Kalan Günlerden Sonralar

Gideceksin biliyorum.
Kuşları da götüreceksin yanında,
Selvi boylarında yaz serinliklerimi.
Çölü boşaltacaksın damarlarımdan
Zağros dağlarını meşhedden öte bırakarak.
Gideceksin biliyorum.
Kudüsüm’ü Semerkant’ına yad edeceksin.
Gideceksin ve pınarları kuruyacak bu ateşin.
Sanıyorsun küller bir gün uçacak,
Hasım hasım dolacak sanıyorsun her yalnızlık.
Gideceksin ve bilmiyorum
Niye bulutların da senle gideceğini.
Kaldığını niçin anlamıyorum sevdiğim kuş seslerinin.
Gideceksin ve ebabil susacak her yanım.
Sağanak sağanak özlemi uçurarak maziye
Anlayacağını bilemiyorum kimsenin
Herkesin tanrısı niçin kendisine çalışır.

İşte gideceksin öylece.

En büyük vurgunun da
Uzaklaştıkça kalbimde büyüyen gerçeğin olacak.
Her rüyanın köşesinde
Tak tak yorgun adımlarının izleği,
Düşümde bir kabus olup
Düşümde bir kabus olup,
Her sabah kendimin sayhasında
Beni kendine uyandıracaksın.
Gideceksin ve öylece gelecek sesin
Sallanarak bir martının düşlerinin altında.

Ve ben gelemeyeceğim hiçbir zaman sana
Çünkü sen benden gitmiyorsun.
Giderken sen, ben kayıyorum ateş çukurunun kenarından.
Azımsadıkça seni bir ozanın dingin defterinde
Öylece çoğalıyorsun kalemlerimde.
Ne zaman kendimi yazmak istedimse
Hep sen konuştun çağın tanıklığına.
Nedendir bilmiyorum
Çocukken seni konuşmak isterken,
Nedendir bilmiyorum
Kendimi dinliyordum hep.

