Kadife Şairler

ölüyor kadife şairler…
pazarların tozunda ve kulenin sisinde gömülü

gün geceye akıyor…gece güne…
ölüm yaşama akıyor yaşam bilince…

bilinç de akar/daha karar vermediler
gitse odalarından/gitse odalarından birileri…

Yalnızlık ve melankoli…

heryerdeydiler…
dönecek yerleri yok şimdi…

Lale Müldür

Manolya

Bana biraz gökyüzü getir
Tek bir kelime bile konuşmadan
Suyun kıyısında durup
Işaret ver kalbime
Gözlerin hangi çiçekten renk almışsa
Mecaz duruşuyla o dalga
Beni de içine çağırsın
Konuştukça azalıyor güzelliğim
Dalından düşen bir yaprağın kaderini yaşıyorum
Aynalar kırılınca
Fotoğraflar da düşüyor suya
Muğlak bir cümlenin peşine düşüp
Üşüyorum
Rüzgâra açık bir yanında oluyorum hayatın
Merhametin, o ılık rüzgâr değmese yüzüme
Elbet benim de kıyametim olacak
Bedenimdeki dünya kokusu
Kendime sapladığım bu bıçak bu ağrı
Dışımdaki kalabalık içimdeki tenhalık
Ne çok şey buluyor beni sen olmayınca…
Bana kehanetler üzerine sorular sorma şimdi
Sesim ki bir gölgenin rengine bürünüp
Sana varlığını sunuyor
Manolya! Yüz yıllık adresim
Beni bana bırakma
Bak, daracık merdivenlerinden çıkıyorum sarayına
Düşebilirim sen olmasan
Derin kuyulara
Yeryüzü korkularına
Ey bir yazın rüyasında
Bir kere daha açan çiçek
Her gölge varlığının esîridir
Âşikâr kıl kendini
Demli bir çay, biraz melâl
Yetmiyor bu hayatı anlamaya
Istersen çocuk olur
Defne ağaçlarını düşünürüm
Meleklerin yaprakları altında
Gizli duruşlarıyla oldukları yerde
Beni kimseler bulamaz
Uyurum suların serin yatağında
Istersen yolcu olurum dağlarında
Kapında akşamları bürünüp sabahı beklerim
Ey ay ışığı! Gökten bana bakan sûret
Mürekkebi kurumadan şiirimin
Bana bak
Yeni açılmış bir güle benzesin yüzüm

 Mustafa Özçelik

Ellerimde Bir Demet Karanfil

Her sabah
Hayatın alışkanlıklarına karşı durarak
En yakın ve uzak mesafeleri
Birlikte tarayarak
Başlarız güne

Aşk ve ölüm iki yanımızda durur
birlikte ve iç içe yürürler hayatın yokuşlarında
Biri sonsuza kadar alıngan
Diğeri cesur

Sen meydanlarda büyümüş çocuk
caddelerde ve sokaklarda
her söze açık
Bir yapraktın belki
Esen rüzgarlarca kımıldayan
Hava kararır ve gökyüzü
Bütün yükünü boşaltırken üstümüze
Unutulmuş bir zamandan
Sesler ve sözler hatırlatan ellerinle
Dikkatli ve tedirgin basıyorsun hayatın tuşlarına

Sen hangi aşkları içinde taşıdın da
Şimdi ölümün
Yorgun tayını gözlüyorsun

Kalabalıklardaydın sen
Dudaklarında
Başkaları için
Sana ait olmayan
Tebessüm provaları yaparken
Ben seni
Meydanlardan kitaplara çağırdım
Antenler telefonlar zincirler tükenip biterken
Toplu sesler çıkardım içimden
Dağlarda yankılandı
Meydanlarda uğuldadı da
Sen duymadın

Sanki biz göçebeydik
O insan bu insan
Hepsinin içinden geçtik
Duymadılar

Şimdi bize sunulan yırtık resimler
Ve parçalanmış binlerce hayat
Çok alıngan bir çocuk oluyor gökyüzü
Dokunsan ağlayacak
Kadınların
Bir mendilde kalıyor gözyaşları

Sokaklar
Bizden daha özgür ve telaşlı
Bense
Her şeye rağmen
Ve herkese aykırı
Ellerimde bir demet karanfil
Yine sana geliyorum

