Gidiş

Nedir bu uğultu, şarkılarla çınlıyor sokak;
Ey, siz genç bayanlar, açın pencerelerinizi!
Bir delikanlı dünyayı görmeye gidiyor
Ve herkes ona eşlik ediyor.

Sevinebilir diğerleri ve fırlatabilirler pekala,
Kurdeleli, çiçekli şapkalarını havalara.
Ama, delikanlılar sevmiyorlar bu adeti,
Suskun ve solgunca yürüyorlar aralarında.

Çınlayacak maşrapalar ve şaraplar,
İçilecek elbette.
“İç, daha iç, kana kana iç kardeşim!”
Şerefine içtiğimiz bu uğurlama töreniyle,
Yanıp tutuşan alevdir içimde.

Ve işte, orada, evlerin sonuncusunda,
Bir genç kız bakıyor penceresinden, bakıyor merakla;
Saklamaya çalışıyor gözyaşlarını,
Sarı menekşeler ve gül yapraklarıyla.

En son evin önünde,
Gözlerini açıyor delikanlı
Ve kapıyor sonra hüzünle,
Elini koyuyor kalbinin üzerine.

Kardeşim, hala bir çelengin ya da tacın yoksa,
Bir sürü çiçek var, işte şurada; ellerde sallanan ve
Uçuşan havalarda.
Şerefe, ey kızların en güzeli;
Küçük bir buket de, sen atsana buraya!

“Kardeşlerim, neyleyim ben çelengi,
Bir sevgilim yok ki sizinki gibi,
Zaten güneş soldurup, rüzgar savurur
Benim çiçeklerimi.”

Şamata ve şarkılarla uzaklaştılar sonra,
Genç kız, durup dinledi uzun süre sesleri;
Arkalarından:
“Ah, o gidiyor işte” dedi;
“Sessizce sevdiğim genç adam.”

Bense, kalıyorum güller ve
Sarı menekşelerle burada.
Nasıl da isterdim, bunları vermeyi oysa;
Artık, çok uzaklarda olan o delikanlıya.

Johann Ludwig Uhland

Yıldızlar

Seni karanlıkta yatırıyorlar
Korkuyorsun geceden
Bakıp bakıp pencereden
Yatağına sokuluyorsun.
Ben hep eski yerimdeyim biliyorsun
Hava açık olduğu zamanlar
Beni seyrediyor, seviniyorsun.

Anne olurdu ben de
Sana göründüğüm şekilde
Odana gelseydim.
Ateşböcekleri gibi
Küçücük avucunda
Yanıp yanıp sönseydim.
Seneler geçip gider, büyürsün.
Bir gün olur, hepsi biter
Endişeler, o
çocuk üzüntün
Hepsi biter.
Aydınlanır senin için geceler, güneş gibi görünürsün.
Biraz sabır, küçük
çocuk, biraz sabır!
Ama Allah’ın koyduğu yerde
Yıldızlar daima yalnızdır.

Behçet Necatigil

Taşlı Yol

Aşklar, dostluklar, bir arada olmalar
Hangi birine yetiş, geçtim, öderim.
Eşler, çocuklar, ölmüşlerin yakınları
Sonradan katılanlar, kaçtım, öderim.

Çığlık ve kısık çağrı
Kimi mi çağırdım, bilsem söylerim.
Gün gelir, bırakır, başlar yalnızlık
Ne için, kimdi, bilsem söylerim.

Yaşlanmak, gözyaşları olmadık hüzünlerde
Sızar, görürsünüz çoğunuz
Kıyı köşe, durmayın üzerinde
Gördünüz mü giderim.

Ne yaptım ben size
Bana siz ne yaptınız taşlamak dışında
Zaten taşlı yolumu
Ki bu kadar acı verir, söylerim.

Ey söz ulaştıranlar birinden ötekine
Bana da dersiniz, dinlerim.
Sonra da arkamdan-
Bilmem mi gülerim.