Şimdi gidiyorsun ya;hiç kimseyi duyacak sesim kalmadı…

Faysal Soysal

İbrahim’in Kuşları

Uzun zamandır bedeni parçalara ayrılmış ve dağınık halde her bir parçam bir dağın tepesinde ayrı ayrı hayatlar yaşıyorum. Sevgilim bana bunu İbrahim diye birinin yaptığını söyledi. Bir gün çağıracakmış beni tekrar. İster istemez kızmış sevgilim; insanlara, akbabalara, yırtıcı kuşlara ve sürüngenlere. Bir kartal gibi kalbimin kenarında nöbet tutuyor çiyanlara ve engereklere karşı. Benimle dertleşiyor her gün. Varlığında bin parçaya ayrılmış kendimi topluyor ve onda yeniden dirildiğimi hissediyorum. Bir süre sonra kanatlarım, bacaklarım, gövdem olmasa da, eğer o yanımdaysa mutlu bir şekilde hayatımı devam ettirebileceğime kanaat getirdim. Gölgesinde serinlenip Adem gelmeden önceki eski cennet hikayelerini anlata anlata güneş bile bazen kıskançlığından gitmek bilmiyordu. Hem zaten bu İbrahim’in de bizi artık çağıracağı yoktu. Allah, ne şekilde yaşatıyorsa o hal üzre de rızkımızı ve mutluluğumuzu veriyordu. Gerisi insanoğlunun aç gözlülüğü. Bu halde de ondan secdeyi eksik etmiyorduk zaten. Ne ben ne de sevgilim. Bu yüzden halimiz onun gözeticiliği altında tam takırdı. Uzun süreler geçti. Saymayı ve hesaplamayı bilmediğimden kesin bir rakam veremeyeceğim. Her şeyi unutmuşken, buraya beni kimin bıraktığını bu alemde ne yaptığımı dahi unutmuşken, birden Allah’ın adı ile çağırdı beni İbrahim. Allah’ın ölüleri nasıl diriltmeye gücü yettiğine ‘yakinen’ iman etmek istiyormuş. İbrahim’in o çelikten sesi ile her bir parçam sanki uzun bir uykudan uyanmış gibi homurdanarak farklı dağlardan kopup bir araya geldiler. Vay canına! Kaç parçaya ayrılmışım yeni anlıyorum. Her taraftan bir uzuv gelip ekleniyor üzerime. Sevgilim her seferinde rüzgar gibi uçup araya giriyor, kendisi de eklenmek istiyor ama sanki bir yama gibi dengesini yitirerek birden düşüyor aşağıya. Baştan ayağa tamamlanınca ona doğru uçmaya başladım. Konmam için asasını uzattı İbrahim, bir yandan da sevinerek hafifçe baktı gökyüzüne. Allah’ın ölüleri nasıl dirilttiğine yakinen iman etmişti. Oysa asasından inip yavaşça eline konduktan bir sure sonra bana garip garip baktığnı hissettim. Bir gariplik mi vardı halimde anlayamadım. Kanatlarım, ayaklarım, yerli yerindeydi. Gözlerim, uzun ve sivri gagam hepsi tam takır şakırdıyordu. Bir süre etrafıma bakındım. Gözlerim her tarafı görmesine rağmen kalbimin bulunduğu yeri göremediğimi fark ettim. Aşıklar orayı göremez demişlerdi bana. İbrahim donmuş bir şekilde oraya bakıyordu. Elini daldırdığında göğsümümün sol tarafının delik olduğunu anladım. O delikten içeriye bakmaya çalışıyordu İbrahim. Ve sonra utana sıkıla gökyüzüne dönerek: Rabbim bunun kalbi nerde? diye sitemde bulundu. Hemen başımı arkama çevirip İbrahim’in beni kestikten sonar parçalarımı bıraktığı dağlara baktım. Himalaya, Hindikuş, Ağrı, Tur, Hira, Erciyes… hiç birinde değildi kalbim. Çok sonra uzaklaşan sevgilimi gördüm bulutların arasından. onu hiç böyle uçar görmemiştim. En şiddetli rüzgar ve fırtınada bile dengesini korur hedefine en hızlı şekilde ulaşırdı. Hız yarışında da kimse onunla boy ölçüşemezdi zaten. Sürekli genç ve dinamikti. Şimdi ise ne olduysa kanatları onu taşıyamıyordu. Bedeni ağır geliyordu kanatlarına. Düşecek gibi olduğunda, birden fark ettim. Kalbim onun gagasındaydı. En yüksek sesimle seslendim ona. Beni duymuyordu. Nasıl olduysa kapmış kalbimi bir ara. Kalbim ağzından düşmesin diye mi cevap vermiyordu yoksa sonsuza kadar bende bir boşluk kalsın diye mi anlamadım. Ama bildiğim o ki kalbim bana da ağır gelen bir şeyken çok sürmez onun de kanatlarını yoracak ve Adem’in bütün melekleri yeryüzüne indirdiği gibi onu da gökyüzünden koparıp bu kan dolu yeryüzüne vuracak…Bu ayrılık acısından sonra kalbimin boşluğundan ayaklarım ve kanatlarıma doğru bir yanma hissettim. Bir daha onu göremeyeceğimi biliyordum. İbrahim benim aşk derdinden yandığımı unutmuş. Dalgın bir şekilde bana bakarken hala Nemrut’a bir şeyi kanıtlamanın derdindeydi. Yavaş yavaş damarlarımdan kanın geriye doğru aktığını ve kalbimin boşluğundan çıkıp İbrahimin ellerine ve elbiselerine sıçradığını gördüm. Sevgilimin uçtuğu yöne doğru bakmaya çalıştım. Ufukta kaybolmak üzereydi ya da gözlerim karanlığın ufkuna vurmaya başlamıştı. Yavaş yavaş düşüyorum ellerinden İbrahim’in  Dengemi ve sevgilimi kaybediyorum. tutmaya çalışıyor beni İbrahim ama başaramıyor… sonsuz bir hızla yuvarlanıyorum yere doğru…Birden Tanrı’nın gözlerini görüyorum, düştüğüm yerde, Sanki ‘Neden bıraktın kalbini başkasına diye soruyor?’. Utanıyorum. ‘Affet beni Allah’ım’ diyorum. ‘Senin yüzünü kara çıkardım’…’beni dirilt ne olursun! hak ettiğim cezamla’.

