Aşk, eşikte tutar insanı. Ayrılamazsın, yerleşemezsin

Aşk, eşikte tutar insanı. Ayrılamazsın, yerleşemezsin. O tekinsiz eşiğin adına “henüz” diyelim.

Fransız kimliğinin içinde büsbütün soğurulmayı reddeden pırıltılı Yahudiliklerinin milli allerjilerimizi gıdıklamasından mıdır, dillerinin yer yer tercümeyi zorlayan azizliklerinden mi, yoksa pop-felsefe alanında “ikoncan” üstüne “ikoncan” yaratırken hiç mesafe katetmeksizin son sürat giden bir sanal trenin arka vagonuna kurulup, zihinsel şekerleme yapmanın peltek hazzına kolay kapıldığımızdan mı tam kestiremiyorum ama Lévinas, Blanchot, Finkielkraut üçlüsünün kadrini pek bilmiyoruz bu memlekette.

Oysa “öteki” ile karşılaşmalarımızın farkındalıktan ilişkiye, giderek bir “birbiri için varoluş” bilincine taşınmasının etik ve düşünsel zemini, biraz da bu üçlünün kelimeleriyle döşendi. Emmanuel Lévinas (1906-1995) ile Maurice Blanchot’nun (1907- 2003) “öteki” üzerine, kuşkusuz esas olarak Lévinas’ın açtığı yolda, ama birbirlerinin cümlelerini de kullanıp dönüştürerek ilerlettikleri tartışmanın günümüzdeki taşıyıcısı 1949 Paris doğumlu denemeci Alain Finkielkraut da, aşkın “henüz” eşiğini mükemmel anlatır bence. Evet, tabii, bir “beraber olma” halidir aşk, ama “henüz” değil, ah, asla henüz değil…Finkielkraut, 1984’te yazdığı La Sagesse del’amour (Aşkın Bilgeliği –Ayşen Ekmekçi’nin tercümesiyle, Ayrıntı’dan Sevginin Bilgeliği adıyla 1995’te çıkmıştı) adlı kitabında, üç ayrı aşk tarifinin içinden geçerken, bu eşikte süresiz bir mola verir.

“Asla kişiler sevilmez, sevilen sadece niteliklerdir. O nitelikler kaybolunca ya da önemini yitirince aşk da biter” diyen Pascal…“Sevmek, sevilen kişiye, yaptıklarından, kişisel ve geçici özelliklerinden bağımsız olarak olumlu bir anlam atfetmektir” diyerek, Pascal’ın karşısına çıkan Hegel… Ve nihayet, Proust’un her ikisini de reddedip,“Hayır efendim, aşk ne kişiye ne de onun özelliklerine yöneliktir. Aşk, ‘öteki’nin esrarını, mesafesini, sırlarını, en samimi anlarımızda bile asla benimle aynı olmama halini hedef alır” diye diklenmesi… Finkielkraut, burada Proust’un yanındadır; aşk, doğası gereği, bir “başka olma” hali, bir müzmin ayrılıktır ona göre, örtüşmek değil çelişmektir: “‘Seni seviyorum’daki ‘sen,’ kesinlikle benim eşitim ve akranım değildir ve aşk, bu aşırı anakronizmin araştırılmasıdır” der. Orada durmaz, Blanchot’nun “aşk” formülüne getirir sözü; Lévinas “eşitliğin, adaletin, şefkatin, iletişimin ve aşkınlığın özeti” demiştir bu formül için, Finkielkraut ise, “kusursuzluğa ve zarafete dayanan muhteşem formül” diye över onu. Çok basittir aslında:“Âşıklar beraberdirler ama henüz değil.” Hepsi bu.

Âşıksanız eğer, cevapları kendinizde de bulabilirsiniz belki: Ruhen ve bedenen henüz tamamlanmamış bir beraberlik değil mi âşık olduğunuz kadınla ya da erkekle aranızdaki? Ya günün birinde o cümledeki “henüz” kelimesi silindiğinde ne olacak? Eşiği geçmek istiyor musunuz hakikaten?

