I Sevgilim bak, geçip gidiyor zaman;Aşındırarak bütün güzel duyguları.Bir yarım umuttur elimizde kalan,Göğüslemek için karanlık yarınları.Ağzımda ağzının silinmez ılık tadı,Damağımda kösnüyle gezinirken;Yüreğimde yılkı, aklımda ölüm vardı,Dışarda rüzgar acıyla inilderken.Unutulmuyor ne tuhaf dünya işleri,Seninle bir döşekte …
‘’Ben Metin Altıok, adanmış yüreği imgelerin. Türkçenin gece gezen mahalle bekçisi’’ İzmir’in Bergama ilçesinde 1941 yılında Göçbeyli isimli bir köyde dünyaya gelir Metin Altıok. Orta halli bir ailenin ilk çocuğu. Yaradılış itibari ile içe dönük, …
İnsan ömür boyu kendine dolanan bir bağGibi konuştu, gibi söyledi, gibi sevdiSeyrek neşe, biteviye dalgınlık, borçlu sabahlarBir şehrin ortasında hep yaşıyor gibi yaptı İlkeli ve tarafsız bir haber gibiydi yeryüzündeHerkes dinliyor gibi yaptı, çiçekler hariçHiçbir …
kendimden başkakimseye kızmıyorumkendime yakıştırmadığım her davranışher sözkalbimiiçinde Yusuf’un olmadığı bir kuyuya düşürüyoryaşamaktansınıfta kaldımoysasınıfımı geçmek için anneme söz vermiştim ölüm hak, ecel gerçekancak merhametsizlikten deölüyor insanlar omuzlarımda dağlaravuçlarımda ardıç kuşutaşıyorumve kalbimde umudum Allah’ım…her hatamdan sonra merhametinleyeniden …
Tavan arası penceresinden görüyorsun tepeyi, servi ağacını, köylülerin unuttuğu patatesleri bulmak için her alacakaranlıkta keşfe çıktığın tarlayı. Kabukları sen yiyip, içini karnı hep aç olan Mur’a ayırıyorsun. Oğlun öylesine sıskaydı ki zayıflıktan kemikleri sayılıyordu. Önce …
Önceki şairin şiirinin konusu, Hayat değildi. Kuru hayal dünyasında o, Şarap ve sevgili dışında bir şeyden söz etmezdi. Gece gündüz hayal eder dururdu: sevgilinin komik zülüflerinin ağına düşmüş, öte yandan başkaları da; bir elde şarap kadehi, bir el sevgilinin zülfünde sarhoşça Allah’ın mülkünde nara atıyorlardı!
Bugünün şiirinin konusu bambaşka bir konudur… Süngüsüdür şiir bugün halkın! Çünkü şairler, Daldırlar halk ormanının Gül bahçesinin yasemin ve sümbülü değiller falanların! Yabancı değil bugünün şairi Halkın ortak dertlerine: O, halkın dudaklarıyla birlikte güler, Halkın derdini ve umudunu İliklerine kadar hisseder…
Sen de konuş, son olarak sen konuş, söyle sözünü. Konuş – Ama ayırma hayırı evetten. Anlamı da kat sözüne: Ona, gölgeyi ver. Ona yeterince ver gölgeyi, sence ne kadar paylaştırılmışsa gece yarısıyla öğlen ve gece yarısı arasında, o kadarını ver. Bakın etrafına: Gör, nasıl da canlı, çepeçevre – Ölüm aşkına! Canlı! Hakikattir gölgeden söz edenin söylediği. Ama bak, küçülmekte şimdi durduğun yer: Peki şimdi nereye, ey gölge çıplağı, nereye? Tırman. Yokla etrafını. İncelmektesin gittikçe! Daha ince – bir iplik, yıldızın aşağı inmek için kullandığı; o yıldız ki, aşağıda, kendi yansımalarını gördüğü yerde, gezginci sözcüklerin dalgalı sularında yüzmek istemekte.
Yeni çekilmiş bir dişin Yadırganan boşluğu Dilimin ucunda ismin. Somunu yitik bir vida Düştü düşecek yüreğim. Biran önce gel buraya Karpuz, kavun yiyelim.
Bilmem ki ne diyeyim, Sana örselenmemiş; Dostluğun böğründe sancı, Sevgi toza belenmiş, Havı dökülmüş sevincin. Biran önce gel buraya Karpuz, kavun yiyelim
Batıp çıkıyorum durmadan, Ben bilirsin iyi yüzemem. Çarşafım diş gösteriyor, Dalgalı bir deniz kaç gündür Sallanan bir döşeğim. Biran önce gel buraya Karpuz, kavuz yiyelim.
Gökyüzü doldu temâşâ kelebeklerinin beneğiyle. Serçenin aksi düştü refakat sularına. Soldu mevsim içgüdüler boyunca uzanan duvar üstünde. Asma dalı üzüme Müptelâ oldu. Çocuk geldi Cepleri dolu koparma coşkusuyla (Ey cesaret baharı! Silindi uzantın Bekleyiş çamlarının gölgesinde.) Çocuk lâfızların ardından Koştu temâyülün yumuşak çayırlarına. Havuz başında Çocuğun kanı doldu yaşamın yalnızlık pullarıyla. Sonra, bir diken incitti ayağını. Yok oldu cismin yangısı çayırlar üstünde.
(Ey esenlik ırmağının döküldüğü yer! Ten coşkusu sende tatlı tatlı sönüyor.) Bahçedeki serçelerin evvelki günkü cıvıldaşması Döküldü onun düşünce alnına. Şimşirlerin dibinden tahayyüle akan ırmak Götürüyordu yanında bedenin matlûb cehaletini. Çocuk uzaklaşıyordu kendi sevinç payından. Mevsimin vaftiz yağmurunun altında Rüşt hürmeti Dökülüyordu şeftali dallarından gömleğine. Eşyanın pembe gam güzergâhında Işıl ışıldı henüz Ferâgat çakılları. Bağışların tedrîcî buharlaşması ardında Yok oluyordu çiçeklerin şekli.
Sordu çocuk hüznün içinden: Ne kadar yol var bebeğin gurûbuna?
Bir yaprağın daldan hicreti sarstı onu. Diğer çiçeklerin ardında Göç ediyordu yüzü.
(0 temâşâ günlerinde bir sabah Oyuncakların göçünü İşittim güney şimşirlerinin altında. Sonra, sıcağın altında Doldu avucum üzüm hacminin eksilişiyle. Sonra, Eski havuzlarda suyun hastalığı Sürükledi düşüncelerimi hüzne kadar. Sonraları, erişti elim tifo ateșiyle çiçeklerin gizli boyutlarına. Tegâfülün hoş nakışları Kayboluyordu hisler kumunun üstünde. Ben geliyordum yüze Ağacın yükselişiyle, Bir bahar kargasının kanadının yayılmasıyla, Suyun loş seciyelerinden kurbağanın dalışıyla, Havuz fiskiyesinin afallatıcı içtenliğiyle, Bir kuyunun ibhâmı ardından kovanın ıslak doğuşuyla.
