Alıp Götüren Koku

Gözlerim kapalı, bir sonbahar akşamında
Sıcak göğsünün kokusunu içime çeker
Dalarım, gözlerimden mesut kıyılar geçer
Hep aynı günün ateşi vurur sularına

Sonra birden görünür, baygın, tembel bir ada
Garip ağaçlar, hoş meyveler verir tabiat
Erkeklerin biçimli vücutlarında sıhhat
Ve bir safiyet kadınların bakışlarında

O güzel iklimlere sürükler beni kokun
Bir liman görürüm, yelkenle, direkle dolu
Tekneler, son seferin meşakkatiyle yorgun

Burnuma kadar gelen hava kokular taşır
Yemyeşil demirhidilerden gelen bu koku
İçimde gemici şarkılarına karışır

Charles BAUDELAIRE

al%C4%B1p+g%C3%B6t%C3%BCren+koku Alıp Götüren Koku

seni düşünmek böyle birşey olsa gerek, istanbul.

seninle bir istanbul kentinde karşılaşmıştık, istanbul…
sen o zamanlar konstantinopolis olduğunu henüz unutmuştun.
ben seni daha terketmemiştim…
terk etmek üzereydim…
geri dönüşün olmadığını, geriye dönülemeyeceğini henüz
bilmiyordum
karşıdan karşıya geçiyorduk.
ben tam o anda karar verdim.
yerleşiklik o an yitirildi.
gerisi sürekli gel-git artık…
dönmeye ve kaçmaya çalışarak hep.
oysa sana dönemiyorum işte, istanbul.
bütün dönüş biletlerimi saklıyordum,
biliyordun ama kabul etmiyordun.
dönüş yoktu, olamazdı, tıpkı gidişin olmadığı gibi.

ben hala o uzun kıvrılan yolda bekliyordum.
oradan ayrılmamıştım ki…
sonra, şimdi yatağımda, bütün gece yazmaktan
yorgun düşmüşken, kuzey rüzgarları buzdan
heykeller yontarken odada, kulaklarımda
“the long and winding road” dönerken
yavaşça, seni düşünüyorum…

uykuya dalar gibi olduğum bir an,
birşey görüyorum, sonradan hatırladığım…
belki bir yaz sabahı,
ılık otların üzerinde saatlerce kalındığı
bir ilkyaz sabahı belki,
yolun kenarında,
altından ince uzun bir suyun akıp gittiği
bir böğürtlen korusuna uzanıyorum…
ellerim böğürtlen rengi…
uyanıyor, anımsıyorum.
böğürtlen… dikencikler… akarsu…
seni düşünmek böyle birşey olsa gerek, istanbul.

Lale Müldür

istanbula+veda seni düşünmek böyle birşey olsa gerek, istanbul.

İstanbul Kışa Hazırlanıyor

Dün, Köprü’nün korkuluğuna dayadım elimi
Buz gibi
Artık denize bakmak
Serinletmiyor içimi
Ne çare üşütüyor

İşten çıkınca karanlık basıyor
İnsanların hali daha telaşlı
Taşıtlar daha çabuk geçiyor
Böyle günler kısaldıkça sanıyorum ki
Kış daha çabuk geliyor

Tophane’nin önünde
Odun boşaltan kayıklar var
Sabahları gittikçe sis artıyor
Herkesin dilinde aynı şey
Odun derdi
Kömür derdi

Serseri bir çocuk
Üç aylık bir suç tasarlıyor
Ne güzel ağaçları denizi sevmeye başlamıştık
Şimdi olan bitene sebepsiz sıkılıyoruz
Lokanta her akşam daha dumanlı
Kahve her akşam daha kalabalık

Bir şey daha var
Bütün yaz aklımdaydı
Nedense bir türlü hatırlayamıyorum

İstanbul buzlu fotoğraf camlarında gibi donuk
Gene pembesi pembe, mavisi mavi ama
Ellerimizle eşya arasına bir şey girdi
Fakat düşünüyorum da sen hiç değişmedin
Sesin hep öyle sıcak, yüzün aydınlık

