Çünkü hiç hazır olmadığım bir yaza girmek üzereyim ve çünkü geçen kışın soğuklarında, şimdi senin rüzgârlı bir tepesinde uyuduğun bu kentteki son sevdiklerim, beni, sevdiğim için öldürdüler!
Bazen kendi evini terk etmesi gerekir insanın. Tası tarağı toplayıp ardına son bir defa bile bakmadan çekip gitmek. Çünkü ağır geldiğini hissedersin bazı evlere, insanların sana “gitse de kurtulsak” gözüyle baktığını. Bunu fark ettiğin ama …
Muzenî anlatıyor: Ölüm döşeğindeyken Şâfiî’nin yanına gittim ve; “Nasıl oldun?” diye halini sordum. Şöyle dedi: “Dünyadan gider, kardeşlerden ayrılır, ölüm şarabını içer, Aziz ve Celil Allah’a varır oldum. Bilmiyorum ruhum cennete gidecek de onu kutlayacak mıyım, yoksa cehenneme gidecek de acısını mı paylaşacağım. Sonra ağlayarak şu beyitleri okudu:
Musibetler karşısında Allah’tan kork ve ümit et O’ndan Israrcı nefsine uyup da pişman olma Allah’ın affını müjdele, şayet müslümansan Korku ve ümit: kal ikisi arasında.
Kalbim sertleşip daralınca yollarım Ümidi affına merdiven yaptım Suçum büyük olsa da Sana yöneltiyorum isteklerimi Mahlukâtın ilahi Ey lütuf ve cömertlik sahibi!
Evet büyüktü, çok büyüktü günahlarım Fakat rabbim onları affınla kıyasladım Affın daha büyüktü Sen affedensin tüm günahları Cömertsin, lütfeder, bağışlarsın. Beni affedersen eğer. Sınırı geçmiş bir âsi kulu Affetmiş olacaksın. Kavuşsa da Müslüman adıyla sana Bir şey değildir o Azgın bir zalimden başka.
İntikam alsan da benden, ümitsiz olmam Hatta suçum yüzünden cehennemi boylasam. Günahım çoksa da eski ve yeni Affın daha yüce ve geniştir Ey mağfiret sahibi!
Hiçbir âbid Senin lütfun olmasaydı İblis’e direnemezdi Seçkin kulun Adem’i bile aldatmışken Nasıl karşı koyabilirdi!
Cennete girip huzura mı ereceğim Yoksa ateşe girip, pişman mı olacağım Bir hissetseydim!
Allah içindir inan O arifin işleri, zarif ve necip Vecdin ve sevginin sınırlarını zorlar Taşar göz kapaklarından kan Gece uzattığında karanlığını nefsine Korkunun şiddetinden eser bir matem O kalkar teheccüde Rabbini zikrettiğinde fasihleşir dili Dili dolaşır, acemileşir O’nun dışında söz ettiğinde.
Gençlik günlerini hatırlar Cahillikte işlediği günahları. Gün boyu yoldaşı olur kederler Karanlıklar çöktüğünde Uykusuzluğa ve sesine gecenin Kardeşlik eder
Sevgilim, der Sensin tek arzum, tek gayem sensin Ümitle bekleyenlere, isteyenlere Ganimet olarak yetersin Önce azap edip, sonra hidayet eden Bana sen değil misin?
Ve devam ettiren sensin Lütfunu, nimetini İhsan sahibinin umulur affedilmesi Ayak sürçmelerimi, düşüşlerimi Umulur geçmiş suçlarımı örtmesi.
Nerede buz varsa, iki kişilik serinlik de vardır. İki kişilik. Onun için getirttim seni. Çevrende ateşten bir solukla – Güllerden gelmiştin.
Sordum: Neydi oradaki ismin? O isimdi bana söylediğin: Kil parıltısı vardı üstünde – Sen, güllerden geldin.
Nerede buz varsa, iki kişilik serinlik de vardır: Çifte ismi ben verdim sana. Gözlerini o isim altında açtın- Bir ışık vardı buzdaki deliğin üzerinde.
