YILLIK BAKIM

İnsan çekmecelerini de temizlemeli zaman zaman, Kalbini de! Çürüme içerdendir çünkü: Zarf ve Kabir, sararsa da kunt görünür. Mürekkep ve Beden kayıptır.

Sevinçli bir gündü ve hazırdım her türünden cenaze törenine. Daha dün birinden dönmüştüm ve mazî kadar uzaktım ölüden. Kimden duymuştum anımsamıyorum; ama şöyle bir özdeyiş yazmak istiyordum yatak odamın duvarına: Anılardan Kurtulun!

Ama anılarım neydi benim? Babamdan, amirlerimden, karımdan, polislerden ve komutanlardan kurtarabildiğim ne kalmıştı?

Nive erkeklerin de bir çeyiz sandığı yok acaba? Niye gömülmüyoruz onunla ve sevdiklerimizle? Ah! Mansur’u kiminle gömeceksiniz? Nesimi’yi kiminle gömeceksiniz? Kendi fetvasını veren Bedrettin’i kiminle? Onlar hâlâ kıyamdalar ve gül kokuyorlar.

Ben de tek hazinemi açtım: üç çekmece. Kurtulmak için. Mutad yıllık temizlik. Herkesin pisliğinden, kendi pisliğimden. İnsan etrafıdır elbet. Mansur uğulduyor işte

“Dostum ve üstadım İblis’le Firavun’dur”.

Ahmet Oktay

Az Kaldı Kışa

Gitti son leylekler. Az kaldı kışa;
bir ayin sesiyle indi pancurlar;
içimde bir sızı, çöktüm bir taşa,
dönüyordu tepemde aç martılar:
Ürktüm de kumsaldaki tenhalıktan:
medet umdum aşkların anısından,
ne yazık, ne yazık! Siyahtı aşklar.

Sessiz, önünden geçtiğim bahçeler;
poyrazla kımıldıyor bir salıncak;
gidiyordum hayallerle beraber;
neyin imiydi birden düşen yaprak?
Dedeevini özledim içimden,
karaduta uzanmak pencereden;
çalarken komşuda eski taş plak.

Sırrın dibine bak! Igvadan ürkme,
diri ve ölü gör Eurydike’yi;
Gömülecek kendi efsanesinde
her insan, olgunlaştıkça ezgisi.
Ayna açıldı artık. su damıtık.
birikirken bellekte kalabalık;
anladım, kederdir her kalbin içi.

Gördüm kırık bir ayna parçasında
solgun yüzümü. Karaduygulu
bir suret: Zamanın kadranında
mıhlı, uyuyor eski bir uykuyu.
Baktım kalıntısına yanık köşkün,
küller parçası dantel bir örtünün:
sezdim varoluşa sinmiş korkuyu.

Lüksler yanan köy kahvelerinde
demiryolcularla rakılar içtim;
kendimi dinlerken kederlerinde,
yanayım, külüm kalmasın istedim.
Gövdeler gördüm han odalarında,
sallanıyorlardı ipin ucunda;
“yalnızlıktır en büyük dehşet” dedim.

Şimdi dinlerken bu tenha kıyıda
denizin iniltisini, kavradım;
insanın özü, çekilen kaygıda;
ben de düş üretmek için yaşadım.
Gördüm karabasansı olsalar da,
yıkımdan geçiyor çünkü kurtuluş da;
kitaplarda en çok bunu anladım.

Yaşadık: hem iyiydi tarih hem kötü;
bir bilgelik damıttık acılardan,
ordan kalma gözlerdeki ürküntü.
Ama mutluluk da sızdı yazlardan;
Kınalı’nın oralardayız işte,
gülüyor Oktay Bey. Edip dümende;
özgürdük, kurtulmuştuk yasaklardan.

Güzeldir bazan, anlık her aldanış!
Oysa tanklarla tutuluydu yollar;
kuşkuyla, veda doluydu her bakış,
“cemse”lere yüklenmişti kitaplar:
Nerde bulacaktık doğadan başka
özgürlüğü, yaşarken gözaltında?
Ve yazdık, akkor kesildi sayfalar:

Tuhaf: Bu kasvetli günde farkettim:
“yaşlanıyorum” diye geçirirken:
tutmuş çelik. ön bahçeye diktiğin.
Bir tebessüm kalsın sana benden:
bir güle değmiş gibi ol masamda,
her sabah o ciltlere dokundukça:
tozlarım evrende kımıldanırken.

Üşüdüm, lodosa çevirdi rüzgâr:
kumdu sanki, ayetler akıp gitti:
gönlümde açıyorken uçurumlar.
bilemedim en çok kimi sevdimdi.
Hazırım gelecek olan kargışa:
son leylekler gitti. Az kaldı kışa:


duydum: tıkır tıkır ölümün saati.

Ahmet Oktay

beni alıkoymak istersen

Yine de sözlerine ve hafızana ihtiyacım var. Beni hatırla, tamam mı? Belki daha az korkarım, belki daha sakin uyurum.

Ben öldüğümde bebeğim
güneşle ayrıldığımda
uzun ve oldukça üzücü bir konu olacağım
beni alır mısın o zaman
kollarınla kucaklayacaksın
zalim bir kaderin kırdığını düzelteceksin

&&&

Ne zaman yaşamak istesem,
haykırırım daima
benden uzaklaştığında yaşam
ona sokulur
derim ki
– yaşam
benden henüz uzaklaşma
yaşam sanki bir sevgili
çekip gitmek isteyen –
boynuna sarılır
haykırırım ona
ölürüm gidersen.

&&&

Halina Poświatowska’nın bir insan olması gerekiyordu
ve güya ondan önceki kadar insan ölecek
Halina Poświatowska şu anda mücadele ediyor
kendi ölümü üzerine

&&&

bir kesinlik yok
varoluş varolmayıştır
ya ölüm?
biyolojik döngü
ya kesinliği?
yalan söylüyoruz,
kesinliği var derken
emin değiliz biz
yoksa nasıl yaşayabilirdik
her gün nasıl uyanırdık
şafak vakti nasıl öperdik
alıp yuvalarından düşmüş kuş yavrularını
henüz tüylenmemiş
nasıl bakardık güneşe
gözlerimizi nasıl kısardık
emin miyiz, değil miyiz yoksa?
emin olduğumuz ne
neye eminiz biz

&&&

o bizimle
yaban arısının vızıltısını dinliyor
saçlarımla oynuyor
senin parmaklarına dolaşmış

güneşi
seriyor başının altına hafifçe
sonra biraz çimeni
sonra bir afyon çiçeğini
bir ünlem işareti gibi
kırmızı

karşı çıkıyor canlılığımıza
eğiyor bizi toprağa doğru
kokuyla
sıcakla

ebedi biçimde alıkoyuyor
pürüzlü yüzeyinde toprağın
aşkla uyuşmuşları – ölüm.

&&&

kaç zamandır uçtu sözcüklerimden kuşlar
ve söndü yıldızlar
bilmiyorum nasıl adlandırmalı
korkuyu, ölümü ve aşkı
bakıyorum avuçlarıma
çaresizler
sarıyor biri diğerini
ve susuyor dudaklarım

isimsiz
gökyüzü büyüyor üzerimde
ve gitgide daha yakın olan
isimsiz
toprak çiçekleniyor.

&&&

beni alıkoymak istersen eğer (bak gidiyorum) bana elini ver
elinin sıcaklığı da alıkoyabilir beni
mıknatıslı özelliği vardır bir gülüşün de,
bir sözcüğün de
beni alıkoymak istersen eğer, adımı söyle

keskince çizilmiş sınırları vardır bir işitişin
ve bir kol çok daha kısadır gün ışığından
beni alıkoymak istersen eğer, acele etmelisin
haykır, başka türlü ulaşmaz bana sesin

lütfen, acele et, lütfen, alıkoyulmamış biçimde gidiyorum ve ne çıkar lanet etsen de bu toprağa ben gittikten sonra ne çıkar intikamcı ellerle bu toprağı ezsen de yazıp solmuş adımı savrulan kuma

beni alıkoymak istersen eğer (bak gidiyorum), elini ver
soluğunu üfle dudaklarıma (böyle kurtarılır boğulanlar)
büyük bir umudum yok, yalnızdım uzunca süre
ama yine de, bunu yap lütfen, benim için değil, kendin için

Halina Poświatowska

Aftersun: İnsan Zihnine Atılan Duygu Tohumları

“Film ağır ağır ilerledi ve bitti. Hiç düşünmedim/düşünemedim üzerine… Aradan zaman geçti ve başladı karın ağrılarım.”