Mustafa ÖZÇELİK

Gecenin İplerini Çektim

gece sağanakları -ı-

gecenin iplerini çektim
artık barış taraftarı değilim
savaş baltamı çıkardım topraktan
depremleri yadırgamıyorum
sınır istiyor yorgun ellerim
yolum memleketlerden geçiyor
ırgatlar yollarda güneşi içiyorlar kızılca şerbeti
kesin bir yargı belirtmiyor gülüşleri

gecenin iplerini çektim
zehir içmek bir avuçtan yudum yudum
benim savaşı istemem
yüzümün mimiklerinden belli
sen bir yarısı aynada boğulan
kendinin uzağındasın diye
kaderin bir parçasına çizilmiş
en mahrem yanlarını tutuyorsun
kimse gülmüyor artık yüzüne
ben daha belalı bir savaşçıyım
bakma benim güzel gülüşlerime
aynadan okumuyorum tarihi
iskender ve dahi tüm kördüğümler
benim baltamın esiri
gecenin iplerini çektim
yadırgamıyorum tan vakitlerini

gece sağanakları -ıı-

sarkıtın ruhunuzu en derin kuyulara
elverdiğince oynayın
sizin olsun elleriniz
beni boşverin
ben kendi rüyasını kurutmuş
bir yeryüzü tabircisiyim
yoruldum başkalarının hülyalarını yorumlamaktan

hey ne yaman bir savaşım var geceyle
gece sağnakları üstümde alabora
en keskin bıçaklar bile
kanatmıyor artık kalbimi
delilik gömleğim üstümde renk değişti
satmayacağım artık intihar senaryolarımı
düştüm kalktım düştüm kalktım
kanatlarım yaralı
gecenin ipini çektim
yuvadan uçup gitti kuş

hürriyet kuşların diğer adı değil mi?

gece sağanakları -ııı-

gece bir dostun kendisiyle eş
inhiraf etmenin ve hesaplaşmanın
gece böğrümde melankolik ur
gece bir ölünün ardındaki sır
gece bir annenin şiir okuması
karnındaki cenine
gece ağlayan bir yetimin ayak sesi

gecenin ipini çektim
veremim artsın diye

beni bir daha vurur musun?

gece sağanakları -ıv-

ay dolunay kimliğiyle görünüyor
ağaçların sermayesi yapraklarını
haşarı bir çocuk gibi sallıyor rüzgar
yıldızlar silik bir tabloda
varla yok arasında gelgitlerde
sustukça konuşuyor benimle yakamozlar
çarpıyor yüreği denizlerin
şaklabanlık yok
gökyüzünü ağlatıyorum
keder üzerimden ağıyor bir bir
kim vurulursa geceye
bana bir minnet borcu olur.

yargıç kalemi kırmazsa küserim
savaşı başlatan benim yeniden
gecenin ipini çeken ben
ateşlerini çoğalttım ateşgedelerin
benimle konuşurken ey ruh
düğmelerini ilikle
teslim ol
benim ne yaman
ne savaşçı bir şair olduğumu
bil.

kimliğimi göstermedim diye
beni tanımıyor olabilirsin
herkül veya samson olmasam da
rüstem ya da ali olabilirim
yahut isimsiz bir kahraman
hiç duyulmayan
kır kalemi yargıç
yoksa küserim.

gece sağanakları -v-

gecenin iplerini çektim
hüznümü salıverdim anakaralara
yolumu uzatmak istemem
bir sevgilinin
bir aşığı rededişi
bir isyanı başlatabilir
kimbilir
bir halk ansızın bir sabah
özgürlük tadabilir
yaşasın derken yaşamanın
ne yaman bir çelişki olduğunu
ölümün bir çeşit galibiyet olduğunu
ansızın bir gece iplerin koptuğunu

gecenin iplerini çektim
yaşasın ölüm!
‘viva la morte! ‘

haziran-temmuz ’99
-her gecenin bir gündüzü, her gündüzün bir gecesi vardır.
hem gecemi hem gündüzümü benden çalanlara ithaf olunur-

Müştehir Karakaya

Yüzleştim Yüreğimle Ağlayarak

ağlama bebeğim
saat onikiyi vuracak
soldurma gözlerinde açan çiçekleri
bak sana bir nehirden beyaz köpükler sunayım
bu yüzden kalem ellerim kırılsın
susuz hazan yaprakları gibi
kış ellerimi üşütmedikten sonra
gövermesem de nice baharlar geçtim
ne domur domur filizler
ne erguvan çiçekleri açacak gövdemde
ağlama bebeğim mutlaka nisan gelecek

