Kadere yenik düşen zaaflar

Son âna kadar beklersek mutlaka gerçekleşeceğine inandığımız mucizenin, ruhumuzun kuytusunda taşıdığımız umudun kaybolup gitmesine müsaade etmeyen ışığın özü nerede saklı? Ya da aynı soruyu gündelik hayatın diliyle şöyle mi sormak lazım acaba. İnsan nasıl olur da bir işe, insana, tutkuya, bir hayale tutunup ondan asla vazgeçemeyeceğine inanmaya başlar. Onu hayatın yaşamaya değer olduğuna inandıran sadece ‘hayali’ bir gücün kör tutsaklığı olabilir mi? Bu zaafını fark ettiğinde kıpırdayamama çaresizliğine nasıl dayanır? Geriye dönüp baktığında üstüne kapanan zamanın tahrip eden gücü müdür onu istediği gibi yaşamaktan alıkoyan? “Bir gün başaracağım; istediğim gibi bir işe, aşığa, aileye, hayale, hayata kavuşacağım” arzusunu saplantı haline getirenler aslında tam olarak neden korkuyorlar?

Bu ürpertici soruları hatırlatan Teğmen Drago’yu ben çok sevdim. Onun kimilerine acıklı bir ‘hayal’ gibi görünen hayatına eşlik etmek, hiç azalmayan umudunu, hayal kırıklığını, yalnızlığını paylaşmak beni epey heyecanlandırdı. Buzatti’nin ikinci dünya savaşı sırasında askerlik yaparken yazdığı Tatar Çölü’nün kahramanıyla daha gençken tanışmak ister miydim, bilmiyorum doğrusu. Hani bazı kitaplar kaderine boyun eğip, o deliyle buluşmak için ‘doğru zamanı’ bekler, denir ya, işte tam da böyle bir kaza oldu galiba.

Buzzati, 1940’da yayımlanan ilk romanını yazarken, kahramanı Giovanni Drogo gibi kaderine teslim olmuş. O sırada Corriera Della Sera gazetesi için savaş muhabirliği yapıyormuş. O yıllarda onu yazarlık serüvenine hazırlayan üç tutkusu olduğundan bahsediliyor: Dağ, resim ve şiir. Gerçekten de bu roman, onun tutkularının buluştuğu bir masal ülkesi gibi: Akşam saatlerinde moraran gölgeli dağlar, yeryüzü çöllerinde görülmeyen düşsel sarı ışıklarla parlayan eşsiz resimler ve umutlu bir ‘yalnızlığı’ anlatan destansı bir şiir.

Rahatsız etmek için yazılmış sanki!

Buzatti’nin romanını okurken, ‘karamsar’ hikâyeleri incelikle anlatabilen yazarların, hatırlayamadığımız rüyaları iyimserlikle bize fısıldadığını düşünüyordum. Bu acayip his, elle tutulamayan bir nesneyi tarif etmeye benziyor biraz. Şimdi ben size, bu roman, askerlik eğitimini tamamladıktan sonra hayallerindeki savaşçı kahramana dönüşmek için yola çıkan ama sonunda kimsenin gitmek istemediği bir kalede ömrünü tüketmeyi tercih eden askerin sıradan, tekdüze hayatını anlatıyor desem, büyük bir ihtimalle kasvetli bir iç çekişle yazıyı bırakacaksınız. Hikâyenin yalnız kahramanını pek merak etmeyeceksiniz. Yazar, okuru tam da bu düşünceden uzaklaştırmak, şaşırtmak, sarsmak hatta taammüden rahatsız etmek için yazmış sanki bu huzursuz kitabı.

Hep daha iyisini yapabileceğimize dair saf bir inançla yolunuzda yürürken, aslında artık fazla vaktinizin kalmadığına dair tuhaf değişimin ilk ürkütücü işaretini gördüğünüz ama görmüyormuş gibi yaptığınız o kırılgan ânı hatırlıyor musunuz ? Muhtemelen hayır. İnsan hızla akıp giden hayatın içinde durup böyle ayrıntıları düşünmez çünkü. Teğmen Drago, durduk yerde size bunu hatırlatıyor mesela. Ya da bazen, hiç gelmeyeceğini bildiğiniz o adamı, kadını bekleyebilme, telafisi mümkün olmayan bir hatayı düzeltebilme, gerçekleşmesi mümkün olmayacak bir hayale kavuşabilmek için ihtiyacınız olan o tuhaf, anlaşılmaz gücü nereden bulabildiğinizi merak ediyor musunuz? Böyle sinsi meraklarımızı hangi karanlık mezarla gömüyoruz? Tanıdık alışkanlıkların rehavetiyle, bu garip soruların cevabını ömrünü sadece bir mucizeyi bekleme uğruna tüketen roman kahramanları düşünür sanıyoruz. Mutlak gerçeğe inanan düşüncelerle yaşamak bizi yaralayan duyguların zehirli dikenlerinden koruyor çünkü.