Hayat beni fazla rahatsız etmesin

Eşiği hiç geçmemiş bir adamı anlatıyor elimdeki kitap. Aşkın tekinsizliğini bilerek seçecek kadar gözüpek olduğu ya da yumuşak gövdesinin ortasında “öteki”nin koynundayken bile hep biraz yabancı kalmayı becerebilmesine yetecek kadar sağlam bir çekirdek taşıdığı için değil ama… Eşikten içeri bir kez baktıktan sonra dönüp gidivermiş bir adam bu; sonrasında, odasının kapısını kapatıp evcilik oynayan bir çocuğun pür dikkat ciddiyeti içinde, hayatla gayet mesafeli bir hayat kurup, içine yerleşebilmiş bir adam. Ve hatırlamamanın unutmaktan daha kolay olduğunu bilinçaltında sezdiğinden belki, girintileri olmayan, kanalsız, kuytusuz, kunt gibi görünse de, hacimli haznesinde koca bir boşluktan başka pek bir şey barındırmayan bir tür hafıza çatmış kendine.Olayların çetelesini tek tek küçük çentiklerle tutmayı, hatırlamakla aynı şey sanarak yaşıyor ve yaşlanıyor. Derken…

1946 doğumlu İngiliz yazar Julian Barnes’ın, Man Booker Ödülü’ne de aday gösterilen son romanı –150 sayfalık ince bedeni ve ziyadesiyle iktisatlı anlatımıyla bir novella da denebilir buna– The Sense of an Ending (Bir Son Duygusu), bu “derken” dönemecinin hikâyesi işte. Dönemeçteki adam Tony Webster, altmış iki yaşında. Üniversiteden sonraki kırk yılını, “Hayatın beni çok fazla rahatsız etmemesini istemiştim ve bunu başarmıştım –ne acınaklı bir durum” diye özetlemesine imkân veren “başarılı” bir kariyer, “sevecen” bir evlilik, “sorunsuz” bir babalık ve “dostâne” bir boşanma var hayatında. Ama biz onu, Barnes’ın birkaç yüz kelimeye sığdırabildiği bu kırk yılın içinden tanımıyoruz.

Tony’yi ilk gördüğümüzde, ortaokul yıllarında, zekâlarından ziyadesiyle emin üç hergele oğlanın elebaşısı; daha sonra üçüne kıyasla çekingen ama onlardan daha birikimli ve belirgin biçimde daha ciddi, Camus okuru bir dördüncü oğlan katılıyor aralarına: Adrian Finn. Kitabın ilk bölümünde, Tony ile Adrian’ın okulda hocalarla, birbirleriyle, ve nihayet Adrian, Cambridge’e ‘etik,’ Tony ise, Bristol’a ‘tarih’ okumaya gittiğinde ayrılan yollarının kavşağındaki genç kadın Veronica Ford’la ilişkilerini okurken, olup biteni pek anlayamıyoruz aslında. Zira anlatıcımız Tony, ve yaşadıklarını kendisi de anlamıyor.

Adrian’ın arada “akıllı” sözlerle çizdiği keskin konturlar da olmasa, büsbütün buharlaşmaya meyyal görünen bir delikanlılık bulutu bu ve biz de, bu bulutun içinde yoğunlaşan ironiyi fark edebilmemiz için koca bir hayatın geçmesi gerekeceğini belli belirsiz sezerek okumakla yetiniyoruz. Hayatın kendisi gibi, hakikatli bir birinci şahsın dilindeki hikâyesi de, “son”u işaret eden başlangıçların ancak sona varıldığında fark edilebilmesi esasına dayanıyor sanki. Yaşarken ne yaşadığımızı bildiğimizi sansak bile aslında bilmiyoruz hiçbirimiz; Barnes’ın anlatımı ise, bir yandan bunu hatırlatırken, diğer yandan, yaşamaya devam edebilmemizi de, ilk anda bir “lânet” gibi görünen bu cahilliğimize borçlu olduğumuzu düşündürdü bana. Adrian’ın, okulda kız arkadaşını hamile bıraktığını öğrenince, “Üzgünüm anne” diye not yazarak kendini asan bir oğlanın hikâyesini tarih dersinde hocasına örnek vermesi gibi, “gerçekte ne olduğunu bilmenin imkânsızlığı,” sadece uzak çevremize değil, en yakınımıza, hatta kendimize bakışımızı bile körleştirebiliyor zira. Ve yine Adrian’ın uyduruk bir isme atfettiği o özlü deyişle söylersek,“tarih” gibi kişisel tarihlerimiz de, “hafızanın mükemmellikten uzak yönlerinin belgelerin yetersizliğiyle kesiştiği noktada üretilen bir mutlaklıktan ibraret ekseriya.”