Ben öldükten sonra rivayete göre, yeryüzünde hali hazırda aşıklar dışında hiç kimse ölümden sonra dirilmeye ‘yakinen’ iman etmemiş. Ayrıca öyle anlatılır ki Mahşer günü mezardan kalkıp huzura getirilen ölülerden bazıları en büyük azab olan ‘sonsuz yaşamayı’ çeksinler diye yer yüzüne geri gönderilirmiş. İşte onlar, benim gibi kalblerini sevgililerinin kaçırdığı aşıklarmış. Emanete sahip çıkamadıkları için onlar kalbsiz bir şekilde Mecnun gibi dünyanın sokaklarında gezmektedirler. Nerde neyi dilendiğini bilmeyen birini görürseniz onun bunlardan biri olma hali yüksektir. Onlar sokak sokak, köy köy, sevgililerin ayak izlerinden yürüyerek, sürünerek kalplerini dilenirler. Ama nafile…

Gelelim rivayetin ikinci kısmına. Bu dünyanın öte yakasında ise Mahşer kapısında biri durmaktadır. İbrahim yaşlanmış, üzerinde hala kurumuş kanımın bulunduğu elbisesi ile dalgın dalgın beklemektedir. Arada bir asasını kaldırarak, çelikten bakıra dönmüş sesi ile bir şeyler haykırmaktadır. Belli ki hala bu dünyamızdan kalbi ve bedeni bütün kuşlar gelir diye umut beslemektedir. Peki bu fani dünyanın oyununda kaybolan sizlerden onun sesini duyan var mı?

Faysal Soysal

Deniz Suyu Balladı

Çok uzaklardan bir deniz güldü,
Dişleri köpükten,
Dudakları mavi göktendi.
Ey sinesi çıplak acılı kız!
Sen ne satıyorsun öyle?
—Ben, denizlerin suyunu satıyorum efendim.
Ey zenci çocuk!
Kanında katışık halde başka ne var senin?
—Denizlerin suyundan başka bir şey yok efendim
Bu acı dolu gözyaşları nereden akıyor anne?
—Denizlerin suyunu ağlıyorum ben.
Bu sonsuz acı ve kalbim!
Kaynağınızı nereden alırsınız?
—Deniz suyu zor ve acıdır, efendim.
Çok uzaklardan bir deniz güldü,
Dişleri köpükten,
Dudakları mavi göktendi.

Federico Garcia Lorca

AH!

Feryat,
Bir servinin gölgesini düşürüyor
Rüzgâra.
( Bırakın bu ölüm geçidinde ağlayayım, bir başıma)
Bu cihanda her şey kırılmış diğeri içinde
Suskunluk dışında hiçbir şeyi kalmış insanın.
(Bir başıma ağlayayım bu ölüm geçidinde, bırakın)
Çarklar, Aydınlığını yitiren ufku
Öğütmüş dişleri arasında
(Size söyledim, bırakın ağlayayım bu ölüm geçidinde)

Ahmed Şamlu

Karanlık Güvercinler Kasidesi

Dallarında defne ağaçlarının
İki karanlık güvercin gördüm,
Biri güneş,
Aydı diğeri.
Ey Küçük komşularım!
Neresi olacak söyleyin kabrimin yeri?
—Eteğimin dibinde. Diye söylendi Güneş.
—Gırtlağımın içinde. Dedi ay.
Oysa toprağı ben,
Bir parça bilip kendimden yarardım
İlerlemek için sürekli,
Kardan iki kartal gördüm sonra
Ve baştan ayağa çıplak bir kız
Ki kartallardan biri ötekiydi
Ama kız hiç kimse değildi.
Ey küçük kartallar,
Söyleyin bana bir!
Neresi olacak mezarımın yeri?
—Eteğimin dibinde. Diye söylendi Güneş.
—Gırtlağımın içinde. Dedi ay.
Dallarında defne ağaçlarının
İki çıplak güvercin gördüm,
Biri ötekiydi,
Ama hiç kimse değildi ikisi.