Hiçbir şeyin boşuna olmadığını kendimize hatırlatmak için Teğmen Drago ve asker arkadaşları gibi kendimize olmayan düşmanlar yaratmıyoruz belki ama hayatımızı anlamlı kılacak bir beklentinin, umudun, hayalin esiri oluyoruz. Sanırım herkes o gizli esaretin bedelini farklı biçimlerde ödüyor. Sadece edebiyatta değil, hayatla kurduğum o müphem ilişkide de en çok ilgimi çeken çelişkilerden biri, insanın neden başka seçenekleri varken bir türlü hayaliyle örtüşmeyen bir hayattan çekip gidemediği. İnsan o paslı takıntıyı nasıl yaratıyor ve neden hayatını düzelteceğine inandığı saplantılarından kurtulamıyor?

Uyuşturan alışkanlıklar…

Bu tuhaf soruların cevabı, biraz da güzelliği, gerçeği, inancı nerede görmek, hayatı nasıl tüketmek istediğimizde gizli sanırım. Yazar, hayatının başlangıcında iç karartıcı bir kalede istemeden yaşamayı tercih eden kahramanını şöyle anlatıyor: “Asker arkadaşları da bir alışkanlık haline gelmişti. Tüm bunlar ona aitti ve bunları terk etmek Drago’ya acı verecekti. Ama, aslında o bunu bilmiyordu, ne gitmesinin kendisine nasıl bir çaba gerektireceğinden, ne de kaledeki birbirinin tıpkısı olan günleri baş döndürücü bir hızla yutup gittiğinden haberdardı. Dünle evvelsi gün birbirinden farksızdı; üç gün önce olmuş bir şey de yirmi gün önce olmuş bir şey de sonuçta ona eskiden olup bitmiş bir şey olarak görünüyordu. Böylece o fark etmeden zaman akıp gidiyordu.

Buzzati’nin ‘Bastiani Kale’si, hiç el değmemiş, görkemli bir hazineye benzettiği yılları düşünmeden harcadığımızı göstermek için kullandığı şiirsel bir metafor elbette. Her gün tekrarlanan ritüellerin bizi nasıl kuşattığını tersten anlatan büyülü bir masal. Çok da mutlu etmeyen alışkanlıklardan kurtulmak acı verdiği için mi bu masala katlanıyoruz. Yoksa geri dönüp en baştan hayata başlamak ağır ve fazla geldiğinden mi o ‘umut’ yumağını söküp atamıyoruz içimizden?

Esas olan bu hayat değil mi?

Koskoca bir ömrü ıssız bir kalede tüketen adamı yazan Buzzati’nin, yirmi iki ayda bile neler olabileceğini anlattığı bölüm biraz yaralıyor okuyanı: “Yirmi iki ay yeni ailelerin kurulması, çocukların doğması hatta konuşmaya başlaması, otların olduğu yerde kocaman bir evin yükselmesi, güzel bir kadının yaşlanıp artık hiç kimse tarafından arzu edilemez hale gelmesi, bir hastalığın, uzun hastalıklardan biri dahi olsa, harekete geçmesi, bir süre duraklayıp iyileşme umudu vermesi, sonra daha da derinleşerek yeniden ortaya çıkması için yeterlidir.” Bu satırları okuduğumda, bana on beş senesini boşa harcadığını, çaresiz bir kabullenişle sıradan bir hadiseymiş gibi anlatan arkadaşımı hatırlayıp sıkıntılı bir acıyla gülümsedim…

İnsanlık hallerini, böyle yakıcı, dikenli cümlelerle okumak insanı tuhaf bir biçimde sağaltıyor aslında. İmkânsız olsa da ancak o ‘iyileşme’ umudunun olduğu yerde yazdığımız kadere inanarak huzura kavuşabileceğimizi biliyoruz çünkü. Sona doğru ilerlerken hala kaçan fırsatları yakalayabileceğine inanan Drago gibi esas olanın yaşadığımız ‘bu hayat’ olmadığına içtenlikle inanmak istiyoruz. Asıl önemli olanın şeyin, gerçek hayatımızın henüz başlamadığı fikrinde tuhaf bir biçimde inat ediyoruz. Bu şefkatli hislerle avunmak bizi diri tutuyor.