Temâşâ göz kapağının üstünde Saçıyor terütâze sözcükler. Gözleri hayatın yeşil takvimi. Yüzü beyaz ilkokul çağının bir parça tatili gibi.
Yıllardır oturuyordu Bu tarâvet secdeleri cumaların dizi üstüne Sabit bir mutluluk gibi. Sabahları annem sarı gül için Bir sepet su götürüyordu. Ben temâşâ ağzı için İlhâmın ham meyvesini götürüyordum.
Gece gündüz demeden bu beden Rakamlar yokuşunun bahçesi ardında Uyuyordu efsâne gibi. Düşüncem soyutluk aralığından alkış tutuyordu ona. Eriyordu aklım gözlerinin ardında. Mutlak alnının üstünde Elden gidiyordu vakit. Şimşirlerin ardında cuma kâğıtlarını Yırtıyordu ölçülerin alışkanlığı. Bu sadâkat satışı Bir hint hurması dalı gibi Gölge döküyordu benimle cumartesilerin acılığı arasına. Ya da teslim alıyordu korkularımın kalesini Lâtif bir hücûm gibi. Yok oluyordu eli bir ferâgat boyunca “Ödevler”imin kenarında.
(Gerçek nerede daha tazeydi? Dertsiz bir hacmin meczûbu olan ben Görmüştüm bazen Fakirlik evinin sinisinde İlhâmın parıldayan meyvelerini. Daha bir sesliydi konuşma başakları dilin nüzûlünde. Hızlanıyordu duygu nabzım Çiçekle etin çürümesinde. Cezbe dökülüyordu vicdânımın üstüne Şebboyların perişanlığından Hayatın bâkir şebnemi Pırıldıyordu Çerçöp üstünde.)
Bir şeyler demeli biri bu sabırlı huzûrdan Bahçenin tedrîcî seferlerine. Anlamalı biri bu küçük hacmi, Açıklamalı onun elini çevrenin çırpınışlarına. Bir damla vakit saçmalı Bu muhatapsız yüzün üstüne. Bu salt noktayı biri Döndürmeli unsurların şuûr yörüngesinde. Biri gelmeli aydınlık kapıların ardından. Dinle; koşuyor biri havâdisin göz kapağı üstünde: Bir çocuk geliyor bu yana.
Tutuşmuş ay üstünde koşuyordu bulutlar Nasıl koşarsa yangın üstünde dumanlar; Korular kapkaraydı bir uçtan bir uca. Yürüyorduk, konuşmadan, ıslak çayırda, Yoğun fundalıkta, arasında büyük çalıların, Altında çorak göknarları gibi göknarların, Sonra gördük birdenbire yerde iri iri, Aranan yolcu kurtların pençe izlerini. Dinledik, soluklarımızı tuttuk,durduk, Ne korunun, ne ovanın sesini duyduk; Gökte fırıldak inledi yalnız yaslı yaslı; Rüzgar çekmişti alçaklardan elini ayağını, Dokunsa dokunsa kulelere dokunuyordu. Aşağılarda meşeler kayalara yaslanıyordu, Uyur gibiydiler dayanıp da dirseklerine. Bir hışırtı bile yoktu, ama birdenbire Avcıların en yaşlısı, hiç yanılmamıştı, Başını eğip yattı, kumlara şöyle bir baktı, Ve alçacık bir sesle, sezdiğini söyledi: Yerdeki yeni izler birer açık haberdi, Geçmişti şimdilerde pek güçlü pençelerle, İki azılı kurt, yanlarında iki enikle.
Hep birden çıkardık keskin bıçakları, Yürüdük adım adım, aralayıp dalları, Gizleyip tüfekleri ve ak parıltılarını. Üçü durdu, görmek istedim baktıklarını, Alev alev iki göz gördüm birdenbire, Dört hafif karaltı vardı biraz ötede, Oynuyorlardı ay altında, fundalar içinde, Her gün, gürültüyle, gözlerimiz önünde, Efendileri gelince nasıl oynarsa tazılar. Gölgeler benziyordu, benziyordu oyunlar, Ama sessiz mi sessizdi kurdun yavruları. Öyle ya, iki adımda, yarı uykuda, -biliyorlardı- Duvarlar ardında insan vardı, yani düşmanları. Babaları ayaktaydı, bir ağaca yaslanmıştı, Ana sanki mermerdi, Roma’nın taptığıydı Romus ile Romulus da sanki yanındaydı. Kurt da gelip oturdu, dimdikti önde ayakları, Kuma gömülmüştü hepten eğri tırnakları. Anladı mahvolduğunu, çevrilmişti dört yanı, Bir yere gidemezdi, tutulmuştu yolları.
Alev gibi ağzıyla yakaladı o zaman, En azılı köpeği o sarkık gırtlağından, Bir daha da açmadı demir çenelerini, Oysa kurşunlarımız deliyordu etini, Sivri bıçaklarımız sanki birer kıskaçtı, Karnına gömülüyor ve birleşiyorlardı. Köpek kendinden önce boğuldu, cansız kaldı, Ayakları dibine taş gibi yuvarlandı. O zaman bıraktı kurt, sonra da bize baktı. Bıçaklar böğründeydi, saplanıp kalmışlardı, Kurt da kanlı çayırda çiviliydi bu yüzden; Bir ilk ay doğmuştu çevresinde tüfeklerden Yeniden bize baktı, sonra yeniden yattı, Ağzındaki kanları ağır ağır yaladı, Ölüme aldırmadan, haline de bakmadan, Yumdu gözlerini, öldü, tek çığlık koparmadan.
Alnımı dinlendirdim üstünde tüfeğimin, Düşünmeye başladım, bir karar veremedim, Ardından gidemedim anayla oğulların, Beklerdi belki ama işi vardı ananın, Yavruları olmasa, bu güzel, dertli dul da Kurdu tek bırakmazdı bu büyük macerada; Ama işi yavruları kurtarmaktı, kurtaracak da Açlık acısını çekmeyi öğretecekti onlara, Sonra şehir yasasına hiç mi hiç girmemeyi. O yasa insanlarla köle hayvanlar içindi, Uyamazlardı da zaten, kölelerin işiydi Avlamak boğaz tokluğuna ormanın ilk sahibini.
Yazık! diye düşündüm, büyük ama adımız, Utanıyorum bizden, biz ne kadar zayıfız! Nasıl bırakılır hayat ve bütün acıları, Bunu bilen sizsiniz, Tanrı’nın hayvanları! Ne bir şeye erilir dünyada, ne bir şey bırakılır, Yalnız sessizlik büyük, gerisi zayıflıktır. İyice anladım ben seni ey vahşi yolcu, Son bakışın dosdoğru gelip kalbimi buldu, “Uğraş, didin” diyordu, “gücün varsa, Ruhun çalışkan ve düşünceli kala kala, Varsın sabırlı gururun en yüksek tepesine, Benim doğuştan eriştiğim büyük ereğine. Ağlamak bayağıdır, inleyip yalvarmak da. Alın yazısının seni çağırdığı tek yolda Yap olanca gücünle uzun, ağır işini, Sonra acı çek ve öl, sessizce, benim gibi.”