Necati Cumalı

istanbulu+sevmek İstanbul Kışa Hazırlanıyor

Ey Hayat Kucakla Beni…

Kalbimin kırıklarını toplayıp avuçlarıma
çekip gitsem bu şehirden
anılar incinir mi?
üşür mü? dalında bir yaz çiçeği

ve bilir mi?
bir sevgiye karşılık yüreğini kanatanı
bin ilmik atanı usuna
çekilen her tetiğe karşılık

kirpiklerinde
baharını saklayan yaşlı bir çocuğum ben
düşlerin yağmurunda ıslanmış gül izi
ağlamak istediğim her sahilde bir martı ölür
bir şiir vurur kıyılara gücenik
değip geçer ellerime ihanetin rüzgarları

içimin ırmakları kurudu bütün yapraklar soluk
hüzün kokuyor çiçeğim
hangi yağmurları müjdelersen müjdele
yeşermez bir daha yangının düştüğü yer
aşk da küstü
kim dinler kalbimin kırık sesini artık

ceylanların
vurulduğu bir dağ başı ıssızlığıyım işte
gelinciklerin ürperdiği şafak
gülücükler kuruturum durmadan güz dudaklarında
giden dönmedi terk etti bütün mevsimler
bir korkunç acıya düştüm ki
sırtımda kırk paslı bıçak kırk yerinden kanayan

avcılar vurdu küçücük serçe kuşlarımı
acılar tünedi sevincin tüneğine
gidenler gelmedi terk etti bütün mevsimler
bir tek gül kalmadı ömrümün bozkırında
şimdi yalnızlığın en tenha kışındayım
kirpiklerimde yıldızlar saklasam da
bedenime buzdan rüzgarlar esiyor her gece

testisi kırık yorgun bir yolcuyum
hiç bir şey avutmuyor artık
kirpiklerimde yağmurlar duman duman
uçsuz bucaksız bir uçurum kıyısında kaldım

üşüyorum
ey hayat kucakla beni
mavi kanatlarının altına al
sığınıp kalayım bir sevginin sıcak iklimine…

Nuri Can

s%C4%B1g%C4%B1nacak+yer Ey Hayat Kucakla Beni...

Boynumda Kendi Ellerim…

Gözlerim çocukları yoksul bir ülke şimdi
içimin kızıllığınca gül ve yangın
dalında unutulmuş bir üzüm tanesiyim belki
belki bir söğüt dalının efil efil titreyen yaprağıyım
uzak bir iklimde esip geçen rüzgarlara ağıt yakan

bir gün çözüp bakışlarımı tel tel kirpiklerimden
elif elif ağlayan gümüş saçlı bir anneye bağışlayacağım
son kez ağlayacağım belki düşerken sevdanın eşiğine
varsın bağışlamasın beni hayat ki,
ay uzak tepelerin ardına çekilsin
çarpa çarpa dövsün kıyılarımı acılar
yarasına figan düşsün kırlangıçların
eriyip gitsin hüzünlü bakışlarımda ne varsa
yokluğuma kahırlanmayacaksa bu kent
ah! çekmeyecekse ardımda kalan anılar

Ah! ey yarasında nehirler fışkıran kalbim
susuyorum işte acılara akan bir sesle
hayat ki, ateşten bir ip boynumda
koynumda buzdan bir top
ne zaman doğrulsam dokuz yerimden vururlar beni

biliyorum her susuşun ardında bir yalnızlık var
bir özlem, bir kahır var
bilinsin ki, bir yanı yangındır susuşlarımın, bir yanı ölüm
aşkın kor ateşlerinde sınanmış bir semenderim ben
her gece kalbimin ortasında bir çöl çiçeği açar adı Leyla
bir yanı Yusuf’tur acılarımın bir yanı Züleyha
yolları beklemekten yorgun, yıllara gözyaşı dökmekten

hüzünlü yüzüm, aykırı sakalımla
ondandır dünyanın orta yerinde kederli bir dağ gibi duruşum
siyahlar giyinişim, saçlarımı taramayışım
bir yaban gülü gibi ıssızda ağlayışım
bir derviş gibi yakışım kalbimi, boynumu büküp bakışım
ondandır
bunca incinmişliğim ondan
kemirirken içimi utangaç ulalar heyulasında geçmişim

