Kızım (Julia) İçin Kelimeler

Artık geri dönüş yok kızım
hayat, sonsuz bir uğultu gibi,
ardından iteleyecek seni.

Ama unutma kızım, hayata sırtını
dönüp ağlamaktan hep daha iyidir
insanlara has neşeyle yaşamak.

Köşeye sıkışmış hissedeceksin kendini
Kaybolmuş, yapayalnız hissedeceksin
Belki hiç doğmamış olmayı dileyeceksin.

Şuna eminim ama,
yaşamak manasız diyecekler, sana
hep sıkıntı, diyecekler, hep tasa.

Böyle anlarda kızım, hep beni hatırla
zamanında seni düşünerek yazdığım şeyleri
tıpkı şimdi, şu anda yaptığım gibi.

Hayat güzeldir, kızım, sen de göreceksin;
nasıl da, her şeye rağmen,
dostların olduğunu, aşık olduğunu.

Yalnız bir adam, ya da yalnız bir kadın,
böyle, tek başlarına, havada uçuşan
bir toz zerresi gibidirler, birer hiçtirler.

Şimdi sana ediyorum ya bu sözleri
öteki insanları da düşünüyorum ben,
yazarak, onlara da söylüyorum bu dizeleri.

Unutma, senin kaderin de ötekilerle beraber
senin geleceğin, evet, kendi hayatın
ama onurun, herkesin onuru kızım.

Başkaları var direnmeni bekleyen,
yalnızca neşenle bile yardım edebileceğin,
şarkını şarkılarına katmanı isteyen.

Böyle anlarda kızım hep beni hatırla
zamanında seni düşünerek
yazdığım şeyleri, tıpkı şimdi,
şu anda yaptığım gibi.

Sakın teslim olma kızım, sakın vazgeçme
asla benden bu kadar,
beni burada bırakın, deme.

Hayat güzeldir kızım, sen de göreceksin,
nasıl da, her şeye rağmen,
dostların olduğunu, aşık olduğunu.

Gerisi herkes için hep aynı telaşe
senden önce de böyleydi bu
senden sonra da kalacak böyle.

Affet kızım, beceremedim belki
hakkıyla söylemeyi, ama lütfen anla,
ben de hayattayım, ben de yoldayım hâlâ.

Böyle anlarda kızım, sakın unutma, hep beni hatırla
zamanında seni düşünerek yazdığım şeyleri
tıpkı şimdi, şu anda yaptığım gibi.

José Agustín Goytisolo

Yaşama Uğraşı

Bir kadın eğer budalaysa, eninde sonunda bir insan yıkıntısı ile karşılaşır ve onu
kurtarmaya çalışır. Kimi zaman da başarır bu işi. Ama bir kadın, eğer budala değilse,
eninde sonunda akıllı, sağlıklı bir adam bulup onu yıkıntıya çevirir. Her zaman
başarır bu işi.

Kadınların her zaman “ölüm gibi acı”, kötülük yatağı, aldatıcı, sürtük ve “Dalila”
oluşlarının temel nedeni sadece şudur: bir erkek, eğer hadım değilse, her kadınla
kendini tatmin edebilir. Oysa kadınlar kolay kolay elde edemezler bu özgürlük
veren mutluluğu; hiç değilse, her erkekle, çoğu zaman da sevdikleri erkekle ve
özellikle onu sevdikleri için gerçekleştiremezler bu mutluluğu. Bunu bir kere
tattılar mı da, başka bir şey düşünmezler ve bu zevk anına duydukları haklı özlem
yüzünden hiçbir kötülüğü yapmaktan çekinmez duruma gelirler. Sürüklenirler buna.
Hayatın temel trajedisi de budur. Çok çabuk tatmin olan bir erkeğin hiç doğmamış
olması bile daha iyidir. İntiharı haklı kılacak bir eksiktir bu.

Yanlışlar hep başlangıçla ilgilidir.
Evlenmeye değer kadınlar bir erkeğin evlenecek kadar güvenemediği kadınlardır.

Bu da korkunç bir şeydir: yaşama sanatı, sevdiklerimize onlarla birlikte olmaktan
ne büyük bir zevk duyduğumuzu göstermekten başka birşey değildir;bunu başaramadık mı,
bırakıp giderler bizi.