“Aileye bir filozof yetmez miydi?” dedi alayla. “Dikkat et, bizim toplum filozofları sevmez, karıncaları sever.’
Ciddileşti.
“Özgür olmayı kolay mı sanıyorsun? Hayatına karışma hakkını başkasına vermemek için özgürlüğünü feda etmek zorundasın. Özgürlük bile, bedeli özgürlükle ödenerek korunur. Ne tarafa dönsen çıkmaz oğul. Hayat ne zaman senin olur biliyor musun? Hayat senin olmadığında. Artık kimse dokunamaz bana. Şimdi kendimin efendisiyim. Yakamı bıraktılar, kimse uğraşmıyor benle, ama artık kendimin efendisi olmamın önemi yok. Yaaa. Çıkmazdır işte, çıkmaz…”
Kendi kendine konuşur gibi ekledi.
“İnsan bir kez yaşar ve hayat çok kısa.”
…
“Halin vaktin iyi olursa ve istikbalini hazırlarsan serseri demezler. Onlar sanki benim gibi yaşadılar mı, benim kadar tat aldılar mı hayattan? Hayatın tadı her saat çatlayacak kadar yemek değildir ki. Acı tatlı, insanın başından geçen her şey, bunlardır hayatın tadı. Tatlı veya acı, insanın başından ne kadar çok şey geçerse o kadar çok tat almış demektir yaşamdan. Onlar tat almayı bilirler mi, karıncalar? Küçük bir çocuğa yatmasını söyle, hangi saatte olursa olsun, bak bakalım ister mi? Biraz daha uyanık kalmak için bin bir numara yapar, çünkü yaşamak ister. Uyumak yaşamak değildir. Yaşamak oynamaktır. Biz yaşamımızı çalışarak ve uyuyarak geçiriyoruz. Yaşamaya zaman kalmıyor. Güya yaşamak için çalışıyoruz. Nefes almayı yaşamak sanıyoruz. Nefes almayı da bilmiyoruz ya! Nefes almak burası, yaşamak bu…”
…
“Karıncaları hep mükemmel örnek diye gösteriyorlar. İnsanı karıncaya dönüştürmek istiyorlar. Başarıyorlar da. Tüm sevimsiz ve çirkin şeyleri insanların tapacağı, hayranlık duyacağı araçlara dönüştürmekte gerçekten çok ustayız. Ben karıncadan nefret ediyorum. Hayatım boyunca ne karınca olmak istedim ne de olabildim. Çalış, çabala, taşı, depola, kışın ye, sonra yeniden çalış çabala, taşı, depola. Koca bir hayat. Sonra da öl.. Piramitler yap, şehirler yap, binalar, fabrikalar, makineler, sanayi, uygarlık. Bütün bunlara hizmet et. Koca bir hayat. Sonra da öl. Kim için? Ne için? Kim yararlanıyor? Kim keyfini sürüyor? Dört kişi. Yani hiç kimse. İş, iş için. Uygarlık, uygarlık için. Hepimiz bu oyunun içindeyiz. Oyunun kurallarını da koymuşuz. Tembel derler diye ödümüz kopar. Tembel bir evlada sahip olmaktan en fazla korkanlar da zengin olanlardır. Babasının altınlarının üstüne yenilerini koymamasından, olan biteni yemesinden korkarlar.“
Neşeli bir kahkaha attı.
“Benim gibi. Bana serseri dediler. Parayı üst üste dizeceksin ki, çalışkan adam deyip hayran olsunlar. Çalışkan halktır, yaratıcı millettir deyip hayran olacaklar. Toprağı kazıp saraylar, tapınaklar, mezarlıklar ortaya çıkaracaklar, hayran kalacaklar. Piramitleri seyredip hayranlık duyacaklar. Uygarlığı piramitlerle ölçerler, Keops ya da Empire State, fark etmez. Keops’un taşları altında yüz bin insan ölmüş. Milyonlarca insan Empire State altında gömülmüş. Bunca asırdan beri, bunca milyar insan ne kazanmış bu piramitlerden, saraylardan, anıt mezarlardan, buildinglerden! Uygarlık yaratmış, çalışmış, karınca gibi yaşamış, karınca gibi ölmüş… İnsana bir alın yazısı vermişiz. Ter döküp yaratmak, ama yarattığının tadına varamamak... Dört kişinin keyfi ve bin sene sonraki arkeologun zevki için karınca olmak ve serzenilmesin diye de, Tanrı böyle istedi demişiz.”
“…Başka türlü yaşasaydım daha mutsuz olacaktım. Bizim şirkette yaşlanmış pek çok memur gibi ya ülserim olacaktı ya da kalp, şeker veya sinirsel ağrılar. Benim hiçbir şeyim yok. Korkusuz yaşamak gerekir oğlum, korkusuz. Tek kelimeyle, kendinden korkmayacaksın. Her korkunun temeli kendinden korkmaktır.”
“Bak, sana şunu söyleyeyim. Bugününü yaşamanın yolunu mutlaka bulursun merak etme. Gelecek, uzaktan baktığında korku verir. Her tehlike için geçerlidir bu. Gelecekten korkmak hayattan korkmaktır. Eğer hayattan korkmazsan, gelecekten de korkmazsın. Sonra, eğer kafan biraz çalışıyorsa, gelecek şimdiki zaman, yarın bugün olunca, görürsün ki olağanüstü bir şey yok bunda. Tüm bugünler gibi bir bugün olacaktır o da. Débrouillé olmanın bir yolunu bulursun. Mesele korkmamak.”
“Yaşadığım hayattan pişman olmadım. Çok renkli bir yaşam sürdüm, çok çeşitli. Ben çocukluğumda da öyleydim, çabuk bıkardım, değişiklik arardım, baban öyle değildi. Hayatım da öyle geçti. Hayatımda her şeyi bulursun, ışık-gölge, renk-sis. Kötü mü oldu? Şimdi arkama baktığımda güzel bir roman okur gibi oluyorum. Şimdi sizinkiler buna, düşmüş bir adamın avuntusu derler. Yooo… Ben bu felsefeye baştan sahiptim. Onu hayatıma uydurmadım. Hayatımı ona uydurdum. Eğer isteseydim, fırsatlar vardı. Sizin lafınızla ‘başarılı olma’yı denedim de, yaşamama engel olmayacağı noktaya kadar. Yaşamayı, özgürlüklerimi feda edemezdim. Öyle şey olmaz tabii, ve olmadı. Büyük piyangonun büyük ikramiyesi bir kişiye vurur. İlle senin o kişi olman için herhangi bir neden yok.”
Ellerini göbeğinde birleştirip rahat bir tavır takındı ve karşısında oturanı hatırladı.
“Hayattan korkuyor musun?” Baret sarsılarak iyice kendine geldi.
“Evet, yaşamdan değil, işten.”
“Aynı şey.”