Ki bugüne beni siz mi getirdiniz
Çıkar tanıyanları, vardır elbet bildiği
Kimleri boşladım, borçlarım kimedir
Ödedim, öderim.

Çıkar bildiklerini, kalır elbet sevdiği
Bir iskambil- sararır yüzünüz
Kimin ne çektiği-
Ödedim, öderim.

Behçet Necatigil

1.mektup; sen büyüye dokunmak gibisin

ruth, sevgilim,

ben bu sayfanın adını “önsöz” koyuyorum ya,

kaygılandığını da görür gibiyim. kaygılanma sakın,

tek derdim bu rastlantıya ve sana teşekkür etmek!

ben, sana hep teşekkür etmeliyim.

ben şimdi, biraz o tutkunun verdiği acemilikle acemi

ama içten ve elyazısına sığmayacak bir yoğunluktayım.

– elyazım iyi ki kötü, güzel olsa sığınacak mazeret kalmazdı!-

sen çok güzeldin, özlemiştim, çok

seviniyordum içimde yayılan özlemine.

ben, dokunmayı seviyordum ya, şimdi

sen, büyüye dokunmak gibisin bende…

elbette hep, elbette her zaman!

bir tek şeyden çok korkarım: seni göz açıp

kapayıncaya dek görüp, ansızın yitirmekten…

seni bana çok özlet

ama sakın unutturma!

Haydar Ergülen

Ölüm Bir Skandal

bu dünyadan zararlı çıkıyor her şey
insan da hayat da ölüm de
aşktan kurduğumuz kabile bile
dağıldı diyordu yerliler
yabancılar sebep olmadı buna
gökyüzü çökmedi,
toprak çağırmadı
yağmuru söktüler ruhumuzdan
ve dağıldık bir anı bile kalmadı bundan
hayat dağılınca ölüm kalır mı
yağmurun anısı yağmaktır, yağmur
yağıyorken yağmurdur, şiir huyludur
şiir de yazıyorken anıdır
çatmaktır aşkın da anısı bir başka anıya
yağmurun da şiirin de aşkın da
anısı tez geçer, ruhu kalır, rivayeti yayılır

anısı, ruhu, kabilesi aşktandı
ilk ve son sebebi aşktı insanın
aşktı hayatımızı durmadan karıştıran
ve aramızda ölüme en son yakışan çocuk
aşktı, ‘kaderim ol’ derdik, olurdu
aşktı, en çok ona dua ederdik
aşktı, yokluğunda kendimize küserdik
aşktı, ‘sebebim ol’du, olmadı
sanki tanrı kabilemizi sınadı
aşktan da kaldık hayatta ölümden de
kaldık ve ‘var’ımız yoğumuz oldu
daha çok ‘var’ olacakmışız meğer
daha çoğumuz ‘yoğ’umuz oluncaya dek

‘var’lığım ‘cehennemin öbür adı’ysa
yalnızca ‘gelmiş bulundum’ diyeceğim’ buraya
beni kimin gönderdiğini söylemeyeceğim
yolcuyu da övmeyeceğim yolculuğu da
avunmanın uzun yokluğu ben de sürsün
‘var’lığım bir avuntu bulmasın benden
üstelik coğrafyayı bir ‘his ‘ olarak gören
bana ne serüvenden
bana ne ‘var’lığımdan yolculuğumdan?

bu ‘his’ bana dilimi unuttururyor
avunmaz siyah bir his
üstüne kurduğum o işlek dil
kasabaya gelince neden susuyor

ölüm bizden üşümemişti daha
bizden başka tanıdığı yoktu bu kasabada
bahçeye tuzak kurak çocuklar yoktu
ölüme kurulan bir tuzak değildi büyümek
hayatın anlamını bilmiyorum bilmesine de hala
biliyorum çocuklukla gençlik arasında bir yerde
sıkışan o tarfisiz duyguyu
herkes hayatı anlamsız ve sıkıcı bulurdu
orada ben de bulundum ve hayatımı
herkesin bulduğu gibi buldum;
ölüm, hayatın kardeşiyse
yaşadığımız bu anlamsızlık niye,
ölümün bizi tanıdığıysa gülünç bir iddia
gülünç bile olmayan şu hayatı
ölüm tanısa ne tanımasa ne?

