Burç

Belki çıkar yollardan biri de bu: gözlerine
bakmak sessizce, bir kıyıda uzaktan
yaklaşan bir gemiyi bekler gibi, elinden
tutmak o sıcaklığı ve yürümek,
yürümek zamanı düşünmeden bastığın
çakıl taşlarının hışırtısında. Hep
söylerdin eskiden, biraz zaman tanısak belleğe,
güzel bir unutuluşa dönüşür, derdin
bütün o top sesleri, toz duman, akşam
bataryada geçirdiğin karanlık nöbet saatleri.

Sana unutulmuş bir çardağın altında
galibarda renkli bir mürekkeple yazıyorum
yeniden depreşen bir sevincin ötesinden.

Çocuklar büyüdüler, uzaklara gittiler,
senin, benim yanlışlarımızın ne yararı
olabilir onlara? Belki onlar da
öğrenecekler umarsız sözcüklerle
eskiyen anılarının dehlizlerinden
kurtulup savrulmayı.
Sorma sakın – bilmek yasak, derdin,
kim bilebilir yazgının bizi nereye
sürükleyeceğini.

O unutulmuş çardağın altında yazıyorum sana,
aydınlık gölgesinde asmanın.
Günler sayılı.

Cevat Çapan

Walter Benjamin (1892-1940)

Hayatta çok geç öğrendim
yolumu kaybetmeyi ormanda;
bu yüzden büyülenmiş gibi aşkla,
dolaştım durdum
sevdiğim şehirlerin sokaklarında

Düşlerim
karanlık dehlizlerde kaldı,
çocukluk defterlerimin yapraklarında.

Nelerden, nerelerden geçtim
kaybolan zaman ardında.
Kaçmadım,kovalandım,kıstırıldım
bir sınırda.

Belki de bir kurtuluştu
çıktığım son yolculuk
Tarih’in klavuzluğunda.

Cevat Çapan

Haiku Gibi

Sana ne söylemek isteyebilirim
gözlerinden
uzaklara bakarken

Cevat Çapan

Sevgili Kızım

Annene sürekli neden eve gelmediğimi soruyormuşsun. Annenin iki yıl önce kaleme aldığı ama henüz geçen hafta postaya verdiği mektupta öğrendim bunu. Üzgünüm! Yüzündeki makyajı ancak hamalların taşıyacağı bir kadın tarafından tek ayak üstünde durma cezasına çarptırıldım. Buradaki yetkililer kadının çantasında kaybolan ellerini benim çaldığımı düşünüyorlar. Ne ben çalmadığımı ispatlayabildim, ne de o nemrut kadın beni suçlamaktan vazgeçti. Üstelik mendilinin de benim tarafımdan doğrandığını söylüyor ya en çok buna içerledim. Bilirsin kızım, benim mendillere özel bir saygım ve hürmetim var. Hem bana kimse inanmasa da senin ve annenin bana inanacağınızı bilmek bir anlık dahi olsa beni çok rahatlatıyor.

Kızım,

Beni yalancı çıkarmak isteyen herkes aslında biliyor ki doğruyu ben söylüyorum. Ama üniversitede suçlarına sahip çıkma bölümünde iki dönem boyunca okuduğum için sanırım aklanmak zor olacak. Aklanırım aklanmasına da, sanki o kadın sanki ellerini bir daha çantasında hiç kaybetmeyecekmiş gibi davranıyor. Pelerini de hiç güzel değil, bir görsen. En çok da evindeki baharat takımlarını düşünüyorum. Muhakkak kirlidir. Geçenlerde kendi kendime mırıldanıyordum. Ben de bir kibrit kutusunu sevmek istiyorum diye… O bile kusur oldu. Kibrit kutusu deyip geçme. Üstüne kaç kez senin adını yazdım. Adını yazdım her boş vaktimde. Hiç resim çizemem ama kibrit kutusunun üstüne çizdiğim oyuncak bebeğin bile bana burada nefes oluyor.