Dırtad elini aşağı sarkıttı, Lulu’nun başını okşadı usul usul. Lulu da başını ona doğru dikiverdi.
“Başlangıçta bende korkmuştum. Herkes korkar. Savaşa girmeye benzer. Sıcak çatışmayı atlattıktan sonra aynı korku kalmaz. Her şeyden önce başın döner. Kimsenin sana ihtiyacı olmadığını, doğru dürüst bir şey yapamayacağını, hiçbir işe yaramadığını düşünür, kimse beni istemeyecek dersin. Sonra bir iş yapabildiğini görürsün. Yaptığın işi beğenirlerse kendine güvenin yerine gelir. Yaşamı sevmeye başlarsın. Sevinç, çalışma isteği, başarılı olma umutları… Rüyalar. İki ay sonra seni müdür yapacaklar, patron kızını sana verecek, zenginliğini de sana bırakacak… Sonra… Her şey ondan sonra olur, ama artık önceki gibi korkmazsın. Ondan sonra, başkadır…”
İşaret parmağını inatla salladı.
“Eğer kendinden korkmuyorsan, hayatta kimseden, hiçbir şeyden korkmazsın. İnsanın başkaları karşısındaki durumu, kendisine karşı durumunun aynısıdır. Beni şirketten attıklarında bu benim için bir şey ifade etmedi. Çünkü kendimden çok emindim. O ana dek yirmi savaşa katılmıştım. Tekrar sıfırdan başlamak için hemen aklımdan hazırlıklara başladım, ama bir de bizimkine sor…’
Baret garip bir heyecanla kulaklarını dört açtı. Anlatacak mıydı?
“Cenaze evine döndü evimiz. Korkusu neydi anlamıyordum. Belki de korkmaya alışmamıştım ya, ondan, çünkü ailem varlıklıydı. Her neyse… Sinirlendim. İnsanlar aptalca şeyler için çevremde telaşa düştüklerinde hep sinirlenirim. Sonradan anladım. Karım bir gün bana, eğer paraya ihtiyacım olursa halıları satmamamı söyledi. Ben de halıları istemediğimi, mücevherlerini satacağımı söyledim. Çok ciddiye aldı. O zaman beni hiç tanımamış olduğunu anladım. Hangi kadın kocasını tanır ki? O mücevherleri ben vermiştim. ‘Biliyorum, gözün onlarda zaten,’ dedi. Gözlerinde gördüm, o gün nefret etti benden. O lafı söylediğinde anladım ki aramızda her şey bitmişti.“
Başını arkaya atıp yarı aralık kirpiklerinin arasından bulutları seyretti.
“Benim aklım ermez. Ne demek mala bağlanmak? Kazanır, kaybeder, yine kazanırsın. Kazanacak bir şeyin olacak ki yaşamak isteyesin. Bir hedefin, yapacak bir şeyin olmazsa yaşamak için neden de kalmaz. Sen benim bu halimi görüyorsun. Ben viveurdüm ulan. Biri bitmeden başka bir şeye yönelirdim. Şunu yapacağım, bunu yapacağım, sonra bilmem nereye yetişeceğim… Hep yetişir miydim? Yooo, yetişemediğimi görünce başka bir yöne doğru yola düşerdim. Artık yetişecek yerim olmadığını görünce de bıraktım yolları, yerime oturdum. Ya!”
“Amca, ben bir şey yapma arzusu duymuyorum, ne olacak, diyorum.”
“Ne olacak deme, bunu dedin mi yatarsın. Ne olsun istiyorsan, hayatını onunla dolduracaksın.”
“İyi de, ne olacak?”
Dırtad buna verilecek bir cevap olmadığını belirten bir hareket yaptı, sonra koca bıyıklarının altından kararmış dişlerini göstererek güldü.
“Değişirsin, geçer. Önemli olan, oyunu kendi istediğin gibi oynamandır. Sana zevk veren şekliyle.”
Sustu. Baret ümitsizliğe kapıldı. O büyük olayla ilgili konuşmak için soru sormaya ise cesaret edemiyordu.
Amcasının bu kadar konuştuğuna bile pişman olduğunu sanıyordu.
Derken, Dirtad birden ayağa kalktı, denize doğru döndü ve uzun süre denizin üzerinde ışıldayan yakamozları seyretti.
“Bana serseri dediler. Bunu söylemek onlara büyük zevk veriyordu. Hepsi de hasta, o yüzden. Dolap beygirlerine benziyorlar. Onun için bu konularda konuşmam onlarla. Ağabeyimle bile konuşmam. Gerçi o anlayabilir. Serseri demeleri umurumda değil.”
Baret onun sesinde bastırılmış bir öfke hissetti.
Anamdan nefret ediyor, acaba babamı da küçümsüyor mu, diye düşündü.
“Ben sana bir şey demedim. Sen açtın konuyu. Sen düşünmüş, bir şeyler fark etmişsin. Fark ettiğin şeyler belirsiz, ama bir şeyler, bir şeyler… Onun için bu konuları seninle konuşuyorum. Tecrübesizsin. İstediğin ne, istemediğin ne, iyice karar veremiyorsun. Ben de bu şeyler üzerinde çok düşünmüşümdür. Hâlâ düşünüyorum. Zaten başka bir şey kalmadı ya, hayat bilançosunu yapmaktan başka. Gerçi yapsan ne olacak? O da başka. Yaptığının doğru olduğundan emin olmak istersin. Doğru olsa ne olacak? O da başka. Pişmanlık, öfke duyacaksın. Mesele pişman olmamakta. Hiçbir şey için. Şimdi sen bir yol arıyorsun. Bu yolu bilinçli tut, daha iyi. Kararında değişikliğe yol açar mı, açmaz mı bilmem. Bilinmez. Ancak, eğer kararlarını bilinçli verirsen pişman olma tehlikesi az olur. Ne yaparsan yap emin olamazsın ama yanıldığın takdirde bile pişman olmayacaksın. Belirli bir yaştan sonra pişmanlık öldürücü bir zehirdir. Pişman olmayacaksın, bu da oyunun kuralı.“
Volta atmaya başlamıştı. Lulu da ayağa fırlamış, bahçe. de, görünmeyen böceklerin arkasından koşuyordu.