susuyorum ki, acıma kimseler merhamet etmesin
çünkü hep sevgilerden aldım suların derin akışını
ve nakışını yüreği elmas bir kızın dantelinden söktüm
biliyorum yangınlar kentinde kıvılcımlar
bir sevdadır gül yaprağına konmuş
bütün yıldızlar sırtını dönmüş bana, ayda küs
hayat bu işte ey kalbim bir varmış bir yokmuş

varsın kirpiklerimden acı dökülsün
yüreğimde büyüttüğüm kır menekşeleri için
son bir damla su istiyorum senden ey kalbim Allah aşkına
bu çölleri sen yarattın iflah olmaz ömrüme
senden aldım bu kadar sevmeyi, özlemeyi, kahrolmayı
şimdi boynumda kendi ellerim bağışlama beni
tükenmiş ümitlere yeni vahalar gerekmiyor çünkü

her bahar kuşlar kanat çırpınca özgürlüklere
sesler gelince karlı dağların ardından türkü ırmaklarında
ve ben uzanıp durduğumda yatağıma ince bir su gibi ıssız
sorun kalbime özlemek nedir, acı nedir, hüzün nedir
yasaksa aşk titreyen yüreklerin deltasında
varsın kurusun güller, sular kararsın, kumlar yansın
bir çöl akşamıyım artık
bıçak keskinliğinde yakınmadan esip geçiyor düşlerim

savunmasızım, sus ey kalbim intizarın sende kalsın
gizle, vuslatı arzulayan bir kor ol yan kalbim, kimse bilmesin

bütün çığlıklarını kuşansın gelsin ölüm…

Nuri Can

Boynumda+Kendi+Ellerim Boynumda Kendi Ellerim...

Kesme nevanı içine salsalar da keder

Kesme nevanı
içine salsalar da keder
kırılsa gönül medd ü cezr ile
hepsi geçer…
hepsi geçer…

bir lâhza durup
lûtf ile
mercanları saçsan
düşse sana kem bakan…
düşse sana kem bakan…

Nazenin olanın halinden bihaber
açar zakkumlar pembe ve beyaz
“dalmışlar tahayyüle” der
incinir kelebekler…incinir kelebekler…

Ben şiraze, her damlada yitişimi izlemedeyim.
Ben şiraze; hep gidenlere, bir türlü gelemeyenlere laf üstüne laf dizmedeyim.
Ben şiraze, her sabah yeni bir ene silmedeyim.
Ben şiraze; hep bir yerde, hep bir yerde beklemedeyim.
Ben şiraze, biledikçe sensizliği bilenmedeyim

Şiraze

blogger-image--1741085256 Kesme nevanı içine salsalar da keder

şakayık ki dağların lâlesi, seni bekler gizli gizli

şakayık ki dağların lâlesi, seni bekler gizli gizli
her sabah umutla döner yüzünü göğe, bir dua belki dilinde
ve her akşam çöküşünde büker boynunu, döker yüzünü
ertesi güne…

Ben… nereden geçersem geçeyim, hangi kapıyı çalarsam çalayım ve her kimle oturup sohbete dalarsam dalayım bir şekilde sen çıkıyorsun karşıma şiraze. Giderken hiç gitmeyen, kaçarken hep beni izleyen, her adreste karşıma çıkan… dağ başı olsun ya da çöl… sensin şiraze atamadığım. Bak yağmur yağıyor yine, üstelik gri. Burada yağmurların rengi hep gri. Az gri, çok gri; ama hep gri şiraze.

saat dört yönünde bir yakamoz dansı büyülerken görenleri
bir necva ulaştı kulaklara, titrek
dedi
“olanı biteni aşk imiş”
sen alevlendin, sen dillendin, sen çöktün birdenbire
çöle damladım, zamansız yine…

Sen, yağmur ve bir bardak demli çay… birbirinize ne de çok yakışıyorsunuz. Ben aranızda ancak bir gölge gibi dolaşıyorum. Dizelerden sayısız ilham devşirme telaşındayken, adınla süslüyorum her mürekkebin değdiği yeri. Şiraze… çay kadar ısıtıyorsun içimi. Şiraze… yağmurlar kadar yıkıyorsun beni. Şiraze… bilmiyorsun, “bir ömrü harcamak” dedikleri gerçeğin altını seninle çiziyorum.