Kendi sırlarımıza vakıf olduğumuzda…

Tony’nin, hafızasındaki o büyük boşluğun içinde gezinmeye başlaması da, altmış iki yaşında, artık “Hayatın amacı, bizi mukadder kaybına hazırlamaktır”nevinden cümleler kurabildiği ve “değişim ihtimalinin yok olduğunu” hissederek ölümle ilk kez hasbıhal ettiği bir anda eline geçen “belgelerle” mümkün oluyor. Kırk yıl önce üniversitedeyken âşık olduğu ama “henüz hiç beraber olamadığı” sevgilisi Veronica Ford’un annesi, beklenmedik bir biçimde, Tony’ye az miktarda para ve bir “günlük” bırakıyor. Adrian’ın ölümüne kadar tuttuğu günlük bu.

O günlüğün sayfalarında Tony, Veronica’ya olan duygularını, Veronica’nın aile evine gidip annesiyle karşılaştığında hissettiklerini, Veronica’yı kendi arkadaş grubuyla tanıştırdığında olanları ve tabii, Adrian’ın son mektubunu hatırlayacaktır. Adrian, Tony ile Veronica’nın ayrılmalarından bir süre sonra yazdığı mektupta, Tony’den Veronica’yla birlikte olmak için izin ister. Tony çok öfkelenir ve bu öfkeyle verdiği cevap, her ikisiyle de ilişkisinin sonu olur. Kısa bir süre sonra, Tony bir Amerika seyahatinden dönüşünde, Adrian’ın bileklerini kestiğini öğrenir.“Hayatın şartları üzerine düşünmek ve bir karar vermek lâzımdır” Adrian’a göre, “ve bu karar, hayattan yana da, hayata karşı da olsa gereğini yapmak icap eder.” Tony’nin, o zaman, neredeyse gıpta ettiği bir intihar notudur bu; cesur, ikirciksiz.

Oysa şimdi, Adrian’ı nihai kararına taşıyan adımların peşinde geçmişe gömülen Tony, kişiliklerinin şekillendiği ortak bulutun içinde gözlerini belki de ilk kez açarken, orada cesaretten ziyade cürete, kararlılıktan ziyade inada ve her ikisini besleyen ıstırabın yumuşak zemininde, kendi ayaklarının fütursuz izlerine ulaşacaktır. Kitabı, bu izlerin Tony ile Adrian’ın asla dile gelmeyen sırlarını nihayet ele vereceğini bilerek okurken, Barnes’ın metne baştan sona hâkim kıldığı esrar duygusunun kaynağının başka yerde olduğunu hissettim ben. Kırk yıl sonra yeniden görüşmeye başladığı Veronica, Tony’ye,“Anlamıyorsun. Hiç anlamadın” deyip duruyordu. Ve hepimiz bir parça Veronica, bir parça Tony’ydik aslında. Eşikte durmanın değerini anlamıyorduk. Ya içeri girip yerleşmeli ya da sırtımızı dönüp gitmeliydik bir an önce. Ya hemen beraber olacaktık ya hiç bir zaman. “Öteki”nin mesafesi ve sırları tükendiğinde, aşkın da tükeneceğini kavrayamadığımız gibi, “hayatımız” dediğimiz şeyin de, aslında kendi zihnimizde şekillendirdiğimiz, başkaları kadar kendimize de anlattığımız bir “hikâye” olduğunu itiraf edemiyorduk bir türlü.Benlik, tek bir “toplam” olarak tanımlanıyordu daha ziyade ve biz kimliğimizi o “toplam” üzerine kuruyorduk haliyle; kendi eşiğimizde durup, bir içeri, bir dışarı baktığımızı her birimiz bilsek de, kimselere söylemiyorduk. Ama işte hayatının son dönemecinde, kumdan bir kule gibi yıkılıyordu Tony’nin hikâyesi; bir “toplam,” nihayet parçalarına ayrılıyordu. Hayatımızla aramızdaki mesafe eriyip, ele güne “ben” diye sunduğumuz o toplamdaki “ötekiler”i görmeye, onların sırlarına vâkıf olmaya başladığımızda, içten içe biz de yıkılıyorduk.

