Derimin Altında

Şüphesiz ki insan, kendi kendini izleyendir.

Sense dağ yolları gibisin, kırlardan geçen
ben seni böyle böyle ezber ettim, ismimi
unutarak, sabah sisi kalkar gibi bir bağ bozumu
neşesi. Gözlerini aralıyorsun tutunduğun uçurumların
bir yar korkmaz kendine düşmekten oysa,
ve suçlu gözleri ancak bir sevgilinin gözleri
affedebilir, iki zirve gibi birbirine dokunmadan.

Sende yeniden doğan’ım, yalçın kayalar üstünde
kanatları rüzgârla sevişmelere açık, bir mırıltıyken
serin dağ suları. Sen sesini rüzgârlara taşıtırsın
sıcaklığın derimin altında bir yangın gibi tüterken.
Bir keman gibi boynuna sokulmak düştü bana
ellerine bakarken ellerimi anlamak; bir aşktan
geriye hangi suskunluklar kalırsa, öyle bakakalır
durgun bir göl kendine, içine bir zümrüt düştü
sanır, ben senin esrikliğin sanırım içtiğim şarabı.

İşte bu havayla dönüyorum şimdi şehre, ağır
ağır akşam oluyor, ben akşama doğru olmayı
tanırım, öptükçe dilinin nasıl da şiirim olduğunu
öyle sonsuz sarılırım kollarımın arasında bıraktığın
rüyana, rüya beni kendi geniş uykusu sanır.

Güneş gören bir ev gibi ısındı içim senle, dallarıma
kuşlar, rüzgârlar konar. İşte birini sevmek böyledir
sevgilim, sen daha sevgili bile olduğunu bilmezken
sen bana düşersin, gelincik tarlaları bana, papatyalarla
yıkarım uzayan saçlarımı, sen bir dağa gömer gibi yüzünü
içine çekersin tenine saçılan kokumu, “birini sevmek”
dersin, bana dönüp dokunursun ışıktan parmak uçlarınla.

Şüphesiz ki insan, aşkta unutandır kendini.

Ersan Erçelik

Beautiful-footprints-photographs9 Derimin Altında

Gırnataya On İki Kandil

1

Yere ve göğe bir ev
Burası, Akdeniz ile Sierra Nevada arası.
Dağ elini koyuyor dalganın eline
deniz ağacın pencerelerini kuşatıyor.
İşte Gumara kapısı,
El-Hamra’ya çıkan şairlerin
hayallerini görüyorum
Hugo, Gongorra, Jimenez, Rilke, Lorca
Armando Blasio Weldes’i işitiyorum:
“Kaç kez istemişimdir Gırnata çağında
doğmuş olmayı”.
Bu tarihin ıtrına dar geliyor feza,
bu toprağın kokusuna dar geliyor tarih.
Tırman ey şair soruların burçlarına, reyhanın havasını oku,
daya dudaklarını anlamın şarabına.

2

İşte el-Hamra kapılarını göğe açıyor
çıkmak ve çocuklarını ziyaret etmek için.
Bir el – beş vakit namaz
Bir el – kötülükle vuruşmak için bir tılsım,
ne taşıyor böyle sallanan bu el
kanayan bir nar mı, çığlıktan bir ciğer mi?
İşte Guadaira nehri:
Bir halhal ve iki çıplak ayak
Güneşin çevresini tutmuştu fareler,
işte, çizgilerin ve renklerin
taylesanında uzanmaya bıraktım onları,
gizemli nüktelere daldım
kaygılarımı yeşil bir tılsıma hapsederek:
Yaratılışın Adem’i hayal
Uygarlığın Havva’sı el-Hamra/kırmızı kız.
Düş gör düş gör
Düş görmezsen uyku ve gece seni yiyecek.