Filmi izlememin üzerinden iki gün kadar geçmişken kafamda dönüp durmaya başlayan sahnelerden, birinden diğerine savrulduğum duygulardan sonra kurdum bu cümleyi ve bu filmi daha iyi tanımlayabileceğimi düşünemiyorum. Çünkü filmi izlerken sıradanlığı öyle bir seyrettim ki o an için bakışım, düşüncelerim, yorumlarım da donuklaştı. Film biter bitmez film için “iyi filmmiş” ya da “kötü filmmiş” gibi bir yorum yapmadım. Hani bazen bir yere dalarsınız da gözünüzün önünden öylesine görüntüler geçer gider ya… Çok dikkatlice izlememe rağmen tam olarak öyle bir hissiyat oluştu içimde. Ağır ağır bir şeyler aktı ve tam anlamıyla içinde değildim, o akışı kenarında durup izleyen kişiydim sanki. Aradan geçen iki gün filmin aslında parça parça birçok tohumu zihnime attığını gösterdi. Aftersun filmi hiç melankolik olmadan melankoliyi, hiç arabeske savrulmadan, duyguyu ajite etmeden özlem ve acıyı öyle bir işlemiş ki şimdi zihnime düşen tohumlar filizlendikçe filmdeki sahnelerle duygu geçişleri arasındaki mesafeler an be an ortadan kalkıyor ve öyle geçmişe dalmış gibi izlediğim filmin her sahnesi kafamda canlanmaya başlıyor. Bu noktadan bakıldığında Aftersun filmini özgün yapan şey Tarkovsky filmlerine benzer şekilde bittikten sonra kendini zihinde her an yeniden canlandırması. Bu anlamda rahatlıkla belirtebilir ki Aftersun filminin insanda yarattığı o güçlü hissin yıllarca insan zihninden silinme şansı yok gibi duruyor…

Buradan sonrası bol bol spoiler içerecek…

Aydınlık ve karanlığın ikileminde bir kız çocuğu; Sophie

2022 yılında izleyiciye sunulan, senaryosu ve yönetmenliği Charlotte Wells tarafından üstlenilen Aftersun filmi aslında çok basit bir metne sahip. Yetişkin bir kadın yıllar önce babası ile yapmış olduğu bir tatilin kamera kayıtlarını izleyerek o tatili anımsıyor ve o andan itibaren bizleri Küçük İskoç kızı Sophie’nin gözünden gerçek ve rüyanın harmanlandığı sürece, doksanların sonu, iki binlerin başı Türkiye tatil yörelerinden biri olan Muğla’ya götürüyor. Renklerinden kullanılan müziklere, insanların giyim kuşamından, hal hareketlerine kadar Türkiye’nin o muhteşem doksanları çok iyi işlenmiş ve filmin konusunu anlamaya gerek duymadan dahi doksanlar Türkiye’sini yaşamış biri için dikkat çekici görüntüler mevcut. Bu anlamda Charlotte Wells’in doksanlı yılları iyi gözlemleyip sinemaya da büyük bir başarıyla aktardığını belirtmek gerekir.

Film tam olarak hafızanın yarattığı boşluğa dolan duygu kırıntıları gibi… Fakat bunu hiçbir şekilde yılışık bir duygusallıkla izleyicinin gözünün içerisine sokmuyor. Hatta film akarken çok fazla duygusal bir sahneye de rastlanmıyor fakat bilinçte açığa çıkardığı şeyler o kadar güçlü ki, düşünmeye başladığı andan itibaren filmin sertliği insanın aklından geçirdiği her şeye sirayet ediyor. Bu anlamda film o kadar başarılı ki, filmi izledikten sonra çocukken yaşamış olduğunuz anıların içerisine gizlenmiş olan duyguları da anımsamaya başlıyorsunuz.

Yönetmen Charlotte Wells bu filme dair vermiş olduğu röportajda filmin kurgu olmasına rağmen oldukça kişisel bir film olduğunu vurgulamıştı. Esasen filmi izlerken aynı zamanda Wells’in babası ile olan ilişkilerine dair ipuçları da veriyor. Ancak Wells kesinlikle bunu izleyicinin gözünün içine sokmamış. Bu basit bir konu olmasına rağmen insanda sürekli olarak bulmaca çözüyormuş gibi bir hissi de yaratıyor. Filmin bir başarısı da şurada yatıyor; bu filmi algılayabilmek için analitik zekâ tek başına çaresiz kalıyor. Hatta aksine, hislerin zihindeki yansımalarını iyi takip edebilmek gerekiyor ki tüm o akan durgunluk ete kemiğe bürünebilsin. Esasen Wells öyle bir film yaratmış ki, filmi anlayabilmek için öncelikli olarak hafızayla unutmaya yüz tutmuş duygu kırıntılarının yeniden bir araya gelmesi gerekiyor. Bunu senaryonun akışında da görebiliyorsunuz. Çekilen video kasetleri aslında bir araç temsiliyetine kavuşuyor ve Sophie’nin babasıyla tatil yaparken hangi görüntüleri gördüğünü anımsamasına destek oluyor ancak video öylesine soğuk ki, açığa çıkan sert duygularla bağını kurmadan bir anlama kavuşamıyor. Yönetmen Wells işte bu duyguları o görüntülerin içerisine büyük bir ustalıkla serpiştirmiş. Bir şekilde yakalıyorsunuz fakat buna rağmen filmde her şey öylesine muğlak ki, bu görüntülerde esas yaşananların ne olduğunu anlayabilmeniz için üzerine uzun uzun düşünmeniz gerekiyor. Çünkü bütün bu görüntüler bize Sophie’nin 11 yaşındaki halinden birer yansıma yalnızca. Dikkat ederseniz film içerisinde çok fazla yansıma görüntü var. Masadan yansıyan insan suretleri, aynadan yansıyan melankoli, sudan yansıyan paraşüt görüntüleri, kapalı, tüplü televizyonun ekranında akıp giden Sophie ve Babası Calum’un diyalogları ve daha sayısız benzer sahne. Filmin tamamı aslında belirli olayların Sophie’nin zihnindeki yansımasından ibaret ve yönetmen film içerisinde bu kadar çok yansıma görüntü kullanarak izleyiciye bunu hissettirmiş zaten. Fakat her ne kadar yansıma görüntüler, duygu geçişleri olsa da Sophie’nin duyguları o an yaşarken ki haliyle, aradan yıllar geçtikten sonra video üzerinden izlerken yaşadığı kırılma arasında ciddi bir çelişki var ve işte bu film tam anlamıyla o çelişkinin içinde doğmuş gibi.

Filmde küçük Sophie yavaş yavaş ergenliğe doğru ilerlerken, karakteri olgun olmasına rağmen bir arayışın içerisinde ve bunu film boyunca babasına sorduğu sorulardan anlayabiliyoruz. Henüz kafasında birçok şey muğlakken yaşadığı huzur da gözden kaçmıyor. Babasının içinde bulunduğu melankolik ruh hali, dönem dönem gitgelleri, karaoke yapılan sahnede olduğu gibi bazı sahnelerde çok güçlü verilmiş ancak küçük Sophie’nin algıları bunu halen çocuksu olarak aldığı için gelip geçici bir şeyler olarak değerlendiriyor ve yaşadığı geçici huzursuzluk ertesi gün güneş doğunca yerini yeniden huzura bırakıyor. Fakat aradan yıllar geçtikten sonra babasının yaşlarına geldiğinde yaşadığı o görüntüleri izlerken yüzünde oluşan keder zamanın tahrip ettiği noktada oluşan bütün boşlukları dolduruyor. Yıllar önce dünyayı henüz tüm gerçekliğiyle algılayamadığından yüzündeki o güzel gülümseme ve huzur, aynı görüntüleri izleyip o anı yaşadığında oluşan keder ile çelişik halde. Buradan duyguların zamana ve koşullara bağlı olarak değişkenlik gösterdiğini anlayabiliyoruz. Birçoğumuzda olmuştur bu durum. Yıllar önce büyük bir huzur yaşadığımız bir anının tüm çerçevesini görmeye başladığımız andan itibaren nasıl ters istikamete doğru bizi sürüklediğine şahit olmuşuzdur. Bu, hayatta algısal sorunlarla ilgili olarak doğan boşluklarla ilgilidir ve belirttiğim gibi bu film o boşluğun filmidir…