Yasemin Çongar
a%C5%9Fk+e%C5%9Fikte+tutar+insan%C4%B1 Aşk, eşikte tutar insanı. Ayrılamazsın, yerleşemezsin

Bir fincan huzur…

Anladım…
hayat tutmuyordu verdiği
hiç bir sözü…

bıktım bu şehrin bana bağırıp durma…sından
kaldırımlara düşen soluk yüzlerden
Ey Allah’ım!
hep mi keder satar sokaktaki çocuklar?
Neden yanmaz hiçbir evin umut ışığı…

Gecenin en kör vaktinde,
Darma dağın ömrümle,
Çalsam kapını.
Var mıdır ikram edeceğin,
Bir fincan huzur…

EzHeR

bir+fincan+huzur Bir fincan huzur...

Bulandırma da su durulsun

Şimdiye kadar böyle hareket ettin durdun,
artık böyle harekette bulunma, suyu karattın, daha ziyade karartma!
Bulandırma da su durulsun, o suyun içinde ay ve yıldızları tavaf eder gör!
Çünkü insan, ırmak suyuna benzer, bulandı mı dibini göremezsin!
Irmağın dibi incilerle, mercanlarla dopdolu…
Sakın bulandırma, o saf ve durudur.
İnsanların canı havaya benzer,
tozla karıştı mı gökyüzünde perde olur, gökyüzünü göstermez.

Mevlânâ Celâleddîn

Buland%C4%B1rma+da+su+durulsun Bulandırma da su durulsun

zamanı öldürmek, intiharın nazik bir şeklidir

Belki de asıl ilk günah budur; sevmeyi ve mutlu olmayı, zamanı, ânı bir an önce tüketme, bir an önce bitirme saplantısı olmadan sonuna kadar yaşamayı becerememek. Michaelstader, buna razı olmayı becerememek, derdi. İlk günah, hayatı zapt eden, geçişi sırasında alıp götürdüğü her saati dayanılmaz hissettiren ve hayatın zamanını yok etmek, bir hastalık gibi zamanı daha hızlı geçirmek zorunda bırakan ölümü takdir eder; zamanı öldürmek, intiharın nazik bir şeklidir.” Kitabı kapatıp hafızama hızla akan kum saatini ters çevirince zamanı taammüden öldürdüğüm yıllara geri döndüm. Saatleri hoyratça tüketirken gençliğin saflığıyla hayatı hiç bitmeyecek sanmasının huzurunu düşünce çokbilmiş bir rahibin sorduğu soruyu hatırladım. Küçük bir çocuğa, “hayatının son beş dakikasını ne yaparak harcamak isterdin” diye soran din adamına çocuk omuzlarını silkip “hiiiç, yine oynamaya devam ederdim, ne yapmalıydım ki” diye cevap vermiş. Hiç büyümemek de güzeldir, dedim kendime.

A.Esra Yalazan

zaman%C4%B1+%C3%B6ld%C3%BCrmek,+intihar%C4%B1n+nazik+bir+%C5%9Feklidir zamanı öldürmek, intiharın nazik bir şeklidir

Bazı anlarda yüzün aldığı bir ifade

Bazı anlarda yüzün aldığı bir ifade, sevenin belleğinde sonsuzlaşır, insan o ifadeyi herşeyden çok daha fazla özler. O yüzün sahibiyle günün birinde darıldıktan, ayrıldıktan, hatta ondan nefret ettikten sonra bile, o ifadeyi özler. Bir andır o; ama bütün zamanlara siner.