3

Şarabın kapısı,
Giriyor muydum, çıkıyor muydum?
Benden sarhoş oldu eğimler ve harmaniler
içinde tarih yasemininin ürperdiği.
Kûfî hattı ve nesih hattı bahçelerinde sarhoş oldum,
Seni getiriyor müzik ve gidiyor
her mekâna ve mekânsızlığa.
Avlular, ışık göllerinde yüzen muvaşşahlar.
Ve renklerinden çıkmak üzere
giren nice kelebekler,
duvarlar önünde derin saygıyla,
çamurun bir teşbih olduğu yer
duvarların esire kardeş olduğu.
Hayat – bezemenin gövdesinde bir göbek
yıldızlarsa kulakları altında perçemler.

4

Bulutlara dokunmaktan korkma
ey adımlarım, dingin olun, de!
Siyahın meydanında reyhanların
meydanında
suyun merdiveninden iniyor ay
sevdiği yüzle buluşmak için suda
çevresinde kandillerin ışığı utanıp sönüyor.
Bu sütunların ayak kemiklerinde
süslemelerin fısıltısı
kemerler çekilişler ve dalgalar.
Kim bu narin nakkaş?
Bezemesine yıldızları hapseden
ki çıkmak istemiyorlar oradan.
Hat – içinde zamanın suyu aksın diye
mürekkebin kazdığı bir ırmak.

5

Ey bezemenin müridi, işte kutbun
kubbeler de hâller ve makamlar.
Kubbede bir hışırtı içinde kanatlar saklı
altında coşku hareketli bir koltuk
aşk ceylanlarının taşıdığı.
İşte, sonsuzluk bir cübbe giyiyor
bir lambanın içinde oturuyor ufuk.
Kulak verin revaklara:
Güneşle gecenin çiftleşmesi
benimle benim aramda sürekli bir
düğün bu.
Ama gövdem benim değil.
Özleyiş ve lezzet onu aldı benden.
Öyleyse bırak beni ve algıyı alevlendir
Heveslerimi uyandır.

6

İşte bu varlıklar
Pencerelere giysiler diken iğnenin
deliklerine giriyor
Orada gemiler ve erkek geyik boyunları
orada at sırtları, birine bindim
ve mesafelerin hurmasını silkeledim.
Bilmem neden ağlıyordu o pencere
Uzayın ona mavi mendilini uzattığını gördüm
ayın bulutlarla örtülürken
el-Hamra’da yarattığı
harikaları anlatıyor şu pencere de.
Ancak düş gemilerinin sığabildiği
göller misali pencereler
pencereler – yıldızların kulaklarında küpeler.
Boşluk el-Hamra’nın alfabesine
yaraşmayan bir sözcük.

7

Kumariş hamamında sarı, mavi,
kırmızı arasında,
anlatılmaz bir susuzluğa düşüyor su,
sen anlayabilirsin bu neden böyle.
İşte fıskiye bir gövde olmaya çabalıyor
bir şarkıya dönüşmek suyun işi de.
Yıkananların her biri,
belini göğün kucakladığını sanıyor.
Doğanın ve ötesinin
boynuna sarılıyor
yahut bana öyle göründü.
Bana öyle göründüğünü düşünüp
dedim ki:
Bu delilikte
Nesnelerin ne idiğini bilmemek iyidir.
O akşam Gırnata
hayalimde uyumadı
kollarımın arasında uyudu.
Bornozlarının eteklerini sürükle
ey Gırnata
zamanın bundan dolayı tökezlemesi
hoş olur.

8

Bir köşe fısıldadı bana:
Girdin, ey şair, üçgenime
yazık ki çıkacaksın,
süt dolu memelerim var benim,
kabım yok.
Benim gibi ol
Yolculuk et ama kendi gövdende,
ki oluşu kuşatasın güzelce.
Köşe dedi ki:
Akıl burada duyunun hizmetinde,
bezemedir çamura söylemeyi öğreten.
Ama yetişir bu bezemeye bakıp durduğun,
ardında yoldan çıkmışlar yürüyor havada
kuşkunun erguvanını giyerek
El-Hamra’nın köşeleri bilimi yalanlıyor:
Işık saçılıyor onlarda sanki henüz keşfedilmemiş bir sorgucu.
Sen köşeleri tuttun pantolonlarını
toplayarak
güneşin ışınları sanılarla sarınırken.