Her kadın, sevdiği uzaklardayken dertleşebileceği birlikte boş saatlerini
doldurabileceği bir erkek arkadaş arar; bu arkadaşın, uzaktaki adam için duyduğu sevgi
üzerinde bir etkisi olmadığını söyler; erkek arkadaşı kadının uzaktakine olan sevgisiyle
çatışabilecek bir şey istedi mi; kadın incinir; ama bu arkadaş daha çok acı çekmemek
için sözlerini, bakışlarını denetlemeye, daha dikkatli davranmaya kalkıştı mı,
kadın-herhangi bir kadın- adamın acı çekişini görebilmek için hemen onun üzerindeki
çekiciliğini arttırır.

…Sevdiğin kadın günlerinin ne kadar boş, dayanılmaz olduğunu sana söyleyebilir;
şaşılacak olan, senin günlerinin nasıl geçtiğine hiç aldırmayışıdır.

Bir kadın erkeğin isteğini nasıl uyandıracağını bilir, ama bu yeteneğinin farkına
varılması onu büyük bir ürküntüye düşürür…

Derdini söylemekle ona çare bulmanın aynı şey olmadığını anlamakla insan çocukluktan kurtulur.
…Bir kadının seninle kalmasını, yalnız bunu istiyorsan, onu öyle bir duruma sok ki,
başkalarının düşünceleri, kendi çevresinin duyduğu saygı ve kendi öz-çıkarı onun
gitmesini engellesin. Sadece ona karşı duyduğu bağlılık ve içtenlikle bir kadını
tutabileceğini sana erkek, budalanın tekidir…

Bir kadının birkaç delikanlının yanındayken neden düşünceli, utangaç ve özür diler bir
durumda olduğunu anlamak için, kendini aralarından birini seçmen için bekleyen beş altı
orospunun arasındayken neler hissettiğini düşün.

Bir kadın seni aldatmıyorsa, işine gelmediği için yapmıyordur bunu.

Her lüksün ücretinin ödenmesi gerekir ve başta dünyaya gelmek olmak üzere her şey bir
lükstür.

İnsan nasıl ölümü düşünmeyebiliyorsa, kadınları da düşünmeden edebilir.

Evlilik neden gençlikten olgunluğa doğru atılmış bir adım sayılır? Çünkü bu
hareketimizle bize her zaman eş olacak, öbür kadınlarla aramızda duracak, kendini,
bizimle özdeşleştirecek, onun dışında da kendimizden başka kimsenin arkadaşlığını
aramıyacağımız toplumsal hayatımızın çevrili alanı olacak bir kadını bütün öbür
kadınların arasından seçeriz de ondan. Ayık yaşamak için gerekli olan bir bencilliğin
üzerine vurulan mühürdür evlilik…

…Erkek olsa olsa, kötülüğün kölesidir; oysa kadın, cinsel ilişkiden sonra, bundan
doğabilecek sonuçların kölesidir: bu konularda son derece becerikli davranmasının
nedeni budur.

İnsan bir kadını eninde sonunda başından atacağına göre, bunu bir an önce yapması
daha iyidir.

Bir insan acı çekiyorsa, başkaları bir sarhoşmuş gibi davranırlar ona; “hadi, kalk bakalım;
yeter bu kadar; hadi işine; öyle değil, ha şöyle…

Zeka gösterileriyle bir kadını elde edebileceğini sanmak kadar budalaca bir şey
yoktur. Bu konularda zeka güzellikle yarışamaz;çünkü güzelliğin cinsel heyecan
uyandırmasına karşılık, zeka böyle bir şey yapamaz.

İnsan bu tutumla, ancak zeka yetki, zenginlik ve ün elde etmenin bir aracı olarak
göründüğü zaman bir kadını elde edebilir; çünkü bu durumda kadın sözü edilen
olanaklardan yararlanacağını bilir. Ama zeka kendi başına, kişisel hiçbir yanı
olmayan büyük bir makina gibi, her kadını kayıtsız bırakır. Unutmaman gereken bir
gerçek.

…Kadınların köklü ve kesin bir kayıtsızlıkları vardır şiire karşı. Bu bakımdan
“eylemci” insanlara benzerler-bütün kadınlar “eylemcidir” aslında. Gençken, kurnazca
bir nedenle şiire ilgi duyarmış gibi görünürler: şiir, kadınların gerçek saydıkları
her şeyin kökünde yatan bir coşkunluktan, Bakhos ayinlerine özgü bir coşkunluktan
doğar. Kadınlar, toy ve özentili oldukları zamanlarda bile, hayatla karşı karşıya
geldikleri zaman içlerinde uyanan o gerçek ve etkin duyguyla başka bir duyguyu hiçbir
zaman birbirine karıştırmazlar…

Bir kadın, bir erkeğin kendisini gece-gündüz düşünmesinden hoşlanmaz, çünkü kendisi
her an o erkeği düşünmemektedir.