“Hayatla pazarlık etmeyeceksin. Ben dört kuruşluk his şey istedim, dört bin kuruşluk proforma çıkardı bana. Baktım pazarlık yapana kadar, istediği fiyatı verene istediğimi alana kadar akşam olacak, beni yutacak. Çok kurnaz tüccardır. Sendekini hiç karşılık vermeden almanın mutlaka bir yolunu bulur ya da en azından sana verdiğinden çok çok fazlasını alır senden. Eğer pazarlığa oturursan aldanan her zaman sen olursun. Ben hayatı kandırdım. Kendisinden hiçbir şey istemedim, ne alabiliyorsam aldım, ne almak istiyorsam aldım. Evet, bazen bulduğumun istediğim olduğu konusunda kendimi kandırdım. Pek çok kez istediğimi bulamadım tabii. Ancak elde ettikten sonra bunun bir önemi olmadığını anladım. İstediğin de, bulduğun da birdir. Mesele, istediğinin şu veya bu oluşu değildir. Objenin önemi yoktur. Pazarlık etmeden sonsuz şeyler isteyebilirsin, sayısız şey elde edebilirsin. Hayat bu kadar geniştir oğlum. Biz ne yapıyoruz? Yıldızları istiyoruz, isteyecek başka şey kalmamış gibi. Yıldızları verseler sana ne yaparsın, bilmiyorum. Daha da zevklisi var, istemeden, hatta düşünmeden bulmak. Bu, pazarlıksız ve zaman kaybetmeden olur. Şöyle, ellerini cebine sokup ıslık çalarak al başını git. Etrafını seyret, ne rastlarsa, neye uzanabilirsen onu ele geçir. Zevk almaya bak sen. Zevkin büyüğü veya küçuğü, bize zevk veren şeylerin cinsiyle ilgili değildir. Zevki az veya çok hissetme yeteneği bizim içimizdedir. Bir ahlâk ve keyif meselesi aslında. Senin çocuğun yok, bilmezsin. Yüz liralık bir hediye ver çocuğa, bir de bakmışsın verdiğini bırakmış, gidip yerden bir taş almış, saatlerce onunla oynuyor, hem ne büyük bir mutlulukla. Şaşırıp kalırsın, çünkü anlamazsın. Kim anlar ki? Kaç kişi intense* zevk duyma yeteneğine sahip ki?”
Dırtad’ın yüzünde olağandışı bir coşku vardı. Yılların yükünü atmıştı birden. Baret ağzını açmadı. Yepyeni bir Dırtad amca duruyordu karşısında. Şu yarım saat içinde kaç kez tanınmayacak kadar değişmişti.
“Ben çok ufak yaştan beri düşünmüştüm bunları, ya! Senden de küçüktüm.”
Bunu gururla söylüyordu.
“Bana serseri diyorlar sizinkiler, değil mi? Öyledir, geleceği düşünmeyene serseri derler. Bana geleceğin ne olduğunu söyleyebilir misin? Yarındır, gelecek aydır, gelecek yıldır… Geleceği düşünen adamsan, ne yaparsın? Yarın için çalışırsın, yani bugünü yaşamaktan vazgeçersin. Bugünü yarına feda edersin. Yarın bugün olur, yarını da öteki gün için feda edersin. Böyle uzar gider bu zincir. Öbür günler gelip geçer, sen hâlâ hayali bir yarın için bugünlerini feda edersin. Hâlâ beklersin. Yeni yeni gelecek günleri. Tüm öbür günler art arda bugün olur. Sen yine hayatı yaşayamazsın, çünkü geleceğini düşünen bilge bir insansındır. Serseri olmak istemezsin. Ulan hayatta bundan daha aptalca bir şey var mı?”
Tekrar oturdu yerine ve masadan bir sigara aldı.
“İntense yaşamak önemlidir. Eğer, her biri değişik bir günü doldurabilecek şeyleri bir gün içinde yapabilirsen, bu bir gün içinde birkaç gün yaşamak demektir. Hayatı ikiye, đörde, ona katlamaktır. Bir yıl içinde birkaç yıl. Bir ömür içinde birkaç ömür. Benim için yılların sayısı önemli değil. Önemli olan olayların, yaşanılanların sayısı ve gücüdür. Zaman bizim uydurduğumuz bir şeydir. Hayat sınırlarla şu saatten şu saate iş, şu saatten şu saate yemek, şu saatten şuna. Yooo, her dakikayı, her saniyeyi değerlendirebilirsen yaşamak olur. İntense yaşamayı açıklamak için Ermenice bir kelime bulamıyorum. Belki biz Ermeniler intense yaşamayı bilmiyoruz, ondan. Belki de dünyanın en karınca milletiyiz.“
Yüzünde bir tiksinti ifadesi belirdi.
“Bak, sana bir örnekle anlatayım. Yaşananı birkaç katına çıkarmayı açıkçası o gün öğrendim. Bir gün sabahtan Boğaz’a gittik. İtalyan bir sevgilim vardı. Yan yan bakma ulan! O zamanlar gençtim. Boğaz’dan karşıya geçip orada yemek yedik. Vapura binip Üsküdar’a çıktık, orada da kahve içtik. Oradan arabayla Kadıköy’e inip sandalla Haydarpaşa’ya geçtik. Arabayla doğruca Haydarpaşa’ya da inebilirdik, ama hayır! Haydarpaşa’dan trene binip Pendik’e gittik. Ordan vapura binip Büyükada’ya çıktık, faytonla Küçük Tur yaptık. Lunapark’ta içtik, dans ettik, barbalarla sirto yaptık. Ormana çıktık. Son vapurla kızı evine götürdüm. Sonra arkadaşlarla hovardalığa, Pera’ya gittik. Yattığımda, saat sabahın üçüydü. O gece intense yaşamanın ne olduğunu sonuna kadar hissettim. Yatakta o günü gözümün önüne getirdim. Sanki sabahtan beri bir hafta geçmişti. O kadar çok şey yapmış, o kadar çok çeşitli şey yaşamıştım ki, sabah gittiğim yerler hafızamda bulanıyordu. Oysa yarım gün bile geçmemişti. Normal bir günle karşılaştır bakalım. Evden çıkar, bir araca biner işe gidersin, öğlen olmuş, akşam olmuş, ne fark eder! Eve dönersin, sanki hiç sokağa çıkmamışsın. Bir gün bitmiş, haberin yok. Bir hafta geçer, farkına bile varmazsın. Pazar olduğunda anlarsın. Bir ay geçer, fark etmezsin. Aylığını aldığında anlarsın. Sene geçer, yılbaşını şaşkınlıkla karşılarsın. Ömrün geçer, öldüğünde aklın başına gelir. Bir ömür yaşarsın, ne yaşadım ki dersin. Arkana bakarsın bir çöl. Tüm hayatının bir çöp kadar değeri yoktur. Kendi bir günümü senin aylarınla değişmem. Sizinkiler bana serseri diyorlar. Ben keyif adamıyım çünkü. Eğer işadamı olsaydım yere göğe sığdıramazlardı. Kendileri işadamı olmuş da, ne olmuş? İnek gibi yaşıyorlar.”
Dırtad heyecanından hiçbir şey kaybetmeden ve nefes almadan hep aynı konuya dönüyordu.