bu ‘his’ dilime vuruyordu
avunduğum bu gri his
üstüne çalıştığım o saf dil
aşka gelince nasıl coşuyordu

bir şiir de sayılmaz bir mektup da
yağmurla şımartılmış bir çocukluğun
kaprisi de denebilir o zamanlar
defterime yazdığım şu itiraza:

‘insanlar insanları öldürmek için
doğuyorlar yaşamak için değil

insanlar en çok birbirlerini
anlamamak üzerine anlaşıyorlar

insanlar birbirlerine göre değil
yaşarken ölüm gibi diyorlar aşka
birbirlerini öldürüp aşk diyorlar buna da

aşkın ‘ben’i öldürdüğü de yalan
aşk sendeki ‘ben ‘için
gerekli sana

herşeye aşkla başlıyorsak
demek ki aşk o büyük tuzak

herkes aşkı sevdiğini söylüyor
ben aşkı değil bir insanı
sevmek istiyorum seni beni
birbirimize anlatacak birşey
istiyorum, aşkın ölüsü olmak
istemiyorum, korkuyorum çünkü
ölümüne aşık olmaktan da

yarı yarıya öldüm sayılır hem
yarı yarıya öldürdüm sayılır seni de
ikimizden biri ölü çıkacak, yeter
bu aşkta ikimize bir ölü
onu gömelim atık, o diğer
ikimizi de öldürmeden
ve aşkın kurbanı
bir ölümüz olsun ikimizden

insanlar birbirine göre değil
hayata göre, ölüme göre değil
eve göre ruh yok aşka göre sokak
bu yaşadıklarımız ölüme göre değil

bu ‘his’ yağmurdan geliyordu
avuttuğum bu mavi his
üstüne açılan o apalı dil
yağmurdan sonra eve dönemiyordu

evine dönemeyen dil parçalı
bir bulut gibi kekemedir
siyah kasabada bir ‘his’
uğruna şiir yazılsa da artık
cinayeti kim hissedebilir….
Haydar Ergülen

Ayda’ya Dört Şarkı

I
Aylak Adamın Şarkısı

Şu yol kıvrımında
kavurucu bekleyişte
bir gölgelik yapmalıyım ağaç ve taştan.
Çünkü nihayet
umut
gecikmiş bir seferden dönüyor geri.
Öyle bir zamanda ki
yazık!
Ne başımda bir dam
Ne ayağımın altında
bir kilim

***
Kavrulmasın güneşten diye
bir testi yok
su vermek için
ve yorgunluk atacak
bir yastık yok
oturmam için
***
Dört gözle beklediğim yolcu
çıkagelecek apansız.

Ey tüm umutlar
şu damı çatmakta
güç verin bana!

Ordibehişt (13)42/Mayıs 1963

II
Bir Dostun Şarkısı

Kimsin sen ki
böyle
güvenip
söylüyorum
adımı sana;
evimin anahtarını
koyuyorum avucuna;
mutluluk ekmeğimi
paylaşıyorum seninle
ve yanına çöküp
dizinde
böylesine huzurlu
dalıyorum uykuya?

III
Hangi iblis
vesvese veriyor sana
böyle
hayır demek için?
Yok, bir melekse
hangi şeytanın tuzağından
haberdar ediyor
böyle?
Bir kuşku mu var?
Yoksa
gurbet için bir dostun yurduna
indiğin
son ayak seslerin mi?