Bu yasaklı yerde, meyveyi ancak bir ağaç parasız veriyor. Köşedeki bakkal, Sinop vilayetimizi sevmeye çalıştığımı duyunca bana yardım edeceğini söyledi. Akşamına çeşit çeşit harita, plan, kroki, valiliğe ait künye yollamış. Haritası dışında Sinop’un sevilecek bir yönüne denk gelmedim. Kızım, hani demiştim ya “haritam kayıp” diye; Sinop vilayetimizin coğrafi haritası da bir çare olamadı. “Bulutlar Sinop’a gitmesin.” diye ettiğim duanın kabul edilip edilmediğini her akşam meteoroloji bültenlerinden takip ediyorum. Üç gündür uğramıyor. Mevsim kış…

Sevgili Kızım,

Bulunduğum binanın önünde kocaman bir bahçe var. Bahçede oynayan çocuklar fark edince nasıl da koşuşup duruyorlar bir aşkın elinden şaşırırsın. Hepsi sarı kazak giymek zorunda olan çocukların en büyük sıkıntısı yakalamaya çalıştıkları aşkın bir var olup, bir yok olması. Onları o şekilde görünce pencereyi açıp bağırıyorum: Ya sarı, ya aşk!

Ne zaman sıkılsam bir de bakıyorum ki kalbim senin mitinginden geçilmiyor. Çocuklarının alnına savaş süren gaddar babaları anlamakta zorluk çekiyorum. Oysa ben her gece senin alnından öperek uyuyorum yanımda olmasan da. Ben sana her baktığımda kalbini gördüm de bazı babalar kalbini söküyorlar çocuklarının. Sakın bunları söylüyorum diye kendimi akladığımı düşünme. Bir baba her yerde üstüne yara bulaştırsa da evladının karşısında sesi değişir, rengi… Sen beni hep beyaz sandın ama aslında siyahtı derim. seni göreceğim diye siyah derim beyaza dönerdi. Nereden bileceksin tabi.

Kabul olmayacak bütün duaları ediyorum burada. En çok hangi duama şaşırıyorum biliyor musun, “hamamböcekleri renkli olsun” istiyorum ya buna işte. Renkleri siyah yerine şöyle renkli renkli olsa annen hala nefret eder miydi? Hiç sanmam. Kadın gardiyanlara açtım bu konuyu ama üç gün susuz bıraktılar. Midelerini bulandırmışım. Annen de bir hamamböceğine şiir yazdım diye iki gün boyunca konuşmamıştı yazın son aylarında. Kendi bilir…

Bulunduğum odanın duvarına yazdığım yazı yüzünden her perşembe kağıt paralarımızı pekmeze batırıp temizliyorum. Duvarda “Kaşlarını çatınca bir devlet sana karşı / Azan bir küfürdür taşlanan camekânlar” yazıyor. Oysa ben bunu yazarken Küba’yı düşünmüştüm. Sen, ben, annen, kedimiz Fıstık bilmez ama Küba’da zamanında çok kan dökülmüş. Öyle çok dökülmüş ki hatta ölmeyen kimse kalmamış. Memurlar, sadece doğrunun kanunlar olduğunu sanıyor. Oysa ben ne doğruya, ne de kanunlara inanıyorum. Ne var yani şimdi o yazıda? Kızım, sen sen ol memur olma, sen sen ol kanunlara uyma. Doğru diye bir şey olmadığına dair sana en yakın zamanda iki buçuk sayfalık bir yazı göndereceğim.

Gömleği yırtılmasın diye aşağı sarkmayan ben şimdi uçurum bulsam aşağı sarkacağım. Hep sana derdim ya bu şehirden aşağı atacağım bir gün kendimi diye. Yağmurun bu işte bir kabahati var. Düşemedim.

Sevgili Kızım,

Bir ölü bir evden ancak bir kez dışarı çıkar. Sen hiç bilmedin ama ben hangi eve varsam oradan her gün ölü çıktım..