Murathan Mungan

Baz%C4%B1+anlarda+y%C3%BCz%C3%BCn+ald%C4%B1%C4%9F%C4%B1+bir+ifade Bazı anlarda yüzün aldığı bir ifade

Uzaktan sevmek

Uzaktan sevmekde güzeldir, ne acıtır ne de incitir.
Uzaktan sevmek, sesini duyduğun ama görmediğin bir denizin yakınında yürümek gibidir.

Elif Şafak

Uzaktan+sevmek Uzaktan sevmek

Sana onları adayacağım

Ekmeğime katık, aşımın ateşi
acılarımla başbaşa kalmak istiyorum
yalnız onlar anlıyorlar beni
ve yalnız onları dinliyorum..Hayatıma girdin madem
andacım ol hatıramı yaşat
ne beni anladığını söyleyen
ne de yüreğimin gedikli konuğu alsın
sen al acı
senin olayım
beni sen kuşat..

Kirli kentte, otogar camiinin avlusunda
kırıldı umudumu dizdiğim tesbihim
ben yavrularını yiyen bir kedi gibi
azıtmayı kuruyordum söyleyemedim
bir gül ki ellerinle büyütmüştün
dostların öğütlemişti koklamadan ezmeyi
yarım kalmış o cümleyi söyleyemedim
yaşamak dediğin bir lüks oldu benim için
bundan böyle duyduğun her korna sesinde
biliyorum, gözlerin çiçeklenecek..

Aşk ağlatır derlerdi
söyletmedi, bu dert söyletmedi beni
uçan kuştan sakındığın bir yaralı goncanın
canına kasteden sen olmasaydın..

Hatıra defterinin arasından düşen
bir kuru yaprak verdi seni ele
yaşadığımı sanıyordum ya
anılarının arasına çoktan girmişim bile..

Madem ki ayrılığa hüküm giymiş bu yürek
artık ölmek için yaşamak gerek
hayatımın gözlerinden
damıttığım bu şiiri bin kez ölerek
sana adamamı bekleme benden
gün gelir tütmez olursa ocağım
acılar var bende duvağı açılmamış
bekle
sana onları adayacağım…

Mustafa İslamoğlu

sana+onlari+adayacagim Sana onları adayacağım

Binbir Gece Acıları

söylerken ağlayan şair
doğururken ölen ana
ikisi de bir
aşk ve acı haberim olmadan
en ücra yanıma sığınabilir

I.
güneş ellerini çekti yakamdan
sızısı kasıklarıma vuran arz
kendini bana çalıyor
yaralı bir atın toynakları gibi
kirpiklerim
beni ele verecek diye korkuyorum

son soluğu
koynundan çıkardığım resmin ilişiğindedir
dudaklarında yarım kalmış bir sevda
acının silik bir kopyesi yüzünde
gözlerini görmedim
kaçırmışlar

Beşparmak’ta bir adam
yarasına bakarak
suzinak makamında susuyor

gelme çocukluğumun hasnâ perisi
düşlerimde yeşillen
yaban gülleri, zambaklar toplayayım adına
rüzgarın eline tutuşturayım
ismini yazıp yapraklarına
uçurtmalar yapıp
dudaklarına doğru

II.
caddelerde bir yığın insan
saçlarının rengini
bilmedikleri sevgililer için
öldürdüler birbirlerini
biliyorum, alımına karşı
hep eğreti bir yanım olacak

tedirginim, kuşkuluyum, çaresizim
şimdi her döndüğüm köşede
aradığımı bulurum diye korkuyorum

askerde, Kars’ta
umudumu bağladığım tek ağaca
ceza verdiler
derdi neydi, kim bilir
kendini astı diye bir er
o gün bu gündür
nerde bir ağaç görsem
yanıma ölüm gelir