Federico Garcia Lorca

Adres

‘Dostun evi nerede?’ diye sordu, günün battığı yerde süvari
Gökyüzü biraz duraksadı.
Dudağındaki geçici ışık dalını kumların karanlığına bağışladı ve
‘Ağaca varmadan, Tanrınının rüyasından daha yeşil asma dallarının indiği bir sokak var’
Ki orda sadakatin tüyleri kadar mavidir aşk
Erişkinliğin arkasındaki o sokağın taa sonuna kadar başını çevirme.
Sonra yalnızlık çiçeğine doğru yönünü değiştirir
İki adım kala güle,
Mitolojik toprağın ölümsüz fıskiyesinde durursun.
Orda yakalar seni şeffaf bir korku.
Gökyüzünün samimi akışında bir hışırtı duyarsın.
Bir çocuğu görürsün
Yüksek bir çama çıkmış, ışığın yuvasından yavrular toplamaktayken
İşte ona sorarsın;
‘Dostun evi nerede?’

Sohrab Sepehri

Adres

Şafak vakti atlı sordu: “Arkadaşın evi nerede?”
Bir an durakladı gökyüzü,
Yoldan geçen sundu karanlığına kumun
Dudaklarındaki ışık dalı
Ve parmağı ile kavağa işaret ederek söyledi:
               “Ağaca varmadan
                               Tanrı düşünden daha yeşil bir sokak var,
                               Orada, doğruluk kanatları kadar mavidir Aşk”
erginliğin arkasından çıkan sokak
gideceksin sonuna dek
Yalnızlık çiçeğini dönerek
Çiçeğe iki adım kala
Yeryüzü efsanelerinin ebedi fıskıyesi önünde,
Saydam bir korku saracak tenini.
Bir hışırtı duyacaksın,
Bir çocuk göreceksin
Samimi bir ortamda:
Yüksek çınardaki ışık yuvasından civciv alıyor
Ona sor: “Arkadaşın evi nerede?”

Çeviri C. Mukaddes

Sevdiğiniz Kaybolduğunda…

Bazen, sevdiğiniz insan kendi içine girip gözden kaybolur.

Kapısız bir katedralin önünde duran biçare bir dindar gibi, içeri girenin yeniden dışarı çıkacağı bir geçit bulabilmek için sevdiğiniz insanın etrafında dolaşmaya başlarsınız.

Durumunuz korkunçtur.

Sevdiğiniz karşınızdadır, işte onun saçları, onun dudakları, onun gözleri, onun sesi, onun gülümseyişi, onun bakışı, onun duruşu ama bütün bunlar onu, sizin sevdiğiniz “O” yapmaya yetmemektedir, “O” kendi içinde kaybolmuştur.

Eğer tümüyle ortadan yok olmuş olsa, bütün dünyayı gezip onu aramaya razısınızdır ama aradığınız önünüzde durmaktadır ve o, sizin aradığınız değildir.

Onu arayabileceğiniz başka bir yer de yoktur.

Sevdiğiniz insan, sevmediğiniz insanın içindedir.

Çaresizliklerin en insafsızıdır bu.

Kaybolanı bulabilmek için, onun içinde kaybolduğu insana sarılırsınız.

O bir seraptır, ağzınıza kumlar dolar.

Tanrıların lanetine uğramış bir matematikçi gibi bütün rakamları alt alta yazıp toplarsınız, sonuç yanlıştır, birisi rakamların değerlerini, size haber vermeden değiştirmiştir, gittikçe daha çok çıldırarak yanlış rakamlarla doğru bir sonuç bulabilmek için boğuşursunuz.

Sevdiğinize ulaşabilmek için çılgınlıklar yaparsınız, onunla deliler gibi sevişirsiniz, ağlarsınız, bağırırsınız, yalvarırsınız, tehdit edersiniz, sokulursunuz, kaçarsınız, hiç bir şey değişmez, katedralin kapıları duvarlarla örülmüştür.

……..

Daha bir gün önce kapıları olan katedralin bir sabah kapıları ortadan kayboluyor, sevdiğin sonsuza dek kapısız bir katedralde hapis kalıyordu.