Biz filmi izlerken açılış sahnesinde yetişkin Sophie’nin gözünden izleriz aslında. O anlamda bütün filmin akışı yetişkin Sophie’nin zihninin bize açılmasıdır fakat yetişkin Sophie’nin bluğ çağındaki Sophie ile kurduğu bağ takdire şayandır. Çünkü aradan geçen onca yıllık zaman ister istemez insanın içinde bir şeyleri zedeler ve empati duyusu zayıflar. En çok kendi geçmişine duyduğu empati zayıflar. Yönetmen bu konuda empatiyi zayıflatmayarak, bu durumun nerede durması gerektiğini de güçlü bir şekilde vermiş. Yetişkin Sophie ile bluğ çağındaki Sophie arasında kurulan dengenin her ikisinde yarattığı ruh halleri bunun somut bir göstergesi…

Karanlıkta bir baba; Calum

Film boyunca kızıyla güçlü bir ilişki kurmak adına çaba sarf eden iyi bir baba görürüz… Film tamamen Sophie’nin zihninden yansıyanların bize gösterilmesi olduğundan babasının tatil boyunca ondaki yansımasını izleriz. Kuşkusuz muğlaklığın ortadan tamamen kalkması bu filmi babasının bakış açısından yeniden çekilmesiyle mümkün olur fakat filmde Calum’un yaşadığı çalkantı, Sophie’ye yansıdığı kadarıyla dahi güçlü verilmiştir. Film bütün vermek istediğiyle değerlendirildiğinde Calum’un karakterini güçlendirmemiş, yetişkinlikle çocukluk arasına sıkışıp kalmış ve toplumsal bir bakış açısıyla “bir baltaya sap olamamış” bir hali vardır. 19 yaşında henüz çok gençken yaptığı evlilik, 20 yaşındayken baba olması bunu değiştirmeyecektir. Calum işsiz, parasız kalmış, yaşama ‘doğru’ yerlerinden tutunamamış birisidirVe bunun sonucu olarak eşinden de ayrılmıştır fakat bir biçimde çocuksu bir dürtüyle onunla da iletişimini sürdürmektedir. Film boyunca Sophie’ye olan ilgisi ve yaklaşımını ‘vicdan azabı’ olarak okumamak gerekir. Çünkü Filmin ilerleyen sahnelerinde Sophie’nin kapıda kalması aslında imgesel yolla aynı zamanda Calum’un sorumsuzluğuna, hayatı boş vermişliğine ve hatta umursamazlığına yorumlanabilir. Bu anlamda Calum aslında hayatın ne kadar zor olduğunu kendi karakterinde çok güçlü bir şekilde yansıtmaktadır. Oysa yapılması gereken şey basittir; toplumsal düzleme ayak uydurmak ve toplumun iteklediği yöne doğru sürüklenmek. Bunu yapmayan iki tür insan vardır. Birincisi mevcut düzeni benimsemeyen, toplumun dahi yaklaşımlarını sorgulayan ‘aykırı’ kişilik. İkincisi ise bu basit kurallara dahi uyabilecek kadar potansiyel açığa çıkaramayan ve bunun sonuncunda savrulma yaşayan insanlar. Her ikisinin de intihara meyili vardır. Birincisi var olan sorunları görür ve o düzenin bir çarkı olmayı kendine yediremez ve hayat yaşanmaz hale gelir, ikincisinin ise düzene bir karşıtlığı olmamasına rağmen o düzende yaşamayı dahi beceremez.

Calum’un direngen tavrına dair filmde bir anlatıya denk gelmedim fakat ikinci karakter olabileceğine dair de yönetmenin açık bıraktığı bazı hususlar vardı. Bilinçli mi yapılmıştı yoksa yoğunlaşma eksikliğinden mi kaynaklanıyordu bilemiyorum. Karanlığa doğru emin adımlarla yürümek de bir yönüyle kararlılık ve direngenlik belirtisidir. Bilinçaltında bir yan insanın sürekli olarak korkmasını sağlar ve bu korku aynı zamanda yaşam dürtüsünü de belirler. Ancak filmin bir sahnesinde denizin bilinmez karanlığına doğru emin adımlarla yürüyen Calum’u görürüz. İmgesel yolla orada ulaşmak istediği hedef Calum’un bilinçaltındaki karanlıktır. Yol ise duyguları. Buradan Calum’un yaşamdan el etek çekme hissine kavuştuğunu da çıkarabiliriz. Çünkü gün içerisinde kızıyla yaşadığı aydınlık saatlerde dahi Calum’da insanları rahatsız eden bir ruh hali aslında sürekli vardır. Gözlüğün denizin dibine sürüklendiği sahnede, doğum günü kutladığında ve benzeri sahnelerde Calum’un git-gelleri izleyiciye yansır ve bu yansıma karaoke sahnesinde doruğa tırmanır. O kadar güçlü bir hal almıştır ki henüz yaşamı çocuksu hayalleriyle, gerçeklerin soğukluğu arasında sıkışmış olan Sophie’de bile tepkiye neden olur.

Paran olmadığı halde bir şeyler ödemeyi teklif etme.”

Bu söylem Sophie’nin bilinçaltında yaşadığı patlamanın dışavurumudur. Ve aynı gece Calum’u karanlığın ortasında denize doğru emin adımlarla, sendelemeden yürürken görürüz. Deniz’in imgesel olarak anlamı çok fazladır. Birincisi sudur, rüzgâr olmayan havalarda berraktır ve görüntüsü bile insanın ruhunu dinlendirir fakat gece olunca, yani güneşin sonrasında deniz de karanlığa gömülür. İnsan açısından artık berrak da değildir. Dibini göremez ve dibini göremediği her şey insan açısından ‘belirsizlik’ demektir. Belirsizlik korkunçtur! Tam da bu yüzden belirsizliğe yürürken insanın sendelemesi, tereddüt etmesi gerekir ancak Calum öylesine yaralıdır ki güneşin sonrasında, karanlık her yere çökmüşken, hiçbir şekilde berraklığı olmayan, bilinmezliği çağrıştıran o karartıya doğru emin adımlarla yürür. Kuşkusuz bahsini etmiş olduğum şeylerin tamamı aynı zamanda ‘ölüm’ denen şeyin de tanımıdır. Calum ne kadar süre sonra olduğu bilinmese de kızıyla geçirdiği bu tatilin ardından yaşamına son vermiştir ve biz o an o tatilin Calum ile Sophie’nin birbirlerini son görüşleri olduğunu anlarız. Ve film hiçbir acı sahneyi göstermeden acının tohumunu da zihnimize atmıştır, orada kök saldıkça rahatsız eder bizi…

Calum’un karanlık yoğunluğa, yani aslında imgesel yordamla ölüme yürüdüğü sahnenin ardından filmin başındaki sahnelerin tamamı ete kemiğe bürünür. Kızıyla ilk buluştuğunda Calum’un balkonda ciğerlerini sigara dumanıyla doldururken karanlığa karşı sergilediği dans figürleri bir neşe belirtisinden ziyade yalnızlığa saygı duruşudur esasen. Muğlaktır kafasındaki düşünceler, tıpkı balkonda dans ederken kullandığı belli belirsiz figürlere yansıdığı gibi. Sigara dumanı öyle bir yürür ki ciğerlerine, dans figürüne eşlik edercesine, Calum’un aldığı haz burada tam anlamıyla hayattan bıkmışlığıyla ilgilidir. Yönetmen burada hiçbir ses kullanmamıştır. Ne bir hışırtı, ne bir rüzgar sesi, ne odada uyuyan Sophie’nin nefes sesi, ne bir ağaç yaprağı hışırtısı, ne komşu odalardan gelen televizyon sesi, ne yazlık olmasına rağmen mekanda dışardan gelen insan sesleri ne de sigaranın cızırtılı sesi… Mutlak bir sessizlik vardır bu görüntüde. Calum hayatın seslerinden o kadar bıkmıştır ki, depresyon seviyesi doruklardadır. Sessizliğin dansını yapmaktadır ve bu sahne yine sessiz bir gecede karanlığın denizine doğru yürürken tamamlanır.