bayım, buyurgan bayım
bahar gelmiş derler
kime sorayım

III.
perakende ölümler öleceğiz bu sezon
kıyam etmiş Kerbela’nın sakileri
bulutlar çölde bir çeşme arıyor
düğünlere salt ağlamak için katılan biri
çigan bir hayatın çetelesini tutuyor
bastırıp sağrısına elini

bu şırfıntı
binbirgeceden arta kalan bu acı
korkarım ki bana yar olacak
zamantı’nınserin sularında
bir türkü yakamozlanacak benden geriye
kerhen atılmış bir imza
hayatımın sağ alt ucunda sırıtacak

içini açtı bir zambak
bir şiir öksüz kaldı
perde kapandı, kalem kırıldı
ve işte son gemi de yandı
belgelere geçsin “top secret” kaydıyla
artık nihai sözümü söylüyorum:

-rahman, rahim olan Allah’ın adıyla

1985

Mustafa İslamoğlu

408362_4466060811325_1695769161_n Binbir Gece Acıları

Bir Kırık Ezgi

sevinmem sevince benzemiyor
ne de üzülmem üzüntüye
gözde geçirilmiş sözler söylüyorum
ömrüme ilişkin
belki birazcık avutur beni diye
ağlamayasın için susuyorum
benden almayasın kara haberi
ağlama ki sakinleşirsin diye korkuyorum
fırtına habercisi gözlerinde
yarasalar uçuşuyor yine

gözyaşların bir kurşun ta şurama saplanır
sen ağlama İbrahim Erciyes gazaplanır

yüreğin işlevini bilmeyen bu insanlar
haber bülteni dinliyorlar
ölümler duymak, kimbilir
cinayete doymak için belki de
birbirine uzak iki zambak hakkında
benim ildiğimi bilmiyorlar
derdimi ancak papatyalara açabildim
şimdi onlar taç yapraklarını yoluyorlar

heba oldu sandığın yaşların hesaplanır
İbrahim sen ağlama Erciyes gazaplanır

toprağın burnumda tüttüğü bir kış günü
bir cümle eklemişsin babamın mektubuna
sade ve kırık
karların eridiği zaman çözdüm düğümü

sevgiyi toyken tanıdık gülüm
tutma elin yanar demediler
hayatımızı tek bir mevsime göre ayarladık
başka mevsimlerin olduğunu öğretmediler
evimiz barkımız bir yüreğimiz
öyleyken ateşimizi çaldı
aziz kardeşlerimiz, prometeler…
bilesin ki bizim oldu hayatın çirkin yüzü
bizim oldu yılkı acılar
bizim oldu gülüm, kırık ezgiler

bu yokuşun ardında bir gül iniş saklanır
ağlama sen İbrahim Erciyes gazaplanır

Mustafa İslamoğlu

533158_10150773517802320_1122335957_n Bir Kırık Ezgi

Göçmen Kuşlar

hançerlenmiş çatal yürek iki baş
başbaşa vermişler konuşmuyorlar
yetimce gözlerden savruluyor yaş
yağıyor dışarda içli içli kar
çatal yürek hançerlenmiş bir çift baş

bir kuş kör kafeste babasız kalır
kavrulur bir serçe anasızlıktan
ah gülmeyen gözler yollarda kalır
dökülür yaşları vefasızlıktan
bir kuş kör kafeste babasız kalır

yataklar küf gibi zindan kokuyor
küsmeler küsmeler ve barışmalar
bir dost yüreğimde sevgi dokuyor
ayrılık gözyaşı son sarışmalar
yataklar küf gibi zindan kokuyor

herkesle gülünür fakat çilelim
ağlanmaz herkesle unutma bunu
dostluk yemininin üstünde elim
bölmez mi bölmez mi hasret uykunu?
ve gülmek ki tokat tokat çilelim

kadehler dolusu baldıran zehri
gördün, göz kırpmadan nasıl içilir
bilirsin haldaşım bu zalim şehri
burda dirilere kefen biçilir
korkusuz içilir baldıran zehri