Bir erkeği bir çocuktan ayıran özellik bir kadın üzerinde üstünlük kurmayı bilmesidir.
Bir kadını bir çocuktan ayıran özellik ise, bir erkeği nasıl sömüreceğini bilmesi…

Hiçbir kadın para için evlenmez; bütün kadınlar bir milyonerle evlenmeden önce, ona
aşık olacak kadar kurnazdır.

Kadınlar için tarih yoktur. Murasaki, Sapho, Madame Lafayette birbirlerinin çağdaşı
olabilirlerdi. Oysa moda diye bir şey var kadınlar için. Acaba bildikleri bir hile mi,
yoksa akıl almaz bir yetenek mi, onların böyle tıpatıp modanın gereklerine uygun bir
görünüşle karşımıza çıkmalarını sağlayan?

Sana gelmek için bir başka adamı bırakıp kaçan kadın, bir başkası için de seni bırakıp
kaçacaktır. Seni büyülemek için ne yapıyorsa, senin yerine bir başkasını büyülemek için
de yapacaktır.

Seni yüzüstü bırakan kadınlara karşı sen ne duyuyorsan, sevdiğin kadınlar da sana aynı
şeyi duyuyorlar.

Senin düşmanından başkalarının öç almaları kadar tatlı bir öç alma duygusu yoktur.
Üstelik, bunun sana iyi yürekli insan rolünü vermesi gibi bir yararı da vardır.

Yaşama sanatı,yalanlara inanmayı bilme sanatıdır. Bunun korkunç yanı,doğrunun ne olduğunu bilmememize karşın,bir yalanın yalan olduğunu hala anlayabilmemizdir.

Kaderin sana attığı bu son tekmeden çıkaracağın acı dersde, iki yıl süren iç hesaplaşmanla hiçbir şeyi değiştirmiş ya da düzeltmiş olmamandır.

C.Pavase-Yaşama Uğraşı



İki Kişilik İlişki Yoktur

Birini severiz… O olmadan yaşamımızın kalanı devam ettirmek zor gelir. O hep yanımızda yakınımızda yaşasa, her şeyin daha güzel olacağını sanırız. Gözler buluşur önce… Sonrasında kalpler ve eller… Dünya bir yana âşık olunan diğer yanadır. Dünya yansa sanki dokunmayacakmış gelir insana…

Aradan biraz zaman geçer, siz deyin altı ay, ben diyeyim bir yıl… Derken rüya biter! Unutulan ötelenen dünya ve içindekiler geri gelmeye başlar. Bir anne ve babaya, erkek ve kız kardeşlere sahip olunduğu hatırlanır. İki kişilik zannedilen ilişkinin arkasında geniş, kocaman bir ailenin olduğu fark edilmeye başlanır. Erkek, babası gibi konuşurken; kadın, annesi gibi kızarken kendini yakalamaya başlar.

Sınırları tebeşirle çizilmiş, vehmi iki kişilik dünyanın gerçek yüzü ortaya çıkmaya başlamıştır. Zaman rüzgârı tebeşir tozlarını savurup götürünce, geriye geniş bir aile sisteminin içindeki kadın ve erkek kalmıştır. Aşk cennetinden aile sistemi içine düşen Âdemle Havva, romantizmin rüyasından reel dünyanın gerçeğine inmişlerdir.

En büyük hayal kırıklıkları kendi algımızdan beslenir. Kendi zihnimizde oluşturduğumuz resim, gerçek resimle örtüşmeyince acı çekmeye başlarız. Burada da aynı şey olur: sevdiğimiz adamın/kadının bir ailesi olduğunu unuturuz. Sanırız ki her şey onunla başlayacak ve onunla devam edecektir. Yanlış olan bu resim, hayal kırıklığına sürükler sonrasında. Ve bitmeyen gözyaşı,karşılıklı acıtmalar ve zehir gibi konuşmalar başlar…
Hepimizin arkasında görünürde tek kişi gibi görünmemize rağmen, bir ordu insan ve onların düşünce şemaları vardır. Hiç bir insan tek başına bu dünyada var olamaz. Bir aile içinde şekillenir. Aile içinde öğrenir. Annesi ve babasının değer yargılarını modeller. Kendininkileri bu sistemin üzerinde ya aynısıyla ya da zıddıyla yeniden inşa eder. Ama bir sistemin içinde ve bir ilişkiler ağının ortasındadır.

