Kim ne derse desin, tek bir gerçeği vardır aşkın;
Karşındakinin adam olup olmadığını, aşıkken değil ayrılırken anlarsın.
Şub 23
Karşındakinin adam olup olmadığını, aşıkken değil ayrılırken anlarsın.
Şub 23
Çok Menekşe
Ömrümüz kısa biliyor
Aramızdan ne kadar çok menekşe geçerse o kadar iyi
Ellerini çektin ve karanlığımız başladı
Biraz ışık için
Geçmiş yanılgıları ve telefonları yaksam
Bir karınca bir akşama girerken
Hiçbir ülkede gölgesi olmayan ağacın
Topraktan önce göğsüme dolan sırrını
Herkes kendi üzerine yıkılacak duvarını ararken
Ateşten bir emanet olarak sana bıraksam
Ömrümüz kısa biliyorsun
Belki de geldi sıram
Mevlana İdris
Şub 23
Herkes Gider
Kimsenin olmayan bir yoldan geçerken
Kimsenin olmayan bir resmini gördüm hayatın
Büyük dalgınlar vardı
Cevapsızlar
Hiç deniz görmeyenler
Kimseye bir şey sormayanlar vardı
Kaybedenler
Hayatın büyük ırmağında
Vardı ve akıyordu
Sonra kimse kalmadı
Hiç kimse
Bağırmak için
Yalvarmak için
Çünkü herkes gitti
Çünkü herkes gitti
Mevlana İdris
Şub 23
birazdan kıyamet başlayacak ; başlasın!
birazdan kıyamet başlıyacak
başlasın
geldik gidiyoruz bağışla bizi
büyük uykular gördük rüyada
hayra yorduk herşeyi
herşey dediğin nedir ki
sen bilirsin kalbimizi
durur unutsak yenilgimizi
durur kaybetsek sudaki izimizi
kalbimiz dediğin nedir ki
aşk var aşk yok
birarada tutamaz ikimizi
geçtik dünyanın arasından
geçtik bu küçük omuzlarımızla
maviler giymiş ağlayan meleklere
tarifsiz kadınlara
düşmüş bayraklara gecikerek
geçtik dünyadan bağışla bizi
yaptıklarımız için
yapmadıklarımız için
elimizi
dilimizi
tanrım
bağışla bizi
birazdan kıyamet başlayacak
lütfen
Mevlana İdris
Şub 23
La Tahzen
Üzülme! Üzülebiliyorsan bir kalbin var demektir. Kalpsizler üzül(e)mezler ki. Ne mutlu sana ki, üzülebiliyorsun. Dokunan var demek ki kalbine. Ya dokunulmasaydı kalbine. Ya hüznün gönül toprağını karmasına izin verilmeseydi. Demek ki gözden çıkarılmadın. Demek ki sen hâlâ bir umut tarlasısın.
Üzülme!
Üzülüyorsan, Biri var ki cılız varlığını düştüğü çamurdan kaldırmak istiyor. Onun için dokunuyor kalbine. Kıymetini bil ki, üzmeye değer görüyor seni. Hüzünlerin kalbinin toprağını allak bullak ediyorsa, sen ekilmeye layık bir topraksın demektir. Kaygıların vuruşuyla tuz buz oluyorsa taş katılığında büyüttüğün güvencelerin, yarılan göğsüne umut fidanları dikiliyor demektir.
Üzülme!
Yüzün yerde geziyorsan, ellerin boynuna sarılı ise, içini ısıtacak haberlerin mürekkebi damlıyor olmalı ömrünün defterine. Kar yağıyorsa güvendiğin dağlara, yarının ovalarında rengârenk çiçeklerin olacak demektir. Hırçın fırtınalar sarsıyorsa sevinçlerinin zirvesini, rüzgârlar dövüyorsa umudunun yamaçlarını, bir yüce dağsın sen demek ki, az bekle, eteğinden serin pınarlar akmaya başlayacak demek ki…
Üzülme!
Üzülüyorsan, şımaramazsın. Kibrin kirli tuzağına düşemezsin. Kendini beğenmişliğin çamuruna dolaşmaz ayakların. Uzak geçersin isyanlı yollardan. Heveslerinin ardı sıra düşüp nisyan uçurumlarının başına sürüklenmezsin. Seni Biri yakınlığına çağırıyor demek ki… Gözden çıkarmamış olmalı seni.
Üzülme!
Üzülüyorsan, bir kutlu teselli kapısının önünde bekletiliyorsun demektir. Gözlerini kaldır vefasız dünyanın eşiğinden. Gönlünün elinden çıkar sebeplerin boş avuntularını. Umudunu kes sahte doymalardan. Yüreğini küstür coşkulardan. Kapı açıldı açılıyor demektir.
Üzülme!
Üzülüyorsan, kaybedeceğin bir şeyler var demek ki… Kaybedeceği bir şeyi olanlar çoktan kazanmışlardır. Eline geçmeyenleri saymakla tüketme nefesini, elindekileri saymaya başla. Hepsini saysan bile, nefesini saymaya nefesin yetmeyecek demektir. Bak işte zenginsin.
Üzülme!
