamının yabancı oluşu, el ve beden arasındaki kopukluğa işaret ediyor olabilir mi?

Yalnızca çöle bakmayı bilenler, hiçliği bu denli derinleştirebilenlerdi.

Taş gibi hızla batarken, halka halka kıyıya vurmayı başarman gerekiyor, en uzak sınırlara doğru açılmayı.

Belki hayat dediğimiz budur yalnızca, bilmediğin bir şeyin peşinde koşadurmaktır, adlandıramadığın için çağıramadığın…

Peri masallarına kanmıyor artık. Karanlık sokaklarda tek başına yürüyebiliyor, yediği şamarlarla böbürlenmiyor.

Kendiliğinden bulacaksın yaşama giden yolu, bir körün evinin yolunu bulması gibi. Ağır ağır, el yordamıyla, alışkanlıkla…

İşte bu da benim hikayem… Doğumum, ölümüm ve ikisi arasındaki her şey.

Aslı Erdoğan-Hayatın Sessizliğinde
asl%C4%B1+erdogan Hayatın Sessizliğinde

Yalnızlığım Karanlığı İncitmesin

..kahır da yara’dır!
kalp yarası..

Sevgili dostum
Son günlerde tahminsiz gelişen tatsız şeyler oluyor. Bendeyse sürekli bir yakınma, devam eden bir isyan ve hiç bitmeyen gözyaşları var. Yeni yeni haykırışlar besteliyorum devrimime. Gücüm kesilince kalkıp yalnızım diyorum boyuna; sanki herkes kalabalıkmış gibi!

Yağmurdan arta kalan küçük su birikintilerine düşmeden karşıya geçmeye çalışıyorum; sanki biri eteğimdeki çamuru görecekmiş gibi tedirginim. Bazen utanıyor, bazen gururlanıyorum. Birçok duygu geçisi arasında dönüp duruyorum yine.
Geçen gün sesimi duydun; soğuktum, uzaktım ve eğer gerçekten kalbinle dinlediysen, seni çoktan unutmuş gibi yankılandığını da anlamış olman lazım.
Benden çok şey gitti, alamadıklarım oldu, ayıklayamadıklarım, ayıltamadığım uykulu sahipliklerim… Elimden kayıp hayatın alacasına saçılanlarsa çoktan bütünleşmişti o renk karmaşasıyla. Önce kaktüsler kurudu, sonra balıklar öldü. İkimiz seninle eş zamanlı terk ettik varolan düzeni. Sen gidince ölürüm sanmıştım. Ben gidince ölürsün sanmıştım. Bak yaşıyoruz. Bak! Her şeye alışıyor insan… Demek ki sevgimizi fazla büyütmüşüz gözümüzde…

Zamanla sevilmez, zamanla unutulur bilirsin. Biz birden sevdik ama zamanla unutmak istemedik. Bize eşlik etmesi gücümüze gitti zamanın. Zamanla aynı hızda ve aynı ritimde yürümek istedik. Görüyorsun ki zamana yeniliyor insan. İnsan dediğin balık mı ki hafızası tembel olsun derdim. Öyleymiş sevgili dostum. Zaman iyilikleri de, kötülükleri de unutturuyor insana. O öyle bir silici ki, geriye yalnızca birkaç zerre anıların tozu kalıyor. Sonra bir bakıyorsun bir dakikanı ayrı geçirmek istemediğin insan, Afrika’daki bir siyahi kadar uzağın oluyor. Ne aramak, ne sormak, ne cemalini görmek… Hepsi bir düş oluyor. Zaman iyileştirse de aynı ölçüde nankörleştiriyor bizleri. Unutkan, pervasız ve vefasız insanlar olup çıkıveriyoruz meydanlara.
Aslında sen de haklısın. Harflere basmaktan daha zor rakamlara dokunmak! Yazmak daha kolay, sesindeki buğuyu anlamaktan! Sanal bir sandaldayken suyun üzerine silinip giden harflere itimat etmek, sahibine nasılsa ulaşır diye gönül rahatlığıyla teslim etmek cümleleri… Ah kayboluyorlar oysa! Muhattabının gözüne bile değmeden. Zamane dostlukları bunlar. Dokunmaya, görmeye, sesini duymaya ne hacet!

Sevgili dostum. Bak sonunda bu da oldu. Artık seni özlemiyorum. Sendeki ve bendeki iki yüreği yanyana getirdim ve anladım ki birimizinki yalnızca kan pıhtısından ibaret. Hani diyor ya şair, herkesin kalbi var sanılmasın! Sanmıyorum artık idare et…
Sana delice bir öfkeyle kızdığım zamanlar oluyor. Öyle yorgunum ki daha iyisi gelmiyor elimden. Daha iyisi seni incitmek olurdu belki ama yapamam. Ben karşılığını alıyorum aynadaki aksimin. Özetle sevgili dostum, ben hata ektim, şimdi pişmanlık biçiyorum!