Bunları bilmek, bize kadın erkek ilişkilerinin aile ilişkilerinden tamamen bağımsız olamayacağını gösterir. Öncelikle eş seçerken aynı zamanda bir aile de seçtiğimizi göz ardı etmemek gerektiğini unutmamak lazım. Evden kaçmak için yapılan evliliklerde, yağmurdan kaçarken, doluya tutulmanın olduğunu söyleyebiliriz.Öz annesinin bir sözüne veya bir eleştirisine dayanamayan insanın karşı tarafın ailesinin acı sözlerini bir ömür çekmek zorunda kaldığı nice evlilikler var.Kaçmak için evlenilmez.

“Aile hiç önemli değil, önemli olan sevdiğim adam/kadın!” gibi söylemlerin iyi niyetli ama bir o kadar da gerçeklikten uzak olduğunu söylemeliyim. Eşle beraber dahil olacağınız bir ilişkiler ağına da evet demiş oluyorsunuz.Sonrasında ben onu sevmedim , ona gitmem bunu bayramda görmek bile istemiyorum demek eşiniz tarafından kendisinin de reddedildiği anlamına gelir.Olumsuz duygular buralarda mayalanır sonrasında.

Sonrasında en çok kavga yaşanan alanın “senin ailen – benim ailem” ikileminden alevlendiğini, kendi anne-babanıza bakarak gözlemlemiş olduğunuzu düşünüyorum.

Evet, eş seçerken mutlak anlamda problemsiz bir yaşam seçiyor değiliz. Hangi insana “Evet!” derseniz deyin, sonuçta bir dizi problemi de seçiyor olacaksınız.Önemli olan, “hangi problemle uğraşabilir, hangi soru alanında başarılı olabileceğinizi fark edebilir” oluşunuzda gizli. Aynı yarışma programları gibi, iyi olduğunuz bir alan seçiyorsunuz ve soru oradan geliyor. Hiç bilmediğiniz bir alanı seçmek ve kahrolmak yerine daha iyi olduğunuz bir alanı seçmek sizin için daha iyidir.
Bunun gibi her şekilde bir sorunla uğraşıyor olacaksınız. Ama bu sorun nitelik olarak nasıl olacak, bütün mesele bu. Bu da aile ilişkilerini iyi gözlemlemekle ilgili. Sevdiğiniz kişiyi aileden ayrı olarak ele alıp, ailesizmiş gibi düşünerek yapılmıyor.

Sonuç olarak, evlendiğinizde bir şekilde eşinizin ailesi, sizin aileniz de olacak.bu gerçeği düşünerek kaldıramayacağınız bir yükün altına girmemenizi önerebilirim.Evlenmekten korkutmak amacında değilim.Sadece denklik ve uygunluk açılarından ailelere bakmanızı önerebilirim. Evlenmeden önce gözünüzü, sonrasında kapmak gerekecek nede olsa…

Nazlı Özburun

Ahdolsun!..

Yaşadığı dünyanın haritasındaki bütün tanımları, bütün çizimleri, bütün görünümleri sevgiliye göre düzenleyen âşık haritacıyı bilirsiniz. Hani haritasını çizerken onun doğduğu şehir, onun evine giden yol, onun gezindiği çimenlik, onun altında oturduğu ağaç, onun su içtiği ırmak, onun… diye diye tanımlamış bütün mekanları ve yönleri.

Hakiki âşık imiş o. Çünkü gönülden bir ahdin sahibi olduğunuzda, ömür haritasının başka türlü çizilmesine imkân ve ihtimal yoktur. Hakiki aşk (hakikatli aşk), bir ahdin izini sürmekten başka bir şey değildir ve ömür haritasında bütün işaretler aşk ahdi üzerine olmadıkça kişi yaşadığını hissedemez. Böyle birisi belki ömür sürer, ama yaşayamadan ömrünü tamamlamış olur. Çünkü yaşamak, ahde vefa ile anlam kazanır. Ahdimiz ister ezelden kopup gelsin, ister gönülden… İster dil ile söylensin, ister göz ile…