Sanırım insan gençken çok uzun, renkli ve istediği gibi olacağına inandığı bu yolculukta arzularını sürekli ertelemenin haklı kibriyle başına gelenleri biraz küçümsüyor ne de olsa. Ama kaçınılmaz olarak “Nasıl olsa daha vaktim var” diyerek sürdürdüğü hayatın sonunda, Drago’nunkine benzer bir yarayla “kendisi dışında, herkesin umutlanmak için öyle ya da böyle az aya da çok bir nedeni olduğunu” sanıyor bazen. O vakit, omuzları çöküyor ve haliyle biraz yoruluyor.

Drago, romanın sonlarına doğru uykuya dalmış, hiç kıpırdamayan zarif ve masum bir bebekle karşılaşıyor ve bir zamanlar onun gibi olduğunu hatırlıyor. Ve belki kendini onda görebildiği için yılmıyor. Sonunu bir han odasında yalnız, mum ışığında, yenilmez bir savaşçı gibi karşılamaktan vazgeçmiyor. İçinde yeniden müthiş bir ümit doğuyor. “Kalenin tepelerindeki kuşkulu bekleyiş, kariyer konusundaki kaygılar, bekleyişle geçen uzun yıllar küçücük basit bir şeye dönüşüveriyor.” O karanlık ölüm eşiğini atlattıktan sonra yeniden gençliğinin tazeliğine bürüneceğine inanıyor.

O küçücük ‘basit şey’, sonsuz bir ‘son’ hissine dönüşüyor. Drago, yeniden umutlanıyor. Karanlıkta hiç kimsenin kendisini göremeyeceğini bilmesine rağmen son anlarında tekrar gülümsüyor…

A. Esra Yalazan

Hayat, teselli olmaktır

Hayat, teselli olmaktır. Kişi teselli bulduğu şeyle yaşar, onunla hayattadır… Dünyanın oyuncaklarıyla teselli olan kişi ‘dünya ile yaşayan’; Rabbinin zikri ve meşguliyeti ile teselli olan kişi ise ‘Mevla ile yaşayan’ insandır. Bu geçici yurtta, birbirimize en büyük vazifemiz tesellidir.

Yusuf Hemedâni- Rutbetu’l-Hayat

Seni Arıyorum

Hasretim sana
Tam üç koca kış geçti aradan,
koskocaman üç asır.
Önca Aydın, Muğla, Balıkesir.
Önce bizim yiyemediğimiz bal gibi üzüm, incir.
Önce bizim yemeğimize girmeyen bal gibi zeytinyağı.
Sonra gene bir sıra dağ.
Sonra Konya ovası, Adana.
Sonra hiçbir vakit gülmemiş olan Orta Anadolu toprağı.

Bilmem, tanır mısın yanında olsam,
taş gibi sertleşti yüzüm,
bıyıklarım uzadı.

Hasretim sana.
Ilık bir su,
bir demet gül
ve bir lambanın ışığnı arar gibi arıyorum seni.
Bazen yüreğim kabarıyor,
sanki yüzünü bir daha hiç görmeyecekmişim.
Bir anda dünyadan çekilip,
bir nada yoksun kalmak düşünmekten,
geldiği yollardan insanın
bir daha geçememesi.
Elimin hiç dokunamaması eline.

Taze yaprak kokusu dolar genzime birdenbire.
Bakarım birdenbire karşımda başaklar insan boyu.
Ayağımın altında toprak boyanır çağla rengine.
Birdenbire çıkıyorum yalnızlıktan,
giriyorum birdenbire beraberliğe.

A.Kadir

Evvel Zamandı

Bir vardı bir yoktu
evvel zamandı
Alnı kınalı gelinlerin
duvağından sızardı ay ışığı

Aşk;
Tavan arası rutubetinde
Naftalin kokulu bir bohçada
El değmemiş, simli bir duaydı

Aşık;
Kirli şehrin sokak aralarında
hayatı tekmeleyen
cananın avuçlarına ömrünü akıtan
az yaşayıp çok ölendi

Hayat;
Gece ve gündüz kavgasında
serçeleri saklayan ,
Öksüz çocukların saçlarını okşayan
Mazlumun alnını öpen
Aşıkların duasıyla ağlayandı

Zaman/e ;
kadir kıymet bilmeyen
üstünde tepinirken
son nefesini veren aşığı
oldum olası hiç sevmeyendi.