9

Nakış ve bezeme tabakalarının altında,
düş için oyulmuş ırmaklar
Bu kubbenin altında cellât yok
kan yok bu revakta
şiirin ayak izlerinden başka iz yok.
El-Hamra’nm kapılarına yaslanmış
erkekler
kuruntuya fırlatılmışlar sanki
yolculuğun tepelerinden
cenneti evine çekmeye çalışıyor her biri.
Gırnata’nın düğünlerine kadınlar esin üfler
tepelerde saç örgülerini çözen yıldızlar.
Ama gövdem hüzünlü şu anda-
Daha doğmamış olduğumu söylesem mi?
Gelme gelme ey yarın,
Mühlet ver, bekle öğrenelim
seni nasıl göreceğimizi,
Seni nasıl karşılayacağımızı
bilelim de öyle gel.

10

Zaman bir ihtiyar,
kırık bir arabanın gölgesinde oturuyor
mevsimleri tüttürerek
El-Hamra’nın duvarlarına söylesem mi acaba:
Ceplerini parçala!
Sütunların ağlamasını istesem mi?
“Yaralarına merhem sürmeye vaktim olmadı”:
Bana böyle seslenen o vakit mi?
Dinle ama hayalini, ey Gırnata, düşen kırışıklıkları avutuyor o hayal,
Burçlarına kulak ver
sevgi kasideleri okuyor.
Ama, ama
İşte bana bir kitara veriyor bu gece
Sehere şarkı söyleyeyim diye.

11

Şiir yüz hatlarını feleğin üzerine kazırken
El-Hamra’nın göbeğinde oturan bir felek söylüyor
Başka bir usturlap mı doğuyor?
Ve neden sevmiyorum ben
göremeyeceğimdekinden başka bir şeyi?
Böylece yaratışla eylemini
birleştiriyorum,
nesneyle eşini
nesneyle karşıtını,
ve diyorum ki yarının meydanlarında
Gırnata’nın elleri
Nesnelerin hepsi önden gelsinler diye-
İşte Gırnata’nın adımları yazıyor
eşsiz bir mürekkeple oluşun muvaşşahını.

12

Gırnata’ya kulak ver, ey şair,
sen geçip giden akşama âşık olmadın
gelen sabaha tutuldun çünkü sen.
Akşam sehere hazırlanıyor –
Sana ufku açan bir kök
ve sana yükseklik sağlayan bir derinlik.
Güneş gibi, Gırnata gibi
senin de yanağın iki:
Doğuda bir yanak,
Batıda bir yanak.

Adonis
Gırnata 1996

iqra_by_kavsikuzah Gırnataya On İki Kandil

Sonsuz Şiir

– sen sonsuz bir şiirsin aslında

I –

mahzun gözlerinde bir sonsuz şiir
bir baksan yanarım dilim lal olur
gözlerin gözlerin bir sonsuz nehir
bir aksan kalbime ihtilal olur

el edişin aşka bir sonsuz şiir
seninle istanbul olur her şehir
bir yürürsün ki ah! ne desin şair
endamın bir suna bir maral olur

rüyan bile yağmur bir sonsuz şiir
pişir gözyaşıyla gönlünü pişir
böyle ağlarsın ya ruhum depreşir
ne sen kalır ne ben bir melal olur

ve gülümseyişin bir sonsuz şiir
yürekler birleşir yer gök birleşir
yalnızlık kederle son kez sevişir
bu gurbet bu hasret bir hayal olur

ellerin duada bir sonsuz şiir
ölüm hayat olur devran değişir
düğün ki ruhuna ruhum erişir
bu yokluk bu dünya bir masal olur

I I-

şarkılar yaralı kırgın şarkılar
iki şehir iki yürek arası
yüreğimde bugün bir gariplik var
kapanmaz bu aşkın şiir yarası

el et de sevdaya başlasın devrim
yoksa bak bu şiir boynunu büker
ben seni seversem sonsuz severim
açar gök kapısın dağlar diz çöker

ne yıllarca yalnız beklemek kolay
ne yılları birbirine eklemek
seni sevmek bana sonsuz bir halay
Allah için senin için bu emek

elbet biter dünya günleri elbet
sonsuzluk senin de kapını vurur
bir aşk için kopar bütün kıyamet
cennet sevda akar cehennem gurur

rüya baştanbaşa sonsuz bir rüya
saçların saçların aşktan bir perçem
o gözlerin nasıl unutulur ya
ey sonsuz şiirim ey minikserçem