“Serseri diyorsunuz, çünkü kıskanıyorsunuz. Siz haklı olduğunuzu kendinize ispatlamak zorundasınız. Karanlık bir delikte günlerinizi hareketsiz geçirmeye, yaşamak diyorsunuz. Geçiminizi kazanacaksınız. Peki ne zaman yaşayacaksınız? Çalışmak için çalıştığının farkına varmazsın. Hayatın amacı çalışmak değil ki! Ne demiş Tanrı? Çalış çabala diye bir şeyler zırvalanmış. Bir kişi çalışmadan yaşasın diye, bin kişi yaşamadan çalışır. Okul kitaplarımız çalışmanın övgüsünü yapar. Enayiler çoğalsın diye. Çalışmadan yaşayanlar oldukça, çalışmak enayiliktir. Forsalık. Forsalar kürekleri çeker, gemi yol alır. Forsalar gökyüzünü görmez ama kaptan denizin karşısında keyif çatar. Eğer gemi batarsa kaptan canını kurtarır, forsalar da farelerle birlikte boğulur. Vay, vay, vay, sen gel bak Tanrı’ya ki, bu kadar aptal bir yaratığı güya kendine benzer yaratmış. İyi iş dediğin nedir? Temiz bir ev, yeni giysiler. Dostun sana kravatını nereden aldığını sorduğunda sevinir ve gururlanırsın. Günün iki üç saati zaten yemek, yıkanmak ve tıraş olmaya gider. Ötede bir şey kalmaz. Ev sahibin için, bakkal için, kasap için, devlete vergi vermek için, polise, jandarmaya aylık vermek için çalışırsın, kafana vursunlar diye. Çamaşırcıya, terziye, ayakkabıcıya çalışırsın. Kazandığını verirsin. Sana ne kalır? Pazardan pazara bir yarım gün kalır sana hayatından. Eğer o yarım gün de yaşıyorum demek için yetiyorsa, işin iş. Sen yaşadığını sanırsın. Eğer yaşamak, senin için yemek, giyinmek, bir delikte başkası için çalışmaksa, eğer nefes almaksa, hazmetmek için ilaç, uyumak için ilaç, sevişmek için ilaç almaksa, yaşıyorsun tabii. Benim için yaşam bu değil. Ben tenimde, kanımda hissetmeliyim dünya yüzünde yaşadığımı. Her dakika, uykumda bile. Evrenin ortasında olduğumu, onun bir parçası olduğumu hissetmeliyim.”
Birden ağır bir kaya düşercesine sessizlik çöküverdi. Dırtad sanki yorgun düşmüş gibi hareketsiz duruyordu. Yüzündeki coşku çabucak söndü. Dalıp gitti. Çizgiler yanık teninde tekrar derinleşmeye başlamıştı, günbatımını izleyen gölgeler gibi. Baret amcasının tekrar konuşmasını beklemiyordu. Onun yorgun sesini duyunca sarsıldı.
“Benim tahammülsüzlüğüm daha çok insanlara karşı olmuştur. Pek çok şey, insanlarla paylaşıldığında tahammül edilir olur ama insan diyorum sana, ha! Aksi halde o ne yalnızlıktır! Hey, sen daha çok küçüksün, anlamazsın. Esas yalnızlık, insanların arasındayken hissettiğindir. Ben, biraz da, bu yalnızlıktan kaçtım. Yapayalnız yaşayarak bu yalnızlıktan kurtuldum. Yapayalnız olduğun zaman ancak, kendinle baş başa kalır, her bakımdan kendinle arkadaş olursun. Ve dünyadaki her şey canlanır, seninle beraber yaşar, sen de her şeyin yaşadığını intense şekilde hissedersin, görürsün, ayağının altındaki taştan denizdeki kuşa, kırdaki böceğe, bahçendeki ota varıncaya kadar…” … “Şunu söylemek istedim amca, insan kendi duygularının…”
“Duygu mu? Hangi duygu var ulan sizin dünyanızda? Hangi ahlâk var? İki kuruş fazla kazanmak için yapmadığınız alçaklık var mı? Sen tüccarsın. Araban var, sen araban için neler feda etmezsin! Karın bir duygu için kürkünü feda eder mi? Bir mücevher için feda etmeyeceği şey var mı? Delikanlı, sen kendini kandırıyorsun. Ne sanıyorsun hayatı? Bono imzalamak mı sanıyorsun? Sen kendinden, işinden, hayatından memnunsun. Hayattan, dünyadan, dünyanın düzeninden. Her şeyden memnunsun. Bu da senin hiçbir şeyden tat almadığını gösterir. Saman gibi adamsın. Anlamaz etmez, bir şey bilmezsin hayatta, bir şey sevmezsin, çünkü hiçbir şeyi lanetlemezsin. Ne sever ne sevilirsin. Kafatasındaki sünger işlemeyen cinsten. Hayatın ne rezil bir şey olduğunu aklından geçirmemişsindir. Çünkü araban var, buzdolabın var, karının kürkü var, elması var, çocuğunun karnı tok, sırtı pek. Apartman sahibisin, kaynananın mirasını da yiyeceksin. Hayat tozpembe, dünyanın en mutlu adamısın. Geleceğin, çocuğunun geleceği, torununun geleceği garanti. Gerisi vız gelir sana. Hastalıktan, ölümden korkmazsın. Sağlığını satın almak için Avrupa’ya bile gidebilirsin. Eğer ölüm kapımı çalarsa, pazarlık eder, bir çek imzalarım dersin, değil mi? Neden memnun olmayasın hayatından? Aklından hiç geçti mi hayatın ne rezil bir şey olduğu? Seni doğuranı gömeceksin, bazen senin hayat verdiğin kişiyi bile gömeceksin. Tüm sevdiklerini birer birer kaybedeceksin. Yalnız kalacaksın, yaşlanacaksın. Bir gün elin ayağın da tutmayacak. Bütün bunlar olacak. Her şeyi kaybedeceksin ama unutma ki, hatıralarını kaybedemezsin. Onlar canına okuyacak. Tam sabah olmuşken bir de bakacaksın ki akşam olmuş. Gözünü açıp kapamışsın akşam olmuş ama sabahtan akşama kadar neler görmüşsün. Sana en tatlı şeyleri göstermişler, sonra birden elinden almışlar. Bari güzel şeylerin tadını almamış olsan, dert değil. Tadını alırsın, bir daha da vermezler. Ne tarafa dönsen kaybetmek var, kazanmak yok. Kelebek bir gün yaşar ve ışığın sevdasına ölür.”
Yüzü değişmişti. Başını öte tarafa, denize doğru çevirdi. Gözleri bulandı. Baret, bıyıklarının titreyişinden, amcasının kendini zor tuttuğunu fark etti. Tüm bunlara nasıl bir nokta koyup yola koyulacağını düşünüyordu. Gitmek istiyor ama cesaret edemiyordu. Gittikçe hırıltılı bir hal alan ve zayıflayan bu sesi tekrar duyduğunda, sıkıntısı biraz daha dayanılmazlaştı.
“Suç sende değil oğlum. Suç bende değil. Suç kimde artık bilmiyorum. Kim doğru, kim yanlış? Dün doğru bildiğin bugün yanlış gelir sana. Öfkelenirsin. Günün birinde hayat öfke zincirine dönüşür. Bazen yalan söylediğini hissedersin, hepsinden kötüsü de kendi kendine. Her şey döner dolaşır, yalana dayanır.”