Kuşkusuz film “Aftersun” yani güneş sonrası karanlığından ibaret değildir. Mutlak bir karanlığa saplanmış halde olan Calum’un aydınlıkla Tai-Chi üzerinden kurmuş olduğu bir bağ vardır. Muhtemelen yönetmen bu argümanı ying yang felsefesinde olduğu gibi karanlığın içindeki küçük beyaz nokta -yani umut- olarak kullanmıştır. Filmin birçok sahnesinde Tai-Chi’ye dair görüntüler vardır. Bunun birisinde Sophie annesiyle telefonla konuşurken annesi Calum’un ne yaptığını sorduğunda son derece çocuksu bir saflıkla “ağır çekimde tuhaf ninja hareketleri yapıyor” dediği sahne. Bir diğeri önlerinde uzanan pırıl pırıl bir doğa karşısında Sophie ile yaptıkları Tai-Chi hareketleri sahnesi ve kapalı tüplü tv ekranında zaman ve yaş üzerine konuştukları görüntülerin yansıdığı zaman televizyonun hemen yanında üst üste dizili bir şekilde duran Tai-Chi kitapları. Calum’u filmin ilerleyen kısımlarında öylesine büyük bir kararlılıkla bilinmeze doğru yürürken görünce Tai-Chi’nin Calum için bir arayış olup olamayacağına karar veremedim fakat bir şekilde yaşama tutunmasına olanak sağladığına kanaat getirdim. Tai-Chi nefes, can ve yaşam enerjisini evrensel döngüye katma sanatının adı oluyor. Calum’un bu denli Tai-Chi’ye yönelmesinde var olan dengeyle arasında oluşan kopukluğun ilgisi var. Calum Tai-Chi üzerinden yeniden yaşama karışma amacı gütmekten ziyade yaşamdan ne kadar kopmuş olduğunu anlatıyor. Evrensel döngüden -insan açısından bunu toplum ile kurduğu bağ olarak da tanımlayabiliriz- bu denli uzaklaşıp kendi karanlığına gömülen birinin bunu en iyi ifade edebileceği alanın yeniden evrendeki akışa dahil olma felsefesini taşıyan Tai-Chi olmasında bir sakınca yoktur. Calum içindeki devasa boşluklar ve plazma halinde orada duran karanlıkla kavga halinde değildir fakat onunla uzlaşmış da değildir. Calum aslında bu karanlığı aslında yeterince umursamıyor ve bu yüzden akışı yeniden hissetme konusunda ona yol gösterecek olan Tai-Chi ile haşır neşir olmakta da bir beis görmüyor. Çünkü Calum onu da umursamıyor… Bu umursamama durumu depresyonla beraber kendinden nefret etmesini de getiriyor. Bu yüzden Calum artık net bir şeylerin arayışında değil, bulanıklık onu giderek daha çok girdabına çekiyor. Bir sahnede, dışarı çıkma hazırlığı yaparken aynadaki görüntüsüne bakıyor ve görüntüdeki netlik dahi onu rahatsız ediyor. Çünkü Calum kendisinden dışarı yansıyan her şeyden nefret ediyor. Aynaya tükürerek hem kendinden yansıyanları bulanıklaştırıyor hem de kendine olan tepkisini kusmuş oluyor…

Filmde Calum’un hasta ruhunu tanımlayan çok fazla imge taşıyan görüntü var. Bulanık su, derin dalış, denizin dibi… Hepsi bize Calum’a dair ayrı ayrı özellikleri anlatıyor fakat bütün bunlar video kasetlerini izleyen ve babasının beraber tatil yaptıkları yaşında olan Sophie’nin bilincine yansımış olanlar. Çünkü Sophie kasetleri izlemeye başladığı andan itibaren bir yanda gözünün önündeki buz gibi gerçekleri görüyor, diğer yandan da bilinçaltı ve dolayısıyla rüyaları ve hayalleri devreye giriyor. Biz de Calum’un içinde bulunduğu ruh halini tamamen Sophie’ye yansıdığı, dahası Sophie’nin kendi algılarıyla yorumladığı haliyle izliyoruz. Bu da zaman kavramının felsefi yönlerini de devreye koyuyor. Zamanın göreceliği filmin hemen her yerine serpilmiş halde karşımızda duruyor. Daha filmin başında Sophie’nin kamera kayıtlarında 31 yaşında olan babasına 131 yaşındasın demesi aslında zamanın onu yorumlayan bilincin algılayış biçimine tesirini gösteriyor. Hepimizde vardır bu. Küçük birer çocukken bizden 10 yaş büyük birine bakıp o yaşın hiçbir zaman gelmeyeceğini düşünürdük. Fakat o zaman dilimi geçip gittikten sonra geriye bakınca her şeyin bir çırpıda tükenebildiğine, 10 yılın çabucak geçip gittiğine şahitlik ettik. Bu yüzden tükenenlerin başında da zaman geliyor…

Sophie’nin bir sahnede babasına “sen 11 yaşındayken şu anda ne yapacağını düşünüyordun?” diye sorması ve bunun karşısında Calum’un ani duygu durum değişikliği de zamansal kırılmanın algılarla belirlendiğini gösteriyor. Çünkü Sophie bunu acı bir tecrübeyle yaşamın içerisinde zaten görecekti ve bunu görmüş olduğunun mesajı da son sahnede yine Sophie’nin yetişkin bir kadın olmuş halinde verildi. Bir yandan o tatilin görüntülerini izlerken yüzünde beliren derin keder, bu görüntüyü izlerken aşağı yukarı babasının en son gördüğü yaşında olması ve diğer yandan içerden gelen çocuk sesi babasıyla aynı kaderi taşıyıp taşımadığını göstermese de algıların dönemsel olarak nasıl değişebildiğini oldukça güçlü bir şekilde ortaya koydu.

Filmin görüntü yönetmeni Gregory Oke’ye ayrıca parantez açmak gerekiyor. Çünkü her anlamda çok başarılı. Film boyunca gözümüzün önünde akıp giden görüntülerden kullanılan renklere kadar birbirini çok iyi tamamlıyor. Filmde bu anlamda sırıtan hiçbir şey yok. Gregory Oke dersine çok iyi çalışmış olmalı. Eğer bu filmi izlerken Türkiye olduğunu ve zamanını bilmesek bile özellikle doksanlar Türkiye’sinde yaşayan insanlar filmin doksanlar Türkiye’sinin bir sahil kasabası olduğunu rahatlıkla anlayabilirdi. Bunu bu kadar güçlü şekilde başarabilmiş çok az sayıda Türk filmi vardır. Gregory Oke bir yabacı olmasına rağmen atmosferi çok iyi yakalayıp sinemaya da çok güçlü aktarmış. Yine müzik seçimlerinden kullanılan seslere kadar her şey birbirini tamamlıyor gibi. Filmde gereksiz, eklektik duran tek bir sahne, tek bir söz yok. Örneğin karaoke sahnesinde sahneye çıkan Sophie’nin R.E.M’in Losing My Religion (inancımı kaybediyorum) şarkısını söylerken takındığı tavır ve mimiklerine bakalım… Babasının onunla birlikte sahneye çıkmamasının da bir tesiri mutlaka var ancak 11 yaşındaki hayat dolu bir kız çocuğunun Losing My Religion şarkısının sözlerini büyük bir coşkuyla söylemesi hayatın olağan akışına aykırı olur. Belki babası sahneye çıkıp söylese o şarkının hakkını daha iyi verebilirdi çünkü babası için anlaşılır bir durumdur “Losing My Religion”… Yine dinleyince birçoğumuzu geçmişe götüren Candan Erçetin’in “Gamsız Hayat” sözleri filme çok güzel kaynaştırılmıştı. “Çok mu dertsiz duruyorum, uzaktan bakınca” diye uzanıp gidiyordu Calum’un bulanık karanlığına… Queen’in efsanevi şarkılarından ‘Under Pressure’ da öyle… Sözleriyle filmin akışı arasındaki bağı kurmak hiç zor olmuyor.

Kısacası… Aftersun muhteşem bir ‘sıradanlığa övgü’ filmi. Her saniyesi en ince ayrıntısına kadar düşünülmüş muazzam bir film. Uzun zamandır alt metni böylesine güçlü olan bir film izlediğimi anımsamıyorum!

Onur Dorpec

bubisanat.com

Kalp Dersleri

Kalp, insanın âlemi, kâinatıdır. İnsanın yeri yurdu, içyüzüdür. Duygu ve düşüncelerin bağlı olduğu mihraktır. Hislerin uyandığı, serpildiği, olgunlaştığı makamdır. İnsanın hâl ve tavırlarına yön veren, onları biçimlendiren ve kişiyi kendisi kılan, kendine has güzelliklerini aşikâr eden, yüzüne, bakışına, sözüne bir ifade olarak yerleşendir.