kirpiklerini bir yaz sayfasıyla sildin ve gittin
kan testisinden içsem de ansızın
gönlün mermerden bir sütun gördüm
adımı unuttum, gelesin diye
şehirler avuçlarımda kırıldı un-ufak
sokakların değiştirdim isimlerini
kırılmak şairlerin en ince yeri bilmeyerek
inanmadın mevsimlere cemreler bir düş’tü
tuttum, yüzleştirdim feleğimle nefsimi
ayrılık sana ağlamak bana düştü

sandım ki tarihler yazacak beni
unuttum ihanetlerin çetelesini
saçımın terini unuttu yastıklar
kavgalardan damıttığım eczaları
yüreğime gecelerin merhemi diye sürdüm
baktın mı tarihe yalan söylüyor
biz kim perdeler kim arkasında saklanan
geceler içimde biriken naraları sağalttı
düşlerimde kevser şarapları içirttiler
cerenler iç çekti su başlarında
kaybettim sesimi hınca hınç dolu
taşlara can verdim çocuk ellerinde
döküldü haritaya kan damla damla

ağlama bebeğim
düşleri kaybetmek belki savaş sebebi
belki çıldırmak kadar eski gelenek
anlamışsan yitirmenin bedelini
yaşamanın ne yaman bir iksir olduğunu
geçince mai hülyayla bir gençlik
zaman yamalı bohçanı öyle yamalar

sırtını dönme bana zaten ben vurulmuşum
saat oniki olsa geceye düşer yüzüm
her aşk bir mayin zaman tarlasında patlayan
ülkelerin sırrını hayatımla ödedim
dar ağaçlarını gördüm, karanlık mahzenleri
kuyularda kan suyu, çarmıhlar paslı çivi
bir şehrazat düşüyle sandım aklım karıştı
senden kalan bir serap
içimde büyüttüğüm
bir güvercin uçurdum yüreğimi canandan
saat oniki oldu
ağlamak bana düştü

mayıs 2007

Müştehir Karakaya

Bırak Konuşmak İhanetim Olsun

kadrimi ve sabrımı biledim
veyl ettim geceye
ve sen ey beni yakıp yıkan
ne bildin gözlerimdeki utkuyu
ne gece örttü yalnızlığımı
sesimi hapsettimse yüreğimde
konuşanları kalleş bellediğimden
vuracaksan vur artık
beni arsızca bırak

türküleri avuçlarımdan emziriyorum
ne zaman ucursam bir kuşu
boğulan bir yanım oluyor
sesim bırakıp giderken beni
içimin depremlerinde bir çocuk
masum ve gürültülü susuyor
beni hain, beni sinsi süzüyor
her gün yeniden kopan tufanım
dilek ağaçlarını yakışım boşuna değil
dudaklarımın değdiği her yer
morarmış bir karanlık oluyor
gitme diyemem
gideceksen git artık
beni kendime bırak

içimde yankı yankı bir sesin sarhoşuyum
dudaklarımda kadim bir mühür
her gece çıplak bir heykelin soğukluğu
her gece hazan sarısı bir ihanet
engin bir pınardan seni emziren
beni zümrüt yeşiliyle öldürsün istemedim
biraz ayrılık, biraz hasret
biraz da beyaz bir bulut
merhamet denen yalancı şahit
hep aydınlık günlerimde beni arıyor
sen ey aşkını dudaklarında gizleyen
gecenin derin sırlarına terkettiğim
mavi köpüklü sesimi duyamazsan
yüzüme çiziktirdiğim çizgiler bu yüzden
susmuşsam bana kahretme
kelimelerim ölümün ta kendisidir
bırak içimde zincirli kalsın
susacaksan sus artık
beni dilsizce bırak

temmuz 2001
Müştehir Karakaya

Ankara Garına Usulca İkindi Yağıyor

ankara garına usulca
ikindi yağıyor
bir güvercin çırpınışı yüreğim
gar bekçisi
kadınlara bakarcasına
bakıyor elindeki düdüğe
delilik sınavıyla deniyor
bir kadın kendisini
elleri saçları kadar sarı
bekçinin üzerinden sarılar dökülüyor

tren seslerinden halkalar yapıp
kadına bir taç örüyorum
çocuklu anneler gülümsüyor bir
ankara garına usulca iniyorum
simsiyahlar giyinmiş bir bekçi görüyorum

kin besliyorum zamana
bitmeyen bir düelloya çağırıyor beni
şimdi ellesem saçları
katrankarası oluyor birden
birden zaman
yeniden gülümsüyor
telefonun ucuyla
merakım saçlarını yolan karga
trenler ah kara kara
bir görünüp bir kayboluyorlar
ankara garında bir bekçi
sarı saçları tek tek yoluyor
ankara garına usul usul
bir ikindi yağıyor