Baret, amcasının dudaklarının kıpırdadığını fark etti, ama bir süre hiçbir şey duymadı. Artık gitmek de istemiyordu. Halsizlik hissediyordu. Amcası da orada olmasın, onu öylece orada bıraksınlar, dilediğince hareketsiz kalsın istiyordu. Tekrar o uzaktan gelen sesi, sanki gerçek olmayan o sesi duyarak ürperdi.
“Bir kızım vardı. Bebekliği hatırımda, bir-bir buçuk yaşındaki hali. Ne lokum şeydi, bir görseydin. Nasıl severdim anlatamam. Yıllardır öyle özledim ki. O bir yaşındaki…”
Baret önce fark etmedi ama bir anda Dırtad amcasının feri sönmüş gözlerinden boncuk boncuk yaşlar indiğini gördü. Aptallaşmış bir halde, ağlayan amcasını seyretti. Anlayamıyordu. Rüya sandı. Sessizlik bu kez çok uzun sürdü. Sanki Dırtad amcası kendi kendine konuşuyordu. Sanki karşısında oturan, hani çocukluğundan beri kendisini neşeye ve keyfe boğan Dırtad amcası değildi. Bu uzun sohbet de bir oyundu sanki. Işık yanmış, oyun bitmişti. Sanki kitabı kapatmıştı da bakkala gitme zamanı gelmişti.
Ben bütün yenilgileri yaşadım Kalmadı sana hiçbir şey Oğlum, biricik muradım Bir su damlasıdır kapıyı gözler
Tükürür gibi bakıyor yüzüme dünya Kırılmış ağacımın o tek sürgünü Oğlum, biricik muradım Benden ötelere döndür yüzünü
2
Uzun bir sözcükse ömrüm Oğlum, son hecesin sen Günüm geceye ilikli Yanımda yok bir kimsem
O küçücük odada soluğun Mavi resimler çizer havaya Avludaki kiraz içini çeker Elma, armut, akasya
Artık evin erkeğisin sen Erkencisin bu konuda Seninle büyüyecek bil ki Uzaktaki şu baba
3
Geçip gidiyor günler Boğuk bir sis altında Elimin ucunda defter Köpürüp duruyor boyuna
Ne yazdımsa oğlum Bugüne kadar böyle Sanki bir yaz günü Savruldu akşam esintisinde
Geçip gidiyor günler Evim uzak, yol yakın Ölüme kedere, acıya Cinnet, cehennem, intihar…
4
Gecenin son otobüsü Hoşça kal oğlum Alnımda bir seğirme Yüreğimde hüzün
Gecenin son otobüsü… Şimdi soluk bir ışık Gençliğimin kenti Dönüş yok artık
Gecenin son otobüsü Götür beni uzaklara Gecenin son otobüsü Oğlum gelir nasılsa .
5
Yağmurun diliyle konuştum Uzandım taşların eliyle Oğlum seni düşündüm Galata’ da eski bir evde
Denizin dikeninde uyudum Uyandım ter içinde Oğlum seni düşündüm Geçmiş zaman kipinde
Yolların arklarından baktım Gözyaşlarının merceğiyle Oğlum seni düşündüm Hasretlerin ikliminde
Deniz… ölümde bile…
6
Oğlum unutma adını Sana boşuna konulmadı o Oğlum unutma adını Göğe çizilen resimleri hatırla Oğlum unutma adını Dağları teyelleyen suları Oğlum unutma adını Kardeşliği, cesareti ve yanılgıyı Oğlum unutma adını Tarihe karşı yürüyen bedenleri hatırla Oğlum unutma adını Ve tarihi olan sonra Oğlum unutma adını Hep ipte olacak boynun Oğlum unutma adını Yaralı, acılı bir yurdun Oğlum unutma adını Kanı, çiçeği olarak…
Hayatı bir gömlek gibi sıyırsam mı üstümden Yüreğimde, kuyruğunu bırakıp giden bir kertenkelenin tedirginliği Ya da yollar, yollar, yollar boyunca Bastırıp dursam mı yarama ellerimi? O kadar kolay değil unutmak Ölüm bile istemez olur adamı gün gelir Son anda göze ilişen bir çiçek, Uzaktan duyulan bir çocuk sesi… Kan mı tutuyorum avuçlarımda? Yoksa ufaladığım güller mi? (Nerden geldi bu kırmızılık?) Ölüme en uzak bildiklerimiz bir bir ölüyor. Mezarlığa giden yolda ayak izlerimiz çoğalıyor. (Nerden geldi bu karamsarlık?) Bağırıp çağırmayı o ölülerin anılarına yakıştıramıyorum Söylevleri de dinlemiyorum artık Sen ölmedin, yaşıyorsunları… O ölüleri yaşatacak olanların çoğu Kapılarını erkenden örtüyorlar akşamları.
O kadar kolay değil kurutmak Yaşlarla dopdolu gözlerini anaların Yumruklarımız bir bayrak gibi dalgalansa da Bakışlarımız uzak bir yerde, dişlerimiz kenetli… Ölümse eşikte soluk soluğa Ve nicedir silah sesleri boğuyor Bu dünyanın en güzel sözlerini.
2
Her yazdığım şiiri bir kez okuyup, sonra yakmak isterim Ya da son bir şiir yazıp, bırakıp gitmek Beynimde yaralı bir cırcır böceği var Tek dileği, bir türkü daha söyleyip ölmek.
3
Yaşamayı nasıl kanıksıyorsam, ölümü de kanıksıyorum artık (Başkalarının değil, kendi ölümümü) Şurda bir silah patlasa, onun önüne ilk atılacak olan benim Şurdan bir tren geçse, ancak beni ezer bu dünyada.
4
Belki bu, kapanan bir dönemdir hayatımda Bilmiyorum belki de hayatımdır kapanan Belki ölür, bir kurt olurum kırmızı bir elmanın içinde Yaşarım ya da, ve taşırım o kurdu ölünceye dek yüreğimde.
5
Ölümle hayatın arasında bir yer varsa ben oradayım Bekliyorum, gökyüzüne doğru açmayarak ellerimi Ve bilmeyerek neyi beklediğimi.
6
Sözcükler taşa dönüşüyor boğazımda Ve sular akıyor dört bir yanımdan iğrendirici, bulanık Herkes o sulara girip yıkanıyor güle oynaya Ben mırıldanıyorum: Şiir yazmayacağım artık! Beynimdeki yaralı cırcır böceğini usulca elime alıyorum O bulanık sulara alıyorum…
7
Beni bir denizin kıyısına bırakın, Bir portakal ağacının dibine ya da Ne olur, onun dallarına uzanıp kalayım Belki yeniden bulurum türkümü – O yitirdiğim türkümü Bütün bu sözler benim değil çünkü Beni bir denizin kıyısına bırakın Bir çakıl taşının içine gömün orada O zaman ölmüşsem bile ağlamayın Deyin: – Son türküsü ölümdü!
