Herkes Gider

Kimsenin olmayan bir yoldan geçerken
Kimsenin olmayan bir resmini gördüm hayatın

Büyük dalgınlar vardı
Cevapsızlar
Hiç deniz görmeyenler
Kimseye bir şey sormayanlar vardı
Kaybedenler
Hayatın büyük ırmağında
Vardı ve akıyordu

Sonra kimse kalmadı
Hiç kimse
Bağırmak için
Yalvarmak için

Çünkü herkes gitti
Çünkü herkes gitti

Mevlana İdris

birazdan kıyamet başlayacak ; başlasın!

birazdan kıyamet başlıyacak
başlasın

geldik gidiyoruz bağışla bizi
büyük uykular gördük rüyada
hayra yorduk herşeyi
herşey dediğin nedir ki
sen bilirsin kalbimizi
durur unutsak yenilgimizi
durur kaybetsek sudaki izimizi
kalbimiz dediğin nedir ki
aşk var aşk yok
birarada tutamaz ikimizi

geçtik dünyanın arasından
geçtik bu küçük omuzlarımızla
maviler giymiş ağlayan meleklere
tarifsiz kadınlara
düşmüş bayraklara gecikerek
geçtik dünyadan bağışla bizi

yaptıklarımız için
yapmadıklarımız için
elimizi
dilimizi
tanrım
bağışla bizi

birazdan kıyamet başlayacak
lütfen

Mevlana İdris

La Tahzen

Üzülme! Üzülebiliyorsan bir kalbin var demektir. Kalpsizler üzül(e)mezler ki. Ne mutlu sana ki, üzülebiliyorsun. Dokunan var demek ki kalbine. Ya dokunulmasaydı kalbine. Ya hüznün gönül toprağını karmasına izin verilmeseydi. Demek ki gözden çıkarılmadın. Demek ki sen hâlâ bir umut tarlasısın.
Üzülme!

Üzülüyorsan, Biri var ki cılız varlığını düştüğü çamurdan kaldırmak istiyor. Onun için dokunuyor kalbine. Kıymetini bil ki, üzmeye değer görüyor seni. Hüzünlerin kalbinin toprağını allak bullak ediyorsa, sen ekilmeye layık bir topraksın demektir. Kaygıların vuruşuyla tuz buz oluyorsa taş katılığında büyüttüğün güvencelerin, yarılan göğsüne umut fidanları dikiliyor demektir.

Üzülme!

Yüzün yerde geziyorsan, ellerin boynuna sarılı ise, içini ısıtacak haberlerin mürekkebi damlıyor olmalı ömrünün defterine. Kar yağıyorsa güvendiğin dağlara, yarının ovalarında rengârenk çiçeklerin olacak demektir. Hırçın fırtınalar sarsıyorsa sevinçlerinin zirvesini, rüzgârlar dövüyorsa umudunun yamaçlarını, bir yüce dağsın sen demek ki, az bekle, eteğinden serin pınarlar akmaya başlayacak demek ki…

Üzülme!

Üzülüyorsan, şımaramazsın. Kibrin kirli tuzağına düşemezsin. Kendini beğenmişliğin çamuruna dolaşmaz ayakların. Uzak geçersin isyanlı yollardan. Heveslerinin ardı sıra düşüp nisyan uçurumlarının başına sürüklenmezsin. Seni Biri yakınlığına çağırıyor demek ki… Gözden çıkarmamış olmalı seni.

Üzülme!

Üzülüyorsan, bir kutlu teselli kapısının önünde bekletiliyorsun demektir. Gözlerini kaldır vefasız dünyanın eşiğinden. Gönlünün elinden çıkar sebeplerin boş avuntularını. Umudunu kes sahte doymalardan. Yüreğini küstür coşkulardan. Kapı açıldı açılıyor demektir.

Üzülme!

Üzülüyorsan, kaybedeceğin bir şeyler var demek ki… Kaybedeceği bir şeyi olanlar çoktan kazanmışlardır. Eline geçmeyenleri saymakla tüketme nefesini, elindekileri saymaya başla. Hepsini saysan bile, nefesini saymaya nefesin yetmeyecek demektir. Bak işte zenginsin.