hey be helal sana

keskin dişlerini etime batıran gece
kahrolsam, incinsem, kendimi yesem
fırsat bu fırsat
anlımda incilerini çoğaltan simurg
üç karış üzerimden atlayıp
biniyor yeşil lokomotifli trene
tren kaçıyor homur homur
ankara garındaki garson
yoruluyor önümdeki çay bardağına
ben ninni söylüyorum
o gülümsüyor
ankara garındaki simitçi çocuk
satamıyor simitlerini benim yüzümden
benim yüzümden arları dökülüyor
durup dururken birden
aklıma canana sır olmak düşüyor

ankara garına usul usul
bir güneş doğuyor

kitabını henüz okumuş
bir kızoğlan
ellerini benim cüz’üme uzatıyor
saçlarında sarı delilikler akan
kadının boynunu ölçüyorum
üç arşından sonra yolum şaşıyor
şimdi okullu olmanın tafrası
şaşılası şey bu yaştan sonra
kelimelerim birer acemi er
usul usul ankara garına
naylondan bir bebek salınıyor
şaşmasam, sorgulanmasam
ah bitiyorum demesem
bekçi düdüğünü çala çala gözlerime
trenin ardından koşuyorum

ankara garına akşam akşam
sevdanın nuru yağıyor

ağustos 2007

Müştehir Karakaya

Kapımızın Önünde Bir Salkım Söğüt

kapımızın önünde
bir salkım söğüt vardı
her akşam benimle
yalnız o oturup ağlardı.

bir salkım söğüt vardı
suskunluğumu bir o anlardı
her şafak vakti gün doğarken
kapımızın önünde.

hıçkırık boğazımda
düğüm düğüm olurdu
kapımızın önünde
yel vurunca hıçkıran
ikindi serinliği
bir salkım söğüt vardı.

ne garip bir bilmece
tanrının uzun eli
elimin üzerinde
bir ayrılık korkusu
içimin dehlizinde
beni sarsarken rüya
ve nefretin gölgesi
için için ağlayan
kapımızın önünde
bir salkım söğüt vardı.

mayıs 2000 -van
-yıllardır kapımızın önünde her bahar arzı endam eden
salkım-söğüt, bu bahar sus-pus, onun da yaşlandığını
farketmekte gecikmişim galiba-

Müştehir Karakaya

Genel Aşk

Gözyaşları bir sırdır
gülümseme bir sır
ve bir sırdır aşk.

Aşkımın gülümsemesiydi
gözyaşları, o gecenin.

*

Öykü değilim anlatasın,
nağme değilim söyleyesin,
ses değilim işitesin
değilim öyle bir şey
ki göresin
ki bilesin

ortak bir acıyım ben
haykırsın beni, sesin.

*

Ağaç ormanla konuşuyor
ot ovayla
yıldız kâinatla
ve ben
seninle konuşuyorum

Adını söyle bana
elini ver bana
lafını söyle bana
kalbini ver bana

ben köklerini anladım senin
senin dudaklarınla konuştum tüm dudaklara
tanıdık ellerimle ellerin.

*

Aydınlık tenhalarda seninle ağladım
yaşayanlar için
karanlık mezarlıklarda seninle söyledim
en güzel şarkıları
çünkü bu yılın ölüleri
en aşık yaşayanlardı.

*
Ellerini ver bana
tanıdık ellerimle ellerin
ey, geç bulunmuş!
seninle konuşuyorum
bulutun tufanla
otun ovayla
yağmurun denizle
kuşun baharla
ağacın ormanla konuştuğu gibi

köklerini anladım senin, çünkü
çünkü
tanıdık sesimle sesin.

Ahmed Şamlu
Çeviri: Ayşegül Sütçü – Hamit Toprak

Marizibill

Büyük bir caddesinde Kolonya’nın
Bir gider bir gelirdi akşam vakti.
Herkese cömert, şirin, cana yakın;
Bitince kaldırım gider içerdi,
Basık meyhanelerde yorgun argın.

Kuru tahtalarda yatmaya razı,
Alyanak kumral bir oğlan yüzünden;
Bir Yahudi, sarmısak kokar ağzı,
Çin dönüşü Şanghay kerhanesinden
Çıkarıp getirmişti kızcağızı.

Çok görmüşlüğüm var böylelerini,
Omuzlarına ağır gelir kader;
Kararsız, rüzgârda yaprak misali;
Gözleri kısık lambalara benzer;
Kalpleri işler kapıları gibi.

Guillaume Apollinaire
Çevirenler : Sabahattin Eyuboğlu – Necati Cumalı