Seni bir “İşiten” var. Seni senin kendini bile sevmenden önce O sevdi seni. Senin kendini bile bilmediğin unutuş kuyularından çekip çıkardı seni. Çektiğin acılara habire meşgul çalan telefonlar gibi kör ve sağır değil O. Yüreğinin her yangınına O yetişiyor. Ayrılıklarına ve sıkıntılarına metal soğukluğundaki plazalar gibi umursamaz değil O. Yitirdiklerinin hepsini sana iade edeceğine söz veriyor. Sevdalarına ve özlemlerine çok seçenekli sınav kâğıtları gibi tatsız ve tuzsuz formüller sunmuyor. Seni herkesten çok anlıyor, seni senin kendini düşündüğünden çok düşünüyor. Gözyaşlarınla imzalayasın istiyor yakarışlarını. Bir ebedî çerçevenin içinde, gösterişsiz bir kullukla fotoğraflamak istiyor seni. Dağılıp giden ömür kırıntılarının arasından sıcacık bir kardelen ümidi devşiresin istiyor. Keyfinin çatlak kabuklarının arasından sonsuz teselli pınarları akıtmak istiyor.
Üzülme!
Varlığının tenine çiziktir her hüzün. Varlığından haber verir üzüntün. Hatırlar mısın, bir zamanlar hatırlanmaya değer bir şey bile değildin? Hiç umursanmadan çöpe atılabilecek kirli bir su iken sen, yüzüne bir tek O baktı. Kimselerin arayıp sormadığı, önemseyip adını bir kenara yazmadığı o günlerde, senin adını ilk O andı. Hatırını bildi. Seni yanına aldı. Hep yanında oldu. Sen seni unutup da başını yastığa koyduğunda bile, seni her defasında sabaha çıkardı. Sen Onu defalarca unuttun ama O seni asla unutmadı.
Üzülme!
O’nun en sevdiği kulu da yalnız kaldı. Taşlandı. Sürüldü. Yaralandı. Aç susuz kaldı. Yuvasına uzaktan gözleri yaşlar içinde baktı. Mağarada yapayalnız ve korunmasızdı. Senin gibi üzülen yol arkadaşına sonsuz müjdeler veren tebessümüyle fısıldadı: “Lâ tahzen, innAllahe meânâ.”
Üzülme!
Kaldır yüzünü yerden. Omuzlarından sarsıp kendine getirmek istiyor seni Sevgili. “Rabbin sana küsmedi ki…” Gözlerinin içine içine bak sevdiklerinin. “Rabbin seni unutup yalnız bırakmadı ki…”
Senai Demirci
Şub 23
sevgide ölçüyü kaçırmak
Şub 23
Anı
Ne zaman Mühürdar’a gelirsem Çin’den
Bir güzel susmak geliyor içimden
Bir kız sevmiştim gıllıgışlı
Yuvamı yapan bir kırlangıçtı
Aklımı kaçırıp kaçırıp kaçtı
Üç güzelden ikincisiydi cadı
Ne çektim bilir Hadi’yle Sadi
Karnımdaki geçmiş çocukmuş tepti
İşe bak, köşeyi dönerken şimdi
Karşıma çıkar diye kalbim hop etti
Ne zaman kendime gelirsem Çin’den
Bir güzel susmak geliyor içimden
Şub 23
Kayıp ilânı vermek istiyorum evlâdım!
Yaşlı adam, karakolun üç-beş basamaklık merdivenini birkaç kez dinlenerek çıktıktan sonra, ilk gördüğü memura yanaşarak:
– Kayıp ilânı vermek istiyorum evlâdım, dedi. Ne yapmam gerekiyor?
Polis memuru, her günkü raporlardan birini yazıyordu. Antika bir daktiloyu takırdatıp dururken:
– Hallederiz bey amca, dedi. Herhalde torun kayboldu değil mi?
Yaşlı adam, dudakları titrerken:
– Annemi on yıldan beri görmedim, dedi. Babamı da belki en az yirmi yıl…
Polis, yazmayı bırakıp adama döndü. Bu iş elbette ki normal değildi. İhtiyarın, susuzluktan çatlamış bir toprağı andıran ve bembeyaz sakallarla çevrelenen yüzü, en az seksen yaşında olduğuna delildi. Bu yüzden de elbette ki bunamış, anne ve babasının öldüğünü unutmuştu.
Yaşlı adam, yanındaki pencereden bakarken, parkın orta yerindeki ıhlamuru gösterip:
– En vefalı dostum bu ağaç, dedi. Aynı yaşta olmalıyız herhalde. Ne zaman dışarı çıksam gölgesinde dinlendim, kokusunu doya doya çektim içime. Ama o da benim gibi kuruyor şimdi.
– Peki!.. diye lâfını kesti polis. Yakınlarınız yok mu? Dostunuz, akrabanız?
– Yakınlarım, şimdi çok uzaklarda, dedi adam. Dayım, amcam, teyzem, halam kim varsa orda. Eşim de öyle. Sadece iki çocuğum hayatta. Onlar da bu ihtiyardan bıktılar tabi.
Polis memuru, böyle tuhaf bir olaya ilk defa rastlıyordu. Herhalde en çıkar yol, bir ilân verir gibi görünüyor olmaktı. Zaten bu ihtiyarcık, karakoldan çıkar çıkmaz her şeyi unuturdu. Masadan bir kâğıt kalem alarak:
– Peki dedecim, dedi. Sen ne istiyorsan öyle yapalım. “Annem ve babam kayboldu” yazıyoruz değil mi?
Yaşlı adam, küçük bir çocuk gibi hıçkırırken:
– Yok be evlâdım!.. dedi. Kaybolan benim. Annem ve babam bu ilânı görürlerse, belki beni alırlar yanlarına.
Cüneyd Suavi

Şub 23