Üzülme!

Seni bir “İşiten” var. Seni senin kendini bile sevmenden önce O sevdi seni. Senin kendini bile bilmediğin unutuş kuyularından çekip çıkardı seni. Çektiğin acılara habire meşgul çalan telefonlar gibi kör ve sağır değil O. Yüreğinin her yangınına O yetişiyor. Ayrılıklarına ve sıkıntılarına metal soğukluğundaki plazalar gibi umursamaz değil O. Yitirdiklerinin hepsini sana iade edeceğine söz veriyor. Sevdalarına ve özlemlerine çok seçenekli sınav kâğıtları gibi tatsız ve tuzsuz formüller sunmuyor. Seni herkesten çok anlıyor, seni senin kendini düşündüğünden çok düşünüyor. Gözyaşlarınla imzalayasın istiyor yakarışlarını. Bir ebedî çerçevenin içinde, gösterişsiz bir kullukla fotoğraflamak istiyor seni. Dağılıp giden ömür kırıntılarının arasından sıcacık bir kardelen ümidi devşiresin istiyor. Keyfinin çatlak kabuklarının arasından sonsuz teselli pınarları akıtmak istiyor.

Üzülme!

Varlığının tenine çiziktir her hüzün. Varlığından haber verir üzüntün. Hatırlar mısın, bir zamanlar hatırlanmaya değer bir şey bile değildin? Hiç umursanmadan çöpe atılabilecek kirli bir su iken sen, yüzüne bir tek O baktı. Kimselerin arayıp sormadığı, önemseyip adını bir kenara yazmadığı o günlerde, senin adını ilk O andı. Hatırını bildi. Seni yanına aldı. Hep yanında oldu. Sen seni unutup da başını yastığa koyduğunda bile, seni her defasında sabaha çıkardı. Sen Onu defalarca unuttun ama O seni asla unutmadı.

Üzülme!

O’nun en sevdiği kulu da yalnız kaldı. Taşlandı. Sürüldü. Yaralandı. Aç susuz kaldı. Yuvasına uzaktan gözleri yaşlar içinde baktı. Mağarada yapayalnız ve korunmasızdı. Senin gibi üzülen yol arkadaşına sonsuz müjdeler veren tebessümüyle fısıldadı: “Lâ tahzen, innAllahe meânâ.”

Üzülme!

Kaldır yüzünü yerden. Omuzlarından sarsıp kendine getirmek istiyor seni Sevgili. “Rabbin sana küsmedi ki…” Gözlerinin içine içine bak sevdiklerinin. “Rabbin seni unutup yalnız bırakmadı ki…”

Senai Demirci

sevgide ölçüyü kaçırmak

“…Arapça’da “aşk”ın esas itibarıyla sarmaşık kelimesiyle aynı kökten gelmesi ve bir sarmaşık nasıl bulunduğu yeri sararsa, aşkında arız olduğu kişiyi aynı şekilde sarması durumundan hareketle bu ismi aldığı öne sürülür.Bu kelimenin bir diğer anlamı da “sevgide ölçüyü kaçırmak” demektir…”

A.A.Şentürk/Doğu Batı sayı 26



Anı

Ne zaman Mühürdar’a gelirsem Çin’den
Bir güzel susmak geliyor içimden
Bir kız sevmiştim gıllıgışlı
Yuvamı yapan bir kırlangıçtı
Aklımı kaçırıp kaçırıp kaçtı
Üç güzelden ikincisiydi cadı
Ne çektim bilir Hadi’yle Sadi
Karnımdaki geçmiş çocukmuş tepti
İşe bak, köşeyi dönerken şimdi
Karşıma çıkar diye kalbim hop etti
Ne zaman kendime gelirsem Çin’den
Bir güzel susmak geliyor içimden

Can Yücel

İçinden mi?

Nerelisin yeğenim?
Hüzünlüyüm dayı.

Ali Erdoğan

Kayıp ilânı vermek istiyorum evlâdım!