8
Bir sevgilinin yüzü sızar gecenin karanlık duvarlarından Benim ol, ve beni bir gecede yeniden doğur, derim ona Mezarım ve beşiğim olsun rahmin Bir gecede sevgilim, sabahında anam ol Sana hiç dokunulmamış şiirler söyleyeyim. Seni, uçurumun dibinde tutunduğum dal bileyim
9
Geceydi. Aldı başını avuçlarına. Serdi sonra kucağına, bugüne dek yazdığı bütün şiirleri Gün ışıyana kadar hepsini bir bir okudu. Sabahtı. Ki sabah yeniden başlamanın öteki adıdır çoğu yerde O, bunu da tersinden anladı Kibriti çaldı, yazdığı bütün şiirlere. Sonra, ağlarmışçasına kendi ölümüneUzun uzun ağladı…
10
Uzun bir şiirin son dizesindeyim Bir sağnağın son damlası kaldı içimde Bağıracak gücüm yok, fısıldasam kimse duymuyor Sokaklara çıkıyorum ellerim yüreğimde Benim gördüğüm şeyleri kimse görmüyor. Bir nehir denize kavuşuyor düşlerimde Kanım damarlarımdan sessizce çekiliyor Bir şeyler sorup, yanıtlıyorum kendi kendime: – Ölümün olmadığı o ülke nerde? – Ölümdür, ölümün olmadığı tek ülke! Uzun bir şiirin son dizesindeyim. Artık yeni bir şiire başlayabilir miyim?
11
Bitiriyorum burada Bütün silahlarımı içime akıtarak Beni bu hayata bağlayan halat, gitgide inceldi Ve gitgide soldu yüzüm Aramam gereken dostlarımın adreslerini unuttum. Ayışığı alnıma vurmuyor geceleri Yıldızlara artık bakamıyorum. Bitiriyorum burada Bütün işlerimi görmüş gibiyim Yazmış gibiyim bütün şiirlerimi Bakıyorum tamamlanmış bir yapıya Artık sevmiyorum dalgalı denizleri Kuşların kanat çırpışları da içimi gıcıklamıyor Beklemiş gibiyim yıllar boyu Bulmuş gibiyim özlediğimi. Bitiriyorum burada Boğazımda patlamamış bir çığlık Bağırmak, ağlamak yok artık Uzun bir şiirin dizelerini bir bir yaşadım Uzun bir şiir oldu hayatım Ben niye kimselerin ağlamadığı yerlerde ağladım? Kopardığım çiçeklerden niye hep kan fışkırdı? Ben sokağa çıktığımda kapılar kapanır, Anneler içeri çekerlerdi çocuklarını Irmak aktı denize, yaprak toprağa düştü Bana çakıl taşları, bana kuru dallar kaldı. Bitiriyorum burada. Artık hiçbir şey sorma.
12
Dindi türküsü yaralı cırcır böceğinin Sesini arıyor şimdi, unutulmuş bir yazın kuruyan dallarında Masasını topluyor, kitaplarını, sigarasını Yazı makinasını kapatıyor usulca Dindi türküsü yaralı cırcır böceğinin Onu artık kim sorar, kim anımsar? Soluk dergi sayfalarında kalmış birkaç şiiri Nasılsa bir yerde su eritir, ateş yakar. Dindi türküsü yaralı cırcır böceğinin Bir portakal çiçeğinin koynundaydı doğumu Karlarına gömülürken dumanlı bir kentinBelki bundan, uzak bir denizin inleyişleri duyuldu Dindi türküsü yaralı cırcır böceğinin Bir yaşam boyu yarasını sözcüklerin ardına sakladı Sevdi çoğu insanı, tükenircesine sevdi Çoğu sevgisinde yanıldı Sorarlarsa, onun karların üstüne düştüğü yerden Bir portakal ağacı fışkırdı, dersin Kanı özsu oldu, dallara yürüdü Öldü dersin, ölümü uzun bir gülümseyişe dönüştü.
Kilisenin avlusunda bir melengiç ağacı titriyor Metruk kalbim, damar damar oluyor alnım upuzun bir suda Birdenbire atıldığı koca bir taşın, patladığı, dağıldığı Metruk kalbim. O suda, o upuzun suda eksik bir damla Gitgide eksilen bir damla gibi. Metruk kalbim. Kalıyor Koca bir halkın gün yüzü görmemiş aynasında metruk Kalbim, çoğaldıkça yeniliyor tarihin kadranında…
2
Yalnızlığı gün gibi aşikâr; iner çıkar, iner çıkar Merdivenleri – gözucuyla baktığı şehri, o Süryani Toprağı son kez sürer gibi oynattığı kirpiklerini Tutar derin kuyulara batırır – sizin hiç ülkeniz öldü mü Ey gönülsüz pasaportlara uygun adım mihmandarlar Hani her şey vatan için’di… Saplar ve samanlar Ayrışırdı zamanla kendiyle barışık bir kimya gibi
Bir geceyarısı merdivenleri ine çıka gitti.
3
Zulmün artsın! Gördün ya, dağların arasında incecik Bir su inadına akar, mazlum ve çevik Zulmün artsın! Duydun ya, göğümde dolaşır üç beş üvevik Edirne’den Ardahan’a, Sinop’tan Anamur’a selâm götürür Çapraz ateşinde devletlü gecelerin, pul ve mühür Ve faili meçhul bir kalem elinde, yazar durur
Zulmün artsın! Ki ben de korkup adam olayım.
4
Ateş yakar, su boğardı, geç anladım Metruk kalbim. Cesaretim uçurumlar boyuncaydı korkum dar’ül mekân Soğuk üşütür, bıçak kanatırdı – o ki meramım Göğsümdeki ayların yıldızların meseline kandım Yoktu, hiçbir şey yoktu – metruk kalbim Kuyuya atılan taş boşlukta uçtu durdu Yaprak kımıldamadı, su titremedi, onca isyan Bir yarasa telaşıyla derinliklere doldu Saçlarımdaki akların bağırtısına uyandım
Bir Kalbimi dağladıkça, bombalandı dağlarım.
ek
Fazıl Hüsnü Dağlarca’ya
Türk olmak, yenilmek demektir Dağbaşlarında, ıssız bir çoban yalnızlığında Sabah ayazında üşümüş, yorgun Upuzun bir vicdan sızlamasında Türk olmak, acı demektir Seviyorum ülkemi, Sinoplu bir balıkçının sevdiği kadar Alnımda yağmur lekeleri, gözümde bir zeytin tanesinin kederi durur Seviyorum ülkemi: Denizler, ırmaklar, dağlar Kalbimde bir saka kuşu büyür Ama yalnızım, konuşmuyor sokaklar
Acıyor çocukların gözleri: Baba öldü! Acıyor anaların gözleri: Oğul öldü! Acıyor, hep acıyor, hep acıyor acıyor… Türk olmak, Plaza de Mayo’yu kıskanmak demektir.
Dağlar ıssız, ovalar boş, rüzgâr dinmiş Ülkemin göğsündeki kanser dal budak salmış Kalemim üşüyor, parmaklarım köz Ve sürek avlarında yorgun düşmüş… Gazetenin en derin köşelerinde insanlar ölüyor