Annene selamlar…

Bülent Parlak

Hasta Gül

görmek bir kum tanesinde bir dünya
ve bir cennet bir yaban çiçeğinde
tutmak sonsuzluğu avucunda
ve ebediyeti bir saatin içinde

bir gerçeği kötü niyetle söylemişsen
daha kötüdür uydurabileceğin tüm yalanlardan
neşenin ve kederin örgüsü çok incedir

her kederin ve özlemin altında
ipekle örülmüş bir neşe yatar aslında

Kanısını asla değiştirmeyen adam durgun su gibidir ve zihnin sürüngenlerini besler.

soru soran kişi, ki oturuşu pek muzipçedir
yanıt vermesini asla bilemeyecektir
şüphe taşıyan sözleri yanıtlayan kişi
söndürür bilginin ışığını

daha değerlidir yoksulun çeyrek peni’si
tüm altınlardan afrika sahillerindeki

bir tutkunun içinde olmak sana iyi gelebilir
ama tutku senin içindeyse bu hiç iyi değildir

Eğer algının kapıları temizlenseydi her şey insana olduğu gibi görünürdü: Sonsuz. Çünkü insan kendisini kapattı; ta ki tüm şeyleri mağarasındaki dar çatlaklardan görene dek.

aşk, özgür aşk, bağlanamaz asla
toprakta büyüyen bir ağaca

dostluğun yüreğimde çok kez sebep oldu acıya
düşmanım ol n’olursun -dostluk adına

aşk kördür hep kusurlara
yönelip durur hep hazza
kural tanımazdır, sınırsız ve uçarı
ve kırar her benliğin zincirlerini

Karşıtlar olmadan ilerleme yoktur. Çekicilik ve iticilik, akıl ve enerji, aşk ve nefret insanın varoluşu için gereklidirler. Bu karşıtlardan dindarların iyi ve kötü olarak adlandırdıkları şeyler doğar. İyi, akla uyan edilgen yöndür. Kötü, enerjiden doğan etken yöndür. İyi cennettir. Kötü cehennemdir.

eğer bir çember yarattıysan içine girilsin diye
kendin gir oraya ve bak bakalım gidiyor mu hoşuna

ne yaparsan yap bu yaşam bir kurgudur
ve çelişkilerden oluşur

Karşı çıkış gerçek dostluktur.

William Blake
Çevirmen: Dost Körpe

Evrenin Kalbi

“Hangi hüzün ömürle sınırlı
Hepsi dönüp duruyor,
Ve acıtıyor Evrenin kalbini
Zaman, uzam tanımaksızın”

Her bildiği yaşamdan insanın,
Biraz ölüm kıyılanıyor ömrüne, biraz acı

-Bu cihanda bıraktığınız aksiseda, güzel efendim,
Çarptıkça yakıp dağlıyor kalbimi

Bir yıldız titriyor,
Dağ başında üşüyorum, yazgımız bir.
Matemini düşünüyorum, geceden kara, gözlerinden kara…
Senden kıyılanan acıyı!..

-Sizsiz ben, canım efendim,
Sükûnete, o soylu acıya müptelayım
Ve varıp varacağımız ölüme

İdare lambasında ancak görebiliyorum,
Buruşuklarından açtığım bir kâğıdı,
Sana yazmışım, geceymiş yine,
Son satırda eğiliyorum:
“Sen bir acıçiğdemsin!..”

Doğruluyorum,
Titrek alevinden usulca alıyorum gözlerimi,
O an görüyorum işte,
Gecenin karanlığından ağanı.

Ömer Şişman

Gidiyim Ben

Başlangıcı yoksa ezelin ve sonu yoksa ebedin yoksa bir midir bunlar ?

Karaborsalarda topladım eteğinden düşen taşları
Rükûda yıllarca,
”Amma da yaptın ha” deme,
Eyer de taktılar semer de gözlüksüz idare edersin dediler.
Ceddime neler okudular bir bilsen Şeytan vahyi, bilmediğim surelerden.
Düttürü Leyla da gelse farketmez artık,
Baksana,
Fare düşse başı yarılacak otağlarda,
İte et, yiğide ot verir olmuş millet !
Hangi peygambere ümmet olacağını şaşırmış beşer,
Sakın ha ”insan beşer, kuldur şaşar” deme, şaşırtana iman etmişse.
Forslu farfaralar dağılmış sekiz yöne onaltı rüzgarla, yedi iklimli, beş kıtalı bir köye.
O kadar çoğaldılar ki kaleleri dıştan fetheder oldular,
Başlarında Ali Cengiz ile,
Madrabazlar,
Dekbazlar,
Cambazlar.
Tabanvay olmuşlar tramvaydan ziyade.
Hepsi Voyvoda kesilmiş belaltı kazıklarla !
Yetmemiş, ürüyen itleri yürütmez olmuş kervanı.
Hani diyorum ki caka satmasa kimse,
Kimse yıkamasa beyinleri,
Kalpleri yıkamak varken.
En iyisi hatrım kalmadan gidiyim ben,
Hadi, kalbine emanet.