Yaşlı adam, karakolun üç-beş basamaklık merdivenini birkaç kez dinlenerek çıktıktan sonra, ilk gördüğü memura yanaşarak:

– Kayıp ilânı vermek istiyorum evlâdım, dedi. Ne yapmam gerekiyor?

Polis memuru, her günkü raporlardan birini yazıyordu. Antika bir daktiloyu takırdatıp dururken:

– Hallederiz bey amca, dedi. Herhalde torun kayboldu değil mi?

Yaşlı adam, dudakları titrerken:

– Annemi on yıldan beri görmedim, dedi. Babamı da belki en az yirmi yıl…

Polis, yazmayı bırakıp adama döndü. Bu iş elbette ki normal değildi. İhtiyarın, susuzluktan çatlamış bir toprağı andıran ve bembeyaz sakallarla çevrelenen yüzü, en az seksen yaşında olduğuna delildi. Bu yüzden de elbette ki bunamış, anne ve babasının öldüğünü unutmuştu.

Yaşlı adam, yanındaki pencereden bakarken, parkın orta yerindeki ıhlamuru gösterip:

– En vefalı dostum bu ağaç, dedi. Aynı yaşta olmalıyız herhalde. Ne zaman dışarı çıksam gölgesinde dinlendim, kokusunu doya doya çektim içime. Ama o da benim gibi kuruyor şimdi.

– Peki!.. diye lâfını kesti polis. Yakınlarınız yok mu? Dostunuz, akrabanız?

– Yakınlarım, şimdi çok uzaklarda, dedi adam. Dayım, amcam, teyzem, halam kim varsa orda. Eşim de öyle. Sadece iki çocuğum hayatta. Onlar da bu ihtiyardan bıktılar tabi.

Polis memuru, böyle tuhaf bir olaya ilk defa rastlıyordu. Herhalde en çıkar yol, bir ilân verir gibi görünüyor olmaktı. Zaten bu ihtiyarcık, karakoldan çıkar çıkmaz her şeyi unuturdu. Masadan bir kâğıt kalem alarak:

– Peki dedecim, dedi. Sen ne istiyorsan öyle yapalım. “Annem ve babam kayboldu” yazıyoruz değil mi?

Yaşlı adam, küçük bir çocuk gibi hıçkırırken:

– Yok be evlâdım!.. dedi. Kaybolan benim. Annem ve babam bu ilânı görürlerse, belki beni alırlar yanlarına.

Cüneyd Suavi

 

ey esir kuş

Ey gül, gül bahçesinden sen ne gördün?
Dikenin sitemi ve kötülüğünden başka ne gördün?
Ey gönül aydınlatan yakut, şu olanca alımlılığınla,
Pazarda sıradan bir müşteriden başka ne gördün?
Çimenliğe gittin, ancak payına kafes düştü!
Kafesten başka ey esir kuş ne gördün? 

Pervîn-i İ’tisâmî

Kafes ve Kış

Ey esir kuş! 