Şimdi ben kapatıyorum, dedim, gözlerimi: – Al bu sözcüğü – benim gözlerim seninkilere anlatmakta! Al ve tekrar et arkamdan, ağır ağır tekrar et, geciktir geciktirebildiğin kadar söylemeyi, gözlerini ise – açık tut, tutabildiğince!
Burada-kiraz çiçeğinin oradakinden daha koyu olmak istediği yerde. Burada – o çiçeklere öyle olabilmeleri için yardım eden el. Burada – binip kum ırmaklarıından yukarı seyrettiğim gemi demir atmış yatıyor, senin serptiğin uykularda.
Burada-anlamı, tanıdığım bir adam: şakaklarında, bir zamanlar söndürdüğü korların renginde kır serpintileri Kadehini fırlatmıştı alnıma yara izini öpmek için dönmüştü. ve sonra, bir yıl geçince aradan, Dile getirmişti ilencini ve kutsamasını, bir daha hiç konuşmadı.
Burada-yani akşamlarından beri, bir bulutla birlikte yönettiğiniz kent.
En parlak yanan, saçlarıydı akşam sevgilimin: ona yolluyorum en hafif tahtadan yapılma tabutu. Tıpkı düşlerimizin Roma’daki yatağı gibi, dalgalarla sarılı; beyaz bir peruk takmış benimki gibi ve sesi kısık çıkmakta: yüreğin kapılarını açtığımda benim gibi konuşuyor. Bildiği Fransızca bir aşk şarkısı var geç ülkelere yolculuğum sırasında ve sabaha mektuplar yazarken söylediğim.
Duyguların kakmasını taşıyan güzel bir sandal bu tabut. Daha gençken senin gözlerinden, onunla bırakmıştım kendimi kanın akıntılarına. Şimdi ise Mart karlanında ölü bir kuş kadar gençsin, şimdi sana gelip söylüyor Fransızca şarkısını. Hafifsiniz: ilkbaharımı sonuna kadar uyuyorsunuz. Ben daha hafifim: yabancılara söylüyorum şarkımı.
İnsanlar bir gülü bir senetle Değiştirmeye alıştılar İnsanlar başka insanların hayatını Bir hezaren sandalye midir hayat Dizip kaldırmaya alıştılar İnsanlar yüreği ve onuru, alıştılar Yelin üflediği yaprak mıdır onur Yürek arsız otlar gibi ayak altında Tanımıyor kimde kimseyi Ve kendini tanımak istemiyor İnsan tanımazsa kendini insan Nasıl varolabilir
Bu yüzden dünya hey koca dünya Dönüyor bir ölüler ülkesine Susanlar şimdilik Oyunun dışına düşenler Yalnız onlar doğrulup kalkacaklar Gün kıyamete erdiğinde
Hüznümle vedalaşmayı bana öğretmediler yüzümde eğri takılmış gülümseme Görünmez kaldı kendi diktiğim Bana giydirdikleri gömleği gösterdim.
Gülten Akın
Gün kendini değiştiriyor. Ama insan kendini değiştiremiyor. Yılların getirip yüklediği ağırlıklar var, bedende, yürekte. Susmuyor, geri çekilmiyor, dinlenmiyor bir an. Bitkin uyanıyor. Düşler bile aynı, hep aynı. Dar ve kısır yaşamdan olmalı; yaşlılık işte… …
Pazartesi ve Cuma günleri ikinci hayatımı yaşıyorum dörder saat. Diyaliz, dört yıl oldu. Yeni başladığımda bir genç kız (o da diyaliz hastası) bana öğüt verdi (o on yıllıkmış) ‘İki hayatınız olmalı. Evdeki sıkıntı, sevinç vb ne varsa evde bırakıp çıkacaksınız. Diyalizde yaşadıklarınızsa özellikle orada kalmalı. Evde evi yaşamalısınız. O becermiş, genç olduğu için belki. Ben henüz beceremiyorum. Eve diyaliz sokmuyorum pek de ev hastaneye benimle geliyor. Ev değil yalnız, dışarıdaki her şey. Ağır çok ağır bir dünya.