Ordibehişt (13)42/Mayıs 1963

Ahmed Şamlu
Çeviri: Prof.Dr. Mehmet Kanar

Kara Şarkı

Kurşunî bir şafakta

Atlı duruyor, sessiz
Atının uzun yelesi uçuşuyor rüzgârla
Tanrım, Tanrım
Atlılar durmamalı
Çalarken, tehlike çanları
Yanmış çitin yanında
Kız duruyor, sessiz
İnce eteği oynaşıyor rüzgârla
Tanrım, Tanrım
Kızlar sessiz kalmamalı
Yaşlanırken, umutsuz ve yorgun adamları

Ahmed Şamlu

Çeviri: Ayşegül Sütçü – Hamit Toprak

Aşıkane

“Seni seviyorum” diyen o
hüzünlü bir ozandır
şarkılarını yitirmiş
Bin neşeli tarlakuşu
gözlerinde
bin suskun kanarya
boğazımda
Aşk konuşabilseydi keşke
“Seni seviyorum” diyen o
üzüntülü bir gecenin kalbidir
ayışığını arayan
Konuşabilseydi keşke aşk
Bin gülen güneş
adımlarında
bin ağlayan yıldız
arzularımda
Aşk konuşabilseydi keşke.

Ahmed ŞAMLU

Çeviri: Ayşegül SÜTÇÜ – Hamit TOPRAK

Şiir Sanatı

Musiki, her şeyden önce musiki;
Onun için tekli mısradan şaşma.
Kıvrak olur, erir havada sanki;
Ağır aksak söyleyişe yanaşma.

Kelime seçerken de meydan senin;
Bile bile bir nebze aldanmalı.
Dumanlısı güzeldir türkülerin;
Öyle hem seçik olsun, hem kapalı.

Güzel gözler tül ardında görünsün
Gün ışığı titremeli şiirinde
Ak yıldızlar maviliğe bürünsün
Ilgıt ılgıt sonbahar göklerinde.

Ararengin peşindeyiz çünkü biz;
Rengin değil, ararengin sadece.
Ancak öyle sarmaş dolaş ederiz.
Kavalı boruyla rüyayı düşle.

Nükte belâsından kurtulmaya bak;
Acı zekâ, sulu gülüş neyine?
İşe karıştı mı bu cins sarmısak
Maviliğin yaş dolar gözlerine.

Tut belâgati boğazından, sustur
El değmişken bir zahmete daha gir.
Kafiyenin ağzına da bir gem vur
Bırakırsan neler yapmaz kim bilir?

Nedir bu kafiyeden çektiğimiz!
Hangi sağır çocuk ya deli zenci
Sarmış başımıza bu meymenetsiz,
Bu kof sesler çıkaran kalp inciyi?

Hep musiki, biraz daha musiki;
Havalanan bir şey olmalı mısra
Deli bir gönülden kalkıp gitmeli
Başka göklere, başka sevdalara.

Dağılıp tuzu sabah rüzgârına
Mısraların alsın başını gitsin
Kekik, nane kokaraktan, dört yana…
Üst tarafı edebiyat bu işin.

Paul Verlaine
Çeviri: Melih Cevdet ANDAY – Sabahattin EYUBOĞLU

Geçmiş Ola

Hâtıralar, ne istersiniz benden?.. Sonbahar…
Durgun gökte ardıç kuşları uçuşmadalar,
Güneşten, ölgün ve soluk bir ışık vurmada
İçinde poyrazlar esen sararmış ormana.

Yapyalnızdık, yürüyorduk, türlü hulyalarda;
Saçlarımız ve düşüncelerimiz rüzgârda.
Çevirip güzel gözlerini bana “Hangisi
En güzel günün?” diye sordu o billûr sesi.

Bir melek sesi kadar tatlı, o kadar derin.
Hafif bir gülümseyiş cevap verdi sesine,
Öptüm ellerini, ibâdet edercesine.

-Ah! İlk çiçekler! Ne güzel kokuları vardır!
Ne kadar sevimli bir mırıltıları vardır
Sevilen dudaklardan çıkan ilk e v e t ‘lerin!

Paul Verlaine
Çeviri: Orhan Veli KANIK