Üç Frenk Havası

1. Capriccio Alum

Gülünç bir ölümle öldü deniyor Max Stirner için
çünkü mahvına sebeb nihayet bir sinektir
ama Fanya Kaplan
nasıl öldü diye sorarsak sanırım
işimiz fazlasıyla ciddileşir.

Bize ne başkasının ölümünden demeyiz
çünkü başka insanların ölümü
en gizli mesleğidir hepimizin
başka ölümler çeker bizi
ve bazen başkaları
ölümü çeker bizim için.

Ölümle şaka olmaz diyenler
kıyasıya yanıldılar bu çağda
Taksitle Alum diye bir roman yazıldı artık
Önce Öl/Sonra Öde denelmek suretiyle
aşılıp geçildi bu roman da.

Doların dalgalanmasına bırakıldı bu çağda alum
geceleri şehrin varoşlarında ikamete mecbur edildi
gündüzün kimlik soruldu ona
sağcı mı solcu mu olduğu sorusuna cevap verdi
seken bir kurşun kadar
kurşuni bir kış denizi kadar bile
taraf tutmayan ölüm

2. Alum Cantabile

Ben ne büyük bir dalgınlıkla bakmış olmalıyım ki hayata
görmedim orda çinko damlar ve plastik sürahilerin tanrısını
yerime yadırgadım
yerim olmadı zaten kendi mezarımdan başka
çılğının biri sanılmaktan sakınmaya vaktim olmadı
durmadanbeyaz bir aygırla taşardım derin göllerden
bir gebe kısrakla kaçardım derin ormanlara
güneşin zekasıyla doymak isterdim
kaba solgun kağıtlar sunardı
şehrin insanı bana

şehrin insanı, şehrin insanı, şehrin
kaypak ilgilerin insanı, zarif ihanetlerin

Ogünbugün, şehri dünyanın üstüne kapatıp bıraktım
kapattım gümüş maşrapayla yaralanmış ağzımı
ham elmalar yemekten göveren dudaklarım
mırıldanmasın şehrin mutantan ve kibirli ağrısını.
Azıcık gece alayım yanıma yalnız
serçelerin uykusuna yetecek kadar gece
böcekler için rutubet
örümcekler için kuytu
biraz da sabah sisi
yabani güvercin kanatları renginde
biz artık bunlar olarak gidiyoruz
eylesin neyleyecekse şehrin insanı

şehrin insanı, şehrin insanı, şehrin
bozuk paraların insanı, sivicelerin

işte öldüm, işte son kadife çiçekleri
son defneler, badıranlarla kefenlediler beni
bütün kaçaklar için inci bir melhem oldu benim ölümüm
bütün hoşnutsuzlar yanlarında saklayacak
bemin ölümümden yayınlan kırpıntıları
boğaz tokluğuna çalışanlar
özenle kilitleyecek göğüslerine
benim ölmüş olmamı
hiç bir yaprak damarından
hiçbir su özünden atamayacak beni
ortaya benim ölümüm sürülecek
pey akçesi olarak
tanrıların ölümünü bir üstlenen çıkınca
ama neler olup bittiğini hiç bir ayetten
hiçbir vakit anlamayacak şehrin insanı

şehrin insanı, şehrin insanı, şehrin
pahalı zevklerin insanı, ucuz cesaretlerin

3. Requiem

Bozkırda yaz akşamları seni seyrederdi
seni seyrederdi ormanda gürbüz sabah
ağırkanlı bir güneşle yaşanan kış
ağır, kanlı bir güneşle yaşanan hasat zamanı
bekarların kaburgalarına gümleyen karanlık
isterik kokusu beyaz dantelaların
seni seyrederdi
sen diriyken sana bakmak
başlı ve sonlu bir uğraştı sanki.

Gövdene imrenirdi ok atmayı bilenler
gövden aklın gibi engebeli ve dakikti
sokaklarda kavga çıkardı senin yüzünden
sen topuğunu gösterirdin ve dövüş başlardı
ejderlerle çarpışırdı bey çocukları
müminler müşriklerle savaşırdı.
Toprak ve yağmur savaşırlardı
anahtar ve kilit
birbirlerine girerdi ekmekle bulutlar
kan ve su
nadirle zenit.