Haiku, ölüm karşısında içinde şakacıdır: Onun neşesi, bütün ağırlığıyla ölümle birlikte duyulan yaşamın neşesidir. Çiyoni’nin “benim küçük yusufçuk avcım” diyerek ölmüş oğluyla ilgili yaptığı şakadır bu. Bu anlamda, Başo’nun, ölüm-döşeği haikusunu şöyle de anlayabiliriz: Her haikun, onu yazdıktan hemen sonra ölecek durumdaysan -ölmeyi düşünüyor, ya da öleceğini biliyorsan-jiseindir. Yani, her haiku, zaten, şakacılığında, ölüm taşır.
Şimdi anlıyorum: Rilke’nin yukarıda verdiğim mezartaşı yazıtı, tabii ki, jiseisiydi-kan kanseri olduğunu ve öleceğini öğrendikten sonra, mezartaşına yazılsın diye, yazdığı… (Gene ayraç içinde şunu da belirteyim: bu jisei, kendi yazanına yönelik, bir ‘seslenme’li haiku, aynı zamanda-
-kendi mezarının üstündeki taşa yazılacağı için de, ‘iltifat’ ettiği ‘evsahibi’ kendisi olacak-bkz Dizin…)
Bu kadar sözünü ettikten sonra, şimdi de sıra, bir saplama yaparak, ‘yaşama veda’ anlamına gelen jisei‘ye örnek vermeye geliyor:-
YH’ın derlemesinde 40 kadar Zen keşişinin Çince şiir biçiminde ve 320 haijinin Japonca haiku biçiminde yazdıkları, ‘ölüm döşeği’ metinleri yer alıyor.
Bu ‘ölüm metinleri’yle ilgili belirtilmesi gereken, gene önemli bir kavram olan ‘son şiir’ (zekku)dan farkları: jisei, rastlantıyla, ölmeden önce yazılmış son haiku değil; ölmekte olma bilinciyle ölüm karşısında yazılmış, ölme-haikusudur.Jiseinin önemi, ömürboyu haikuyla uğraşmış haijinin, bütün deneyimini ve ustalığını toplayarak, kendi ölümü karşısında/konusunda söyleyeceği haikuyu söylemesin- de…
Böylece de, kendini yazanın ölümünü konu edinmekle, jisei, yazılmış olmasıyla, ölümle ilgili son bir şaka yapar.
…
1692
Uzun aradan sonra Edo’ya dönmüş olan Başo’yu düşkırıklığı beklemektedir: şehir hızlı bir ‘modernleşme’ değişimi içindedir-Zeze’deki bir öğrencisine yazdığı bir mektupta şöyle diyor:-
Bu kentin heryerinde, insanların, ödül kazanmak için şiir yazdığını görüyorum; böylece de, yarışma yargıçlarına bol bol iş düşüyor. Ne tür şiirler yazdıklarını tahmin edebilirsin. Bunlar konusunda ne desem, sert sözlere varacağından, söylediklerini işitmezlikten, yazdıklarını görmezlikten geliyorum.
Haikai ‘moda gösteriş, ve, herhalde, satış konusu olmuştur. Başo bu durumdan hoşlanmaz öyle ki, Bahar’da kiraz seyretmeye bile gitmez:-
Kiraz baharlarıyla ünlü yerler, an-şan peşinde; bağırıp çağırmaktan, gürültü etmekten başka birşey bilmeyenlerle doludur.
Haikaiyi tümüyle bırakmayı bile düşünür-Mart sonu ya da Nisan başı, bir haibununda şöyle yazar:-
FUGA YOLUNU TERKEDİP ŞİİR YAZMAMAĞA ÇALIŞTIM AMA, HER SEFERİNDE, BİR ŞİİRSEL UYARI YÜREĞİMİ ÇELDİ, KAFAMDA BİR DÜŞÜNCE PIRILDADI. BÖYLEDİR FUGA’NIN BAŞTANÇIKARICI BÜYÜSÜ
Artık yalnızca çok dar bir izleyici çevresi içine çıkmağa başlar. Bu küçük çevre, onun için, Fukagawa’daki ilk kulübesinin yakınlarında, yeni bir kulübe yaptırmıştır; ‘eski’ Muz ağacı da yokluğunda korunmuştur; bahçeye dikilir-Başo üçüncü ‘Başo’ kulübesine yerleşir.