Sıtkı Caney

enews-8625opzb3-243159-475-317 Sonsuz Şiir

Safirnâme

bunu nasıl yazmalı
nasıl edip yazmalı bunu?
dil yanarken ateşinde yalım yalım
düştü yakamızdan güzalıcı karanfil
mayestro!
dünyadan erkler korosu

sen de mi demekten yoruldu sezar
uzadıkça uzadı akşamlar sabaha
ellerinde dörtnal izi
aynattı hodan çiçeği:
hiç kahraman yok!
hiç kahraman yok!
ne yeni ne eskisi
çitiledikçe bozaran
puslu göğün altında

yitirdik kabilelerimizi
-totemi o içten gül!-
bir nefesti tek bir nefes
donmadan göl
sondan bir önceki

vakterişti, doldu mühlet
hey cânım, heyecânım!
dile geldi dilsiz taş:
ben varım! dedi telli turna
ben varım! dedi “kayayı delen incir”
ben varım! dedi suyu öpen gölgesi söğüdün

çek şafağı kınından
ışığa kes yeryüzünü

bak ufukta şaha kalkan atlar var
görülmemiş rüyalar!
bütün küsülü küller adına
ve hatırasına o narçiçeği sevincin
yak hadi ateş böceklerini içinin
durma yak!

tut ki
sevdiklerin ölmemiş ve kaymamış daha
en parlak yıldızları göğün

gittikçe ağırlaşırken hayat
gittikçe sağırlaşırken dünya
ey olduran ve solduran yakaza!
ey canımıza minnet mihnet!
sana bu şiiri yazdım, sâfi safir
sana bu şiiri, soluk soluğan!
gagasında kuşlar getirecek

Perihan Baykal

%C5%9Fiir+okuyan+g%C3%BCvercin Safirnâme

Süveydâ

Ne yana baksam hüznün
telaşı…”bende bulutlanmalar”

Her şiir
boşluğa savrulan bir sicim gibi
gül
karanfil
ve zaman
kadar ürkek aynalar
erguvâni sessizliğe bürünürdü
yalnızlığa sürüklenirdi akşam
melankoli ve korkuyla içiçe

Her şey
ölüm kadar çocuksu
her yer
tarz-ı kadîm üzre
tenha
gül, karanfil ve zaman….

Ne yana baksam hüznün
telaşı… “bende bulutlanmalar”

Umman Şahiner

BENDE+BULUTLANMALAR Süveydâ

Veda

Gülay’a

ırmaklar incitirse yağmuru
yüreğinden hüznümü sakla-
dığım fânus kırılır… gözbebeklerim/de
biriktirdiğim keder… dudaklarım da
çürüyen -aşk-
sadece kelimelerdir.

Âh… ne yazık ki
gecikmiş bir ömrün -artakalanıyım-
bütün yağmurlara biraz solgun bakarak
aynalarda….

Umman Şahiner

veda Veda

Sungu

1.

en zor günlerimdi
en kor günlerimdi!

yağıp esip serinlettin içimi, delcileyin
kazıp kazıyıp
derinlettin!

inandım
kazaya ve kedere
gölgesine huma kuşunun
devcileyin

işledin beni iliklerime kadar
gümüşledin, gülledin

açtım, bîlaç
mavi somonunla besledin

dili ısrar, ili esrâr
sözün ağzımdan aldı közümü (alsın!)
eğildim
suça değdi saçlarım

susmanın ilminden geçtim
aşkın kadim toprağından
bir hasreti kuşandım da geldim sana
bir kuşluk vakti

sür’gününüm

al, avuçlarımdaki bütün çizgiler senin!

2.

bırak döksün kavını yalan!
a’yan! be’yan!
at tozunu gülün, kostak yürü
u’yansın cihan!

işte hayâlim işte hânem
ziyâsı gökten yere, siyâbend!
gel buyur, otur başköşeye

banayım ateşimi terine, kanayım
derine, hep daha derine
sureti boşver, aslın olsun perdemde

gel fethet beni
bitsin bu fetret!