Isıtırdın salkımları bağlar bozulunca
tohumların bilgisine hısımdın
beyninde yelkenlerini açarak
serinlerdi kısır kadınlar
sen diriyken
sepetlerine çiçek doldurup insanlar
peşinden gelirlerdi
sürevenler peşinden yürürdü endazelerin
mekikler otlakların yörüngesiydeydi
ayıklardı insanların rüyalarını
yaktıkları tütsü, okudukları yasin.

Sonra öldün, sonra ıslıkladılar seni
gösterişsiz tabutunu yuhaladılar
lahana yaprakları attılar sana
sonradan görme tombul ortayaşlılar
semiz, genç burjuvalar seni
tepeden tırnağa fermuarladı.

akşam gezmesine çıkan emekliler bile
duygusuzca silkeledi üzerlerinden
senin gözyaşlarını

Bir soğuk uzay
parıltısıyla anılıyorsun artık
kuru bir bilgisayar tıkırtısıyla
açıyorlar taçyapraklarını ancak
bir alkol koması sırasında
senin yorgunluklarını
hastanelere makbuz yaptılar
çekingen duruşunu intihara karşı
kullanıyorlar koğuşlarda
çünkü çoktan alum götürdü seni
alum alum
gündelik sözlerimiz arasında
geçecek kadar kaba.

İsmet Özel
%C3%9C%C3%A7+Frenk+Havas%C4%B1 Üç Frenk Havası

Kitabevinde 1 liraya satmaya çalıştığımız kitaptan bir paragraf:

Sapanca Gölü’nün yanından geçiyoruz. Onlarca küçük kuş var durgun suyun üstünde.
Kuş mu, başka bir şey mi (mutluluk mu) o da pek belli değil ya!
Aytül de müziği bıraktı, uyumaya başladı. Başı omzumda. Kıpırdayamıyorum. Şiir çalışamıyorum artık. Şiir yaşıyorum.
İnsanın sevdiğinin başı omzunda uyuması, yüz şiire bedel değil mi…

Necmi Zeka Şiiri/Yom Yayınları

blogger-image--340851101 Kitabevinde 1 liraya satmaya çalıştığımız kitaptan bir paragraf:

Tekrar Buluşma

Acaba bu gerçek mi, yıldızların yıldızı
Seni tekrar kalbimin üstünde sıkıyorum!
Ah, şu ayrılık denen gece nasıl bir acı
Nasıl derin uçurum
Evet neşelerimin
Sevgili, hoş rakibi sen;
Düşününce geçmiş acıları
Ürperirim halden.
Düha ezeliyetin, Tanrının sinesinin
Uyurken bir yerinde en kuytu ve düzgün derin
Hazırladı ilk anı
Çok yüce bir yaratma isteğiyle Tanrı
`Ol!` emrini verdi,
Bütün alem kudretle ve büyük ihtişamla
Hemen gerçekleşerek bir varlık kazanınca
Her taraftan çok derin bir ah koptu yükseldi
Etraf nura boyandı
Birbirinden ayrılıp bir yana kaçıştılar,
Vahşet ve korku dolu rüyaları içinde
Her şey can attı
İsteyerek sessiz ve ihtirassız
Uzaklara, o derin sonsuzlukta.
Her şey susmuş, sessiz ve ıssızdı etraf,
Tanrı yalnız kalmıştı ilk olarak,
Yarattığı şafağı o anda
Şafak merhamet etti çekilen ıstıraba,
Ve acı duyanlara,
Ahenkli renk oyunları gösterdi,
Daha önce birbirinden her ayrılan böylece
İmkan buldu tekrardan birbirini sevmeye.
Telaşla, acele ile birbirinin olanlar
arayıp birbirini yeni baştan buldular
Döndüler ölçüsüz hayata tekrar
His ve duygular
İster el ele tutup, ister yakalansınlar
Yeter ki birbirinden onlar ayrılmasınlar.
Bundan sonra Tanrının yaratması lüzumsuz
Onun dünyasını artık bizler de yaratırız.
Bu suretle o şafak al al kanadlariyle
Beni sana uçurdu geldik dudak dudağa,
Ve gece gökyüzünde parlak yıldızlarıyle
Binlerce mühür vurdu, kuvvet verdi bu bağa,
Artık şu yeryüzünde böylece her ikimiz
Sevinç ve acılarda biriz ve herkese örnek olabiliriz.
Ve ikinci bir `Ol!` emri
Bir daha ayıramaz bizi.