Kalp, fiil olarak bir şeyi değiştirmektir. Bir insana/nesneye etki ederek onu bulunduğu durumdan başka bir hâle/yöne doğru değiştirmektir. Bu nedenle “kalbetmek” yani değiştirmek, çevirmek, dönüştürmek diye bir fiil türemiştir. Gün değişirken kalbeder, gece gündüze, gündüz geceye döner. İnsan yolun başında başka, ortasında başka, sonunda bambaşkadır. İnsanın yüzü, karakteri ve dünyası da kalbeder, değişir, dönüşür. Değişmeyenlerin kalbi pas tutar, katılaşır, taşlaşır.

DAİMİ BİR DEĞİŞİM

Kalp, insana âczini bildirir. İnsanlığın en güzeli, “Yâ mukallibe’l-kulûb” diye aman dilemiştir çünkü her yaratılan âcizdir, muhtaçtır. Kalp sürekli değişim içindedir, hâlden hâle geçer. Kalp ışıldar, yeşerir, perdelenir, mühürlenir, kilitlenir, marazlanır, körleşir, kurur, çürür. Hiç kimse olduğu hâl üzere kâim değildir. Kalpleri evirip çeviren, onu değiştiren ve dönüştüren yegâne güç onu yaratandır. Kimi kalpler vardır, değişirken bozulur. Kimi kalpler vardır, aslına rücu eder, tabiatına döner. Kimi kalpler de mühürlüdür; hayata, yağmura, berekete, tohuma, toprağa, güneşe, ırmağa rağmen etkilenmezler, onlara ne güzellikler tesir eder ne de dikenler onları gafletten uyandırır.

Kalbi karşılayan birçok kelime kullanırız. Hissettiğimiz duyguya ve acıya göre kalbimizde olan biteni anlatmak için bu kelimelerden birini seçeriz. Bazen gönül deriz ona, bazen tahammül mülkü deriz, bazen yürek, bazen sîne, bazen can evi deriz. Bir insanın kalbindeki sezgi kuvvetini ifade etmek için onun, gönül gözünden baktığını, basiret sahibi olduğunu söyleriz.

KUR’AN’IN KELİMELERİ

Kur’an’a göre kalbin çok geniş ve başka kelimelerle ifade edilen anlamları vardır. “Sadr”, kalbin yeri/mahalli anlamına gelir. Elmalılı, sadr kelimesinin kalpten kinaye olduğunu belirtir. Sadr, insanın ruh hâline göre genişler ve daralır. Müfredat’ında Ragıp El-İsfahanî, Kur’an’da her nerede kalp kelimesi geçiyorsa orada muhakkak akla ve ilme işaret edildiğini ve ancak kalbi olanlara bir öğüt olduğunu söyler.

Sevgi, ıstırap ve acıdan yanıp tutuşan kalbe “fuâd” denir. Fuâd, kalbin samimiyeti ve içtenliğidir. “Dost yüzünü görmesem şu gözlerim nemdir benim” diyen Yunus, hasretle yanıp tutuşan bir kalbin dosta bakışını anlatır. Kur’an’da fuâd, kalbin gördüğünü yalanlamaması, ihlâsla onu anlamasıdır. Her şeyin özünü, en iyisi ve seçkin olanını ifade eden “lübb” kelimesi de Kur’an’daki kalp kavramını karşılayan başka bir kelimedir. Lübb olarak nitelenen kalp, insanın özüdür. Akletme, doğru düşünebilme ve idrak edebilme kabiliyetidir. Kur’an akletme ve kavrama yetisi yüksek olan insanları “Ulu’l elbâb” olarak niteler. Ulu’l elbab, akleden, fikreden, idrak eden şahsiyetlerdir. Onların kalp işleri tefehhüm, tefekkür, tezekkür ve tedebbürledir. Hisleri düşüncelerinden, düşünceleri hislerinden ayrı değildir.

Kalbin hududu ne kadar da geniş… Kalp, aklı da kuşatacak denli “akletme” marifetine sahip. Çünkü kalp, Rahman’ın hiçbir yere sığmam ama oraya, kulumun kalbine “sığarım” dediği yerdir. Bir işi kalp ile kalpten gelerek yaptığını söylemek, o işe ruhunu vererek, bütün içtenliğiyle yaptığının beyanıdır. Birine kalp ile yönelmek, Tanpınar’ın ifadesiyle bütün kâinatınla ona taşınmaktır. Onunla hemhâl olmaktır. İnsan görüşmediği ama kalbinde yer ayırdığı, kalben hemhâl olduğu, onun da kalbinde yerinin olduğundan şüphe etmediği kimseyi ne zaman görse sevinç duyar, onu uzun bir zaman sonra da görse ona soğukluk hissetmez ama kalp selâmı kesmişse onu her gün de görse artık bir önemi kalmaz.

ŞAHSİYETİN ESAS GÖSTERGESİ

Gerçekte “kör” olan gözler değil, sînelerdeki kalplerdir. Kalp bir kez çürümeye, kurumaya ve bozulmaya yüz tutsun, insanın gözünün feri gider, hayatının ışığı söner. Nuri Pakdil “İnsanın en çok kalbi temiz olmalıdır. Ne emek ne ekmek, önce kalbimiz bozuluyor çünkü” diyerek kalbin merkezi önemine ve insana şahsiyet kazandırmasına işaret eder. İnsan hata eder, yanılır, yanlış yapar, kötü düşüncelere kapılır. Kalp temizliği insanın kötülüğe ve yanlışa hiç bulaşmamış olması değil, gidişatını düzeltme gayreti içinde olmasıdır.

Gazali “Kalp, şahsiyetin esas göstergesidir” der. Kalp manevi açısını yitirirse insanın şirazesi dağılır, yoluna sis çöker, görüş açısı bozulur, ruhu karanlıklarda kalır. Gazali’ye göre kalbin maddi yönü hayvanda da vardır insanda da. Bu nedenle Gazali, kalbi ruh ile eş anlamlı kullanır. Mühim olan kalbin mahiyetine yaraşır şekilde davranmaktır yani insanın kalbine/manevi yönüne eğilmeyi ihmal etmemesidir. İnsan ruhunun ihtiyaçlarını karşılayabildiği ölçüde hakikate yürür. Emaneti yüklenen insanın anlam arayışı, varlığını ilim ve marifetle çiçeklendirerek, ilimle yolunu bulmaya çalışarak, kalbine eğilerek cevaplanabilir.

HERKESLE HEMRÂH OLUNMAZ

Ataullah İskenderî Tasavvufî Hikmetler’de, faydalı ilmin ışıklarının, insanın göğüs ve gönlünde yayılıp kalbinin üzerindeki madde ve masiva örtüsünü kaldırdığını söyler. İlmi artan insan, küstahlaşmaz, kalbi incelir, kavrayışı yükselir, içi haşyetle dolar. Haşyet, insanın âcizliğini ve yaratılmışlığını bilmesi, yaratan karşısında kalbinin titremesi, ürpermesidir. İlim, kalp derslerini talim eden ve kendini bilenlerin yolculuğudur. İskenderî’ye göre bir eşyadan diğer eşyaya koşan, maddede takılıp kalan yüzeysel insan, bir yol katedemez ve kısır bir döngüde sıkışıp kalır. Kalp, maddi olanın esaretinden kurtuldukça, eşya ile ünsiyetini de mana üzerine kurdukça anlama ve idrak kabiliyeti bakımından da gelişir.

İnsanın kendisiyle, başkalarıyla, sevdikleriyle, yaratanla kurduğu bağın mekânı kalptir. Kalp bazen ansızın bir şeye ısınır veya bir şeyden soğur, niye öyle olduğunun esas sebebi de çoğu zaman bilinmez. Kalp sezgiyle ısınır, sezgiyle soğur. Kalbin kendine göre akıl almaz, açıklanamaz, izah edilemez gerekçeleri vardır. Kalp bazen neyi neden seçtiğini, onu niçin istediğini bilmez. İnsan belki de en çok kalbinden yanılır ve gariptir ki insan, birine güvenmeyi, ona itimat etmeyi, ondan emin olmayı kalbiyle bilir, hisseder. İnsan kalbî yakınlık kurduklarıyla yürümek, yol almak, kendini değiştirmek ister. Hemrâh aynı yol, istikamet ve niyet üzere olunan kişidir. Herkesle hemrâh olunmaz. Her yoldaş aynı izi bırakmaz, herkesle aynı mesafe yürünmez. Yalnız kalp bağı sağlam olanlar birbirinin gönlündedir, onlara ayrılık olmaz.