billur kaseler dolaşıyordu elden ele, şerbet kokusu havada
bir eğlentiye gelmişti insanlar, güle oynaya etekleri zilli
göz ucuna hüzün takılmışların yeri değildi
tennurelilerin yeri hiç değildi…
ne avludaki ağaç bir anlam verdi, ne çatıya serilip keyif süren asma…
aradığım neydi orada, sormalıydım
hem doğuyu, hem batıyı uyandıran adama

Umay ana hiç çıkmadı karşıma. Bohçacı Ester, Martinikli cariye, kazak güzeli Ayzada… Yolculuklarımda kimseler yoktu satırlara boyanan. Kalabalıklarda mırıltılı günlerdi yaşanan çoğu zaman şiraze. Hep birileri mırıldanıyordu. Kimi ağıt, kimi ninni, kimi destan… hep birileri mırıldanıyordu şiraze. Duyuyordum. Ben de bozkırın türkülerini söyledim kendi kendime. Mor kadife fistanları diz boyunda dökülürken yanı ucumda, ben de türküler yaktım hep sana. İçimden geçenlarin adı şiraze, yağmurlu günlerin tadı şiraze; söyledim seni. Duyurmak için değil, duymak için. Duyurmak için hiç değil, duymak için şiraze. Yağmurlar eşliğinde yola koyulduğum kaçıncı gece bu. Kaçıncı akşam hem senle hem sensiz gidişim guruba. “Bu gitmeler hep sürecek” nakaratı kulaklarımda saçlarına hoş kokulu buseler konduruyorum.

kehribar, kekik, zencefil bir de karanfil kokusu sarmıştı havayı
ipek yolu üzerindeydim, içimde arkeoloğunu bekleyen kalıntılar
ne kadar değişikti tümsekler, ne kadar başkaydı kasisler
ve ne kadar sığ kalmıştım derinlerde

seni özlüyorum, yağmur penceremde
seni özlüyorum hep şiraze…

Şiraze

9850444ka6ow7nz6 şakayık ki dağların lâlesi, seni bekler gizli gizli

Büyük Kurban

sen varken ben günaha inanmadım hiç
olup biten şeyler var bir de feci pişmanım
kal yanımda çöl hala yağmur yağmasın
köprü koydum aşımız hep dinamit kokuyor
bu şehri ellerinle düzeltemezsin
kovan yasta kraliçe vefat etti az önce
çiçeklere bu durumu anlatamazsın
bir tren bir tünele girer sonra kaybolur
ellerin dert görmesin durma beni yağmala
durma beni yağmala çiçekler ümitlenir
sevgilim kaktüs kes çölün işi rast gitsin
ürkme akacak kandan hayat kılçığıyla yenir

sen varken billahi varamadım günaha
çok aradım çok aradım çok aradım çok
gökten Zülfikar yağsa yeryüzü temizlenir
beni nefsimden tutma susuzluğum geçiyor
sevgilim ağlamayı ben bu çölde öğrendim
çok ağladım çok ağladım çok ağladım çok

sevgilim bundan böyle günah falan yok
sen yoksun ben yokum onlar hele hiç yoklar
beni annem merhamete doğru doğurdu
Ali’yi gözlerine bakarak yenemezsin
çünkü Ali Zülfikar’ı düşmanın hep nefsine
hep nefsine doğru savurur ve saplardı
Hüseyn’e ağlamayan ağlamayı ne bilsin
keder büyür yokuş birden aşağıya dikleşir
merhamete dair ne varsa silikleşir
bir kervan çöle girer çöl birden derinleşir
ey gözümü göz yapanın dostu damadı
çok günah işledim belki seni göremem
seni görmek günahla ilişiksiz olmalı
ben Hüseyn’in başına kurban olurum
şahit kalır Zeynel olur güzel kardeşim
sonra senin alnın gider bin secdeyle kırılır
susuz kalan bir aslan fesheder bir ormanı
eli hançer tutan kendine sırt aranır
arkeolojik bir kuşkum bile yok;
dünyanın ilk gözyaşı Kerbela’ya akmıştır
Hüseyn’e ağlamayan henüz ağlamamıştır

Ali oğlu Hüseyn’in başını okşuyorken…
Ali güzel başını okşuyorken Hüseyn’in…
dedesi mütebessim öyle uzaktan…
Fatma’nne yaralı bir anne ceylan
Hasan tutmuş sıkıca kardeşinin elini
sevgilim… benimle birlikte ağlar mısın?