Goethe

ikinci+bulusma Tekrar Buluşma

Marienbad Ağıdı

Artık ne bekleyebilirim, yeniden
Buluşsam da o gonca çiçekten
Cennet ve cehennem seni bekliyor
Duygular kararsızlık dalgalarında sarsılırken,
Bitsin bu kuşkular artık! İşte gök kapında
Kaldırıyor yerden seni kollarıyla

İşte cennete kabul edildin, keşke
Değer olsaydın sonsuz güzel hayata
Artık ne istek, ne umut, ne tutku kaldı
Burasıydı yöneldiğin içten çabalarla
Karşında görünce eşsiz güzelliği
Yanık gözyaşlarının kaynağı tükendi

Gün nasıl da hızla çarptı kanatlarını
Zamanı önüne katıp sürer gibi
Akşamki öpücük bir mühür dudaklarda
Yarınki güneşin de aynen göreceği
Sakin bir yürüyüşteydi zaman,
Kız kardeşler gibi, benzer ve benzemeyen

Son öpücüğün nasıl da tatlı kıyıcılığı
Kesiveriyor aşkın kusursuz örgüsünü
Şimdi acele, tedirgin koşan, sakınıp eşiğinden
Ardından alevler içinde bir melek geliyor gibi
Göz, karanlık yola yorgun bakıyor
Dönüp baktı: Kapı kilitli duruyor

Şimdi kendine bile kilitli olan bu gönül
Sanki hiç açılmamış, mutluluk saatlerini
Gökteki bütün yıldızlarla yarışarak
Onun yanında hiç yaşamamış gibi
Usanmış, utanmış, bungun, hüzünlü
Karanlıklar içinde soluksuz gönlü

Bu dünyadan geride ne kaldı? Sarp kayalar
Kutsal gölgelerle taçlandırılmadı mı?
Ürünler olgunlaşmadı mı? Yeşillikler canlı,
Irmak ve otlaklar boyunca uzanmıyor mu?
Ve yeryüzü ötesinin büyüklüğü
Biçimli ve biçimsiz kubbelenmiyor mu?

Nasıl da aydınlık ve kırılgan, hafif ve ince
Ciddi bulutlar korosundan altı kanatlı melek
Tıpkı o, yukarıdaki mavi gök
Buhar gibi karışıveren maviliğe
Böylece gördün danslar içinde sevinçli
O, sevgililer sevgilisini.

Yalnızca birkaç dakika izin sana
Onun yerine bir hayli tutup bırakmaya
Yüreğine geri dön, daha kolay bulabilirsin orda
Değişen biçimlere oynarken onu.
Pek çok resim giderek oluşturuyor birini
Böyle binlerce kez ve hep hep sevgili

Kapılarda bekliyordu, karşılar gibi
Adım adım mutlu etti beni
Bir daha koştu son öpücükten sonra
Bir son daha kondurmaya dudaklarıma
Nasılda canlı şimdi anısı
İçimde alevden harflerle yazılı.

O gönül ki, yüksek surlar yaptırmış
İçinde korumak için kendini ve sevdiğini
Onun yerine de sevinç duyuyor bu aşktan
Yalnızca ona açınca kapılarını tanıyor kendini
Böylece kendi sınırları içinde daha özgür
Ve yalnızca ona teşekkür için atıyor yüreği

Sevme gücü ve gereksinim
Karşılıklı sevgiyle yok edildi
Sevinçli tasarılar için umudun neşesi
Karar ve eylem için hemen bulundu
Aşk bir heyecansa seven için,
Ben en hoş örneğiyim bunun.