Hatice Ebrar Akbulut 

İnsanlığımı Yitirirken

Kadınlar bana erkeklerden katbekat daha anlaşılmaz geliyordu. Ailemde, kadınların sayısı erkeklerden fazlaydı. Akrabalarımın da kız çocukları çoktu, ayrıca şu “suçlu” hizmetçi kadınlar da vardı, yani küçüklüğümden beri kadınlar arasında oynayarak büyüdüm desem abartmış olmam. Fakat o kadınlarla gerçekten ince bir buza basıyormuşum gibi duygular içinde iletişim kurmuştum. Neredeyse hiç anlam veremiyorum. Bu benim için sislerin ardında, kuyruğunu yakalayamayan bir kaplan gibi hissettiren ve erkeklerin kamçılarının açtıklarından farklı, iç kanama geçirirmişçesine sancıyan, iyileşmesi zor bir yaraydı.

Kadınlar kendine çeker ve fırlatıp atarlar, kendilerini diğer insanlardan daha aşağı konumda ve silikmiş gibi gösterir, el ayak çekildiğinde sımsıkı sarmalarlar, ölmüş gibi derin uyurlar, belki de uyumak için yaşıyorlardır. Bunlar haricinde de çocukluğumdan beri kadınlarla ilgili pek çok gözlemim olmuştu, aynı insan türü olmakla birlikte, erkeklerle tamamen farklı canlılar gibiydiler, anlaşılmaz, açık vermeye gelmez bu canlılardan kendimi tuhaf bir şekilde sakınıyordum. “Hoşlanılmak”, hatta “sevilmek” sözcüğü de bana hiç uygun değildi. “İlgilenilmek” sözcüğü, içinde bulunduğum duruma daha uygun düşüyordu sanki.

Kadınlar, şaklabanlıklarla erkeklerden çok daha fazla rahatlıyor gibiydiler. Şaklaban rolü yaptığımda, nihayetinde erkekler pek uzun gülmüyorlardı; üstelik havaya girerek uzun uzadıya devam edersem benimle aynı yapıdaki erkeklere karşı açık vereceğimi bildiğimden, bunu mutlaka uygun bir yerde kesmeye dikkat ediyordum. Kadınlar, bu durumun farkına varmadıklarından, sonu gelmez şaklabanlıklarımı sürdürmemi arzuluyor, ben de bu sınırsız “bir daha”lara uyarak, güçten düşene kadar sürdürüyordum. Gerçekten çok gülüyorlardı. Kadınlar eğlenmek için çok daha fazla çaba sarfediyordu sanırım. 

….

Zayıf insanlar mutluluktan bile korkar. İplikle bile yaralanırlar. Bazen mutluluk da insanları yaralayabilir. Yaralanmadan önce çabucak o halden sıyrılmak için her zamanki şaklabanlık perdemi açmıştım.

“Para kesildiğinde, bağlar da kopar” sözü esasında tersine yorumlanmalı. Para bitince kadınların terk edip gideceği sanılmamalı. Erkeğin parası bitince, hevesini kendiliğinden kaybeder, gülerken bile güçsüzleşir. Sonra tuhaf bir şekilde kıskançlaşır, dengesizleşir ve nihayet adam kadını terk eder. Yarı çıldırmış gibi uzaklaşıp terk eder anlamına geliyormuş Kanazava Yayınları’ndan çıkan Daicirin sözlüğüne göre. Çok yazık. Bu durumu anlayabiliyorum.

Evet, böyle aptalca bir şeyler söyleyerek Tsuneko’yu kahkahalara boğduğumu anımsıyorum. Daha fazla kalmama gerek yok, kusura bakma, diyerek yüzümü bile yıkamaksızın yanından çabucak ayrılmıştım. Ancak o zaman, “para kesildiğinde, bağlar da kopar” gibi gelişigüzel söylediğim söz, daha sonra en büyük engellerimden biri haline gelecekti.

Sonraki bir ay boyunca, o gece bana o iyiliği yapan insanla karşılaşmadım. Aradan günler geçtikçe sevincim silikleşmiş, öylece geçiştirilebilecek bir yardım aksine korkunçlaşmış, elim kolum bağlanmış gibi hissetmiştim. O kafedeki hesabı o gün tamamen Tsuneko’ya yüklemiş olmam gibi sıradan bir durum bile aklımı gitgide daha sık kurcalamaya başlamıştı. Tsuneko’nun da o pansiyoncunun kızı ve kız lisesi öğretmeni gibi beni tehdit etmekten başka işe yaramayan kadınlardan biri olduğunu hissetmeye, ayrıldığımız günden bu yana geçen zamana rağmen, sürekli Tsuneko korkusu yaşamaya başlamıştım. Üstüne birlikte bir gece geçirdiğim kadınlarla karşılaşınca, aniden müthiş bir kızgınlıkla saldırıya geçeceklerine dair kuşkulu bir hal ve karşılaşma korkusu baş göstermiş, nihayetinde Ginza’dan uzak durma kararı almıştım. Fakat korkaklığım, kurnazlığımdan ileri gelmiyordu. Kadın denen canlının gece yatmadan öncekiyle sabah kalktıktan sonraki hali arasında arasında dağlar kadar fark olduğunu ve mutlak bir unutkanlık gibi mükemmelen bir yöntemle iki dünyayı birbirinden ayırarak yaşadıklarını henüz idrak edememiştim.

&&&

…katlanamıyorum. Üstelik o erkânlar, o seçkin beyefendiler benim sakil karakterim karşısında dehşete düşerek beni toplumdan aforoz ederler. Terk ettiğim dünyaya geri dönemem. İnsanların o fesatlık dolu aptalca kibarlıklarıyla bana layık gördüğü tek şey ise bekleme odasında bir sandalye.

Bütün toplumlarda benim gibi zayıf ve kusurlu canlılar yok olmaya mahkûmdur. Bunun herhangi bir ideolojiyle veya başka bir şeyle alakası yok; bu dünyadan kendiliğinden silinip gitmek benim kaderim. Buna itiraz olarak öne sürebileceğim pek az şey var elimde. Yaşamamı zorlaştıran şartların ayırdındayım.

Yaşamayı sürdürmek isteyenler, engeller ne olursa olsun, yaşayabilirler. Bu onlar için harika bir şey ve insanlığın zaferi denilen şeyin bu olduğunu söyleyebilirim. Ama kendini öldürmenin günah olmadığında da eminim. Benim gibi bir bitkinin, bu dünyanın havasında ve ışığında yeşermesi çok zor. Devam etmek için bir şey eksik işte! Başka bir şey gerek bana. Şimdiye kadar, hayatta kalmak için elimden geleni yaptım.

Her toplumda, benim gibi yoz, uyuşuk insanlar, düşündüklerinden ötürü değil ama doğuşlarından ötürü yok olmaya mahkumdur. Ama yine de mazeretim var. Yaşamımı zorlaştıran koşulların baskısı altında eziliyorum.

***

Naoji’nin intihar mektubu:

Abla;

Yapılacak bir şey yok. Gidiyorum. Yaşamak için bir sebep bulamıyorum.

Sadece yaşamak isteyenler yaşamalı.

Bir insanın yaşama hakkı olduğu kadar ölme hakkı da olmalı.

Düşündüklerim kimsenin aklına gelmemiş şeyler değil. İnsanlar bu basit ve ilkel düşüncelerden öylesine korkuyor ki açıkça dile getiremiyorlar sadece.

Gerçekten yaşamak isteyenler kendilerinde gereken kuvveti bulup bir şekilde hayatta kalmayı başarıyorlar ki bu insanlığın şanı dedikleri muhteşem bir şey. Ancak ölmenin günah olduğuna inanmıyorum.

Benim gibi bir canlının bu dünyanın havasını soluyarak, güneşini hissederek hayatta kalması çok zor. Yaşamam için bir şeyler eksik. Yetmiyor. Bu zamana kadar yaşamak için elimden gelen her şeyi yaptım.

***

İnsanlarla bir araya geldiğimde ne kadar da itaatkâr oluyorum. Söylemek istediklerimi, duygularımdan tamamen farklı şeyleri uydurup çene çalıyorum. Ama aslında bu hoşuma gitmiyor.

***

Ne yolla olursa olsun, güldürmeliyim; öyle yaparsam, onların dediği ‘yaşantı’nın dışında kalsam bile önemsemezler; her durumda, o insanların gözüne batmamalıyım; ben hiçim, rüzgarım, havayım” gibi düşünceler içimde birikirdi. Şaklabanlıklarımla ailemi hep güldürmüş, ailemden daha çok, daha anlaşılmaz ve korkutucu gelen hizmetçilerimize bile var gücümle şaklabanlık hizmeti sunmuştum.