1694
Başo yola çıkmağa niyetlenmektedir: hem, doğumyerine bir kez daha uğramak bunun son kez olacağını bilmektedir: sıladaki bir dostuna, 13 Şubat’ta şöyle yazar:-
Sonumun geldiğini hissediyorum
-; hem de, hiç görmediği ‘Batı’nın Ucu’na gitmek… Nisan’da çıkmak ister, ama sağlık durumu yolculuğu sürekli ertelemek zorunda bırakır onu.
Bu arada yakın izleyici ve dost çevresi içinde etkinliğini sürdürür—bunlardan sonuncusunda (Mayıs sonu) üslubunun temel ilkesi karumi’yle ilgili, şu açıklamayı yapar:-
Bu günlerde tutturmağa çalıştığım üslup, hem biçim hem dize bağlantılarında, hafif bir üslup; öyle ki, kumlu yatağında akan sığ bir dere seyrediliyormuş gibi bir izlenim versin.
Ancak 3 Haziran’da yola çıkabilir-o da, bir ‘tahtırevan’-‘sedye’yle taşınarak…
Yolda, sağlığının biraz düzeldiği günlerde, öğrencileriyle buluşur.— Kulübesini Jutei’ye bırakmıştır onun öldüğünün haberini Temmuz sonunda alacaktır.
Yaz içinde, bir süre, Otsu ve Zeze’de, öğrencileriyle buluşur, Mumyo kulübesinde bir süre kalır, Kyoto’ya uğrar, Ueno’ya gider—sonra yeniden yola düşer…
Osaka’ya dek gidebilir. Bu kez başağrıları, ateş ve titremeler, durdurur onu: 26 Kasım’da, artık, anlamıştır: yemek yemeyi keser, yıkanır, tütsü yakılmasını ister-ağabeyine bir mektup yazarak, ondan önce gittiği için özür diler.
28 Kasım günü de çoğunlukla uyur; ama öğlen, birara, uyanır- öğrencilerinin sopalarla sinek avlamaları hoşuna gider, neşelenir…
***
188.
Sayılmayan
biriyim diye düşünme
ruh-bayramında
MU bir başlık veriyor:-
HEMŞİRE JUTEI’NIN ÖLÜM HABERI ÜZERİNE
ama kaynak belirtmiyor. “Hemşire” (Ing. nun) olması, Jutei’nin bir manastıra kapanmış bir kadın keşiş olması anlamında.
tamamatsuri, lunar takvimle Yedinci Ay’ın Onüçü’nde (1694’de, 2 Eylül’de) başlayan ve dört gün süren bir Budist bayram: Bu günlerde her aile, kendi mezarlığını ziyaret eder ve, ruhları oraya gelerek yaşayanların durumlarıyla ilgilenen ölmüşlerini, anarmış. Başo da, Ueno’da, Matsuo ailesinin türbesinde törene katılmış ama Jutei ‘resmen’ karısı olmadığı için, onun adı türbede yazılı değil...
Haikuyu Jutei’ye bir seslenme olduğu kadar, Başo’nun kendi kendisine söylediği bir söz olarak da okuyabiliriz: ‘Daha sayılmadın; ama, bekle hele; sen de sayılacaksın…’
195
ŞOŞİ
kono miçi ya
yuku hito naşi ni
aki no kure
DÜŞÜNCEM
Bu yolu işte
yürüyen kimse yok
güz akşamında
Osaka yakınlarındaki bir Çay Evi’nde (lokantada?) (MU: 13 Ekim), yazılmış-anlam açık: kimse yok, hiç… Kr şöyle diyor:-
“İlk bakışta hiçbirşey söylemeyen bir haiku. Bir yol görünüyor; bununla ilgili de deniyor ki, “üstünde kimse yok”. Pekâlâ, demek kimse yok, diyesi geliyor kişinin; iş de burada bitecek. Ama iş ilkin o noktada başlıyor; haiku, orada somutlaşıyor: çünkü yolu önünde gören ve “bu yola kimse çıkmıyor” diyen kişi, o yola çıkmış olan kişidir; bunu ‘kimsenin yolu’ olarak tanıyan Ben, aynı zamanda bilir ki, bu, Ben’in yoludur; bir tek Ben’im olan bu yol, Güz içinde, Akşam’a yürünen Yol’dur…”
“Yol” (ya da ‘patika’; yani, ‘izlenen yol’-‘yol-iz-) anlamına gelen miçi, klasik Çince’de tao diye okunan ideogramla yazılıyor: en geniş anlamıyla ‘yaşam yolu’, dinsel anlamda da ‘izlenmesi gereken yol’. (İslam’da da “tarikat”, “izlenen yol’ (tarik) sözcüğünden türemiştir.)