Ahit (ahd) dediğimizde “yemin derecesinde kesin söz verme”yi anlarız ve bu kelimenin içine hem dinî bir kutsallık, hem de ahlakî bir erdem katarız. Nitekim karşılıklı ittifak hükümlerini ihtiva ettiği için Yahudi ve Hıristiyanların kutsal kitaplarına Ahd-i Atik (evvelki ahit) ve Ahd-i Cedid (sonraki ahit) denilmiştir. Çünkü Allah değişik zamanlarda insanoğlu ile ahitler yapmış, peygamberlerini de bu ahde aracı kılmıştır. Nuh aleyhisselamın gemisindekilerle yapılan ahitte tufanın bir daha vuku bulmaması için buluta konan yay (gökkuşağı) bir alamet sayılmıştı. Hz. İbrahim’in hanif ümmetiyle yapılan ahitte ise sünnet olma bir alâmet olarak belirlenmişti. Tûr-ı Sina’da İsrailoğulları ile yapılan ahitte Hz. Musa aracılık etmiş, sonra bu eskiyince (Ahd-i Atik), Rab Taala Hz. İsa’nın şahsında insanlıkla yeni bir ahde girmiş (Ahd-i Cedid) ve Sina’nın hükmünü ortadan kaldırmıştı. Nitekim Hz. İsa son akşam yemeğinde kendi etini ve kanını bu ahdin alameti olarak feda etmiştir. İslam’a göre bu ahdin içini dolduran şey “kul olmak”tan ibarettir, sevenin sevilene kul olması… Dini terminoloji bu kulluğun içini namaz, zekat, peygamberlere itaat, Allah’a (Mutlak Sevgili) güzel takdimelerde bulunmak gibi davranış şakileriyle doldurur. Beşeri duygularla seven âşık ile maşuk arasında ise ayrılık, hicran, hasret, iştiyak (özlem), itaat, rıza (boyun eğme) gibi davranış biçimleri vardır. Her iki ahdin içinde de emir, yasak ve tavsiyeler olduğu gibi af ve mükâfatlar da yer alır.

Sevgili, lütfen ve keremen, âşıkı ile arasında bir ahitname oluştururken ona bir emanet (aşk) teslim etmekte, o emanete sadakat beklemektedir. Nitekim “Kalu-Bela”da olup biten şey de yalnızca bundan ibaret idi. Ta ki insanoğlu o emaneti hakkıyla korusun ve yarın Sevgili huzuruna çıkınca emanete halel getirmemiş olsun. Çünkü Sevgili, “Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bu emaneti yüklenmekten çekindiler, bundan endişeye düştüler. İnsan(a gelince, o tuttu) bunu sırtına yüklendi (Ahzab, 72).” buyuruyor. Yani ki bu emaneti taşımak öyle her babayiğidin harcı değildir; asalet ister, mertlik ister. Hani o halk manisi ne kadar da güzeldir: “Ayrılık büyük derttir / Sabreden ona merttir / Ahdini unutanlar / İnsan değil namerttir”. Keza beşeri aşk taşıyan âşık da maşukunun emanetini taşıdığının farkında olmak zorundadır. O kadar ki, aşk emanetini korumak için gerektiğinde aklını bile feda edebilmelidir. Bunun için sevgili arada sırada vefasızmış gibi görünerek âşıkına hasret çektirir, cevr ü cefa eder. Ta ki âşık kemale erebilsin. Yozgatlı Hüzni’nin “Ben recadan sen de cefadan el çek / Ver aklımı, al aşkını ey melek / Beyhudedir senden ihsan beklemek / Nerde kaldı ahd u peymanelerin” mısralarında bunu görmek mümkündür. Bu emanetin ehline teslimi adına “Aşıklar mâşuka boyun eğerler / Ahdine sadakat gösterir erler (Sümmanî).” İlla ki sevgili, âşıkı bir gömlek daha kemale ersin, aşkın hakikatini daha derinden idrak edebilsin diye onu hep yarınlara salar, vuslatını geciktirir. Hani Gevheri’nin dediği gibi: “Derd-i derûnumu bilirim deyü / Tabip olup derman bulurum deyü / Ahd ü amân etti gelirim deyü / Beni ferdalara saldı da gitti.”

Ahd kelimesine sözlükler “Bir şeyi korumak, halden hale onu muhafaza etmek” anlamını verirler. Hani o haritacı âşık gibi bütün ruh haritasını sevgiliyle, sevgilinin, sevgiliye, sevgilide, sevgiliden diye çizmek, her şeyi yalnızca sevgili olarak görmek, idrak etmek, anlamak ve yorumlamak… Ancak o vakit seven ile sevilenin vuslatı gerçekleşir. Nitekim Sevgili buyurur “Siz bana verdiğiniz ahde sadık kalın ki ben de size verdiğim ahdi ifa edeyim (Bakara, 40)”. Öyleyse Sevgili’ye kul olanın, “A benim al çiçeğim / Nasıl senden geçeyim / Ahd ettim yemin ettim / Yoluna öleceğim” demesi gerekir. Gel gelelim Karacaoğlan şöyle diyor: “El-aman ne fena vakte yetiştik / Ahde vefa eder yârân kalmadı.”