Öyle bir şey yapıyor, öyle bir şey söylüyor, öyle bir bakıyordu ki bu, senin sevdiğini son görüşün, son duyuşun oluyordu.

O davranıştan ya da sözden sonra kendi içinde kayboluyordu.

İşte o zaman çaresizliği daha iyi öğreniyordun.

Yaptığını yapmamış, söylediğini söylememiş olması için yalvarıyordun kadere, sabahları sevdiğinin kaybolduğu günün bir gün öncesinde uyanmayı diliyordun.

Bir söz ya da bir davranış, katedralin kapılarını sonsuza dek yok ediyordu.

Belki kapılar yeniden açılır diye bekliyordun.

O zaman bir şey daha öğreniyordun, katedralin kapılarını bir anda kapatacak sözler ve davranışlar vardı ama onları aynı süratle açabilecek bir söz ve davranış yoktu.

Bir katedralin içine girip kapıları kapamak kolaydı, bunu herkes yapabiliyordu, herkese en azından bir kere bunu yapabilme şansı veriliyordu ama kapanan kapıları açmaya kimsenin gücü yetmiyordu.

Sevdiğin önünde duruyordu ve sen ona ulaşamıyordun…

Bazen o da kaybolduğu yerden çıkmak istiyor, yeniden eski günlere dönmeyi arzuluyordu ama kapılar dışarıda kalan kadar içeri giren için de açılması imkansız bir hale geliyordu.

Böyle zamanlarda bir vakit birlikte yakınıyor, birbirinizi suçluyor, söylenen sözlere yapılan davranışlara haklılık kazandıracak nedenler arıyordunuz.

Ve korkunç gerçek sislerin arasından beliriyordu.

Ruhunuzun kilitlenip mühürlendiğini farkediyordunuz.

Bu laneti çözmek için adaklar adıyordunuz.

Karşımda duran sevdiğime eski günlerde olduğu gibi dokunabileyim, sevdiğim kendi içinden çıkabilsin diye yalvarıyor, hayaller kuruyordunuz.

Ülkesinden çok uzakta kazaya uğramış bir kazazedenin, düştüğü ıssız adanın sahiline devrilmiş geminin enkazına baktığı gibi bakıyordunuz sevgilinize.

Sizi sevdiğinize ulaştıracak gemi oydu ama artık bir enkaz halindeydi.

Ve bir yere gitmiyordu.

Başka bir gemi de yoktu.

Zaten siz de başka bir gemiye binmek istemiyordunuz.

Orada, o ıssız sahilde durup acıyla beklerken son gerçeği de öğreniyordunuz.

Sizi ya buradan başka bir geminin alıp götürmesini bekleyecek ya da o enkazı yeniden tamir edip yüzdürmek için uğraşacaktınız.

Ruhunuzun mühürlerini çözmek, sevdiğinizi sevdiğinizin içinden çıkarmak için uzun ve meşakkatli bir çabaya girişecektiniz.

Hasar ne kadar çoksa, tamir o kadar uzun sürecekti.

Ve efsaneler diyordu ki, böyle mucizeler varmış, bazı gemiler yüzer, bazı mühürlü ruhlar açılır, bazı sevilenler kendi içinlerinden çıkarmış.

Issız bir sahilde, sevdiğinizin yanında sevdiğinizi özleyerek, yapayalnız, o mucizeyi bekliyordunuz.

Yeterince sabırla ve inançla beklersem olur diyerek…

Ahmet ALTAN-İçimizde Bir Yer

Kırık Bir Kemansa Yaşadığımız Hayat

seni hep gökyüzünün önünde düşünürüm

süreyya berfe

sevgili kırlangıç,
güneye, hep güneye uçan kuşlar yağmurun altından geçerken ne düşünürler acaba? su damlaları tüylerine vurmaya başladığında konacak başka bir yürek mi ararlar? bunları bana, güneşin ellerimizi yeniden ısıtacağı bir bahar günü anlatmalısın. o gün, kuzeyde kalmış olan bana, güneyin ışıklarını anlatmalısın. o zamana kadar, dinlenmek için konacağın ağaçlardan birinin dallarına, sen okuyasın diye, Ingeborg Bachmann’ın yıldızların göz kırptığı şiirlerle dolu “Büyük Ayı’ya Çağrı” adlı kitabında yer alan “Kuzey ve Güney” şiirini asıyorum:

“çok geç vardık bahçelerin bahçesine,
o hiçbir üçüncü kişinin bilmediği uykuda.
kar yağmasını zeytin dalında beklemekti istediğim,
yağmuru ve buzların gelmesini ise badem ağacında.
ama nasıl dayanabilir palmiye,
senin yumuşak yapraklardan örülü duvarı yıkmana,
nasıl yolunu bulsun yaprakları sisin içinde,
sen kış giysilerine büründüğünde?
düşün ki, yağmur ürkütmüştü seni,
açılmış yelpazeyi sana getirdiğimde.
sen onu kapattın. yitirdin zaman sezgini,
ben kuş sürüsüyle havalandığımdan bu yana.”
“Yüreğinin götürdüğü yere git” diyordu Susanna Tamaro. ama,

sevgili kırlangıç, sen giderken yüreğini yanımda bırakmamalıydın. gittiğin yere onu da götürmeliydin. çünkü, hala Bachmann’ın sözcükleri öpüp duruyor resmimizi ve kırık bir kemanın ezgisini çalıyor yaşadığımız hayat:
“ve nerede camı buğulatsam,
yine senin bir çocuk parmağıyla resmedilmiş
adın çıkıyor: masumiyet.
onca uzun zamanın ardından.”

AKGÜN AKOVA

Sana Geldim

sana geldim denize giden ırmak gibi
yatağımı değiştirdim dağlarıma kıydım
her şeyi boşladım senin uğruna
dostlarımdan ayrıldım çocukluğumu unuttum
ömrümün her damlası tuzunu sonsuzluğundan aldı
güneşin dağıttı foltlorumu
kanımın düşlerimin çılgınlığımın ecesi
sana verdim belleğimi bir tutam saç gibi
artık yalnız senin karlarında uyuyorum
yatağımdan çıktım perilerimi kovdum
boşverdim nicedir efsanelerime
efsaneler ki onlarda
Rimbaud vardı Cros ve Ducasse vardı
gece yarısı ağlayan Valmore
Nerval ve ipi vardı
Lervantov´u vuran kurşun benim yüreğimden geçerdi
ayaklarınla böldüğün
ellerinle saçtığın yüreğinden
bir zorlu yel gibi ormana tutkun
sabah süpürülüp evden atılan
bütün bir gün görünmeden sabredip
yeniden gelen tozum
sarmaşığım sessiz soluksuz büyüyen
sana bağlı bir sarmaşık sökülüp atılıncaya dek
basa basa aşındırdığın taşım
iskemleyim seni bekleyen eski yerinde
alnının boşluğa bakarken yandığı camım
yalnız sana yönelmiş beş paralık bir romanım
bir mektubum açılıp sonra okunması unutulmuş
tamamlamaya değmez yarım kalmış bir tümceyim
ürperişi çiğnenmiş odaların
geçerken yaydığın güzel kokuyum
ve sen çıkıp gidince mutsuzum aynan kadar


Louis Aragon

Yürek: Kutup Tan Vakti

su ılık burada.
yine göç kendiliğindendi,
yine gözlerim açık.
bu gizli alanda ne görürüm, böylesine
mavi ve saf, tek başına?
ah! Bir oluk geceden acuna yönelmiş,
bir ağaç, yeşil çığlığını aya vuran
yapraklarıyla.
ben, buhar resitalini ya da buzulun
çağrısını düşlerim.
göz gözü görmesin, irisler donsun ya da!
ses boğulsun,
boyum bu boy kalsın!
yüreğim bu çifte olurlukta,
ılığın en karşıtı, deli düşmanı,
kutup tanının kendisi olmaya ant içerek,
dilerse kardan, buzdan bir igloo olsun,
dilerse eritsin bu vücudu kendi iç şafağında,
yunsun gök taşında!

su, şimdi aydınlık ve hafiftir,
yüzeyi çok karanlıkla solmuş olsa da.

Nilgün Marmara