‘Akşam’ ile ‘gece’ arasındaki zamansal / anlamsal farkı Japonca nasıl belirliyor, bilemiyorum; ama, buradaki, Türkçe’de, ‘gece’ye daha yakın sanki-MU, “akşam çöküşü” deyimini yeğliyor; başlığı da
HİSSETTİĞİMİ DİLEGETİRİRKEN
diye veriyor.
ya burada da “işte “ye yakın düşüyor; RA da bunun güçlü bir vurgu oluşturduğuna dikkat çekiyor:-
İşte bu yol ya!
Ah bu yol işte!
Başlığıyla birlikte ‘hissettiklerini düşününce’, Başo’nun, bütün izleyicilerine karşın, kendi anlayışına Yol’una – katılan onu paylaşan, izleyen “kimse” bulamamasından; ya da bunun zaten olanaksız olduğunu düşünmesinden, hüzünlendiğini düşünebiliriz. Nükte, gece vakti kim yola çıkar ki…’ gibi bir anlamda olsa gerek.
***
199.
Güz derinleşir
komşu da ne yapar
tek başına ki?
aki fukaki
tonari wa nani wo
suru hito zo
Başo 16 Kasım’da Şikaku’nun evinde yapılacak bir haikai toplantısına davet edilir; ama, kendini iyi hissetmediği için, katılamaz; bu hokkuyu yazıp, gönderir-“komşu”, şiir toplantısındakilere göre, kendisi; ama, toplantıda bulunmadığı için, oradakiler onun halini-hatırını soruyorlar…
Haikuyu sona erdiren zo, “ki”den çok daha güçlü bir vurgu. Bir yorumcu (Watsuji: MU) şöyle demiş:-
Bu şiirde birşey bana ölümü düşündürtüyor.
RA Başo’nun bunu (bkz aşağıdaki jisei) ölüm döşeğinde, ölmeden bir- kaç gün önce yazdığını söylüyor; UB’ya göre de, ölümünden onbeş günden az bir süre önce…
200.
Jisei
Yolda hasta düşer
düş de uçuşup gider
çorak kırlarda
Baso’nun, Osaka’da, Sono-Jo’nun evinde, sindirim sisteminde beliren, bugün dizanteri olduğu tahmin edilen bir hastalık sonucu (bir aktarıma göre de en sevdiği yiyecek olan mantardan zehirlenerek), yatağa düşünce yazdığı ölüm döşeği haikusu.
tabi, Türkçe’deki ‘gurbete çıkma’ya yakın; ‘doğumyerinden uzaklaşma’ anlamında “yolculuk”
D’ye göre “düş”, “kelebek düşü’ ve Çuang-tzu gönderisi taşıyor-bkz yukarıda 1.§53 ve Çn.§19, ve Dizin.
Türkçe’de oluşan “düş”/”hasta düşmek” ilişkililiği herhalde rastlantısal.