Bervaj Şerif

Abartılar

Abarttığımı düşüneceksin gene sen diyorsun göl bu bense okyanus
Senle ben aynı şarkıyı dinleyip aynı yerde ağlıyoruz
Kim diyebilir ki kömür kara sana
Bir papatya gibi duruyorken kömürün yanında
Oluyorken ah incelik, ah kibarlık, sen bize neler ettin
Aşkımızı verdin kalabalıklara
Onu bir konuya indirdin
Öğüde çevirdin hayata dair
Kağıda geçirip susuz bıraktın serçeyi
Sana bakıyoruz ey çiçek sen bir garip gelensin
Büyüksün, içimizdekinden daha büyüksün
Annen desem değil, babannen de değil
Ülkemiz kalmış prensesler gibi her saniye ağır gelensin

Var mı yokluğun adı, ben onu hiç görmedim
O şarkıyı da görmedim, yok biliyordum seni görene kadar
Zaten acıya kandım aldanıp yaşamak diye
Sefil oldum, eksik kaldım, üzüldüm
Boyuna uzanacak kadar büyümedim
Bununla geldim işte nasıl yorsam
Da tutsam bacaklarından aşkın eteğine saklansam
Herkes o yeri kalbinde arıyor oysa değil
Orası sürgün yeri
Kalbimiz kabalığa taşkın, dahası yanık süt gibi
Unuttuğumuz herşey dibini tutmuş ya da tuz buz
Elbet küseceğimiz gün de gelir
Unutkanlıktan ağlayamaz oluruz
Herkes unuttuğu yerden başlar kendine
Yeni bir sözcük olur belki bir nota
Her düğme düştüğü yerde bulunur
Her buluşma bir ayaklanmadır ezelden beri
Öfke ne güzel yakışır bakışlarına

Mahmut TEMİZYÜREK

Anam-Babam

Anam küfürbaz bir kadındı
Bu huyuna dün gece istemeden son verdi.
Babamsa “lan” bile demez
“Sen”i “Siz” gibi söylüyor hâlâ.

Anam kaynatasından başlamış küfre
Çorbasını beğenmeyen Deli Memed’in
Sülalesini ıslatmaya yediden yetmişe
Tepesinden aşağı boşaltmış tencereyi
Böylece devralmış delilik tacını
O akşamdan sonra herkes saygılı geline.

Sonra da erliği aldı kocasından, tanığım
“Vur hadi yiğitsen!” diye dikildiği gün.

Ben çok küçüktüm o zaman
Şimdikinden bile daha küçük
Bir inansam büyüyeceğim
Anam’ın dün gece gittiğine
Götbut, kazıkbüzük hiç daha
Tanışmamışım küfrün binbir haliyle
Anam dilin olsun diye öğretti bunları bana
Dünyayı küfürle paklar gelirdi akşam eve.
Küfürlerinden biri de “burcuva tohumu!”
“Ne çok küfredecek insan varmış ya rabbim!”
Rabbine de sözü varmış ama meğer
Kapatırlar diye saklarmış ev dönüşüne.

Evi dediğim derme çatma baraka
Her gelen Kraldı ama,
Her giden Güzel Abdal
“Abdalım kuzum yolun açık ola!”

Saray gönüllü bir barakaydı Anamın evi
Ağızlarını silmeden giremezdi polisler
O barakasaraya, On İki Eylül’de bile.
Tek yaptırımı şu: “Vurun öyleyse köpekler!”