Beni böyle kılan onun varlığı! Nasıl bunaltıcı
Bir korku akıl ve beden üstünde, istenmeyen ağırlık:
Tüyler ürpertici hayaller dolu
Yürek boşluğunun ıssızlığında.
Şimdi eşikte umudun bilinen şafağı
Işıyor güneşin yumuşak aydınlığında.

Tanrı’nın verdiği huzuru bu evrende
Akıldan çok mutluluk veren – okuduğumuza göre –
Karşılaştırıyorum aşkın huzuruyla,
Sonsuzca sevdiğin yanındaysa bu dünyada
Gönül rahatlar, bozamaz hiçbir şey o derinde
Duran anlamı, o anlam ait olmaktır sevdiğine…

Goethe
Marienbad+A%C4%9F%C4%B1d%C4%B1 Marienbad Ağıdı

Ormanda Yürüyordum

Ormanda yürüyordum
Öylesine ve kendimce
Ve hiçbir şey aramamak
İşte buydu niyetim.

Sonra gölgeler arasında
Bir çiçekçik gördüm,
Yıldız gibi parıldayan,
Bir göz gibi gülümseyen.

Yerinden koparmak isterken onu,
İncecikten bana:
Solup ölmemi istiyorsun.
Tutup kopararak beni? deyiverdi.

Onu kökleriyle birlikte,
Hiç incitmeden çıkarıp,
Güzel evin başındaki,
Büyük bahçeye taşıdım.

Büyük sakin bahçede,
Ektim onu yeniden.
Şimdi o küçük, güzel çiçek
Büyüyor durmadan, çiçek açıp, gülerek.

Goethe
goethe Ormanda Yürüyordum

Yitik Bahar

Hayat, kar altında kalan bahar
Çiçekleri üzerinde ölüyor en bereketli ağaçlar
Üretkenlik dört duvar arasında
Kar yağıyor bahar dallarına

Üç bin yıllık hayatın bilgesi
Sevene acı veren, bedeni bal ülke
Işıklarının ardından solup gidiyor insanlar
Kar yağıyor güneşli kirpiklerine

Yalnız sevda ve kocalma hüznünü yakıştıran ozan
Karşında bir sigara içip ölebilirdik
İlk sen mi soldun böyle uzak toprağından
Karadeniz’de yatanlar, adları yitik
Boyna dolanan kent, Magosa Kalesi
Hepsi sayılsa tüm bir tarih mi

Hayat, kar altında kalan bahar çiçekleri
Yazın tek tük meyva dallarda
Kim doyacak, kim doyuracak

Turgay Fişekçi

turgay+fisekci Yitik Bahar

Yosun Tutan Yürek

yeşil / siyah seviyorum çok tropik
bir daha gülümsediğini görmeyeceğim
kedi gözleri mağaralarda
yüzlerimiz en eski topografya

başsız bir leopar… sürünür geçer yanımdan…
dokunuşların… ‘hüzünlü tropik’ bakışların…
sürünür geçer yanımdan…

kanıyorum diyorum sana kızıl / kara
çiziklerim… yarıklarım… yaralarım ölümcül tropik…
adam-atacağından bir adam tepetaklak yukarı çıkıyor
antik bir intiharın silüeti

yüreğimi yaprakların arasına gömdüm diyorum
yeşil / kara kanıyorum çok tropik

neyin yaşı diyorum bu gidip gelen
her sabah gözlerimin çevresine usanmadan çizdiğim