Uzak bağlarda ötüyorsun. 
Kıştır… 
Ben senden çok uzaklarda, kargaların velvelesi arasından o kuşun sesini duyduğu andan itibaren sana uçma ümidi ve aşkıyla tutuşan kuşu görüyorum. Adeta kanatları da ateşte yanmış, kararmış… Ama o esirdir, kafesi dardır, kafesinin parmaklıkları zindanın demir parmaklıkları gibidir. Yeni kafese kapatılmış vahşi kuş gibi, gece gündüz kendini kafesin kapısına ve duvarlarına vuruyor. Kanatları dökülmüş, kanamış, kırılmış ve yaralanmış. Gözlerinden kan damlıyor. Su tası kan rengine boyanmış, yem kabı kırılmış, yemleri dökülmüş. Su içmiyor, tane yemiyor, gözleri kapanmıyor… Neden susmuş, biliyor musun? Neden artık sesini duymuyorsun, biliyor musun, biliyor musun? Onun delicesine uçmakla kapıya ve duvarlara çarpıp çırpınmakla, yaralanmaktan başka bir nasibi olmadı. Sonunda sessiz kaldı! Nasıl olduğunu biliyor musun? Bilmiyorsun; sen uzak bağlarda esirsin, onu göremiyorsun, sadece sesini duyuyorsun; ama ben onu şimdi görüyorum, ne için olduğunu biliyorum. O çok çabaladı, kafesten kaçmak için çok uğraştı, gücü oranında başını ve boynunu kafesten dışarı çıkardı, ama artık olmadı, yapamadı, göğsü, taşlığı, kafesin iki demir parmaklığı arasına sıkıştı ve yapamadı, daha fazla olmadı, olmuyor! Şimdi ben ağaçları, bu karlı rüzgârların acımasız kırbaçları altında çıplak, titreyen, moraran, bu kış vurmuş bahçede, bu bahçenin üstünde uçan uğursuz kargaların uğursuz gölgeleri ve çığlıkları arasında o köşede büyük ve demirden bir kafes görüyorum. Parmaklıkları kalın, sağlam ve birbirine yakın, kafesin tabanında kan rengine bürünmüş bir su kabı, kırılmış devrilmiş bir yem kabı, dökülüp etrafa saçılmış taneler, kan lekelerine bulanmış ve kafesi kaplamış tüyler içinde kuşun bedeninin yarısı kafeste kalmış, diğer yarısı ise kafesin dışında… Kafesin iki demir parmaklığı göğsünü sıkıştırmış, nefes almasına engel oluyor… Ben onu görmemek için gözlerimi kapatıyorum, duymamak için kulaklarımı kapatıyorum. 
Ey uzak bağlarda öten esir kuş! 
Kıştır… 
Sen başını kafesin demir parmaklıklarından çıkarma! Kafesin köşesinde rahat dur, başını kanatlarının altına gizle, gaganı yumuşak ve renkli kanatlarına göm… 
Ey uzak bağlarda öten esir kuş! 
Kıştır… 
Ey şubat kırlangıcı! 
Bahar ölmüştür!

Ali Şeriati – Yalnızlık Sözleri I

Düştüğümde İnmiyorsam Kalbimi

Geldi deniz
Ve güneşteki suskunluğum oldu yakamozu.
Melodi, dalgalar,gemiler,ıslanan güneş
Ve içimin ırmakları aynı notadalar
Martıların düşümdeki kanatları…
Yine önce sende geldi akşam yalnızlığıma
Sanırsam yosunlarda biriken bir kayayım
Dalgalar senden habersiz vurur ölümüme.
Saklamışsam cebimde zamanın dişlerini
Bu denizin ölçeklerini ben unutursam
Sanırsın böyle bitecek olmadanlığım,
Evet inan,aynı öylece bitecek
Dinlemediğin bu türkü.
Kabaran kini oluyorsa hüznüm
Bu seni bilmeyen Marmara’nın gözleri
Ben ne yapabilirim
Bakmaktan öte yitirilen şafaklara…

Kurak vadilerime yanaşan bu serinlik
Ya içimden seni alacak
Ya bende boğulacak alnına sesim dokunan,
Bir akşam ansızın gelen bu metafor.
Alegoriler kırıldı mısralarımda
Bir şiirin elleri nerde yorulur bildim,
Bir aşkın onulmazı ne zaman yankılanır.

Bezirgan saltanatları da bitiyor.
Fuzuli’nin kulaklarında jaz ve opera.
Bende çöl seslerinden bir girdap,
Yüzüme kum kanlarını sürüyorum.
Acıysa bende serinlensin saraylara.
Semerkant yollarından düştüm bir sefer,
Bir akşam vaktiydi işte
Sabbah’ın beni kara kitabında okuması
Ve and içtiği şaha
İşte böyle dargın susuşların
Haykırdığı yalnızlıklar karanlığıydı.

Ebabiller de toprağa inmedeler
Yükselen bulutların ceplerinde
Bir yanım şen,bir yanım su buharı.
Dinlenen yağmurların gözlerinde uyanan ben,…
Bir lahutilikte bir sıradan seyirlerde
Kör etmişsem organlarımı,duyargalarımı
Ancak ölümü indirir
Bu kaygısız kalplerine,
Bütün şen aşkların, bu kıyılmışlık…

Faysal Soysal