***

“Para kesildiğinde, bağlar da kopar, deyince şaka yaptığını düşünmüştüm, ciddi miydin? Gelmedin. Bu nasıl ayrılık böyle? Parayı ben kazansam olmaz mı?”

“Olmaz.”

Sonra o da yattı, sabaha karşı da ağzından ilk kez “ölüm” sözcüğü çıktı. Kadın da yaşamaktan yorulmuş gibiydi. Ben de öyleydim, dünyaya karşı korkularım, kaygılarım var; para, tavırlar, kadınlar, dersler… Düşündükçe daha fazla sabredip yaşayabileceğimi sanmıyordum, kadının önerisine kolayca uydum.

Bocaladığımı gören kadın da kalkıp keseme göz atarak, “Aa, sadece o kadar mı var?” dedi.

Bu sözler öylesinde söylendiyse de iliklerime kadar işleyen bir acı vermişti. İlk aşkım tarafından söylenmişti ama acı vermişti. O kadarı, bu kadarı yok. Üç bakır para işe yaramazdı. O âna kadar tatmadığım bir eziklik duygusuydu. Yüküyle yaşayamayacağım bir eziklik duygusu. O sıralarda, henüz zengin çocuğu olmanın kompleksinden kurtulabilmiş değildim sanırım. O an, kendiliğinden, gerçekten isteyerek ölmeye karar verdim.

O gece, Kamakura’da denize atladık. Kadın, kuşağını, kafede birlikte çalıştığı bir arkadaşının olduğunu söyleyerek, güzelce katlayıp kayaların üstüne koydu. Ben de paltomu çıkarıp aynı yere koydum ve birlikte denize girdik. Kadın öldü, ben kurtuldum.

Henüz lise öğrencisiydim, öte yandan babamın namı da hâlâ haber değeri taşıyordu ki, gazetelerde manşet oldu.

Beni sahildeki bir hastaneye kaldırmışlardı. Akrabalarımdan biri gelip sorunlarla işlemleri halletti ve babam başta olmak üzere memleketteki ailemin feci kızdığını, bu olaydan dolayı evlatlıktan reddedilebileceğimi söyledikten sonra geri döndü. Fakat ben bundan ziyade, ölen Tsuneko’ya sevgimle sessiz sessiz ağlıyordum. Gerçekten hayatıma giren insanlar içinde, sadece o fukara duruşlu Tsuneko’yu sevebilmiştim.

***

Yine de durum buysa buna nasıl tahammül ediyorlar? Her günü pes etmeden, umutsuzluğa kapılmadan, intihar etmeden hatta siyaset tartışmaya devam ederek nasıl atlatıyorlar. Bu kadar katı egoist olabilirler mi? İşlerin böyle olması gerektiğinden öyle eminler ki kendilerinden bir kez bile şüphe duymuyorlar mı? Eğer öyleyse sanırım katlanmak daha kolay olabilir.

***

Horiki, beni tam anlamıyla bir insan olarak görmüyordu içten içe. Onun gözünde aslında ölmüş olması gereken, utanmaz, şapşal bir hayalet, yani “canlı cenaze”den ibarettim.

Mutluluk fikrimin diğer herkesin mutluluk fikriyle çelişmesinden korkuyorum. Bu korku beni tüketiyor, bazen geceleri kıvranmama, acı içinde inlememe, deliliğin eşine gelmeme neden oluyor. Mutlu muyum? 

Buna nasıl tahammül ediyorlar? Her gün pes etmeden, umutsuzluğa kapılmadan, intihar etmeden, hatta siyaset tartışmaya devam ederek nasıl atlatıyorlar? Bu kadar katı egoist olabilirler mi? İşlerin böyle olması gerektiğinden o kadar eminler ki kendilerinden bir kez bile şüphe duymuyorlar mı? Eğer öyleyse, sanırım katlanmak daha kolay olabilir. Merak ediyorum, insanların böyle olup olmadığını ve onları mutlu eden şeyin bu olup olmadığını merak ediyorum.

Görünürde her zaman gülümsüyor olsam da içeride çaresiz bir mücadeleyle debeleniyordum, bir ipte yürüyordum, ter içindeyim, onları eğlendirdikçe felaket ihtimali her an yaklaşıyordu.

İnsan hayatı karşılıklı olarak kandırılıp hiçbir şeyin farkına varmadan birbirlerini incittiği ve bu tuhaflığın bariz bir şekilde ortada olduğu örneklerle dolu. Ancak benim karşılıklı kandırılmaya bir ilgim yok.

Hayatım boyunca, birinin beni öldürebilmesini hatırlayabildiğimden daha çok defa diledim ama asla başka birini öldürmeyi düşünmedim. Bunu yapmanın, o korkunç insanlara bir nebze mutluluk verebileceğini düşündüm. 

Hiçbir zaman başım ağrıyacak kadar ders çalıştığımı da hatırlamıyorum. Okuldan nefret ederdim ben. Bir kere bile oturup uslu uslu kitabımı açıp da ders çalışmışlığım yoktu. Sadece eğlenceli kitaplar okuyordum o kadar. Evdekiler kitap okuduğum müddetçe ders çalıştığımı düşünürdü nasıl olsa. Ne zaman gerçekleri kaleme alsam başıma kötü şeyler gelirdi. Annemle babamın beni sevmediğini yazdığımda rehberlik öğretmeni beni öğretmenler odasına çağırıp azarlamıştı. Öğretmen kompozisyon için ‘Eğer Savaş Patlak Verirse’ konusunu verdiğinde ‘Savaş bildiğiniz üzere hepimizin korktuğu deprem, yıldırım, yangın ve tabii ki babamızdan bile daha korkunçtur. Bu yüzden eğer savaş patlak verirse derhal dağlara kaçacağım. Yanımda siz de gelin bence öğretmenim. Ben de insanım siz de insansınız, hepimiz korkarız öyle bir durumda’ yazmıştım. Bu sefer hem okul müdürü hem de rehberlik öğretmeni sorguya çekmişti beni.

Eziyet çekiyordum. İşimin… yazarlığın eziyetinden öte… yok, aksine, yazarlık bana keyif veriyordu; yazarlık değil de benim dünya görüşüm, sanat denilen şey, yarınların edebiyatı, yani başka bir deyişle yenilik denen şey, işte bunlarla ilgili henüz kafama oturmamış şeyler canımı sıkıyor, hiç abartısız beni acıyla kıvrandırıyordu. (…) Edebiyatımı aptalca bir saçmalık veya abartı olarak yorumlamayanlar arasında benim nihai tutarlılığa ulaşmak için ne kadar acı bir hayat sürdürdüğümün farkında olan kaç kişi vardır acaba? Ama yazar, edebiyatı hakkında tek bir kelime dahi dayatmamalı okurlarına. Yazarın yapabileceği tek şey, okurlarının samimiyetini beklemektir.

Bugünlere hep kendi savaşımı vererek gelmişimdir ama ne hikmetse bu savaşı hiçbir zaman kazanamamış, yalnızlığıma ve çaresizliğime hep yenik düşmüşümdür.

Aradan on iki yıl geçti… Bütün bu zaman içinde ne yaptım? Devrim beni hiç çekmedi. Aşkı da hiç tatmadım. Yeryüzünün en akıllı ve en yaşlı beyinleri bize devrimi ve aşkı en budalaca ve en iğrenç işleri olarak tanıttılar. Savaştan önce ve hatta savaş sırasında bundan emindik. Oysa bozgundan sonra yaşlı ve akıllı beyinlere inanmıyoruz ve yaşam hakkında söylediklerinin tam tersi gerçeğin ta kendisidir, diye inanıyoruz. Devrim ve aşk, aslında yeryüzünün en iyi ve en hoş nimetidir ve değerli oldukları için yaşlı ve akıllı beyinlerin yalanın keskin üzümlerini üzerimizde çiğnediklerini düşünüyoruz. Ben tüm varlığımla şuna inanmak istiyorum: İnsan, Aşk ve Devrim için yaratılmıştır.

Canımı sıkan bir şey olursa genelde içime atıyorum onu. Eğer bu can sıkıcı olay normalden de fazla acı veriyorsa onu gülümsemeyle saklıyorum.

Hiçbir şeyden tatmin olmaksızın, sürekli boş bir çaba içerisindeydim. Gerçek yüzümü o kadar çok maskeyle gizlemiştim ki o katmanlardan hangisi ne kadar üzgündü ayırt edemez hale gelmiştim. Bunun sonucu olarak acınası bir kaçış yöntemi buldum kendime: Yazar olacaktım. Artık başkaları da benim gibi bu tasvir edilmez huzursuzluğu hisseden insanlar olacaktı. Başkalarına bahsetmeden “Yazar olacağım, yazar olmalıyım,” diye kendime telkin ediyordum. 