EzHeR

Ölüm ve Genç Kız

(Genç kız konuşur)

Geç git! Ah, geç git
Git ey vahşi iskelet!
Daha gencim ben, git dostum!
Ve bana dokunma.

(Ölüm cevap verir)

Elini ver, ey güzel ve zarif varlık,
Ben dostunum ve cezalandırmak için gelmedim.
Cesur ol! Ben vahşi değilim,
Rahatça kucağımda uyumalısın.

Matthias Claudius

Pişmanlık şarkısı

Yalnız , sana karşı günah işledim ;
Önünde ettim , ne kötülük ettimse.
Öfkeni hak eden suçları görüyorsun ;
Gör Tanrım , nasıl acı çektiğimi de.

Senden gizleyemem iç çekişlerimi ve dualarımı
Ağlayacaksam huzurunda dökerim göz yaşlarımı.
Ah Tanrım , daha ne kadar acı çekeceğim söyle?
Daha ne kadar yalnız bırakacaksın beni böyle?

Günahlarıma göre değerlendirme beni Tanrım ;
Hatalarıma göre de.
Aradığım sensin , Bırak yüzünü bulayım ;
Hoşgörülü Tanrım , merhametli Tanrım!

Erkenden ver bana iyiliğini ,
Merhametli Tanrım!
Adının hakkı için yardım et bana ;
Tanrı’msın , koşansın imdadıma.

İzin ver , bir kez daha yürüyeyim yolunda.
Öğret bana kutsal yasanı!
Öğret ki , kendimi dilediğince düzelteyim ;
Tanrım’sın , bense senin hizmetçin.

Tanrım , yardım et bana ; koruyucumsun ;
Doğru yola döndür beni!
O görür , benim göz yaşlarımı ve duyar dualarımı ;
Alır ruhumu , kanatlarının altına.

Christian Fürchtegott Gellert

Ölüme Dair

Ömrüm tükeniyor hızla ;
Her geçen saat , daha da yaklaştırıyor
Beni mezarıma.
Öyleyse , ne için yaşıyorum hala?
Ölümü düşün , ey insan!
Erteleme artık ; çünkü yapacağın bir o kaldı!

Christian Fürchtegott Gellert

Ey, Güzel Koku!

Ey , büyülü zamanlardan kalma güzel koku ,
Büyüle beni yine , çel aklımı;
Tatlı yelin içinde uçuşurken ,
Bir sürü uçuk kaçık ayartı!

Neşeli bir istek çağırıyor beni ,
Epeydir unuttuğum hazlara.
Ey , büyülü zamanlardan kalma güzel koku ,
Büyüle beni yine , çel aklımı;

Tövbe ettim huysuzluğa ve somurtkanlığa ,
Işıklı penceremden dört gözle bakıyorum;
Uçsuz bucaksız , sevgili dünyaya.
Ve hayaller kuruyorum , beni götürecek o güzel manzaralara;
Ey , büyülü zamanlardan kalma güzel koku!

Otto Erich Hartleben

Ay Sarhoşu

Gözlerden içtiğimiz şarap ,
Ay akıyor üstümüze geceleyin dalga dalga;
Kabarıp taşıyor ,
Sessiz ufuktan.

Sayısız özlemler , korkunç tatlı ürpertiler
Yüzüyor o selin içinde.
Gözlerden içtiğimiz şarap ,
Ay akıyor üstümüze geceleyin dalga dalga.

Şair , adanmışlığın kölesi;
Kutsal likörle sarhoş.
Kendinden geçmiş cennete dönüyor yüzünü ,
Sendeleyerek emip , höpürdetiyor onu;
Gözlerden içtiğimiz şarap.

Otto Erich Hartleben

Kaygısızca Uykuya Dalıyoruz Aşkın Kollarında

Kaygısızca uykuya dalıyoruz aşkın kollarında;
Açık pencereden , nefeslerimizdeki huzuru dinliyor
Ve mehtaplı geceye taşıyor yaz rüzgarı.
Bahçeden , gönül yordamıyla bularak yolunu ,
Aşk yatağımıza kadar geliyor güllerin kokusu;
Harika düşler getiriyor bize ,
Arzularla yüklü , sarhoşluk düşleri.

Otto Erich Hartleben