ölü balıklar su yüzüne doğru… dev menekşeler…
elim kara… demir parmaklıklar…
beni asla içine alamayacak Saragossa sessizlik
çocukluğum

bir şey yürü üstüme… elinde bıçak…
sürekli bir imge… tüm bir yaşam…
üzerime gelen her şeye kilitlenirim…

kilitlenirim mor / yeşillere… turkuaz / karalara…
seviyorum diyorum kızıl / kara
suda fırtına kopmak üzeredir

yaşıyorum diyorum niçin inanmıyorsun
çiziklerim… yarıklarım… yaralarım kızıl / kara

yıkıntılarda
bir gölge
bir yara
yosun tutan yürek

pars zambağı yanlız ince kumda büyür…
bir kadının kalbi büyür… tropikal bir hastalıktan…
ve gölge geçer yıkıntılardan…

kedi gözleri… korku… dolanır yanımsıra
bütün gün yağmur yağar barakalara

bana yabancı bana zararlı
ürkerek sevdiğim bunca şey arasında
eğer bir gün ölürsem diyorum

eğer birgün ölürsem… yıldırım çarparak olsun…
tıpkı yaşamım gibi… noa noa…

Lale Müldür

blogger-image--1942567912 Yosun Tutan Yürek

Küskün Yolcunun Türküsü

Uzun yürümelerden
Sonra bitkin düşerek
Bu bir çocuk oyunu:
Ben seni çektim çekerek.

Şimdi hangi kitaplardan
Öğreneceksiniz onu,
Gelmiyorsa bazı şeyler
Çocukluktan geçerek.

Kasırgayı, doluyu
Yemiş de düşmüş gibi
Issız kaldırımlarda
Garip gece kelebeği
Düşe kalka sekerek.

Şimdi hangi yollardan
Siliniyor izleri
Çağ dışı bir çağrıyı
Sigara içer gibi
İçine çekerek.

Dünya böyle gidiyorsa
Elbet bir nedeni var
Ben sana küstüm küserek.

Behçet Necatigil

blogger-image--1641789779 Küskün Yolcunun Türküsü

Göçebe

Nereye gittiysem yadırgadım yerimi
Canıma tak etti bu göçebe yaşam
Tam alışırken yurduma yuvama
Bir de bakıyorum saat tamam

Yüzümü iyiden iyiye tanıyorum
Elim ayağım benim de
Başkası çıkacakmış gibi karşıma
Aynalardan kaçıyorum şimdi

Zaman içinde böyle darmadağın
Ne mutluluğum belli ne mutsuzluğum
Bir düşteymiş gibi hafif
Sis dağlarından yuvarlanıyorum

Nahit Ulvi Akgün

blogger-image-1859173435 Göçebe

Kadın

Giysisiz, sınırsız,
şüphesiz, duraksamaksızın,
öylece bakınıyordu bir kadın
dört yol ağzında, en saf güzelliği ile.

Çıkageldi bir kör kalabalığı
kadının doğasını çözmek istiyorlardı;
saçlarına denk geldi kadının, ilki;
dedi ki “Kadın dediğin şelale sanki,
akıyor dağların eteklerinden.”

Koluna, parmaklarına dokundu ikincisiyse,
ve ilan etti cümle aleme,
“Kadın, Kibele’nin elindeki lale.”
üçüncünün kalçada, butta eli,
“Kadın Vernel yumuşağı” dedi.
dördüncüsü, vareden şarkılar söyleyen
dudakları keşfediverdi:
“Kadın, olgun ahududu” dedi.
beşincinin sancağı, meme yönünde,
analığın ölümsüz nimeti meme:
“Kadın demek, Karun hazinesiyle dolu çömlek demek.”
altıncının bulup çıkarıverdiği,
doğum yerinin geçit vermez yarı gizi:
hoplayıp zıpladı, bağırdı,
“aşşağılık bir delikten başka birşey değil kadın!”

Gözleri yaşardı kadının,
sonuncunun sözleriyle;
yaş dolu gözleri duyumsayan yedinci:
“aptallar! Delik değil yalnızca” dedi!
“delik değil yalnızca
hem Van Gölü hem Tuz Gölü hem de Sapanca!”

Banira Giri

Çeviri: Ulaş Başar GEZGİN

blogger-image--2113040981 Kadın