Yalnızım.

Kendiyle ilgili anlattıklarından çok o tek sözcüğün tınısına yakınlık duyacağıma kesin gözüyle bakıyordum. Ama şu dünyadaki hiçbir kadından, bir kez bile o sözcüğü duymamış olmamı çok tuhaf buluyordum. Bu kadın da “yalnız” olduğunu söze dökmemişti. Ama suskun, vahim yalnızlığı bir karış kalınlığında bir zar gibi vücudunun çevresinde taşıyordu ve yaklaştıkça zar beni de sarmalayıp, taşıdığım nispeten Batılı havayla çok iyi kaynaşıyordu. “Suyun dibindeki kayanın üstüne yapışan, dalından kopmuş bir yaprak” gibi, benliğimi korkudan ve tedirginlikten uzaklaştırmayı başarabilmiştim.

Bir şekilde Şizuko’dan kaçıp kendi başıma yaşamak istiyor, çareler arıyordum ama tersine ona iyice bağlanıyordum. Evden kaçtığımda doğan sorunlara varana dek birçok konu bu Kai’li erkeksi kadının çabalarıyla hallolmuş, sonuçta Şizuko’ya iyice “boyun eğmek” durumunda kalmıştım.

Şizuko’nun girişimiyle, Dil Balığı, Horiki ve Şizuko görüşmüş; memleketimle bağlarım tamamen kopmuştu. Böylece “aydınlık günler” de Şizuko’yla birlikte yaşamaya başlamıştım. Ayrıca, Şizuko’nun çabaları sayesinde karikatürlerim de para etmeye başlamış, o parayla içkimi ve sigaramı kendim alabilir hale gelmiştim. Ancak melankolik, sıkıntılı halim katlanarak azıyordu. Çöktükçe çöküp, Şizuko’nun dergisi için aylık olarak yayınlanan karikatür dizisi “Kinta ve Ota’nın Maceraları”nı çizerken; aniden memleketimdeki evim aklıma geliyor, yalnızlığımdan kalemim kıpırdamıyor ve bazen yüzüstü kapanıp ağlıyordum. O anlarda beni kurtaran tek şey Şigeko’ydu. Şigeko, artıkk beni istemsizce “baba” diye çağırmaya başlamıştı. “Babacığım. Dua edince Tanrı’nın her şeyi vereceği doğru mu?”

Esas ben, o duayı etmek isterdim.

Tanrım bana güç ver! İnsanların özünü anlamama yardım et. İnsanlar diğer insanların üzerine bassalar da cezası yok. Bana bir öfke maskesi ver!

“Evet, öyle. Sana her şeyi verecektir ama bana vermez herhalde.”

Tanrı’dan bile korkuyordum. Tanrı sevgisine değil, sadece cezalandıracağına inanıyordum. İnanç. Bu, sadece Tanrı’nın kamçısını yemek için boyun eğerek mahkeme kürsüsüne ilerlemek için gerekiyor gibiydi. Cehenneme inansam bile, cennetin varlığına bir türlü inanamıyordum.

Osamu Dazai

Sual

Zincirlerle çekiyor işçiler
Güneşi, yatağımın başına.
Ben nasıl çıkarım bu kirli yüzle
Güneşin karşısına?

Kuşlar başucuma toplanmış,
Perdeleri açılıyor, sabahın.
Ben nasıl sokarım bu tembel vücudu
Bahçesine Allah’ın?

Kim gönderir satıcıları,
Kapımın eşiğine salar?
Ben nasıl alırım mallarını,
Ancak kendilerine yetecek kadar.

Gece örtülüyor üstüme
Uyutmak için zannederim,
Kim yaşatıyor beni hâlâ,
Cevap isterim.

Celâl Sılay

İçimdeki O Korkunç Boşluktan Sesleniyorum

İçimdeki o korkunç boşluktan sesleniyorum
İşte o boşluktan-haydi beni anlayın biraz –
Yani bir adım daha atsam düşeceğim uçurumdan

Ben işte oradan oraya ölümle oynayaraktan
Hayatı, yaşanmış onca anıyı, boşa sayaraktan
Bakmayın öyle ilk defa görüyormuşçasına Bakmayın-oradan bakılınca biraz deliyim-
Başka bir yerden başka bir şekille
Başka bir dünyadan başka bir biçimde
Olmadı işte olmadı
Her şeyin anlamını çözeyim derken
Kendi anlamımı kaybettim bir köprü altında
Uzakta bir şehrin ışıklarında
Kapıda, kapıların sonsuza açılışında
Anlatımsız ve çağrışımsız kırmızı dudaklarında bir güzelin
Bakmayın siz, ben çoktan yitirdim tüm umutlarımı
Yaşamak olsun diye yaşıyorum zaten
Herkes beni yaşıyor sansın diye soluk alıyorum
Anlatıyorum, yoruluyorum, bunalıyorum… acıkıyorum
Biraz da…
Hani ben unuttum da her şeyi! Bir günü
Defalarca aynı günü, yaşar gibiyim..
Bir günde durmuş sanki hayatım da
Bilinmeyen bir adaya sürüklenir gibiyim
Adını koymalı bunun da her şeyin adını koyuyoruz ya
Boş verin koymasak da olur aslında
Her şey böyledir
Bilirim neden
Neden mi? Olmaz anlatamam
Kesiliverecektir…
Tek söz etsem dünya, ortasından bir elma gibi Kafamda binlerce anı, insan, gözyaşı
Düşündükçe ben bunları anlıyorum
Anlıyorum bir zamanlar yaşadığımı.
Yalnız bile kalamıyorum artık.

Ziya Alpay

Dua

kırkı doldu ömrümün
ve hâlâ
yerini yadırgıyor kalbim

rabbim
kış dalında karı incitmeden
semana dalıp gitmiş
serçenin gözlerine götür beni
dervişlerin hırka giyen sözlerine

beton bloklar arasında mütebessim
sarı çiçeğin cevaplarını işitip
yunus’tan sonra okumayan dedemin
takvim yapraklarından tahsilli babaannemin
bildiği sırlara götür

seherleri alarmla meşgule atan
her åminden sonra
yüzümde gideceği yeri ezberleyen
dünyayla selfi çeken
parmaklarımdan şikayetçiyim
uçlarına mahcubiyet üflemeni dilerim

gökte asılı ay, şaşmayan güneş
cömert toprak ve alâk
hayretimi düşürdüm rabbim
kaç kez silkeledin oysa
arzını artık bulmak isterim

Aziz Kağan Güneş

Mehmed Ali’ye

Bir nüsha-i kübrâ idin, oğlum, elimizde:
Sen benden okurdun seni, ben senden okurdum.
Yüksekliğin idrâkimi yorgun bırakınca,
Kalbimle yetişsem diye, şâirliğe vurdum.
Şi’rin başı hilkatteki âheng-i ezelmiş…
Lâkin, ben o âhengi ne duydum, ne duyurdum!
Yıktım koca bir ömrü de, baykuş gibi, geçtim,
Kırk beş yılın eyyâm-ı harâbında oturdum.
Sen, başka ufuklar bularak, yükseledurdun;
Ben, kendi harâbemde kalıp, çırpınadurdum!
Mağmûm iki üç nevha işittiyse işitti;
Bir hoşça sadâ duymadı benden hele yurdum.

İstanbul, 4 Temmuz 1334 (1918)

Mehmet Akif Ersoy

Mısır’da Kur’an tercümesine başladıktan sonra, muntazam namaz kılıyordu: Kur’an’ı vak’alaştırmak istiyor gibi.
Bu tercüme onun Kur’an hifzını kuvvetlendirdi. “Tercümeye başladıktan sonra ‘demir hafız’ oldum” diyordu.
Mısır’da bazen bütün Ramazan bütün Kur’an’la teravih kıldırdı. Fakat bu teravih namazlarına her zaman cemaat bulamıyor, bazen oğlu Tahir’in cemaat diye önüne geçip imam oluyordu. Fakat hatimle kıldırılan bu teravih namazları uzayınca, Akif, “Bazen arkama dönüp bakıyordum, o da kaçmış” diyordu.

Akife, “Tahir’in kaçacağını daha sen söylemeden ben tahmin ettim, çünkü hem hatim, hem teravih… İnsan hikâyesini dinlerken yoruluyor” diyordum, gülüyordu.

Mehmet Akif
Mithat Cemal Kuntay