Alper Gencer
Muharrem / 10
Üsküdar

tumblr_mcmimpE7q81r4zr2vo1_500 Büyük Kurban

Her Aşk Katilidir Bir Öncekinin

Rüzgârlı bir tepenin yamacındayım şimdi
kent suskun
Ve istasyonlar ayrılık için var bu şehirde
imlası bozuk, üşümüş ve kirli bir çocuk olurum şeni düşünürken
ömrüme iliştirdiğim martı leşleri yamalı bir geçmişi oynar
imtihanlar ve intiharlar üzerine kurulu hayatlardan
Gecenin en serseri yanını alırım günceme

durup durup şiirler yazmak yoluna
yeni bir yaşam biçimim oldu son günlerde
kendimi sende kalabalık buluşum belki de bundan
her gece yorganımın altında sakladığım
kırlangıç sürüleriyle geliyorum sana
sen uykudayken
babam her gece ölüyor şimdilerde
annem nihavent bir çığlık oluyor
bana en çok sensizlik koyuyor
sonra babilin asma bahçelerine asıyorum kendimi
uyanmak için

eski bir aşkını anlatıyorken bana
konuştuklarından yapılma bir sessizlik oluyor ağzım
kaç kez kanıyorum bir bilsen
(ya da hiç bilmesen)
sesinin ardında yüzün sessiz bir tabanca gibi duruyor
kendimi kötü kurulmuş bir cümle sanıyorum
gece yüklü bir kamyon uykularımı solluyor

yastığının altında yalnızlığın var biliyorum
oysa ben senden bir bardak su istedim
akdeniz değil
son yalnızı benimdir bu kentin
istanbul arkamdan gelir
ey hüznü yüzünde gülücük diye taşıyan kız
hep kendine mi saklarsın çocukluğunu

ağzıma bir bulut bulaşsa da yokluğundan yapılmış
kayadan seken bir kurşun
en serseri yanımız olur kimi zaman
ve ben hep kendimi terk ederim senden
her katilin aşkı
her aslan katili
bir öncekinin faili
hep ben olurum
hep ben ölürüm

içime uzanan koridorların ortasından
hep gülerdin beni görünce bense
sana hep geç kalırdım
sona kalırdım
sonra kanardım

yağmurlarla inseydin içime
içim senden yanaydı
yüzümdeki işgaller senden karaydı
seni sevmek en gizli ağlama biçimimdi
sana yazacaklarım sil sil bitmezdi
ve ben
sende hiçbir şeydim
sen bende her şeyken

her aşk katilidir bir öncekinin
canım
yastığının altında biriktirdiğin yalnızlıkların
kendine varlaşıp bana yoklaşan biri yapar seni
ve ne kadar kaçsan o kadar yakınsındır aslında kendine
geciken sevdalar yıkık kentlere benzer bilirsin
ve sevgisizlik alır bir gün seni benden
işte bu yüzden
sen hep sevil
hep sevil
sevil

Kadriye Yılmaz

yaganyagmurgifi Her Aşk Katilidir Bir Öncekinin

Şiraze

Ben bu kendimden şikayetçiyim;
Rabbim, beni üzdüğün için,
Senden özür dilerim…

İbrahim Tenekeci

inanacaksın önce sen her söylediğine,
sen kendin güveneceksin önce kendine
ve sen emin olacaksın ne olduğundan tümüyle / benim inanmadığım senin varlığın Şirâze