Gönül haritalarınızı kontrol ediniz; oradan çıkan yollar nereye gidiyor?!…

İskender Pala

Ağlamayan gözden Sana sığınırım

Ağlamanın kendisiyle alay etmek bizzat ağlanacak bir durumdur.

”Hak rahmetinin
insan gözünde damla damla olmasıdır gözyaşları. Merhametin eteklerinde dolaşan gönlün pırlantalarıdır gözyaşı.”

Siz hiç firavunların, şeddatların, tiranların gözyaşına şahit oldunuz ya da duydunuz mu? Merhametsizlerin gözyaşını bilmesi ne mümkün!

“Ağlamayan gözden Sana sığınırım.” diyen gözü yaşlı bir Peygamberin ümmeti olanlar anlar ancak gözü yaşlı
insanları. Ki O hüzün Peygamberiydi. Oysa biz Peygamberimizin Musab Bin Umeyr’in ardından gözyaşı dökmesine şahit olduk. Evldını kendi elleriyle toprağa verirken gördük O İki Cihan Serverinin gözyaşlarını. Ki o hüzün Peygamberiydi.

Yakup Aleyhisselamın Yusufu için döktüğü gözyaşlarına Kenan illerinin hangi toprağı şahit değil? Davut Aleyhisselamın sesi, Zebur’u tilavet ederken ağlamaklı değil miydi? Nuh Aleyhisselamın esas tufanı, küfür karşısında döktüğü gözyaşları değil miydi?

Ve siz hiç ağladınız mı bir şehidin ardından. Bir yetimin gözyaşlarına şahit olunca içiniz titreyip, gözleriniz nemlendi mi ya da sildiniz mi hiç bir yetimin gözyaşlarını? Hak davası için gurbete kalan kardeşinin soğuk su ile yıkanıp kefenlenmesinin ardından; ”Üç gün sonra duyalar/soğuk su ile yuyalar” diye ağıt yaktınız mı hiç? Memleketinizin ahvali için giç gözyaşı döktünüz mü?

Ya da bir karıncanın suda çırpınışına!… Ve sonra hiç günahlarınız için ağladınız mı? Yoksa ‘benim kalbim temiz’ edabiyatı yaparak, gözyaşı dökenleri mi kınadınız? Oysa en temizleyen su, günahlar için dökülen gözyaşıdır. Şâir İkbal, bir yüksek toplulukta, ruhların huzurunda, Nebiler Sultanı’na: “En muteber hediye” deyip, bir bardak şehit kanı takdim etmişti. O mübarek huzurda, aynı oranda değilse de günahına ağlamış kimselerin gözyaşları da muteberdir dense sezadır.

Siz, siz hiç günahlarınıza gözyaşı döktünüz mü? Allah aşkıyla dökülen gözyaşının Cennet pınarlarından daha yeğ olduğunu duydunuz mu? Duru gönüllü bir Anadolu babası gibi ak duvaklı, ak alınlı kızlarınızın ardından ayrılık gözyaşları döktünüz mü sonra? Siz , siz ağlamak nedir bilir misiniz sahi!?

Oysa içinde hararet olanın gözünde de yaş olur, gözünde yaş olan vahalar gibidir. Aksine gözleri çöller gibi kupkuru kimselerin içlerinde de hayat yoktur.

Oysa ağlamak biz Anadolu insanının hep kaderi oldu. Yıllar yılı hep ağladık ve başka bir şey bilemedik. İşgal edilen vatanımıza, el uzatılan kutsalımıza, şehit düşen dedemize ağladık. Ve ağlıyoruz hâla. Kızımızın baş örtüsüne uzanan ele ağlıyoruz, öz vatanında parya olarak görülmemize ağlıyoruz. Gözyaşlarımızala alay edilişine ağlıyoruz bir de.