bak körpe ceylanlar nasıl vurulur
zalim avcı gezer bizim bağlarda
ceylanları vuran eller de kurur
bir parça kırmızı kir kalır karda
yavru ceylanlar bak nasıl vurulur

hangi dost dikmişti şu tomurcuğu
bağrımın içinde göğerip duran
ey kara günlerin dertli çocuğu
senin nabzın mıdır ranzamda vuran
söyle kim dikmişti şu tomuruğu

ne açmaz gül imiş ah şu bahtımız
ağarsa mı ola kıpkırmızı tan
yad elde kuruldu payitahtımız
hüzün sarayında bir garip sultan
ne açmaz gül imiş ah şu bahtımız

artık güneşlerde kara doğuyor
geçmiyor umudu vuran zamanlar
hayat yıldırıyor hayat boğuyor
bilmem kimin için çalıyor çanlar
güneşler de artık kara doğuyor

bu yağmur bu yağmur niçin yağar ki
görmez mi bir çift göz suluyor yeri
vurulanlara su sunma be saki
kavrulsun garibin yansın yüreği
bu yağmur bu yağmur niçin yağar ki

her seher uzaktan bir horoz sesi
ne çılgın yalıyor parmaklıkları
esiyor Yusuf’un kutlu nefesi
yıkıyor Züleyha kara duvarı
ıraklardan yanık bir horoz sesi

gel yaralı serçem küsme bahtına
vurma kayalara allı başını
anka kuşu olsan geçmem tahtına
bir sen kaybetmedin can yoldaşını
yaralı serçem gel küsme bahtına

ey kara çayımın buğulu kiri
kıvrıla kıvrıla nere gidersin
ötelerden eğer sorarsa biri
bırakmadılar da gelmedi dersin
kara çayımın ey buğulu kiri

mahpus ranzam soğuk yüzüne senin
sahte gülüşleri tercih ederim
meftunu olmuşum demir kefenin
sende yaşar, sende ölüp giderim
mahpus ranzam soğuk yüzüne senin

gece yine kustu bütün kinini
her saniye can çek, kıvran, sabah et
efendi, demirbaş kabul et beni
mevcut listesinin başına kaydet
gece yine kustu bütün kinini

Derde sevdalıyım derde vurgunum
bu sevda düşürür eline cânâ

hep sürüklenmekten inan yorgunum
niye kattın gittin seline cânâ

perişan dağınık ve de bozgunum
ne çare düşmüşüm diline cânâ

Eyyub’um Yusuf’um hadi Mecnun’um
amma dayanamam yeline cânâ

yanmış vurulmuşum, meftun olmuşum
saçlarının bir tek teline cânâ

yüklenme bu denli kurban olayım
yetmez mi savurdun külüne cânâ

derde sevdalıyım derde vurgunum

yerine varmamış dileklerimi
götürün melekler n’olur götürün
soldurmayın açmış çiçeklerimi
Mevla’dan dertlere derman getirin
yerine varmamış dileklerimi…

bütün umutların bittiği yerde
hayret ölüler de volta atarmış
inanmazsan civan bak yarıver de
gönül mezarımda kimler yatarmış
göster can alıcı o melek yerde

doğduğum yerlerde vurgun mu oldu?
sular mı yürüdü memleketime
soldu, gün görmemiş menekşe soldu
kaç hançer saplandı safiyetime
doğduğum yerlerdevurgun mu oldu?

arasıra kuşum uç üzerimden
vefasızım amma belki özlerim
bir de sen oklama ta can yerimden
gel, bugün de taşma ırmak gözlerim
kuşum arasıra uç üzerimden
göç eden kuşların gözleri kara
dayan gülüm dayan bahar gelecek
muhabbet ne büyük kapanmaz yara
ölecek yaralı serçe ölecek
dönecek mi söyle kuşlar bahara?

Bir güzel düş gibi bir hayal gibi
sen de git can kuşum, de var sen de git
dost mezarı içim bulunmaz dibi
düşersem aklına el aç niyaz et
belki bir su yürür…içim çöl gibi…

Mustafa İslamoğlu

15968832-md Göçmen Kuşlar