Bunca zaman senin hep diğer yarım olduğunu düşündüm durdum. Ayrılmaz yanım, dayanıklı yanım, görmeden sevebilecek kadar tahammüllü yarım.. Bunca boş dünya işi arasında beni es geçtiğinde anladım bir olmadığımızı. Hem senin kalbin benden bağımsız çarpıyordu. Belli ki bu şekilde atıyor olmasına belki sen, belki de ben müsaade etmiştim. Bizden başkası değildi suçlu. Belki benden başkası değildi. Ama ne olursa olsun ben hayatımın en zor günlerini yaşıyordum ve sen yoktun. Yaşadıklarım anlatamayacağım kadar ağır, taşıyamayacağım kadar büyüktü.. İhtiyacım olduğunda yanımda olmaman, bizim için eksik bir vefa veya ne bileyim tamamlanmamış bir duygu göstergesiydi. Bağlılık, güven, vefa zoraki olacak hisler değildi. Dost dediğin, çağırmadan gelendir. Anlatmadan, senin darda olduğunu hissedebilendir. Göze, söze gerek duymaz dostluk. Hislerle yol alır. Sen hissetmedin.. Şimdi düşününce sitem bile etmemi gerektirmeyecek kadar uzak olduğumuzu anladım. Öyle ya, insan hatrının geçtiği insana sitem eder, sevildiğini bildiği insana nazlanır. Ki sevmek artık hiçbir şeye yetmiyor. Görüyorum ki bizim sevgimiz yokluğa, vefasızlığa, zamansızlığa katlanacak güce sahip değil. Zorluklar paylaşıldığında azalır sanmıştım hep, ama zorlukların paylaşmadığında katmerlenmesi çok beterdi… Az önce bir konuşmada şöyle dedi telefondaki ses; ’Sesin kötü geliyor, ciddi bir şey yok değil mi?’ ’Ölümün olduğu bir dünyada daha ciddi ne olabilir ki!’..

Evet ölmediğimiz sürece her şey steril, her şey yolunda. Ama şunu unutma sevgili dost’um, ben ’gel’ dediğimde gelmediğinde bitti her şey. Sonrası uzatmaları oynamaktan başka bir şey değildi. Belki de çok uzun zaman önce kangren olduğunda dostluğumuzu kesip atmayı becerebilseydik, tüm ruhumuza yayılmayacaktı vurgun. Hayattan hep darbe aldığımı düşünürken nasıl da koca bir yanılgıda ömür tüketmişim meğer. Hayat değil, insanlarmış acı veren!
Galiba umutsuzluk en beteri. Bu umutsuzluk bendeki bütün yaşama gücünü alıyor. Değer vermek ve değer görmekle ilgili sıkıntılar içerisindeydim. Nedir değer vermek? Bir insanı belki kendinden dahi fazla önemsemek veya öncelikler sıralamasında tutmak. Sırtında taşımak değil, yanında yürümek. Değer verdiğim için vazgeçtiklerim ve değer görmediğim için vazgeçilemeyenleri düşündüm. Değer vermekte, değer görmemekte aynı derecede can acıtıcı bir şeydi. Çünkü insan hep kendisinden ödün veriyor, değişiyor ve eksiliyordu. Birisi bana değer vermek nedir diye sorsa benim yaptıklarım derdim sanırım. Değer vermenin karşılığı ben olmalıydım. Literatürlerde bile böyle anılmalıydı değer vermek. Ben değişmiştim. Verdiğim değerler yüzünden eksile eksile ufacık kalmıştım. Birisine darda olduğunu bile bile ırak durmak değer vermek değildi. Ve darda olduğun ortadayken es geçilmek de değer görmemekti. Her ikisi de birbirinden beterdi. Sesler yükselir, insanlar kırılır, ruhlar incinir ama özündeki değer başkadır, değişmez. Doğru! Ne bu kadar hafife alınacak kadar yüzeysel, ne de abartılacak kadar zor değildi değer vermek. Yapılması gerekenler belliydi. Her şey ortadaydı. Sevilen insan önemsendiğini hissetmek istiyordu hepsi bu! Ona bunu hissettirmek bu kadar imkansız olamazdı. Eksilmekle aynı şeydi değersizlik. Verdiğinde de, almadığında da eksilmek söz konusuydu. Değer vermek, -sana değer veriyorum! demek değildi. İcraat etmekti. Fedakarlık yapmaktı. Lafta kalmayacak kadar mübarek, mübarek olduğu için de kutsal bir şeydi değer vermek. Ama nedense değer görmek için değer vermek yetmiyordu çoğu zaman…

Bendeki karanlık bile bir yara. Aydınlık gözlerimi kör ediyor. Yaram var, kanayan, hiç kapanmıyor, iyileşmiyor. Biliyor musun sevgili dostum, kahır da bir yaradır, adına kalp yarası denir! Ve bazı yaralar var ki, onları dostlar dahi iyileştiremiyor…

Şimdi sen beni uzaktan izliyorsun ya artık, böyle devam et.
Terk edilmiş ve bütün sokak lambaları sönmüş bir şehri seyre dalmış gibisin. Sende kalbimdeki ışıkları sönmüş ve terk edilmiş şehirde yaşamaktan umudu kesmiş ve fes edilmişsin artık sana olan düşkünlüğümden…

Oysa hala göremiyorsun. Bilmiyorsun çarmıhta gerilmişim ben, gerilmişim bir ok gibi ve bıçak gibi bir yaydan kopmak üzereyim. Yalnızlığım karanlığı da incitecek.