Gözyaşlarıyla alay edenler ancak merhametsiz kabalardır. Oysa İnce insan, yüzünü gözyaşları ile yıkayan insandır. ”İçi sızlamayanlar, kirpiği ıslanmayanlar kem talihli hoyratlardır.” oysa. ”Gayrı bunlar kazandıkları onca negatif şeyden ötürü az gülsün ve çok ağlasınlar.” [Tevbe sûresi, 9/82] kutlu beyanını bilmeyenlerdir ağlamayanlar. Eğr sizler;” Allah karşısında haşyetle yaş döken göz” [Tirmizî, Fezâilü’l-Cihad 12]”ü Allah’ın ateşinin yakmayacağı müjdesini bilseydiniz ve inansaydınız, ‘az güler çok ağlardınız.’

Âşığı gözyaşlarından ötürü kınayanlar ancak kendi hamlıklarını ve katılıklarını mırıldanmış olurlar.
Şimdi ey ağlayanlarla alay edenler! ”Şimdi sizler, ey bütün bir tarih boyunca ağlamayı unutmuşlar! Gamsızlar, dertsizler ve ağlanacak hâllerine gülenler! Gelin; şu çıkmazın başında durup asırlık gamsızlığımıza bir son vererek beraber ağlayalım!

Cehaletimize ağlayalım! Kaybettiğimiz şeylerden habersizliğimize ağlayalım! Kusurdan bir heykel hâline gelmiş mahiyetimize, duygularımızın dumura uğrayışına ve hoyratlaşan gönlümüze ağlayalım! Bu vaziyette öleceğimize, öldüğümüz gibi dirileceğimize, tasmalı ve prangalı büyük imtihanda, en büyük merasimde fevç fevç geçecek olan mazinin şanlıları arasında yer bulamayacağımıza ağlayalım! Daldan kopan bir meyve gibi, yalnız düşüşümüze, ayaklar altında ezilişimize, rahmetten cüdâ kalışımıza ağlayalım..! ”

Allah’ım! Sen’den diliyor ve dileniyoruz: Gözlerimize yaş ver ve bizi ağlat! Mazlumlar, ezilenler, horlananlar için bizi ağlat. Milletimizin selameti için bizi ağlat. Merhamet etmen için, Sen’den uzak kalış hasretini duyamayışımıza ağlat! Gözyaşlarımızla alay eden gözü yaşsızları da ağlat.

”Ağlamayan gözden Sana sığınırım”

Arif AKPINAR

“Pişmanlık hikâyenin sonu değil, ortasıdır.”

“Hüzün çocuklar için arada bir, yaşlılar için sürekli…”

“İnsan ne yaparsa yapsın ölümlü bir varlık. Vücudu yaşlanıyor; hemen değil hayır, önce gözleri ya da bacakları ya da kalbi yaşlanıyor. İnsan parça parça yaşlanıyor. Ve bir gün ruh yaşlanmaya başlıyor. Çünkü vücut ihtiyar olmak istiyor, ama ruhun hâlâ özlemleri, hatıraları var ve hâlâ arıyor, seviniyor, arkadaşlarını özlüyor. Ve mutluluğa duyulan özlem kaybolduğunda sadece hatıralar ya da kibir kalıyor; ve insan o zaman gerçekten sonsuza dek ihtiyar oluyor.”

 “İnsanoğlunun ömrünün sonlarına doğru çıplak ve temel bir şeye, can sıkıcı ve düşünsel sorunların hiçbirini umursamayan bir sadeliğe ulaştığına inanıyorum. Romantizm ve çektirdiği acılar, gençliğe özgüdür; yaş ilerledikçe her şey bir çözüme ulaşır ve sadeleşir. Her şey Çin alfabesinin simgeleri gibi yeniden biraraya gelir. Her gün bir başka günü çağırır artık ve Tanrı sizi yanına çağırıncaya dek resme, yani yapılan işe adanması gerekir bu yeni günün. İşte bu kadar basit. Tanrı sizin için gereğini yapar. Ertesi gün için kaygılanmanın gereği yoktur… Zamanla her şey sertliğini, pürüzlerini yitiriyor. Başka türlü görünüyor, gözümüzden siliniyor.”

“Malum, yaşlıların sona doğru huysuzlaştığı, içlerine doğru çöktükleri, küçüldükleri anlatılır. Ruhen de hacimleri öyle daralıyor sanırım. Olmayı istediğimiz, hep hayal ettiğimiz o insan olamayacağımızı bu garip yoluculuğun sonunda anlamak mı insanı öyle ‘kamburlaştırıyor’ bilemiyorum.”