varsa gitmek hep fikrinde sevmeyeceksin, ola ki sevdin yakıp gemileri gitmeyeceksin, her şeyden önce Şirâze kendinle halleşeceksin ve her gerçeği söylemekle bütün meseleleri hallettiğini zannetmeyeceksin.
belki bilirsin ölümcül kazalar en çok düz yolda olur, “asla” dediğin ne varsa bir şekilde ansızın gelip seni bulur ve “keşke”ler yoldaşın, vesveseler sol yanın, dimâğ da uyuyan tarafın olup kalır; hesap vermeden sıyrılacağını sandığın an yanarsın; ya burada şimdi, ya da nihâyetinde vaktin emin ol kendinle yüzleşeceksin.
hiçbir şey kolay değil, hiçbir şey yalın değil, hiçbir şey değil kusursuz; ille de O… göremiyorsan ahengi, duyamıyorsan kutsî melodiyi, hissedemiyorsan eşsizliği; yazık sana ki Şirâze, terkedilmişsin.
bütün yollar önü ummanla kesilse de hep kesişir, gök ve yer birbirinden ayrı görünse de ne yöne baksan ufukta birleşir; yalnız kaldığını düşündüğün an kalabalıkları hayatın geçmiş ve gelecekten üzerine çöreklenir; kapılar görürsün de Şirâze takdîr edilmemişse birini bile açamazsın.
susmayı bilirsen konuştuğunda dinlenirsin / sus noktam benim, sensin Şirâze

yolu yoksa sen yapacaksın bir yol, çıkışı kapalıysa sen bulacaksın bir çıkış; bilmiyorsan hedefini, şaşırmışsan kıbleni, helâk korkusu dolanmışsa boğazına, batmışsan balçığa; dur ve bak çevrene bir lâhza Şirâze, bütün kalabalığın içinde sen kimsin, kimlerlesin, neredesin, nerelerdensin; yerini açık seçik belirle ve çekinmeden ver tüm cevapları kesintisiz.
olmasaydı gücün taşıman için seçilmezdin; sana zamanı, sana seni, sana dünyayı emanet etmezlerdi; uyan Şirâze, sen sana verileni O’na karşı kullanma cür’etinden dolayı bu hâldesin.

tutamayacaksan söz vermeyeceksin / ben bakıyorum, hep yine hep yine ardım boş Şirâze

binlerce soru yığın yığın:
doğru olanı mı yapmaktır zor olan, doğruyu kısa yoldan söyleyivermek midir?
nedir insanın en çetin bulduğu yol ve neden hep sarp yamaçlara tırmanmayı tercih eder insan?
seni bulmak çözümse, kalmak da gitmek de ölmekse ve ölmek zaten hep zamansız geldiği düşünülense, üstelik ölmeden geçilemiyorsa ötelere, ille de ölümle kavuşmak şart koşulmuşsa… neden seçmek zorundadır insan kalmayı ya da gitmeyi?
çok sormamalı mı Şirâze, çok sorup boş yere yorulmamalı mı… semâya bak dilersen, dilersen arza; bakmayı bilirsen baktığına, inan bana hep aynı ışığı göreceksin.
ilk çalacağın kapı dua kapısı olsun her güne başlarken ve sabır gün boyu yoldaşın; çünkü ben sana verdiğim her “günaydın”ı bilsen de bilmesen de tek tek geri aldım.
yosun bakışlım, yokluğunla yoklandım…
velâ
tüm diyeceklerimi sıralayacak kadar görmedim seni, o kadar az kaldın bana; yazıyorsam sebebi sen; yanılmamak için direniyorsam her gün, yine sebebi sen; bütün sızlayan yanlarımı gizliyorsam Karpat’ta donarak, Pampa’da kavrularak, Obi boyunca kıvranarak… sebebi külliyen ben Şirâze.
uzaktan izledim seni; uzaktan duydum ben hep sözlerini, hangisi bana ait hiç bilemedim; budur sebep yıl 95; yola girilmişse gidilmeliydi.

illâ
dedim: anıların içinde kimseyi bulamazsın,
ve dedim: kimseyi o anıların içinden çıkarıp karşına oturtamazsın,
yine dedim: kimseye daha önce söylenmişleri yeniden söyleyemezsin ya da yeni hiçbir şey ekleyemezsin söylenmişlere,
ben dedim: anıları değiştiremezsin, birini bile yerinden oynamatamazsın, onların yerine de bir yenisini koyamazsın…
hep dedim: biten bitmiş, yazılan yazılmış, söylenen söylenmiş, yaşanan yaşanmıştır Şirâze.

yolun kenarında dur ki, ardından gelen sana takılıp düşmesin / tüm kazaların sebebi bil ki benim Şirâze

Ey sen!
Bırak beni, bırak dinleneyim…

Şiraze

siraze Şiraze