3.

bir yarayı büyütüyoruz şimdi seninle
(anarak edip’i)
campo dei fiori meydanında yanan kalbim!
karıncalar, kuşlar ve cânım gökyüzü

ah larçin, larçin, larçin
ardına saklanacağım bir ağacım bile yok
(hiç olmadı)

bindim bilinçaltımın atına gidiyorum hey!
rahvan ve rahim rahvan ve rahim rahvan
ve rahim

kurşun sesi ve cıvıltı arasındaki gülâyan fark
aşk!
korusun bizi

inandım rahmetine şafağın
inandım kazaya ve kedere

su gibiyim
şırılçıplak

al, sağıncım senin!

Perihan Baykal

su+gibiyim Sungu

Dünyayı Taşıyor Omuzların

Bir gün gelir, “Tanrım!” diyemezsin artık.
Toptan bir temizlik zamanıdır.
Artık “Sevgilim!” diyemeyeceğin bir gün.
Çünkü boşunalığı kanıtlanmıştır aşkın.
Ve gözlerden yaş akmaz.
…Ve ancak kaba işlere yarar eller.
Ve kuruyup kalır yürek.

Kadınlar boşuna çalarlar kapını, açmazsın.
Tek başınasındır, ışıklar söndürülmüş
ve karanlıkta parlar kocaman gözlerin.
Belli ki acı çekmeyi bilmiyorsundur artık.
Ve hiçbir şey istemiyorsundur dostlarından.

Kimin umurunda yaşlanmak, yaşlılık nedir ki?
dünyayı taşıyor omuzların
ve bir çocuğun elinden daha hafif dünya.
Savaşlar, kıtlıklar evlerde aile kavgaları
hayatın sürüp gittiğini kanıtlıyor
ve kimsenin özgür olamayacağını.
Bu gösteriyi acımasız bulanlar (o yufka yürekliler)
ölmeyi yeğ tutacaklardır.
Bir gün gelir ölüm de işe yaramaz.
Bir gün gelir bir komut olur yaşamak.
Yalnızca yaşamak, hiç kaçış olmadan.

Carlos Drummond de Andrade

bir+g%C3%BCn+gelir+%C3%B6l%C3%BCm+ise+yaramaz Dünyayı Taşıyor Omuzların

Tehlikeli Belki

bir martı en fazla kanadından kırılır
bilsen bu kadar bakmazdın saate

sesimin üstüne tarçın sevmezdim
dökmek dil alışkanlığındı

ışığa bulanmış parmak arası perdelerin
çöl kenarı avuçlarından öpmüyorum bile

beni hep sormadan cevapla en çok da ellerimi
sağdakini biraz daha diğerinden

çünkü her acı üç harfli değil
bunu taşlardan öğrendim, adını da

şimdi ben ıslaksam
dille kapatılmış bir zarf kadar, hepsi o

Didem Gülçin Erdem

294klndm Tehlikeli Belki

Bin Yıl Daha Ülkesiz

Nereye
O uysal saçlarınla nereye, hem sen nereye
Nereye ey gözleri gurbet
Sınadım kendimi bir başka biçimlerle
Her iklimde dondum, her aynada hiç
Yüzünü dön
Yüzünü dön
Can aynam paramparça…

Nereye
O atlarla nereye, hem sen nereye
Nereye hiç dönmeyecekmiş gibi böyle
Ardından kanım akıtır kendini gittiğin yere
Çeviremem önünü kırılmış ellerimle
Yüzünü dön
Yüzünü dön
Düğüm at damarıma…

Gidersen
Bin yıl daha ülkesiz bir çocuk kalır
Yıldızsız, pusulasız, mülteci, kanamalı
Gidersen fırtınada en ince söğüt dalı
O sabah kırılırım toprağıma düşemem
Yüzünü dön
Yüzünü dön
Gülümse baharıma…

Adnan Satıcı

nereye Bin Yıl Daha Ülkesiz