Ben sadece O’nu kaybetmedim ki! En temiz kalpli arkadaşımı, hiç büyümeyen çocuğumu, kaşları çatık babamı ve ömür boyu özleyeceğim bir adamı kaybettim..
Kaybetmekte hünerli biri olduğumu düşünürsek eğer, o gitti, o gidince herkes gitti ve ben her şeyimi kaybettim…

fulya/kasım2012

fulya+codal Yalnızlığım Karanlığı İncitmesin

hayat hepimizden geniş ölüm her ömürden uzun

Ben hep gülümseyerek yaşadım dünyayı
Gülümseyerek ölüyorum her gün sizlerle
Baştan kendime basit bir yüz yakıştırdım
Rüzgârıyla haşır neşir çıplak bir tepe
Bir gök olsun istedim yüzümde, mavi, bulutsuz
Metin olmaktan başka şansı var mıydı yoksulların
Ben oldum işte, oldum ve öldüm

Sorduğum tek soru vardı kendime
(Öbürleri herkese ilişkindi)
şimdi gitsem benden ne kalır geriye?
Kaldı işte, ahdım kaldı dünyada
Yaralı bir alın
Gülümserken unuttuğum dudaklarım
Ve yurdumu dolaşan kanım kaldı sizlere
Kanım her yere bulaşıyor
Aşçının kepçesine, marangozun rendesine
silahın namlusuna, kalemin mürekkebine
yargıcın cübbesine, âşıkların neşesine
çocukların oyununa karışıyor
Dağılıyor, çoğalıyor, yalıyor sokakları

Habere çıkardım, dünyanın yaradılışını görmeye
Alevlerin, kurşunların arasından sekerdim
Ağaca bakar ağaç olurdum, köpeğe, göğe, serçelere
Yaprağa bakar yaprak olurdum, tırtıla, kuşa, yaşlı teyzelere
Umutsuzlara bakar iç çekerdim, hallaçlara, sütçülere, çerçilere
Bütün otobüsler giderdi benle, istanbul-hafik, istanbul-refahiye
Ev içlerine bakar ağlardım, buğday demetlerine, duvardaki ali’ye.
Cemlere, kahvelere, meydanlara bakardım
Herkes gibi çopur yüzlüydü hayat
Kibirliydi yoksullar, kibirli ve atak
Sözcükler hırçınlaştıkça dilsiz ve bataktılar
Böyle bir dünya dermiştim kendime
Hakikat gizlenmişti buralarda bir yere

Ne ölümler gördüm de yaşamak hırsızlık gibi geldi bana
Bulmalı derdim, bulmalı ölümün erken dilini
O da oldu. Gördüm celladımın gözlerini ve gülümsedim
Hepimize benziyordu, şaşırarak öldüm
Bir duvar dibiydi sanırım, ıssızdım ve soğuktu gece

Bir şey öğrendim ki söylemeliyim
Hayat hepimizden daha geniş
Ölüm her ömürden daha uzun sürermiş
Dağları düşündüm, sokakları, ev içlerini
Her şey yaşadığım gibiymiş, basit ve korkunç
Dil susunca kan konuşur, kan konuşurmuş
Kanım yurdumu dolaştıkça öğrendim.

Mahmut TEMİZYÜREK

(Kırlangıcım Paronaya-Yön Yayınları)
hayat+hepimizden+geni%C5%9F hayat hepimizden geniş ölüm her ömürden uzun

Bana şiir gönder

Bana şiir gönder, diyorsun
Tersine yollar, yollar tersine
Kaldı en son, son bakışında
Göçmen kuşlar gibi inip kalkan kirpiklerin
kanat hızıyla benden alıp
saçtılar yer yüzüne
o şiiri

Bana şiir gönder, diyorsun
Ömrüm geçiyor aşkın ilmek yerlerinden
dişleyip çözmek için o kör düğümü, düğümü
kör dünya, gittin de dağıldı yel vurmuş un gibi

Ya beni hançerle…

Bana şiir gönder, diyorsun
Serin camdan geliyor sözün
Yüzünün harfinden ses, bir ses
işittim sandıkça, sanıdan bitkin duyularıma
güç ver, sözün ne renkse, hangi tonsa,
onu da ekle hiç değilse meyline

…Ya da gel bir bakıver yüzüme, bakışını kandil yapıp
gezineyim ben de şu yanar döner evrende

Mahmut Temizyürek
(yalangezen-Kırmızı kedi Yayınevi)
bana+siir+g%C3%B6nder Bana şiir gönder