Göçebelik büyük hüneriydi anamın
Saraylardan Bedevi çadırına
Damak tadı taşıyan köle bir gezgin.
Babamsa bir yerleşik köle
Gece bile çıkarmadı kravatını
Ya çağrılırsam hazır olayım diye
(Artık çıkarıyor, astım yüzünden o da)
Herkese pırıl pırıl hazırdır babam
Sen nehrine Siz nehri demese de
“Canın benim!” diyebilir
Sun Yat Sen’i de hiç sevmezdi.
Beykın’a hayrandı ama
Hiç bilmese de okuma-yazmayı
Oğlundan dinlerken “Denemeler”i
“Beykın dediğin adam, Alevi mi?”
Diye sormuştu bir gün dayanamayıp
Yanıt Anamdan geldi:
”Olur mu hiç İngilizden Alevi, salak!”
Babamsa olanca kibarlığıyla:
“Niye olmasın, İngiliz insan değil mi?”
“Şuna bakın arkadaş, derdi Anam,
Şuna küfür işler mi?
Babamsa Anamın öfkesine
“Get salak!” deyip deyip gülerdi.

Anam, küfür yetiştiremedi dünyanın hallerine
Benden bu kadar deyip dün gece çekip gitti
Belki sorgucularına kazık çakıyordur şimdi de.
Babamsa karıncayla kelebekten
İncelik ilmi dersinde hâlâ.

Mahmut Temizyürek

Hayatın Üç Mevsimi

Sonunda kış gelir. Ve biz hiçbir mevsim
yaşamamış gibiyizdir. Eskimiş bir herkes
yalnızlığı, kış gelir tazelenir. Kar tanesi havada
başka, yerde başkadır. Biz ona aşığızdır, havada
usul usul süzülüşüne ya da bir çalımla dünyaya
inişine… Kimileri “vruuu, vruuu” diye ses
ç›kardığını söylüyor. Duyuşumla söylüyorum:
“fü” diye düflüyor kar. Do, re, mi, fa, sol, la, si,
fü… Fü… Elini uzat erir; dokunmamalı, kış gelir.
Gölden yalnızca tuzlu su kalmışken kış gelir tuz
erir, gölün yarasına kar tuz basar. Eriyen ve
eritendir. Anılarımızı yanıltan kar. Anılarımız
mı? Döne döne erir kar, gölden kalan tuzdur anılar
Biz ki, birbirimizin yalnızlığına dokunmaya izin
verdik. Yaralarımız irkildikçe ürpererek sevindik.
Sevişmek bu dedik, acıyla buluşmak iyi dedik.
Gövdemiz hanlarıydı birbirimizin; sözlerimiz han
duvarı yazıları. Ne zaman ki vurulur eskiden beri
atların hamutları, şaklar zamanın meşin kırbacı;
kulağımızda üç beş saat uzaklığın nal uğultuları.
Kış gelir herkes yalnızlığı. Çekiliriz kuytulara.
Seni düşündükçe mevsimler dört döner
koynumda ve hep kışda durur.

Dünyanın dört mevsimi var. Gündelik hayatın
tüm çevrimi onlarda.
Hayatın üç mevsimi var. Ömrün üç çevrimi…
Ayrılık birinci mevsim.
Ayrılık diyorum ya, bu seni üzmesin. Ayrılık
yalnızca bir uzaklık duygusudur aşkta. İnsan
eskimiş bir herkes yalnızlığındayken bile iki
kişidir. Biri hep sen olan iki kişi.
Yankıda ben yokum
korkusu bulandırır gölü.
O yüzden kış gelir ve Ayrılık, ilk mevsim.
İnsan keskin bir ses duyar kar yağarken, biz ona
nedense uğultu deriz. Hem tiz hem koyu bir
sestir, bir kopuş sesi. Çünkü az sonra kar, karlara
karışacak ve biz ona kar diyeceğiz yalnızca. O bir
tane değil artık, kardır. Ölmüştür taneliği. Ölüm,
üçüncü mevsim. Arada bir daha var. Yoksullar
ona Yoksulluk Mevsimi der, bense Yoksunluk
demeliyim. Ya erken ya geç ya eksik ya fazla…
Herkes çıktığı suya geri dönen mitolojik attır.
Taa ki kar yağar tane tane, ağarır anılar…

Mahmut Temizyürek