İnanışa göre, düş, uyuyan insanın bedeninden çıkıp dışarıda gezinen ruhunun gördüklerinden oluşur. Bazı çevirmenlere göre birinci tekil şahıs iyelik kipi var:
düş(ler)im
fiil de,
dolanıp durur
diye çevrilebiliyor.
yande (“hasta düşmek”) sesinde ya da var; anlamında ‘sancılı/acılı’ olmayı görerek (HH); Türkçe’deki “yangı”yla ilişki kurarak, tarlaların hasattan sonra yakılması âdetini de düşünerek-herhalde de anlamı iyice zorlayarak şöyle çevirmek isterdim:-
Yol yangılı ya
düş de uçuşup durur
kavruk kırlarda
Öğrencileri jisei âdetini anımsatınca, Başo önce,
Dün yazdığın haiku bugünkü jiseindir. Bugün yazdığın haiku yarınki jiseindir. Benim yaşamımboyunca yazdığım bütün haikular jiseilerimdi
der, jisei yazmayı reddeder; ama, sonra, 25 Kasım geceyarısı, yazmaya karar verip, öğrencisi Donşu’yu yanına çağırarak bu haikuyu söyler, yazdırır. (Donşu da, herhalde, yazmadan önce, emin olmak için, bir kez yinelemiştir bunu…)
Yanında bulunan bir başka öğrencisi, Şiko’nun (MU) aktardığına göre, son sözleri şunlar olmuş-
Bunun bir hokku yazmanın zamanı olmadığını biliyorum, çünkü ölümle yüzyüzeyim. Ama şiir bütün ömrümce kafamda oldu, yani, elli yıldır. Ne zaman uyusam, sabah bulutları altında ya da güz pusunda bir yolda yürüdüğümün düşünü görürüm; ne zaman da uyansam, bir dağ pınarının sesini duyar ya da bir yabanıl kuşun çığlığıyla ürkerim. Buddha bütün bunların günaha götüren bağlılıklar olduğunu öğretiyor; ben de şimdi anlıyorum ki bu günahı işledim. Keşke yaşamım boyu girdiğim bütün haikai işlerini unutabilseydim.
Dört gün sonra Onuncu Ay’ın Onikisi’nde (29 Kasım’da)–son gezintisine çıkar Başo: “Tanrı Yoksunu Ay’dır ya…
Aşk benim için ne idi? Çok kere, gözyaşından bir ırmak. Üzerinde hafif bir sandal yürüyordu; içinde sandalcı benim ruhum ve onu iten rüzgâr ahlarımdı.
Aşk benim için ne idi? Istırapların ormanı. Sık merkezinde kurtların bağrışı ve yarasaların çığrışı duyuluyordu.
Aşk benim için ne idi? Kelebekleri kovalıyan, bir hendeğe yuvarlanıncıya kadar soluk soluğa koşan akılsız, budala bir küçük çocuk.
Aşk benim için ne idi? Ölen ümitlerin, derin elemden dokunmuş kefeni; yahut, beni idam yerine götürdükleri kızıl araba.
Şimdi benim için aşk nedir? Gül ağacında minimini bir kuş yuvası. İçinde neş’e ile ötüyorum; ve fırtına onu bozarsa biraz öteye gidip başkasını yapıyorum.
Birkaç kısa gün.. Ve ben ne kadar çok yaşadım! Aynaya bakmağa pek cesaretim yok; saçlarımın ağarmış olmasından korkuyorum…. Ve bu kalb, ah, bu o kadar ihtiyar ki.
Geceleri, gözümü yummadan geçiriyorum. Uykuyu artık aramıyorum bile. Nasıl olsa bulamam. İçimde ümit uyuyalı gözüme uyku girmiyor.
Artık ıstıraplar bile hep yoruldular, bana işkence etmekten yoruldular; halbuki göğsümüzün içinde ıstarapların hançerlerini taşımak cesetlerini taşımaktan daha kolaydır.
Ben onları taşıyorum ve düşünüyorum ki, onları bir asırdan beri taşımaktayım.. O kadar ağır ve o kadar soğuk ölüler! Kanım onlardan donuyor, ve hemen ancak hareket ediyor.
Alnını taşa çarpan, sonra biraz kendine gelen ve her şeyi çift gören, hiçbir şeyi açık ve temiz olarak görmiyen bir insan gibi, fersiz gözlerle etrafa bakıyorum. İçimde hayat yok, içimde ruh yok. Kaygılarım onları uzaklara kaçırdı. Daha güzel bir zamanın hatıraları, üzerime, kabrin üstüne dökülen koparılmış çiçek yaprakları gibi dökülüyor.