Sandor Marai

A. Esra Yalazan http://www.taraf.com.tr/a-esra-yalazan/makale-yaslilik-balthus-ve-digerleri.htm

Yalnızım gecenin ıssızlığında

Yalnızım gecenin ıssızlığında,
Taşlı bir yol ışıldar durur siste;
Çevre suskun,kulak vermiş Tanrı´ya,
Yıldızlar konuşur birbiriyle.

Gökyüzünde görkemli bir şölen var!
Toprak,mavi bir ışıkta dinlenir..
Kimi bekliyorum,aradığım ne?
Yüreğimi böyle daraltan nedir?

Beklediğim hiçbir şey yok yaşamdan,
Geçmişten de pişmanlık duymuyorum;
Özgürlük ve huzurdur aradığım!
Unutmak ve uyumak istiyorum!

Ama benim uyumak istediğim
O soğuk uykusu değil ölümün..
Yaşam da uykuya dalsın içimde,
Usul usul inip kalkarken göğsüm;

Gündüz gece,tatlı ezgileriyle
Bir ses türküsünü söylesin aşkın..
Yeşil dallarıyla ulu bir meşe
Eğilsin üstüme ve hışırdasın..

Mihail Yuryevich Lermontov

Çeviren:Ataol Behramoğlu

Durgun yıllarda gelmiş olanlar dünyaya

Durgun yıllarda gelmiş olanlar dünyaya
Anımsamazlar geçtikleri yolları;
Biz, Rusya”nın korkunç yıllarının çocukları –
Gücümüz yok hiçbir şeyi unutmaya.

Yakıp kavuran, kül eden yıllar !
Çılgınlığın mı, umudun mu kökü gizli sizde?
Savaş günlerinden, özgürlük günlerinden
Kanlı bir parıltı kaldı yüzlerde.

Uğultusu tehlike çanlarının
Dilsiz olmaya zorladı bizi.
Uğursuz bir boşluk kapladı
Bir zaman coşkuyla dolu yüreklerimizi.

Varsın, üstünde ölüm döşeğimizin
Uçuşsun bir karga sürüsü, bağırışlarla –
Tanrım, seyretsinler âlemini senin
Kimler daha lâyıksa!

Alexandr Alexandrovich BLOK
Çeviren : Ataol BEHRAMOĞLU

Yoruldum Yaşamaktan Yurdumda

Yoruldum yaşamaktan yurdumda,
İçimde engin kırlara açılma özlemi,
Bırakıp gideceğim kulübemi,
Çekip gideceğim hırsız ve hayta.

Kendime bir barınak arayarak
Gideceğim günün ak pürçeklerinde.
Ve en iyi dostum beni vurmak için
Bileyecek bıçağını çizmesinde.

Çayırlık boyunca kıvrılan sarı yol
İlkbahara ve güneşe bürünmüşken,
Adını kalbimde taşıdığım
Kovacak beni eşikten.

Yeniden döneceğim baba ocağına,
Yadırgı bir sevinçle avunacağım,
Ve yeşil bir akşam, altında pencerenin
Koluyla mintanımın kendimi asacağım.

Çit kıyısındaki akça söğütler
Başlarını daha bir sevecen eğecekler.
Ve öylece, yıkamadan beni
Köpek uluması altında gömecekler.

Ve ay yüzerek durmamacasına,
Göllere küreklerini indirerek,
Ve sürdürecek yaşamasını Rusya
Avlularda ağlayarak ve hora teperek.

Sergey Yesenin
Çeviri: Ataol Behramoğlu

Hayır, Sanma Ki Acınmaya Değer Biriyim Ben

Hayır, sanma ki acınmaya değer biriyim ben,
Şimdi sözlerim dolu olsa da kederle,
Hayır! Tüm amansız acılarım benim
Çok daha büyük yıkımların önsezileridir sadece.

Gencim! Fakat sesler kaynaşıyor yüreğimde
Ve ne kadar çok isterdim Byron a ulaşmayı;
Ruhumuz bir onunla, acılarımız da öyle
Ne olur, yazgılarımız da bir olsaydı! …

Onun gibi unutuş ve özgürlük arıyorum,
Ve onun gibi ruhum
çocukken tutuştu daha,
Dağlarda batan günü, köpüren suları seviyordum
kapılır giderdim yeryüzü ve gökyüzü fırtınalarına.

Onun gibi dinginlik aramaktayım, boşuna,
Her yerde tek bir düşüncedir izleyen beni;
Korkunç bir geçmiş, geriye baktığımda,
Ve yok yakın bir can, baktığımda ileri!

(1830)

Lermontov